Ben yazar oldum mu?

Şimdi geriye dönüp bakınca çocukluktan beri hayal gücümün çok geniş olduğunu görüyorum. Oynadığım oyunları düşünüyorum. Bir hayal-arkadaşım vardı. Ben nereye gidersem yanımda olan, benimle konuşan (ben onunla konuştuğumda annem ve babamın beni izlemiyormuş gibi yapıp birbirlerine baktıklarını anımsıyorum), oyunlarımı paylaştığım hayal-arkadaşım. Başka hayali arkadaşlar da katılıyordu ona. Bu oyunlarda oyuncağa hiç ihtiyaç yoktu. Ne düşlersek gerçekleşiyordu çünkü. Bu hayal arkadaş yıllar sonra tekrar ortaya çıkıp bir öyküme giriverdi. Oyuncak çeşidi çok olmadığı için kendi oyuncaklarımızı kendimiz var etmek zorundaydık. Benim en sevdiğim oyuncağım da tiyatro sahnesiydi. Bu, şeker kutusundan bir ev, içinde minik ilaç şişelerinden insanlar, kibrit kutularından koltuklar masalar türlü malzemelerden oluşuyordu… Hiçbir şey bulamazsam masadaki tuzlukla biberliğin başrol oynadığı oyunlar kurduğumu anımsıyorum. Tabi bu cisimler benim muhteşem karakterlerim olmalarına rağmen dışarıdan bakan bir göz için hiç de anlamlı değildi. Her bir ilaç şişesinin ayrı bir karakteri vardı. Aralarında konuşurlar, oradan oraya hareket ederler ve olayların içinde yüzerlerdi. Bunlar kalem kağıtla tanışana kadar sürdü. Sonra resim yapma dönemi geldi. Nota öğrenince müziğin sihirli dünyasına geçtim. İlkokul ikinci sınıfta ilk müzik dersinde tahtaya tebeşirle çizilmiş notaları gösterdi öğretmenimiz. (porte çizgisini, tebeşirle iyice boyanmış keten ipi iki ucundan iki çocuk tutar bir kişi de ortadan gerip bırakır düz bir çizgi yapılırdı, sonra altına dört ip izi daha beş çizgi porte çizgisi hazır) Ziya Bey’in porte çizgisi üzerinde sigaradan sararmış parmağını anımsıyorum şimdi, “Bu gördüğünüz işaretler,” dedi, “bütün dünyanın konuştuğu bir dildir. Bu dili öğrenirseniz eğer Japonlarla, Amerikalılarla, Afrikalılarla iletişim kurabilirsiniz…” Çok güçlü çok çarpıcı bu cümleyi hemen hemen müzik kavramıyla her karşılaştığımda anımsamışımdır. Enstrüman çalmak ayrı bir tılsımlı dünyaydı. Çocukluk geride kalıp da daha ciddi resim sanatına yöneldiğimde yine hayal gücümün etkisini hissediyordum. Sözcüklerle haşır neşir oluşum da herhalde orta okulda başladı. Resimle rekabet eden sözcükler sonunda müzik ve resmi geride bırakarak açık ara öne geçti. İyi bir müzik dinleyicisi ve resim izleyicisi oldum. Bir beceri varsa değişik yönlerdeki arayışlardan sonra ortaya çıkıyor sanırım. Bir ezgiyi farklı çalmak, bir resmi farklı yapmak giderek bir olayı başkalarından farklı anlatmaya dönüştü. Heykel de yapmaya çok hevesim vardı ama olanak hani? Bildiğiniz çamurdan bahçede hamur yapıp kurutup sonra üstünü kireç kaplama denemelerim şekil olarak ümit verici olsa da bir süre sonra ne yazık ki çatladıkları için bu hevesimden vazgeçmek zorunda kalmışımdır. Orta okuldaydım evet ve ömrümce minnetle andığım Türkçe öğretmenimin “Gökalp sen bir defter alacaksın ve oraya yıl boyunca gördüklerini, aklından geçenleri yazacaksın. Sonra da ben kontrol edeceğim” demesiyle yazma işine başladığımı düşünüyorum. Ama o sırada daha resimle mi müzikle mi yoksa yazma sanatıyla mı ilgileneceğime henüz karar vermiş değildim.

Sonra iş ciddiye bindi. Sözcüklerin arasına girdiğimde ise inatçı ve çok sabırlı olmak gerektiğini çabuk anladım. (Kuşkusuz tüm sanat uğraşılarında aynı şeyler geçerli.) Hayal kırıklıklarına direnmek gerekiyordu. Saatler, günler, aylar boyunca beni dinlemeyen sözcüklerimi terbiye etmem, düşüncelerimi doğru dile getirmem gerekiyordu. Bu yıllar alıyor. İyi bir sözcük terbiyecisi olmak çok zaman alıyor. Bu çaba, sabır, inat mükemmeliyetçiliği geliştiriyor mu, yoksa mükemmeliyetçi yapı mı yazmayı sağlıyor tam çözmüş değilim ama yazma konusunda defalarca yazıp bozup, düzeltip, belki yeniden başlama eylemlerinden sonra “oldu sanki” diyene kadar sürdüğüne göre mükemmeliyetçilik yazma eyleminde olmazsa olmazlardan biri sanırım. Yapabildiğimin en iyisi için çok uğraşırım. “Aklına gelenleri hemencecik yazıverdiğini, her şeyi kafasında oluşturup hemen kağıda döküverdiğini” söyleyen “yazarları” şaşkınlıkla izlerim, benim böyle bir becerim olmamıştır, ne yalan söyleyeyim. Dili her zaman çok ciddiye almışımdır. Bunu özellikle belirtmek isterim. Dil bana göre öyle bir yerdir ki yalnızca kayıkla yüzeyinde de gezebilirsiniz, bir yelkenliyle rüzgârı ayarlayıp hızla yol da alabilirsiniz. Ama asıl güzelliği bana göre dalgıçlık yapabilme becerisini kazandıktan sonra başlar. Dilin derinlerinde inanılmaz bir dünya vardır. Bu da beni sarhoş eder.

Sonra efendim yazma işinde acımasız bir öz disipline ihtiyaç vardır. Patronun ve işçinin siz olduğu bir işletmede asla sonra yazarım, sonra bakarım, yarın düşünürüm gibi bir seçenek yoktur. Çünkü düşünceler acımasızdır ve uçup gidiverir, onları yakalamak için asla dalga geçmeden çalışmak zorunludur. İşe gitmek zorundasın, her zaman ve daima tetik olmalısın, aklın başında, gözün kulağın, beş duyun her zaman çalışır olmalı. Bazen uykundan uyanıp çalışmalısın bazen uyuyamayıp çalışmalısın, tatili falan yoktur. Ama ekmek paranı da kazanmak zorunda olduğundan, diğer rollerinin sorumluluklarını da taşımak zorunda olduğundan bu acımasız yazma işine ne yapıp yapıp zaman ayırmalısın.  Ha, görünüşe göre işe gitmezsen kimse paranı kesmez, seni işten atacak da değildir patron ama ufak bir kaçamak bir fikrin uçup gitmesi, bir öykünün güme gitmesine mal olabilir. İşte o zaman patron çok kızar, genellikle de buna asla izin vermez. O yüzden çocuğunuzla bazen oyun oynayamayabilir, bir arkadaşınızla kahve içemeyebilir, ekmek almayı unutabilirsiniz. Ama üretebilirsiniz. Üretmek deyince, bugüne kadar sanırım dört yüz elli beş yüz yazılmış öyküye sahibim. Kitaplardakiler, dergilerde basılanlar, dosyalarda bekleyenler, kızıp çöpe attıklarım belki daha da fazladır. Çünkü dergiler her zaman yeni ve yayımlanmamış öykü isterler, yarışmalar yeni ve yayımlanmamış öykü isterler, kitap yapacaksanız yeni olmak zorundadır metinleriniz.  Hiç kimse kardeşim bu boyacı küpü mü her yere sıfır öykü nasıl… diyemez. Ressamlar aynı tabloları yıllar yıllarca sergiler, satılana kadar o galeri bu galeri gezdirir ama biz hep yeni öykü yazmak zorundayızdır. Bu da nasıl bir adalettir anlayan beri gelsin… Ama asla yazdığım şeyin harika olduğunu düşünmem. Böyle düşünenleri, böyle konuşanları  da bıyık altından bir gülümsemeyle dinlerim. Bu kişi henüz dalış gerçekleştirmemiş, kürekle bir kanoyu yüzdürmeye çalışıyordur bana göre. Ben derin dalış yapmayı severim ve her öykümde farklı sularda yüzmeyi denerim. O yüzden basılmış öykülerimi, yazılarımı basılmış haliyle okumaktan kaçınırım. Eski öykülerimin yeniden basılması gibi bir istencim de yoktur. İki nedenle hem yenilerini yazmayı daha çok severim (yeni sularda yüzmeyi) hem de eski yazımı okursam, daha iyisini yazabilirim diye öyküyü yeniden yazmaya kalkışır yeni öykülerime haksızlık ederim. O yüzden dosyalarım basıldıktan, dergilerde yayımlandıktan sonra elimdekileri törenle imha ederim. Yeni öyküler için artık hazırımdır. Ben yazar mıyım, yoksa bir dil okyanusunda macera arayan, fırtınalarla, dalgalarla boğuşup duran bir maceraperest mi? Daha karar vermiş değilim.

Yayınlayan

serapgokalp

Bursa doğumlu. Bir süre devlet memurluğu yaptı, istifa ederek otomotiv, gıda, tekstil, çelik, inşaat sektörlerinde değişik görevlerde çalıştı. İlk öyküsü Edebiyat-81 dergisinde 1983 yılında, daha sonra Yeni Olgu, Kıyı, Öner Sanat, Karşı, Yaklaşım, Yazko, Papirus, Agora, Türk Dili dergilerinde yayınlandı. Sonraki yıllarda; İle Dergisi, Patika Dergisi, Anafilya, Havuz, Öykü Teknesi, Sözcükler, Notos, Kurşun Kalem, Kar, Dünyanın Öyküsü, Kitaplık, Gösteri dergilerinde öyküleri, inceleme yazları yer aldı. İlk öykü dosyası Böcek Cinayetleri’dir. Ancak yayıncı tarafından yıllarca bekletilip basılmadığı için dosyayı geri almış ve imha etmiştir. İkinci dosyası Astak Kum Saatinde Akarken adlı kitabı, 2002 yılında Sistem Yayıncılık tarafından kitaplaştırıldı. Otuz sekiz yeni öyküsü 267 sayfalık bu ilk kitapta yer aldı. İkinci kitabı Kulak Misafiri, 2009 yılında Pupa Yayıncılık tarafından basıldı. Ödüllü öykülerinin yer aldığı bu kitabı Orhan Kemal Ödüllü üçüncü kitabı Tuz Saraylar izledi. 2010 yılında İlya Yayıncılık tarafından kitaplaştırıldı. Dördüncü kitabı Pirana Kahkahaları 2017 yılında Kanguru Yayınları tarafından yayımlandı. Kişisel kitapları dışında Anlatılan Bizim Hikâyelerimiz, Çığlık, Mübadele Öyküleri, Öykü Dostluğu, Kadınların Ruh Acıları, Öyküden Çıktım Yola-252 Yazardan Minimal Öyküler, Gurbet (Almanya, Gökyüzü Yayınevi Seçkisi) Tanzimattan Günümüze Rumeli Motifli Öyküler seçkilerinde öyküleri yer aldı. Kadın Yazarlar Derneği Yayını, Kadınlar Edebiyatla Buluşuyor adlı projede öykü atölyeleri düzenleyerek aynı adlı yapıtta ve yine Kadın Yazarlar Derneği Yayını olan Söz Kesmek, Kına Yakmak, Nikah Kıymak adlı kitapta incelemeleri, yayınlandı. Öykü kitapları dışında Kalp Krizi, Bu Gece Uyku Yok Çünkü ve Buket Başaran Akkaya ile ortak oyunlaştırdıkları İki Çığlık, İki Türkü, Bir Ağıt adlı oyunları bulunuyor. Serap Gökalp’in bir öyküsünden oyunlaştırılan bu oyun Devlet Tiyatrolarına kabul edildi. Çalışmalarından Fadime Hanımın Işığı adlı öyküsü Petrol İş Sendikası – Kadın Öyküler Yarışmasında 2007 birinciliğini, Sisin İzi adlı öyküsü, Madenci Öyküleri Yarışması 2007 ikinciliğini, 16/24 Vardiyası adlı öyküsü, Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri Yarışması 2007 üçüncülüğünü kazanmıştır. 2009 yılında Tuz Saraylar adlı dosya ile katıldığı öyküleri Orhan Kemal Ödülü ikinciliğini almıştır. Metin incelemelerini dergilerde, internet edebiyat siteleri ve edebiyat etkinliklerinde, paylaşmaktadır. Halen ÇYDD Bodrum şubesinde ve Bodrum Kent Konseyinde gönüllü olarak çalışmakta öykü atölyeleri düzenlemektedır.

“Ben yazar oldum mu?” için 2 yorum

  1. Sen benim hep ilham aldığım, yazdıklarını defalarca okuyup haz aldığım, örnek aldığım bir yazarsın Serabım:)))Kalemin hiç susmasın.

    ________________________________

    Beğen

Buket Basaran AKKAYA için bir cevap yazın Cevabı iptal et