Merhaba, bugün öykü sırlarımızdan ikisini paylaşacağız. Uzam ve karşılıklı konuşma.
İtalyan krallarından III.Vittorio Emanuel kültürü kıt birisi olarak ünlüymüş. Bir gün bir resim sergisinin açılışını yapmak, tablolara da hayran hayran bakarak salonları dolaşmak zorunda kalmış. Kral, yamaçlarında bir köyün uzandığı çok güzel bir vadi manzarasının önüne geldiğine, uzun uzun resme bakmış ve sonra serginin yöneticisine sormuş: “Bu köyün nüfusu ne kadar?”
Kısa öykünün en önemli unsuru mekan olarak söylenir. Yalın bir düşünceyle bir şeyi bir yere koymak gerek. Öyküyü içine yerleştirdiğiniz şey mekândır, UZAM. Bir tablodur bu. Rengini, ışık ayarını, bakış açısını, kıvamını tümüyle amacınıza uygun saptadığınız bir tablo. Gerçeklik duygusunu yaratacak unsurlardan biridir. Öyle ki tabloya bakan köyün nüfusunu sorsun.
Günümüz öykücülüğü… Bu cümle insanı yerinden hoplatıyor. Bin bir ata, asıl dizginlere… At gitsin ufuk çizgisi gitsin… Öyle bir konu ki yolumuzu yitiririz.
Sonra ikinci cümle “ içinde mekan ve diyalog” Evet. Şimdi atımızdan inebilir yürüyebiliriz. Bu arda çevremize çiçeklere böceklere bakar, kokuları içimize çeker, bu uçsuz bucaksız öykü alanında edebiyatın güneşini tenimizde hissedebiliriz. İşin tadını çıkarabiliriz.
Uzam ve karşılıklı konuşmayı sıkıcı kitap cümleleriyle anlatmaya kalkışmayacağım. . Zaten biz yazarken öyle göstergebilim açısından, dilbilim açısından falan filan bu iş nasıl duracak diye pek bakmayız. Tek bir hedefe kilitleniriz, oraya ulaşmak için öykü unsurlarını kullanmayı deneriz.
Bir karar veririm. Şu konuda yazacağım diye. Sonra küçük bir prizmaya dönüştüğümü hayal ederim. Evrende duran, küçük bir prizma. Ta tanrı Toth tan bu yana insanlık tarihinin yedi bin yıllık birikimlerinden bana düşen ışıkla birlikte gözlemlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı yoğurur yeni bir tayf olarak öykümü yazarım. Bu benim özgün tayfımdır…
Size üç küçük uzam yarattım. Birincisi üzerine konuşalım. Hayallerinizce geniş bir doğa parçasında canınız hangi renk istiyorsa o renk bir atın üstünde koşan ben. Arkamda bir toz bulutu, düşlersiniz. Hava büyük olasılıkla açık çünkü ufuk çizgisini görüyoruz. Koşan bir atın üstündeki binicinin görüntüsünü siz imgeliyorsunuz. Saçlarım mı uçuşuyor, gözlerim kısılmış mı? Ellerim dizginlerde, ayaklarım üzengilerde nasıl duruyor? At nal izleri bıraktığı toprak bir yüzeyde mi koşuyor, ince bir bitki örtüsü mü var, sizin bileceğiniz iş… Bunları söylemedim ama sizin zekânıza güvenerek bir iki cümle ettim.
At gitsin ufuk çizgisi gitsin…
Bu cümlelerin ardından şunu söyleseydim; Ufuk çizgisini yakalamaya çalışırken yorgun düşmüşüm, ter içinde gözümü açtığımda daha gün doğmamıştı. Kalkıp pencerede ufuk çizgisini beklemeye başladım. Şimdi öykü mekânını başka bir çizgiye kaydırdım. Bir düşümü anlatmaya başladığımı görüyorsunuz.
Başka bir deneme yapalım mı? At gitsin ufuk çizgisi gitsin…
Hemen arabaya atladım; “ Acele et” diye bağırdım arabacıya. “Acele et çok kısa zamanda çok uzak bir yere gitmemiz gerekiyor.” “Nereye hanfendi? “Ufuk çizgisini yakalayacağız.” Araba tozu dumana katarak yol almaya başladı. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Durduk. “Geldik mi?” diye başımı uzattım dışarıya. Aman Tanrım! At falan yoktu!
Burada da sizin imgelerinizi harekete geçmeyi umarak sözcükler kullandım. Ama bence uzam öyle bir şeydir ki öyküyü çerçeveleyip sabitleme çabası olmasına karşın yazarın yorumu ve okur algısı işin içine girdiği için değişir, ne dersiniz?
Mekan yaratmada en büyük usta Edgar Allan Poe’dır biliyorsunuz. Poe’nin formülü, atmosfer, hipnoz etkisi, matematiksel kesinliktir. Bakın şimdi:
“Ve bu çimenliklerde yer yer, düşsü korular uzanırdı. Bunların fantastik ağaçlarının uzun ince gövdeleri dik yükselmez, öğlenleri vadinin ortasına düşen gün ışığına doğru zarifçe eğilirdi. Abanoz ya da gümüş renkli görkemli kabukları öyle pürüzsüzdü ki Eleonora’nın yanakları dışındaki her şeyden daha düz, daha kaygandı…” (Eleonora) Mekan betiminden yavaşça karaktere götürdü bizi yazar.
“Bir sabah tedirgin düşlerden uyanan Gregor Samsa,dev bir böceğe dönüşmüş buldu kendini.” Kafka konuştu. Bize Dönüşüm öyküsünü anlatmaya başlıyor…
Bir görüş günümüz öyküsünde uzamın kullanılmaz olduğudur. Ama bunu tümüyle yok etmek değil mekanın gizlendiği veya gizemli olarak var olduğu şeklinde yorumlamak gerek.. Anıştırmayla okura önerilen mekandır bu. Belki de bizi yanıltan, mekan dediğimizde eski metinlerin uzun betimlemelere yönelmiş olması. Çağdaş öykü için atmosfer yaratmak deyimini kullanmak nasıl olur acaba? Bana daha açıklayıcı gelir. Aradaki fark bence şudur, betimleme okura yazar penceresinden hayli ayrıntılı bir bakış sağlar. Oysa atmosfer yaratmak okura orada olma duygusu verir ki bu anıştırmayla sağlanır. Hayal edilebilir ayrıntılarla oluşturulur ve metni yoğunlaştırmak için kullanırız.
Başka amaçlar için de kullanırız. Bir zamanı, tarihsel kesiti veya yaşam kesitini yakalamak için var ederiz. Gerçeklik duygusu yaratırız. Beri yandan zaman öğesi ve karakter öğesiyle de -tersi yani- mekâna ilişkin ipuçları verebiliriz.
Ter içinde uyandı, her şeyden kopmuş, bir süre evde aylak aylak gezindi. Sonra bir sigara yaktı ve oturdu, kafası bomboş, buruşmuş pantolonundaki kırışıklara baktı. Ağzında uykunun ve sigaranın tüm acılığı vardı. Pörsük ve gevşek günü, onun çevresinde, vazonun içindeki su gibi çalkalanıyordu. Albert Camus karakter öğesiyle uzamı gözümüzün önüne bırakıyor.
Kolay anlaşılabilir uzamlar yaratabiliriz. Karakterlerin iç dünyasındaki mekanları kullanabilir veya soyutlayabilirsiniz ama kimi araştırmacıların saptadığı şudur 21. yy mekanı kaygan zemin ve şiddet unsurlarıyla oluşturuluyor, derler.
… su setindeki kırık bir şişenin boynundan küçük pırıltılı bir yıldız noktası çakıp söndü ve bir köpeğin ya da kurdun yuvarlak kara gölgesi belirip koşmaya başladı…. Çehov konuştu.
Mekanı kimi zaman kurşunkalemle, kimi zaman pastel boyayla kimi zaman da çok renkli çizeriz. Üslubumuz veya seçtiğimiz konu neyi gerektiriyorsa.
“Derken çanların çalması durdu,ağılda tüfekler patlayarak öğlenden sonranın havasını patiska yırtar gibi yırttı.” Carlos Fuantes’in bir cümlesiydi bu. Kulaklarımızı da istiyor Fuantes.
Çiçikov kuş tüyü yorganın tüyleriyle sarınmış bir halde uyuya kalır; simit gibi kıvrılır ve ertesi sabah uyandığında bir sineğin tavandan kendisine bakmakta olduğunu görür” Gogol.
Sisler içinde yitirilmiş bir gün olacağını bilemezdiniz. Yürürken apansız ayaklarınızı yitireceğinizi, arabaların hareketli bir çift ışıktan ibaret olacağını. Bu narin ve tehlikeli duvar yüzünden kıpırdamaktan korkacağınızı. Çocuklarınızı, evlerinizi, sokaklarınızı hatta rüzgarı bile yutuvereceğinden kaygılanıp, ötesini göremediğiniz pencerelerden dışarı kaygıyla bakacağınızı. Belediye çukurlarında insanların öleceğini ve hırsızların bayram edip köşe bucağa saçılmışken yollarını yitirip karakollara sığınacağını. Siste ne olacağını bilemezdiniz….
Bu ben… Sisin İzi adlı öykümü anlatmaya başladığım ilk cümleler. Bu öykü oğlunu grizu patlamasıyla yitiren bir anneyi anlatır. Sisli mekan dramatik atmosfer için var edilmiştir
Yine ben; Fadime Hanım’ın ışığını anlatmaya başlıyorum.
Fadime Demircan, kasabanın çürük dişleri gecekonduların iki sıra dizildikleri yamaçtan çakılları saçıp sıçratarak aceleyle yürüyor… Dünden belliydi gerçi yağmur… Batı tarafta bulutlar tortulanıp bulanmaya başlayınca denizin üstüne bir gölge vurur, bu hayra alamet değildir. Sahildeki şemsiyelerin toplanması gerekir…
Fadime Hanımın Işığı adlı öykümü kardeşime okur musun diye verdiğimde (Fadime Hanım, bir balıkhane işçisidir. Sabah kasaba dışındaki evinden çıkıp işine giderken yol boyunca evde ateşli olarak yalnız bıraktığı küçük kızı için kaygılanır. ) okuyup bitirdi ilk söylediği;
“İçim daraldı. Hava puslu, kadının kaygıları da üzerine ekleniyor, yetmiyor fırtına çıkıyor, ortalık kıyamet…Birden kendimi Fadime Hanım sandım, Beste’ de evde tek başına kalmış….İnsanın içine fenalık geliyor.”
“Ciddi misin?” dedim. “Ama bu harika! Yapmak istediğim tam da buydu. “
Evet, bu konuşmadan okur olarak nasıl bir sonuç çıkarıyoruz? Kardeşim yumuşak kalpli biri. Duygusal, annelik duyguları güçlü. Bir kızı var. Olasılıkla çalışan bir anne ve bu konuda duyarlılıkları var. Hatta içine fenalık geldiyse belki de öyküyü okuduktan sonra Beste’yi evde tek başına bıraktığında kırk kere ortamı, olasılıkları gözden geçiriyor.
Ben nasıl biriyim? Acımasız mı? Türlü numaralarla insanların duygularıyla mı oynuyorum? Öyle mi? Öyle.
Bu karşılıklı konuşma görüldüğü üzere iki karakter hakkında size sağlam ipuçları verdiği gibi yine imgeleminize seslenerek onların ete kemiğe bürünmesini sağlıyor. Kişiliklerini de siz oluşturuyorsunuz.
Deniz Kestaneleri adlı öykümden bir diyalog
“İrfan” dedi Necdet “Ayıp oluyor, herkes camlara çıktı.”
“Ben saçının telinden o yuvarlacık topuklarına kadar vurulayım, sen bana denizkestaneleri yedir ha?! YAŞAMAK NEYE YARAAAAAR?”
“Yapma İrfan, böyle sokak ortasında bağırmakla kızın sevgisini kazanacak değilsin. Ağır ol biraz. Etrafı rahatsız ediyorsun. Polis-molis çağıracaklar. Gece yarısı karakola düşeceğiz oğlum… Tamam.Haftaya muhakkak gider isteriz.”
“Gidecek Ağbicim, gidecek. Yedirdi bana denizkestanelerini, çekip gidecek. Nasıl yemeyeyim Necdet Ağbi? Gözüm, görmesin tamam ama gözümün önünden gitmiyor ki haspa! YAŞAMAK NEYE YARAAAAAR?”
“İrfan, oğlum, tut kendini biraz. Böyle koyverme. Koskoca adamsın. Yakışıyor mu bu sümüklü oğlan tavırları canım?”
“Tutamam kendimi Ağbi, içim yanıyor diyorum sana! Duysunlar! Rezil de olayım mezir de umurumda değil, yemişim ben denizkestanelerini, hayır eder miyim hiç? Ulan parası olan adamda böyle sevda olur mu zilli? Bir kere o adamın saçı olmaz! Kuşu uçmaz, kervanı tar-u mar… Çöl olur o çöl! Şşş Necdet Ağbi, bak yoksa bunun zengin- mengin bir vay vayı falan mı var? Kim bilir belki başkalarına da denizkestaneleri yedirmiştir bu?”
Nasıl? İki adam buraya geldi mi? Durum ne?Biri sarhoş, öbürünün canı sıkkın. Etrafta insanlar var. Sarhoş adamın bir sevdiği var ama derdini anlatamıyor vs. vs.
Tabi karşılıklı konuşmadan söz ederken monolog yani kendi kendine konuşma, bilinç akışı iç ses gibi tanımları atlamamalıyız.
Geçmişin Çanakları adlı öykümde bir kadının geçmişindeki bir gizi çok korktuğu kocasına nasıl anlatacağına ilişkin kargaşasını ele almak istedim. Durum,kadının karşısına apansız çıkmıştır.
“Hakkı Bey’e nasıl anlatacağım? Söze nasıl başlayacağım?Sen yirmi yıldan fazla adamla evli ol ve bir şey söyleme… Sonra al karşına de ki; böyle, böyle.Kızmaz mı? Aman Allah’ım! Beni kapı dışarı bile edebilir.Neden söylemedim sanki? Hakkı Bey, bugün birileri geldi diyeyim. Yok, yok öyle olmaz. Önce yemeği sakince yemeliyiz. Ben şimdi bu etli pilavın yanına zeytinyağlı taze fasulye yapayım. Sever. Bir de ezogelin çorba. Hatta önce sütlaç yapayım ki yemek saatine dek soğusun. Sütüm var. Var değil mi? Ah nasıl kalkacağım bu işin altından, Allah’ım? Dünya üstüme, üstüme geliyor. Hakkı Bey, diyeyim, seni sever sayarım. Çok şükür bir eksiğimiz yok. Ben de sana iyi hanımlık ettim. Şimdi hanım deyince büyüklendiğimi sanıp sinir olmasın?
Karılık mı desem ki? Bu da bana kötü geliyor. O bana kızdığında karı der ya… Ondan… Devamlı da kızgın ya… Pirinçler olmuş. Ah burası da çok sıcak oldu. Şu pencereyi… Ayyy! Bak gördün mü yaptığını aptal karı! Hiii! Ne dedim ben? Kendi kendime hakaret. Kim çıkarmış bu lafı? Başka hangi sözcük hem sıfat hem küfür oluyor?
Karakteri kendi düşünceleriyle tanıyoruz, atmosfer yaratıyoruz, olay örgüsünü izliyoruz Uzun uzun betimlemeler yerine düşünce patlamaları yaratacak doğru sözcüklerden örülü kısa cümlelerle okura güvenmek. Bu Çehov’un benimsediği bir yöntemdi. Risklidir. Okurun zekâsına Çehov çok güvenirdi. Bu konuda sıkıntı duyduğunu sanmıyorum. Çünkü hala çok seviliyor…
Nezihe Meriç’in bir karakteri konuşsun şimdi:
“Çapalanacak yerleri bir güzel çapalar, dört beş gün bırakırsın güneşe, yansın toprak. Sonra suyu bir boca eder, bir göllendirirsin. Uuf! Gör nasıl fışkırır haftaya varmadan, yaprak çiçek.” Egeli bir bahçıvan o.
Orhan Kemal’in diyaloglarından bir örnek.
– Yook, gelinime laf yok! O olmazsa…
– Oğlun vurur gözünü mü çıkarırdı?
– Allah ikisinden de razı olsun…
– Gözünü morarttıkları için mi?
– Gelinimin suçu yok !
– Oğlun demek ? Hayırlı evlatmış… (O.Kemal, Yaşlı Kadın: 207)
Bu örnekte yaşlı kadının kullandığı şart tümcesi otobüs yolcularından biri tarafından tamamlanmaktadır. Bu durum diyalogun daha sonraki bölümünde de sürdürülmekte ve anlam bütünlüğü sağlanmaktadır. Çok hoş bir diyalog yöntemi bu. Bizi daha kolay sonuca götürür, karakterler hakkında fikrimiz daha hızlı bir şekilde oluşur.
Evet, bu konudaki kısasöyleşimizi kapatırken III. Vittorio Emanuel’ibirkez daha anımsayalım. Ne demişti? Bu köyün nüfusu ne kadar? Bu cümleyi diyalog açısından değerlendirirsek III.Vittorionun cümlesinin kişiliğini nasıl hızla çizdiğinin de farkına varırız.Karşılıklı konuşma budenli güçlü bir unsurdur.
Sanatla edebiyat dolu günler diliyorum