Elveda Annemin Dikenleri

Tutanağı yazan polis memuru bir sigara yakıyor. Gözü çocuğa ilişiyor. Bu en küçüğü. Bir parkı gören odanın penceresinden dışarı bakıyor. Tırnaklarını ve tırnaklarının etrafındaki etleri koparıp tükürerek bakıyor parka. Bu arada etlerinin tadını düşünüyor. Bugün iyi değil. Ne zaman ellerini yıkadığını anımsamıyor çünkü. Zaten biri ona söylemedikçe sabun ve suyla pek işi olmuyor. Çünkü üstünü ıslattı diye dayak yemek istemiyor. Yalnız sabun kokulu tırnakları ve etleri kemirmenin onda başka duygular uyandırdığının bilincinde. Bazen eline bulaşıp kalmış başka tatları da sonradan algılıyor. Yaşamında bir şeylerin ters gittiğini duyumsadığı için buraya geldiğinden beri kalbi çarpıyor. Pek güvende hissetmiyor şu an kendini. Annesinin yanına gitmeyi ister ama takırdayıp duran makineden çıkacak kancalı bir kolun kendisini ensesinden yakalayıp eski yerine koyacağından çekiniyor. Bu arada ensesindeki etleri de koparabilir. Annesinin yüzünün halinden etleri kopmuş mu olduğu sonucunu tam çıkaramıyor. Parmaklarındaki et kopmasının baştan acıdığını biliyor. Bu kanca – ki ucu dişli bir maşa gibi olmalı- dişlerinin birbirine vurmasına bakılırsa bir köpek balığı kadar çok diş olduğu düşünülebilir- daha çok et koparabiliyor olmalı. Yani daha fazla acı…
Park kırık dökük parmaklıklarıyla kocaman bir ağız olmuş , camdan bakan çocuğu çağırıyor. Bu sırada başka sesler kulağına kaçıyor; bir kapı kapanması, yolda araba üzerine düşen top, bir hınkırma, camdaki karasineğin kanat vuruşları, annesinin sigara üflerken çıkardığı ses (konuşması değil) parmaklarıyla kulak kepçelerini tıkaçlıyor.

Sakin konuşuyor olmasına karşın ifadeyi alan Polis memuru da yazan memur da bastırdıkları öfkeyi hissediyorlar. Örselenmiş birinin ezikliği yok onda. Tam tersine darbelerin etkisini enerjiye dönüştürüp saldırma becerisi var. Ağzı bozuk bir kadın ve sigaranın birini söndürüp birini yakıyor. Bacaklarını açıp oturmasında bir erkeksilik var. Belki bir tür korunma şekli. Bakışlarındaki düşmanlık kalıcı. Sesinin tınısındaki tetikte saldırganlık da öyle. Şişmiş alt dudağı tam ortadan yırtılmış, bu zavallı görünüme, dudağının kenarında zaman zaman filtresini çiğnediği sigara engel oluyor ve tam tersi saldırgan görünüyor. Gözünün biri adam akıllı kötü, kapanmak üzere. Sağlam gözünden ve yüzünün hasar almamış kısmından güzel bir kadın olduğu anlaşılıyor. Güzelliğine dayağın gölgesi vurmuş olmasına karşın sağlam gözünde hep ukala bir pırıltı duruyor.

“Yazık şu çocuklara yahu, tatlı uykularından etmişsiniz” diyor Polis. Kadın şimdi aklına gelmiş gibi yanıtlıyor, “Bu çocuklara bakamayacağım ben zaten,” diyor. Dişleri arasından sözcükleri değil çocukları çiğneyerek. “Param yok. Bazen hiç olmuyor. Onların bana gözlerini devirip aç, aç bakmaları sinirimi bozuyor. Köpek encikleri!”
“Nasıl yani?” diyor Polis.
“Bu çocukları devlet baksın. Ben sokak kadınıyım. Onların bedensel ve ruhsal gelişimine zararlı bu.”
“Senin değil mi bunlar? Devlet niye bakıyormuş?” Sonra dönüp büyük çocuğa bakıyor: “Bu sizin anneniz değil mi?”
Ama çocuk şimdi konuşamaz. Dünden bu yana yaşadıkları ve yedi yıllık dağarcığı yüzünden sözcükler çok diplerde. Üstelik utanıyor. Annesinin en gözde bebeği olmanın, annesi sokak kadını bir çocuk olmanın utancını yaşamak zorunda olan büyük oğul bu. Kardeşlerinin bu yüzden kendisine sıklıkla hainlik ettiğini biliyor. Dişlerini gıcırdattığı için de utanıyor ayrıca. Annesi bu huyunu bırakmazsa tez vakitte dişsiz bir dedeye dönüşeceğini söylediğinden beri aniden her tarafının kırışıp dişlerinin döküleceği günü bekliyor. Her sabah kalkar kalkmaz ilkin aynaya bakması bu yüzden. Ama tüm olup bitenlerin sorumlusu olan annesi(onu doğuran yani, doğurmakla terk eden, yani) ama terk ettiğini hiç kabul etmeyen şu kadın. Terk ettiğinden beri de derisinin üstünde sıvı kötülüğü öfkesiyle buharlaştırıp havaya karıştırıyor sürekli. Bu kötü koku da çevresindeki herkesin burnundan beynine girip insanların kötü davranmasına neden oluyor, çocuğa göre. Annesiyle yaşamış ve yaşamakta olan herkesin kirlenmiş olduğunu düşünüyor. Şu an herkes onun sarsılmış olduğunu düşünüyor. Oysa o olabildiğince uzakta durarak bu kötü kokudan kaçmaya ve temiz kalmaya çaba gösteriyor. Sözcüklerinin diplerde kalması da bu yüzden.
Polis Memuru kadına tekrar dönüyor; “Yani sen çocukları Çocuk Esirgeme’ye vereceksin. Doğru anladım değil mi?”
“Ne var bunda? Ben de yetiştirme yurdunda büyüdüm.”
Kadın, koparılmış yaşamını geri isterdi istemesine ama nereden koparıldığını bilmediği gibi koparıldığı yere yapıştırılmasının olanaksızlığının da bilincinde. O yüzden hıncını bu çocuklardan almayı deniyor. Yetiştirme yurdu sözcükleriyle belleğindeki birçok anı fırlayıp konuşmasında ve tavırlarında kararıp görünmeye başlıyor. Tuvaletlerdeki koku, yemekhanedeki çocukların arsızlıkları, tıraşlanmış kafalar, yatak çarşaflarının parmaklardaki hissi, gece susayıp içememek, ateşliyken ağzındaki tat ve tek başına revir tavanını seyretmek… Bu anılar tekrar yerlerine tıkıştırılacak gibi değiller.
“Bu çocuklar gerçekten senin yani.”
“Benim ne olacak?” diye kendine geliyor kadın.
“Yahu hiç olur mu? Sen annesin, çocuklarının başında olsana. El kadar çocuklar yapayalnız hayatta…”
“Boş ver. Yalnızlıktan zarar gelmez. Kimseye borcun olmaz fena mı? Ben hep yalnızdım. Ne canımı sıkacak akrabalarım oldu ne ailem.”
“Babalarına ver o zaman.”
“Babaları mı?” diyor, göz ucuyla çocuklara bakıyor. Ağlayan giysileri içindeki zavallılar diş kamaşması gibi bir duygu yaratıyor kadında. “Üçünün de babası başka,” diyor, polise. “Hem üçü de ben istemeden oldu.” Yine çocuklardan yana düşmanca bakıp, “Eldiven yada çorabın tekini kaybedince ne yapacağını bilemezsin ya, yenidir, çöpe atılmaz, eksiktir kullanılmaz. Çekmece diplerinde manasız saklanır. Onları ne yapacağımı bilmiyorum. Verin Çocuk Esirgeme’ye, çocuk mocuk istemiyorum.”
Kucağına oturmak isteyen çocuğu rengi solmuş penyesinden tutup ileri itiyor. Sonra parmaklarındaki hayali tozu sepeliyor.
Sesinden kötü bir koku mu yayılıyor, yoksa bir annenin kavram kalıbına tam aykırılığı mı içini daraltıyor polisin? Pencereleri ardına kadar açmak; yarı beline kadar sarkmak itkisi tüm benliğini kaplıyor. “Devam edelim” diyor ama.

“Okula gidiyor mu bu çocuklar?”
“Hayır, en büyüğü yedi yaşında zaten.”
“Ne yapıyorlar tüm gün, kim bakıyor onlara?”
“Evde oturuyorlar.”
“Ne yapıyorsunuz oğlum siz?” diyor ortancaya.
“Hava kötü değilse sokakta oynuyoruz, kışın evde…” Çocuk bisküviyi çaya batırıp ucunu emiyor. Onun için şu anda birincil iş polislerin verdiği bisküvilerden payına düşeni bitirmek. Aç o. Ama bunun sindirim sistemiyle değil annesiyle ilgisi var. Annesinin onu doğduğundan beri görmezden gelmesi yüzünden aç. Sözgelimi şu anda annesinin elini ensesinde hissetmek için neler vermez… Ama annesi hiçbir zaman ensesini tutmuş değil. O yokken gizlice elbiselerini kokladığını da hiçbir zaman bilmiyor. Ortaya çıkan şu; annesi orası burası sökülmüş-bir keresinde yırtılmıştı- elbiseleri bulunca, ne vakit ve nasıl olduğunu hiçbir zaman anımsamıyor. Bunu kendisiyle ilgilenmesi için ortancanın yaptığını bilmiyor. Gece su istediğinde ona uykusundan uyanıp su getirenin her zaman ortanca oğlu olduğunu bilmediği gibi. Şu anda tüm ilgisini çeken çayla ıslatılmış bisküviler olmasına karşın geldiğinden beri hiç yerinde durmadı. Bu şekilde davranması içgüdüsel olarak bulup geliştirdiği bir tür yatsıma ve savunma biçimi. İnsanların onun yapıp ettikleriyle yorulup bıkması sayesinde kendisini üzecek bir şey yapmaya fırsatları olmadığını keşfetmiş çünkü. Oyun oynarken kimsenin ona sataşmaması-oyuna almaması da- bu yüzden. Ama tüm bu çabaları annesinin ilgisini ona yöneltmeye yetmiyor. Bütün geceyi uykusuz geçirmiş bir çocuk olarak enerjikliğinden bir şey kaybetmiş değil. Mahalleye gidince emniyet müdürlüğünün kaçıncı katında olduğunu anlayamadı ama bilmem kaçıncı katını nasıl alt üst ettiğini, polislere nasıl kafa tuttuğunu, üvey babasının polislere nasıl yalakalık yaptığını, annesine nasıl bir prenses gibi davrandığını anlatacak. Saçları ve sakalları kirpi gibi esmer bir adamın -kafasını ters çevirsen, ne tarafı saç ne tarafı sakal imkânsız anlayamazsın-kendisine bakan kanlı gözlerine nasıl dil çıkardığına dair hikâyelerini kurguluyor ve nasıl hava atacağını düşünüyor. Polisin sesiyle kendine geliyor;
“Sen okula gitmiyor musun?”
Cık.
“Hiç?”
Cık.
“Kardeşin?”
“O da.”
“Ne yiyip ne içiyorsunuz peki?”
Sustu çocuk. Uzun uzun elindeki ısırılmış bisküviye baktı. Polis olmayacak şeyler gördüğünü düşünüyor. Olmayacak parçalar olmayacak biçimde bir kolaj olup karşısında duruyor, diye düşünüyor.

Az konuşan, alacakaranlık gözlükleriyle tamamen kaplanmış, vuran öküz gibi gezen bir adam. Bıyıklarını ha bire çekiştirip duruyor. Nereden bilecekler, salla gitsin. Zaten bıktım bu karıdan. Süsünden püsünden para ayırıp bir sigara parası bile verdiği yok. Ne yaparsın böylesini? Nasılsa yatıp kalkacak bir yer bulurum. Hem bakarsın bu veletleri alırlar, ev bana kalır. Halı yeni. İsmail’den iyi bir para kopartırım. Televizyonu da okuturum eskici Nurettin’e. O fark edene kadar evden ele gelir epey malı kaldırırım. Yok, böyle giderse katil olup hapislere düşeceğim, bana yazık olacak.
“Şu gözlükleri çıkar” diyor polis buyurgan.
Polisin ‘Ne zamandır bu kadınla birliktesin?’ sorusuyla düşünceleri birdenbire kayboluyor ve dingin bir sesle “İki yıldır” diyor. Az önceki durumuyla hiçbir ilgisi kalmamış görünüyor.
Şaşıran polis, bu ani değişim aksesuarlarını neresinde taşıyordu ki bu adam, diye aklından geçiriyor ve “Ne iş yaparsın sen?” diyor.
“İşsizim Ağbi.”
“Mesleğin ne yani?”
Acındırmak için boynunu kırıp; “Ortadan terkim. Bir ara otopark bekçiliği yapıyordum,” diyor.
“Bu kadına müşteri falan buluyor musun?”
“Yok. O kendi çalışır.”
“Bu çocukların hiçbiri senden değil mi?”
“Yok.” Gene değişiyor, yalaka bir sesle, “Vallahi komiserim ben dövmedim. Geldiğinde zaten dayak yemişti. Ağzı burnu kaymıştı. Sarhoştu da. Sorun bakalım kendinde miydi, geldiğinde? Ben onun çocuklarını kanatlarımın altına almışım, bakıyorum…”
“Neyle bakıyorsun? Kazancın var mı?”
“Canım söz temsili yani. Şimdi işsizim ama elbet bir iş bulacağım.”
“Yani sen şimdi diyorsun ki bu kadını bu hale ben getirmedim. Öyle mi?”
“Ağbi valla…”
“Tamam, kes.”

Büyük çocuk koca bir cama bir taş gelmiş gibi hissediyor. Küçük bir çıt sesi. Ama sözcüklerin açtığı delikten sayısız çatlaklar dallanıyor içinde. Şu an koşarak kaçmayı istiyor, belki çatlakların yürümesi o zaman durur… Kardeşlerini de hadilemeyi… Tehlikeli bir karar. Olsun. Yeni bir belaya ne kadar yakın, bilmiyor. Kaçmakla kurtulacak mı, kurtulacaklar mı belli değil. Olsun. Yaklaşan bela neye benziyor, bilmiyor. Olsun. Arkana bakmadan kaçmak… Koşarken parçalanıp döküleceklerini hissediyor. Olsun. Yitikler umurunda değil şimdi. Annesinin hayatından çıkınca incelip incelip kibrit çöpüne dönecekler. Tutuşup eğri büğrü bir şey olmak içten bile değil, belki tümden kararmak… Olsun.
İki kadın, kapıyı tıklatıp odaya giriyor. Kayıp işlemleri yaptırmak istiyorlar. Yüzü gözü yara bere içindeki kadına, çocuklara ve adama şaşkınlıkla bakıyorlar. İfadeyi yazan polis, “Hanım siz bitişik odaya 27 numaraya gideceksiniz” diyor. Özür dileyip çıkıyorlar. 27 numaralı odaya, kayıp kız kardeşlerinin işlemlerini başlatmak üzere dilekçe veriyorlar. Az önce karşılaştıkları kadının, aradıkları kardeşleri olduğunu, hiçbir zaman bilemiyorlar ve onun izine hiçbir zaman rastlayamayacaklarını…
O güne kadar oradan oraya savrulan çocuklarsa besbelli annelerinin çalılıklarında barınmaktan bezmiş ve kararlarını vermişler. Dikenlerden kurtulmak, küçük, kısa geçmişlerini orada bırakmak niyetindeler. Yalazları yakan bu anne sevgisini de… Her şeyi, gülüşleriyle birlikte sen tut, demeye karar veriyorlar polise… Birbirlerine sokuldukları köşeden verilmiş bu kararı ağabey açıklıyor; “Siz,” diyor. “En iyisi bizi çocuk yurduna gönderin. Annem bizi istemiyor.”
Görsel; Ara Güler-Muhtelif İstanbul
Not: Kulak Misafiri adlı kitabımdan seçtiğim birbirini tamamlayan bu dört öykünün sonuncusunu okudunuz. İlginize teşekkür ederim. SG
Her zamanki gibi harika olmuş müthiş gerçekten midir
BeğenBeğen
Çok iyiydi,bir kitabınızdan olduğunu bilmiyordum hatta bir sonraki kitabınızda yer almalı diye size öneride bulunacaktım.
Tebrikler ve teşekkürler…
BeğenBeğen
Ben teşekkür ederim Önder Bey. Kulak Misafiri kitabımdaki tüm öyküler birbirleriyle bağlantılıdır. Küçük ipuçları bırakıp okurun keşfetmesini beklerim.
BeğenBeğen