“Boş zamanlarımda kitap okurum.” Hiç sevmediğim bir cümle. Kitaba ve okuma eylemine hakaret etmek istiyorsanız,küçümsemek istiyorsanız kullanılabilecek cümlelerdin biri.
Zamanın boş olması, bu yaklaşımda eylemsizlik durumunu tanımlıyor gibi görünüyor. Boş zamanlarda kitap okumak… Yapacak bir şey olmayışı, belki can sıkıntısının buharında boğulma hali. Aslında “aylaklık ediyorum”, itirafı diyeceğim, aylaklığın da bir yaratım süreci olduğunu anımsadım şimdi. Zamanın boşluğuna ilişkin hiçbir fikrim yok sanırım. Ama kötü bir zaman diliminden söz ediliyor, öyle hissettiriliyor karşı tarafa. Hatta şöyle bir abartıyla “aslında çok yoğun da… başını kaşıyacak vakti yok da… Olursa eğer… Aman öyle şeylerle uğraşmaya vakit bulursa eğer… İşte bu kötü zaman diliminin içine okuma eylemini yerleştirmek okumaya hakarettir bana göre.
Oysa okumanın bir “raconu” vardır. Bir kitabın kapağını açmak, bir dosyanın ilk sayfasını okumaya hazır hale getirme anında bir davet vardır. Gizli bir ilişki başlamak üzeredir. Kışkırtıcıdır belki, bazen yakıcı, sıkıntılı , bazen sabır bekleyen bazen yakanızı bırakmayıp her şeyden elinizi eteğinizi çekmenize neden olacak bir süreç başlayacaktır. Ama asla “boşluk” içine konmayacak bir süreçtir.
Artık yavaşça elimize aldığımız -başka bir deyişle metin okur karşı karşıya geldiğinde- metni nasıl “çalıştırmamız” gerektiği konusuna geçebiliriz. Metni çalıştırmak…. Bu şarttır. Göz algımızla başlayan ve aklımızla yoğrulan son derece güzel, anlam üretim sürecidir metni çalıştırmak. Metin onu sezgisel olarak da duymamızı bekler. Eğer yeterince etkin davranırsak kendini açar. Aksi halde kesilmeler, sarsılmalar bazan “stop etmeler”söz konusu olur. Aklın yönlendirmesini bekleyen, aklın metni kullanması aşamasında bazen bu üretim sürecinin gürültüye dönüşmesi riski de vardır elbette. Bakın sevimsiz başka cümleler yazacağım şimdi buraya, sıkça duymuşluğunuz vardır; “Okuyamıyorum, hemen uykum geliyor.” “Okuyamıyorum dikkatim dağılıyor.” Hemen şunu sorarım, nerede ve nasıl okuyorsun? Çünkü okuma eylemi her şeyden önce masa başında olmak zorundadır. Bunu hak eder. Bir not defteri ve kalemi hak eder. Asla yatarak okuma yapılmaz. Yatma, yani bedenin uzanması, yatay duruma geçmesi , beyne dinlenme mesajı verdiğinde elbette ki uyku gelecektir. Yada farklı bir duygusal durumdayken bir metnin içine girmek pek olası değildir. İşte dikkatim dağılıyor diyenler, haklısınız, cüzdanınzdaki parayı, akşama pişecek yemeği, almayı unuttuğunuz bir şeyi düşünürken şöyle bir cümle feci bir işkenceye dönüşür. “Zaten hangi keskin göz bu ışıldayan kristallerle süslü uçurumun parlaklığına ve ölüm döşeğinde hala canlı olduğunu kanıtlamaya çalışan bir hasta gibi görünen solgun bir güneşin ışınlarıyla dorukları azıcık harelenen kar yığınlarının kadı yansımalarına dayanabilirdi? “ Balzac konuştu ve bulunulan durumda onu algılama beklentisi fazla iyimserce olur. Burada metin yorulur, belki metrodasınızdır, metin boğulur, tepenize dikilen birinin cep telefonuyla bağıra bağıra konuşmasından sarsıntıyla bir daha çalışmamak üzere duruverir. O zaman okur şunu der; “Aman, çok sıkıcı bir metin!”
Her zaman her yerde okuma yapabilme becerisini kazanmak zaman ister ve kişinin kendini eğitmesi gerekir. Dilsel veriyle yüzeyel okuma denir buna. Ama masa başındaysanız bu dilsel veriyle yüzeyel okumadan, hareket noktasını kavrama, okuyan öznenin alımlama ufku, dağarcığının durumuna göre yorumlanacak yeni bir üretim kaynağına dönüşür. (Demek istiyorum ki kurcalayarak, üzerinde düşünerek okudukça açılan, çoğalan ve haz veren bir okumaya geçiştir bu.) Bundan sonrası derin okuma yolculuğudur. Bilgi ve estetik açılardan metnin içinde yaşama süreci bizi metnin çekirdeğini keşfetmeye götürür.
Bunun yöntemli olması elbette şarttır. Birinci koşul masada olmak, belki biraz sözsüz bir müzik eşliğinde. Simgeler, okurun gözünden beynine iletildiğinde yeni bir yaratım sürecine girer. Metin içinde gerçekleşen bu eylem giderek metin aracılığıyla okumaya dönüşmekle verimli hale gelir. Yorum noktası (açıklama değil) metinlerin içselleştirilmesini sağladığı gibi yararlılığını belki dönüştürülmesini sağlar. Metinde anlatım ve içerik nasıl düzenlenmiştir, öğeler arası ilişkiler nasıldır, düşünce zincirini nereye taşır, nerede okurdan iş bekler?
Okuma yaparken öğrenme okuması yapıyorsak eğer, parçalama yapmamız, parçaları ayrı ayrı incelememiz sonra kendi alet çantamızdakilerle yeniden birleştirmemiz gerekir. Bu çalışma aktarmayla doyumlu bir finale götürür bizi. Aktarma yapabiliyorsak, öğrenme tamamlanmış demektir.
Değerlendirme okuması yapıyorsak eğer, okuma eylemi sırasındaki algımızla, dağarcık bilgimizi karşılaştırma yoluna gideriz. Bu parçalamanın tersine tek parça üstünde çalışmamız demektir ve dağarcığımıza ekleme yapmamızı sağlar. Bir alma eylemi söz konusudur.
Yine bilimsel bir okuma yapıyorsak eğer bir şeyin bir bilgi özüne göre kendi doğası içinde nasıl olduğunu bilmek isteyen bir okuma bekliyordur elimizdeki metin. Bir şeyi yeniden oluşturmak, aynı türden bir şey yapmak için nasıl oluştuğunu bilmek isteyerek okuma yaparız ki bu teknik okumadır.
Bir çok yöntemi tartışabileceğimiz okuma eyleminde söz gelimi bir deneme metni okuyorsak bu metnin “bu nedir, ne demektir?” sorusuna yanıt aradığını bilmemiz, düşünce akışımızı, yorumlamamızı, parçalama ve birleştirmemizi bu soru üzerine kurmamız gerekirken roman okumasında ardından ne gelecek, bu anlatılan neyi doğrabilir, düşünce zincirini oluşturmayı bekler.
Peki ya öykü okuması? Öykü okumalarımı her zaman yoğun duygulara kapılarak coşkuyla yaptığımı itiraf ediyorum. Tıpkı yazarken duyduğum haz gibi bir hazla öykü metninin adını okurum, bana neler fısıldadığını durup dinlerim. Sonra ilk cümleye geçerim. Yavaşça dokunuşa benzer bu. Yazarın becerisine göre, yazarla kurduğum bağ doğrultusunda, metni “çalıştırma” becerim doğrultusunda öykü sevinci ortaya çıkar. Hatırlayın, ayrılmak istemediğimiz öykü metinleri yok mudur? Benim vardır. Bu okumaları yaparken de araya giren ne olursa olsun, çalan telefon, dışarıda zıplayan bir top, herhangi bir soru, fena halde canımı sıkar. Beni metinden ayırma girişmlerinden kaynaklanan öfke ortaya çıkar. Ama itiraf ediyorum ki öykü metni çok uçucu bir metindir. Çikolata yemeye benzer. Yerken muhteşem duygular uyanır, üstüne su içerseniz tat algılayıcıları onu unutur. Aklınızda kalan yalnızca şudur; çikolata harika bir yiyecektir. Öyküyü, okur bitirirsiniz hemen ardından kapıya gelmiş kargocuyla yapılacak küçük bir konuşmayla duygusu buharlaşıverir. Bana iltifat etmek isterler bazen. Şöyle konuşmalar olur; “Senin bir öykün var onu çok beğendim, hani bir kadın vardı… (Havayı tırmıklayan dev bir kedi taklidi yapar) Kadın cinayetlerini engellemek için bir örgüt kurmuştu da…” Üstüne gitmek hoşuma gider. “Hangi öykü acaba , adı neydi?” Burnunu kaşır ; “ Mmmm dilimin ucunda uzun bir adı vardı, ama bu kadar uzun isim verince insan hatırlayamıyor. Ben olsam kediler sokakta , kedilerin intikamı falan gibi bir ad koyardım,” der. “Sineği öldürelim, çekimden önce… o öykü mü?” “Hah o işte,” diye parmaklarını şıklatır. “Bir solukta okudum, oh yüreğim soğudu… Ne olacak bu kadın cinayetleri yahu?” Şimdi öyküden ayrılma zamanıdır. Benim egomun da doyurulması burada durur ve gerçeklere dönmüş oluruz; kadınlar ölüyor! Kadınlar hâlâ ölüyor!
Ya işte böyle, “nasıl okuma yapmalı”dan başlayan bugünkü sohbetimiz gene içimizin yarası, toplumumuzun yarası kadın cinayetlerine getirdi bizi… O zaman sorumuzu bir kez de şöyle sormalıyız; Kadın cinayetlerini nasıl okumalıyız?