Bavulu kapatmamışlardı. Öyle sessizdi ki, çok çok uzaklardan bir cankurtaranın sesi uzak bir yıldız ışığı duygusuyla uykulara batıyordu. Büyükbabanınkine değil ama. O bütün geceyi yatağının içinde oturarak geçirmişti. Beli ağrıyınca biraz uzanmıştı. Dört kez tuvalete gitti. Mutfağa gitmedi, tuvaletteki lavabodan içti suyunu. Gece mutfağa gitmesine kızıyorlar çünkü. Bavul karanlığa karşı açık ağzıyla bütün gece haykırdı durdu. Açık bırakılmasını iseteyen Büyükbabaydı. Son anda fikrini değiştirip bırakacağı yada yanına alacağı bir şeyler olabilirdi, böyle demişti. Oysa umduğu onu göndermekten vaz geçmeleriydi. Bu bavulun hazırlanması için herkesin bu kadar canla başla katkısı ve koşturması yüzünden olmalı bavul kusmak üzereydi. Onu bu kadar doldurmak sakıncalıydı. En yenisi sekiz, on yıllık giysiler. Yazlıkları sonra veririz demişlerdi. Belki yaza kadar ölürsün gerek kalmaz mı demek istemişlerdi?
Bavul yorgundu, yerinden kalkacak gibi değildi.
Sıcak sulu yüzme havuzu bile var baba. Evde yok böylesi konfor. İ
İyi de metal tepside taşınan yemekler yenmeyecek mi?
Nefis bir bahçesi var, yürüyüş için biçilmiş kaftan.
Orayı gördüm. Bahçesindeki nar ağaçları altı yaş çocuklarının resimlerindeki ağaçlara benziyor di’mi? Yeşil elipsler arasında kırmızı yuvarlaklar.
Konuşmanın burasında gözü yapay deri yüzeyi çatlak patlak olmuş bavuluna ilişmişti. Sinirceli bir gülüşle “bu bavulu bekârken almıştım,” dedi. “Hiçbir zaman kullanmadım. Dolapta yaşlandı zavallı. Annen de ondan hiç hoşlanmadı sanırım. Ne zaman kullanmaya kalksam beni caydırdı, başka çanta tutuşturdu elime.
Sabah oluyordu. Kalkıp balkona çıktı. Hırkasının önünü ilikleyip derin nefes aldı. Ayaz ve alacakaranlık. Çok kalabalık bir karga sürüsü üstünden akarken, onların durduğu, kendisinin balkonla hızla uçtuğu duygusuna kapıldı. Kargalar geride kaldı. Rahatlamış olmalılar.
Bu akşam benim kargalarım da rahatlamış olacaklar. Rahatça uzanacaklar yataklarına. Bense yabancı bir odanın içine doldurulmuş tanıdık eşyalarımla (kendi ortamımda sanayımmış kendimi, bunu Yılmaz’la konuşurlarken duydum, yabancı bir yatakta…) Yastığımı alsa mıydım? Bavul hala kapanmamışken.
Ne isterse ver gitsin. Ne yapacağım ben o dökük şeyleri zaten. Karım olsaydı bunları yapamazlardı. İzin vermezdi annesi. Yıllardır borcunu ödediğimiz, bokunu temizlediğimiz yer. Zehracığım ne olup bittiğinden haberin bile yok.
-Baba? Günaydın. Ne yapıyorsun bu soğukta balkonda?
-Ooo, Yılmaz. Balkon uçarken kargaların geride kalmasına bakıyorum. Korktu. Onun bunamış olduğunu sanacaktı şimdi bu sözleri yüzünden.
-Ne?
-Kargalara bakıyor çocuğum (Bu daha iyi)
-Gir içeri, gir, üşüyeceksin.
_Sen niye kalktın bu saatte? (Bir an önce bitsin bu iş diye)
-Uyku tutmadı. Seninle konuşuruz diye geldim.
-Sahi mi? Ne iyi. Pek zamanın olmuyor sohbet etmeye. Eskiden bu kadar zaman kıtlığı yaşamazdık.
Açık duran bavulun kenarından dolaşıp koltuğuna oturdu. Vücudunun şeklini almış, sırtı ve oturma yeri göçmüş yeşil kadife koltuğu. Kolçakları ağarmış, tüyleri dökük. Zehra hep örtüler koyardı kolçaklara. Yılmaz yatağa oturup bağdaş kurdu küçük bir çocuk gibi.
-Babamla balık avlamaya giderdik, dedi Yılmaz’a. Bütün parmak uçlarıma balık kılçıkları batıp çıkardı. Bakınca zararsız gibi görünür o delikler ama öyle acır ki… Bu acı topçukları yüzünden bir süre hiçbir şeye dokunamazdım. Ama yine de babamla balığa gitmek çok keyifliydi. Rahmetli yaşlanamadı. Oysa sözleşmiştik; o titrek bir ihtiyar bile olsa yatalak olmadıkça balığa devam.
-Biz de gidiyorduk seninle.
-Yaa. Sahi senin hep yapacak başka işlerin olurdu ama yine de beni kırmamak için gelirdin, sonra hadi artık gidelim diye tutturup kafamın etini yerdin.
-Yok canım ne münasebet.
-Sen oğlunla hiç gitmedin balığa.
-Sevmiyor ne yapayım. Bir kere üçümüz gitmiştik, hatırlıyor musun, canımıza okumuştu.
-Küçüktü o zaman.
-Dün ablamı aradım. Annemi falan sordum.
-Nasılmış? Değişiklik var mıymış?
-Yokmuş.
-Bu iş çok zor biliyor musun? Onun orada olduğunu biliyorum ama onunla birlikte olamıyorum. Biz sizi ikiye bölmeyi hiç düşünmedik oysa. Bir arkadaşlar vardı, karısı çalışıyor diye çocuğun birini anneanne, birini babaanne büyüttüydü. Bana garip gelmişti. Başka ne konuştunuz ablanla?
Dışarıda bir rüzgâr vardı ve halının üstündeki güneş ışıklarını sağa sola savuruyordu. Yaşlı adam yerinden kalkıp eski komodinin gözlerindeki kâğıtları, not defterlerini alıp karton kutuya koymaya başladı. Cevap onu ilgilendirmiyor gibiydi. (Beni konuştular ve Suna da olur dedi tabii. Artık ebeveyn onlar.)
“Şu dolabın alt kapağını aç bakayım. Eski mektuplar var orada. Okurum da öyle atılacaklara karar veririm. Nasılsa çok zamanım olacak. Onarlı da bir kutuya koyuver oğlum. Bak bu senin. Saklayayım diye vermiştin. Şu kızın mektubu; Tülin’in. Ne patırtılar kopardındı hatırlıyor musun, alacağım ben bu kızı, diye.
-Sorma, sizi de amma üzmüştüm.
Mecnun gibiydin.
-Hem de nasıl.
-Terlik giymemişsin ayağına. Çıplak ayakla üşüteceksin. Biliyor musun çıplak ayaklarına baktığımda senin üç yaşındaki ayaklarını görüyorum nedense. Bu çok garip. Sadece biraz büyükler. Cüzdanına koy o mektubu. Giysilerinin cebinde durmasın. Unutursun falan, Allah muhafaza, yok göz canına okur.
-Baba deme şöyle yahu, gelinin o senin.
-Sivri burun, tilki surat, mercimek göz. Benim gelinim miymiş? Keşke Tülin’i alsaydık sana. Hakkında dedikodu çıktı diye istemedi annen ama bak yokgöz neler yaptı… Şu çamaşırlarımı önce bir poşete koyayım. Annen öyle yapar çanta hazırlarken. İç çamaşırların hep ayrı torbalara. Nasılmış annen?
-İyiymiş.
İşte. Ama sıkılıyor besbelli, bütün gün yat, yat. Hırçınlaşıyormuş, Suna öyle diyor.
-E konuşmuyorlar mıymış onunla?
-Konuşuyorlardır da baba, tabi her dakika yanında olamıyorlar ki…
-Bir arada olsaydık ben konuşurdum onunla (Bavulu kapatmamışlardı hala) Hem ufak tefek işlerini de görürdüm. Bunu sana söylemiş miydim? Söylemiştim elbette. Unutmuyorum aslında, söylediklerimi biliyor musun? Sizinle paylaşmak için elimde malzemem yok. Paylaşmam gerek çünkü başka türlü var olamıyorum. Beni koltuktan ayırt etmeyen gözlerinizden nefret ediyorum. Of, söylemek istediğim bunlar değildi. Bunlar bende kalmalıydı. Dünkü maçı seyrettin mi sen onu söyle?
-Yok seyretmedim. Fabrikada bu aralar mesai yapmamız gerekiyor, yetişemedim.
(Kaç, kaç bitti demedi. Bavul hala kapanmamışken maç konuşulabilir.)
-Aslına bakarsan beni kara kartallardan çok ekonomik gidiş kaygılandırıyor, dedi Yılmaz, elinde tuttuğu bir kitabı kutuya bıraktı.
-Nasıl yani? Gene kriz kapıda mı demek istiyorsun?
-Valla bilmiyorum ki baba. Bu yıl zam falan yapmayacaklarmış, öyle bir söylenti dolaşıyor.
-Hadi canım, ciddi olamazsın. Olur mu öyle saçma şey?
-Ayla’da yüzde beş yapacaklar sadece diyor.
-Zor geçineceksiniz desene. Şu çamaşırları koyabiliriz artık. (Bavula) Çamaşırhane car mı orada?
-Evet. Çamaşırhaneyi kullanacağını işaretledim forma.
-Tamam. İyi olmuş. Aaa, bak bu fotoğrafı ne zamandır arıyordum. Suna’nın ilk nişanlısıyla çektirdiği resim. Hepsini yakmıştı. Nihat ne iyi çocuktu. Şimdiki hödük nerde, Nihat nerde? Ama benim akılsız kızım Turan’ın geleceği var Nihat ne olacak ki diye tutturdu. Adam profesör ama kaç para eder? Kişilik sıfır. Bağırıp çağırmayı profesörlük sanıyor sersem. Onların kanında bir siyahilik var Yılmaz. Atalarından biri muhakkak köle falandı herhalde. Belki o yüzden her davranışın altında bir hakaret algılama eğiliminde. Ben zamiriyle insanın kafasını tokmaklayıp durmasında bir bastırılmışlık var diye düşünmüşümdür. Çamaşırlar tamam mı?
-Tamam baba.
-Annem, tüm çamaşırları elde yıkardı. Çivitler ve kaynatırdı. Koca bir çamaşır bakırı vardı, çamaşır sopasıyla karıştıra karıştıra kaynatırdı. Çamaşır sopasının öteki vazifesi cezalandırıcılıktı. Bizi kovalamadığı zamanlarda halı da döverdi. Halılar önce tersinden dövülür, sonra telden indirilmeden süpürülürdü. Ot süpürgeyle. Başka bir yere alınıp yayılır, ıslak ot süpürgeyle gene süpürülürdü. En son sirkeli suyla silinirdi. Öyle temiz olurdu ki yeni dövülüp silinmiş bir halıya çıplak ayakla basınca tabanlarında gıcır gıcır yapardı ilmikleri. Ucu yonca şeklinde halı dövücü teller sonradan çıktı. Nur içinde yatsın. Yük olmayı hiç istemezdi. Yük olacak diye ödü kopardı, hasta olmadan ölmeyi dua ederdi. Yük olacak diye korkardı, yoksa hayat tatlı. Koltuğun daha algılanır olmasına rağmen cansız olmak istenir bir şey değildir. Annem, altıma bir şeyler serin oğlum, derdi, öyle kuru toprağa yatırmasınlar. Bak bu çeyizimden alma yorganı kullanın işte. Dedim de Hoca Efendi gözlerini çıkardı; o da ne demek, gâvur musun sen? Söylediğime, söyleyeceğime pişman olmuştum. Hep içimde ukdedir ama. Ben ölünce siz cenazeme yetişebilecek misiniz acaba?
-Baba yapma, Allah aşkına. Seyahate çıkmak gibi düşün. İstediğin an geri dönebilirsin. Hem çok güzel turlar düzenliyorlar.
-İyi tarafından bakıyorum; tamamen bana ait bir tuvalet, bir duş, gece kalksam yemek atıştırabileceğim.
-Odada yiyecek yasak, böcek oluyormuş.
-Saçma! Hem kim takar? Orası benim evim mi ki? Atarlarsa gidecek başka yer bulurum.
-Baba…
-İnsan yalnızca evinden ve işinden atılmaktan korkuyor(güldü) gerisi fasa fiso!
Önümde ardımda dolaşıp kirlettin, lekeledin deyip duran bir yokgöz de yok.
-Baba darılıyorum, deme şu lafı yahu…
-Tabi şimdi ilk iş o sansar arkadaşını arayıp “şekerim kaynatamdan da kurtuldum” diyecek kaknem tilki. Bırakalım bunları. Fotoğraf albümlerini ve kutulardaki fotoğrafları da alıyorum. Elden geçirip düzenleyeceğim. Bana bir çalışma masası gerekli orada.
-Merak etme. Odana koydurttum ben.
-Gerçekten mi? Bak bu fevkalade oldu. Hep evde bir çalışma masam olsun istemişimdir. Annen mobilyaların yanında olmaz dedi durdu. Odamda telefon da olacak mı?
-Tabi ki baba.
-Eski arkadaşlarımı arayacağım. Telefon defterimi de iyi ki atmamışım Onarı bulup görüşürüm. Peki sen? Sen o eski arkadaşını arayacak mısın?
-Tülin’i mi? Yok canım. Niye arayayım ki? Hem kim bilir nerelerdedir.
-Sanmazmış. Neden alıp sakladın mektubu o zaman?
-Bilmem. Bir kez okumak hoşuma gider belki…
-Bir kez okuyunca onu görmek isteyeceksin. Tıpkı romanlardaki gibi. Kitapların hepsi gidiyor değil mi?
-Merak etme. Yeni aldığım, okuyup bitirdiğim kitapları da getireceğim san.
-Yokgöz kızar.
-Baba deme şöyle Allah Aşkına.
-Eskiden nereye gitsem herkes şöyle bir toparlanırdı. Bu harika bir duygudur biliyor musun? Ama yokgöz mutfağa gece giriyorum diye vır vır… En ne yapalım, biz de bir zamanlar kartaldık. Peki, hasta olursam orada kim ilgilenecek benimle?
-Orada doktor, hemşire her dakika hazır baba.
Tamam da bu atılmışlık duygusu nereye konabilir? Burada bırakılmadığı gibi yanına da alamıyorsun.
-Kahvaltı edelim baba, acıkmışsındır.
-Acıktım. İkimiz mi edeceğiz kahvaltıyı?
-Ben hazırlıyorum. Ayla uyumak istiyor biliyorsun. Çocuklar da.
-Tamam. İkimiz, baba oğul.
-Baba oğul, dedi Yılmaz. Kutuları sonra kapatırız.
-Sen bilirsin, dedi Büyük baba. Bavul kapanmadan kahvaltı etmek istiyordu ama.
Yok yok en iyisi burada kalman Baba.
Orada yaşıtların olacak tamam da… Yalnızlık çekersin. Zaten annemden ayrısın, bizi de özlersin. Burada bir düzenimiz var iyi kötü. Tamam, her vakit iyi anlaşıyoruz denemez ama… Sonra çocuklar okuldan gelince evi boş bulacaklar bu çok fena… İstediğin zaman geleceksin ama öyle yatılı okul öğrencisi gibi olmaz…
Odadan çıkmadan önce durdu yaşlı adam, durdu ve bekledi. Oğluna baktı.
Yılmaz bavulu kapatmıştı.
Sonradan temizlik yapılırken, boş odada, yatağın kenarında bir kartalın telek tüyünü buldular, unutulmuş…
Müthiş bir öykü.. Keşke yaşamasaydım dediğim, fakat uygulamadığımız yaşam… Kutluyorım
BeğenLiked by 1 kişi