Anadolu İstanbul’a göre taşradır. İstanbul’un bu bakışı kendimizi kötü hissetmemize neden olur. Sanırım İstanbul’dan hoşlanmayışımın nedeni de budur. Bize taşra diyen odur. Koca bir kafadır, saçları Anadolu’ya yayılır. Ama suratını görmek zordur.
Taşralı yazarın ayrı bir tanımı vardır. İçine kapanıktır bir kere. Çünkü yazar olmak beş para etmez, Anadolu’da esas işin ne diye sorarlar. Kirpiklerini kırpıştırıp bakar sonra kaşlarını çatıp, yutkunup bir yalan söylersin. Müzisyen olsan ha anladım düğünlerde falan çalıyorsun yani, derler. Ama sözcükleri satacak yer yoktur. Çoğunlukla yazar kimliğimizi göğüs cebimizde taşırız pek göstermeyiz.
Sonra efendim, taşrada yazar olmaya karar verirseniz önce çevrenizdeki engelleri saptayıp tek tek ele geçirmeniz gerekir.
Babaannemin ilaç şişeleri, dedemin kibrit kutuları, annemin dikiş kutusundaki kumaş parçalarını biriktirirdim. Eve gelen bayram şekeri kutularını tiyatro sahnesi gibi keser, yarım parmağı geçmeyen şişelerden insanlar, kumaşlardan dekorlar yapardım. Karşıdan bakınca bu birbiriyle ilgisiz nesneleri oradan alıp oraya koymam tuhaf bakışlara neden olurdu. Ne yapıyorum anlamaya çalışırlardı? Satranç bilmiyordum. Yaşım da olsun olsun 5-6. Bebek evi diye bir oyuncak hayal bile edilemezdi ki.
Orta okulda derslerle ve çizgili bir komposizyon defteriyle sınırlı yazın dünyamdaki duvarları bir yaz tatilinde yıktım. Yedinci sınıfın tatilinde bir roman yazdım. Gizli ama. Okul olmadığı halde kalem kâğıtla ne işim olduğunu kuşkuyla izleyen aileme karşı gizlilik kendiliğinden oluştu. Gece mum ışığında yazıyordum. Bu hem romantikti. Hem de gece çişe kalkan bizimkiler “hadi daha yatmadın mı ?” demiyordu.
“Nalan çeyiz hazırlamaya başlamış, bizim kız ilk maaşıyla daktilo aldı.” Bu annem. “Ne olacaksın başımıza yazar mı olacaksın?” Bu yakışıklı babam. Pencerenin camında saçlarını düzeltiyor. “Kızımız yazardır,” diye tanıştıranlar da yine onlardı ama aradan on dokuz yıl geçmesi gerekti. İlk kitabım artık yayınlanmıştı.
Hele o gece tıktıkları? Ne çok kızdırdığım insan olmuştu ve ne çok insan beni üst kattaki terlik, ayakkabı sesleriyle sinirlendirmiştir.
İlk öykülerimi bir matbaacı okumuştu. Bir zamanlar yerel bir gazetede köşe yazarlığı yapmış. Edebiyatçılarla iletişim kurmak hayal bile edilebilir olmadığından (yaşım 18-19) ona dört öykü bırakıyorum. Bir süre sonra değerlendirmek üzere çay içmeye gidiyoruz, yanımda babam. “Valla bu çocuğa yardımcı olmalıyız azizim” diyor, matbaacı amca. “Düzeltme yapacağım diye elime kalem aldım, ilk sayfadan sonra kalemi kenara koydum.” Bu sırada matbaa makinesinin sesi pek neşeliydi. Benim gözümün kuyruğuyla babama bakışım da.
Eee ne olacak? İstanbul.
Kendi kendini eğitmek zorundadır taşralı yazar. Şimdilerde yazı atölyeleri var ama ne yazık ki bunlar da belli yerlerde sınırlı. Eskiden böyle şeyler de yoktu. Gönül ister ki yaygınlaşsın. Bu arada kim bilir kaç tane iyi yazar şair, olanakların kısıtlayışıyla vazgeçiveriyor bu işten. Çünkü ilk başlarda özellikle ne yazayım nasıl yazayım soruları vardır. Taşrada malzeme sıkıntısı yoktur Allah için. Benim yazarlığımın uzunca bölümü Bursa’da geçti. Bursa tek renktir; yeşil. Şimdilerde daha koyu bir yeşil. Ama edebiyat çok renk ister. Arayışlarım beni Bursa’nın metal rengine ulaştırdı. İşçiler. Biraz kazıyınca maden işçileri, tekstil işçileri, ağaç işçileri, beden işçilerini keşfettim. Bu kalın ve yeşil rengin altında bulduklarımdan çok şaşırdığımı itiraf etmeliyim. İşçi sorunlarını ha babam yazdım. Son yıllarda kahramanlarım, cadılar, vampirler, her önüne çıkanla seks yapan karakterlerle savaşıyor ama olsun. Peki her şey yoluna girdi mi? Ne yazık ki hayır. Çünkü bu noktada da İstanbul çıkar karşımıza. Yayın konusu. Sesimin İstanbul’dan duyulmuyor olması benim motivasyonumu düşürmüştür. Çünkü okura giden yolun üstünde oturur İstanbul. Bu noktadaki hayalim ise her kentte yayınevlerinin olmasıdır. En azından kent tanımlı yerlerde onlar yirmiler yayıncı neden yoktur? Böylelikle biz de korku şatosunun lordları leydilerieyle değil gerçekten kültüre katkı sağlamak ve karlılığını paylaşmak için yapılandırılmış yerlerle çalışma olanağı bulmuş oluruz. Bana diyeceksiniz ki ohoooo. Doğru. Çünkü taşrada kültür adeta çölleşir. Benim yaşadığım Anadolu parçasında yok değildi. Vardı kültür etkinlikleri. Sinema, tiyatro, konser, resim sergisi, edebiyat etkinlikleri… Vardı. Sınırlı olarak. Gerçek işler için yine İstanbul. Kültürel etkinlik olarak hiçbir şeyin yapılmadığı yerler olduğunu biliyorum. Kitap fuarları epeyce arttı teselli olursa bize. Tiyatrolar turneler düzenliyor. Ama bankonun bu yanına geçmek için, kitap satmak için gene haritanın kuzey batısına sıçramak gerek.
Seçenek olarak bir matbaacıyla anlaşıp kitap bastırılabiliyor, evde çok güzel kendi kitap öbeklerinizi yapmak isterseniz elbette. İstanbul’da bir yayıncıya bastırma şansını edindiyseniz etkinlik ve kitap tanıtımı için nazlanmalara katlanmalısınız. İş başa düşer. Meslektaş dayanışmasının devreye girdiği bu noktada düzenlenen etkinliklerde hep aynı yüzler bulunur. Ben senin imza günü ve söyleşine giderim, ayıp olmasın diye sen de bana iadei ziyaret yaparsın günü geldiğinde. Yazarlar arası acı rekabete burada değinmeyelim. Çünkü o sözü doğrulamış oluruz. İki yazar bir araya gelirse ne yapar? Üçüncü yazarı çekiştirir. Benim hayalim bu noktada nedir? Yazar dayanışması, ilk aşamada yazdıklarını gerçekten bu işe gönül vermiş insanlarla tartışabileceğin, yapıtlarını okuyup görüş alabileceğin kapalı grup toplantıları. Uzun sohbetler. Bir tür yazarlar kulübü. Böyle kulüpler vardır kuşkusuz ama yazarlar dışında herkes vardır ve yazı dışında başka şeyler konuşulması yeğlenir. Zinhar yazdıklarını okuyup başkalarının ne yazdığını dinlemek söz konusu değildir.
Taşrada yazar kendini hep yalnız hisseden insandır. Çünkü diğer toplumsal rollerin saldırısı altındadır. Evliyseniz eş rolü, çocuk sahibiyseniz anne rolü, çalışan kadın, komşu teyze, ana-babanın çocuğu, sivil toplum örgütlerinin üyesi… Hangisini saymalı bilmem. “Yarın akşama şu toplantı var,” derler, “Ütü yapacağım” derseniz tamam o zaman derler. “Yazı yazmam gerek”derseniz “Sonra yazarsın gel hadi” derler.
Şimdi başka bir taşradayım. Artık Bodrum’da yaşıyorum. Ya güzel değil mi? Bodrum’da metrekareye ikiyüz sanatçı düşüyor. “Art” konusu ressamların tekelinde. Bu kere sözün renklerle savaşı içindeyim. Yalnızlık çekiyorum. Esas işin ne diye sormuyorlar , ressam mısın, diye soruyorlar. Ama hiçbir zaman bilmedikleri esas işim edebiyatı yapabilmek için para kazanmak üzere bir sürü iş yaptığım… Resim ise bana uzak. Ben de kestirme olsun diye, diyorum ki işçi emeklisiyim.