BİR SALKIM ÜZÜM

Kabuğunu yitirmiş böcek gibi köşeye sinmişti. Kulakları alışıldık gece seslerini bekledi; havlamalar, bozacının bol “O” lu bağırtısı, bekçinin düdüğü, duvarlara yazı yazan gençlerin kısık sesli komutları, koşan ayakların yoluna çıkan kedinin çığlığı, devrilen tenekeye sarhoş küfürü. Uyanan horozun ötüşünü bastıran horlama. Aralık bir pencereden sızan, TRT’ nin kapanış haberleri. Ardından İstiklal Marşı. Kahveden dönen ihtiyarların konuşmaları… Hiç biri… Karanlıkta, suskudan oluşan yankılar içinde, yosun bağlamış betonlarda gezen ayakları duyar gibi oluyordu.

Siyah üzüm salkımının parıltıları gözlerini acıtıyordu.  Kurtulmak için başına çekebileceği hırkası bile yok.  Kıpırdandı.  Yattığı beton etini deldi delecek. Biliyor. Çünkü üç gün boyunca dizlerinin üstünde tutuldu. Artık öyle durması gerekmiyor. Diz kapaklarının derisi soyuldu oralardan vücuduna iki soğuk demir girdi sanki.  Hala orada duruyorlar. Öyle ağladı, öyle ağladı ki yağmurlardan şeklini yitiren kerpiç ev gibi olduğu yere yığıldı işte.

Defalarca üstünde kuruyup sertleşen ince giysisi, kemikleri, pürtüklü betonla arasına sıkıştırdığı etlerine batıyor. Tabanları çatlamış dikenli ayakkabıların içinde. Hayır, görünmeyen binlerce jilete katlanmak zorunda çünkü elleri ısıtmaya yetmiyor.

Bir salkım üzüm. Siyah. Yıkanmamış.  Bağların tozunu taşıyor, biraz örümcek ağı, küçük saydam bir kanat parçası var belki. Ve, ve kaygan yaprak ayaları üstünde testere sesli böceklerin ayak izleri. Taneler saplardan koparken tırk diye küçük bir ses gelir, ısırdığında kırt yapar. Yavaşça sızan suyu ağzının kenarını gıdıklar. Yavaşça… Teker teker ye… Acele etme, bir taneyi iki kerede ye… Şimdi üzüm zamanıdır. İçinin mevsimler saati öyle diyor. Romatizmalı asma kütüklerinin ip ip soyulan kabuklarından çıkan tozların pırıltısını görmen, asma yapraklarının kokusunu duyman bu yüzden. Dilin değince hafifçe acıdır hani. Bazen tüylü ama tersine dokunursan parmağın kaymaz. Ilık anne sarmaları. Tencerenin kapağını açınca yeşil kokulu buharı gözlerini kapatıp içine çekersin. Şimdi beklentiden tüten kokular ortalığı kaplamışken, topraktan geri gelen bir Anadolu tanrıçası kadar yorgunsun. O yüzden şu tepedeki ızgaralı aydınlatmanın yerine asılmış olan öbeğe uzanamazsın. Asmanın sürgünlerini, ısıramaz, ince ekşiliği duyamazsın dilinde.

Kocaman salkımın içine kaçsan. Taneleri delip çekirdeklerin arasına sıkışsan. Su kesecikleri yanaklarına ıslak yapışkan değse… Buruk sıvısını,  larva olup emsen…

Karanlık bir ağızda kara taneleri ezilirken çıkardığı özsuyun sesini duyuyor. Şimdi çevresinin de ağzının içi kadar göz gözü görmez olduğunu düşünüyor. Üzümlerin içinde acılardan geçerek gelmiş genç bir beden yatıyor. Beynine kazılmış yitikleri, işkenceleri, acıları, korkuları, dirençleriyle o koskoca, suskun uçurum… Onun derinliğine inecek kimse yok. Asla yok…

Uyumuş muydu? Ağzından salyalar aktığını duyuyor ama doğrulamıyordu. Bir parça karton olsaydı altında. Çişi geldi, ama nereye gideceğini bilemediğinden, daha çok da kıpırdasa betonda ısıttığı yer buz gibi olacak diye hareketsiz… Üşüyor. Yan yatıp kendini kollarıyla sarması para etmedi. Şu tavandaki üzüm salkımının çığlıklarını… Kalkabilse parçalayıp susturacak! Oysa öyle yorgun öyle yorgun hissediyor ki günlerce gecelerce sıfırın altında yaya yürüse ancak bu kadar… Uzandığı şuracıkta dinlenmek için dayanılmaz uyku isteği. Kimse dokunmasın artık… Aç ve uyuşmuş durumda… Aç ve uyuşmuş ve ne – ne yazık ki bir kaçış planı yok…

Hey, mayın tarlasında piknik yapmayı seçenler! Kaçmayı bilmeyen, saklanmayı korkaklık sayan üzüm salkımı! O yüzden birinizi yakalayınca ötekiler tek tek koptu. Hey sensin!  Hey!  Üzüm salkımı gibiydiniz, kolayca hasat edildiniz…

Dışarıdan bir ses ona çenesini kapatmasını, oraya gelirse pişman edeceğini söyledi. Hangi çenesini kapatacak?

─Sana diyorum sana! Üzüm üzüm deyip durma! Kafayı mı bozdun ne!

Bunun üzerine buradan çıkarsa eğer, temiz çarşaflı yumuşak yatağından en az iki hafta süreyle asla kıpırdamayacağına ilişkin bir tasarı geliştiriyor. Uyuyacak. Hiç üşümemek için evdeki tüm yorganlardan, battaniyelerden oluşan dağın altına girecek. Mağarasında bir ayı yavrusu olup sıcak sıcak horlayacak…

Ama içindeki hücre uçsuz bucaksız. Şimdi onun içinden biri geçse karanlıkta, o keskin idrar ve dışkı izini bulur. Yıkılan hayallerin, sönen yaşam sevincinin, korkunun, kalabalığında yolunu yitirir. Beklenti çınlamasından başka ses yok. Şafağa kadar uğraşmak zorunda.

Bilinmeyen bir yerdeki havuza bir üzüm tanesi düşüyor,  tavandakilere bakarken.

Kapının açıldığını duyuyor. Bıçak sırtı ışıkta bir çift bot… İçeri giriyor. İyice boyanmış, cilalanmış. Siyah taneler botların burnunda parlıyor. Botların hayatında işi ne? Yolunu şaşırmış ol… Böğrünü dürtüyor. Kıpırdamıyor. Başının altına yastık yaptığı kolu tümüyle uyuşmuş, yok… Kolu yok… Soluk alıp verişinde içindeki üzüm salkımı sisleniyor, netleşiyor, sisleniyor, netleşiyor… Tavandakine bakmaması gerek! Öyle akıl çelici ki bakmasa da ağzının sulanmasına engel olamıyor. Kokusu geliyor… Ne lan? diyor içinden. Kafayı yemiş olmalıyım! Üzüm müzüm yok! Tam da o sırada botlarla burnu arasına, duvar karanlığın içine soğan rengi kesekâğıdı düşüyor.

─Bana bak! Biz hemşeriymişiz seninle. Al bakalım. Baban getirmiş. Yi!

Dünyalar arası yarıktan süzülen bir takım saydam varlıkların rüzgârı botların bağcığına, kesekâğıdına değiyor. O varlıkların arasından gelmişçesine buğulu gözlerle botların burnuna, bağcıklara, kesekâğıdına bakıyor. Botların burnuna,  kesekâğıdına… Hafifçe yana eğilmiş, gülerek, hayır alaylı, hadi gel de aç bakalım ne varmış, diyen kesekâğıdı, yıkık kerpiç evin dibinde şimdi…

İçi boş botlar yürüyüp gidiyor. Karanlık, kapı aralığını dolduruyor. Kâğıt akıl almaz biçimler alıyor. Doğrulup bağdaş kuruyor. Kollarını uzatıp on parmağını açarak karanlığı kendinden uzaklaştırmaya çalışıyor. Kâğıda… Dokunamıyor. Dokunamıyor. Hissediyor. Yüzünü sıvazlıyor. Kendini engellemeye çalışsa da acıklı bir hikâye anlatıyor kesekâğıdı. On parmak kırışmış soğuk biçime yapışıyor. Her yeri kâğıt hışırtısı dolduruyor! Açamıyor! Yırtılma sesi! Üzümler! İnliyor. Yüzünü sıvazlıyor. Hayır gerçek! Nereden geldiyse bir sinek vızıldıyor tanelerin üzerinde. Bakakalıyor. Bu ses ne kadar da dostça… Ölümcül üşüme geçti birden…

Ağzına doldurduğu tanelerin suyu genzine kaçınca boğulurcasına öksürmeye başlıyor. İçindeki üzüm salkımının kaburgalarını zorladığını görür gibi oluyor. Öksürmekten, önlenemez sevinçli hayal kırıklığından ağlamaya başlıyor. Kenarından yırtılmış, ölü insan derisi gibi iki yana açılmış kesekâğıdına gözyaşları, tükürükler düşüyor. O sırada görüyor! Baba! Babasının özenli öğretmen yazısı! Yıldız şelalelerinden gözleri kamaşıyor. Gözyaşı tokadından sersem, başına üşüşen beyaz kanatlara bakakalıyor: “Yavrum, canımın içi, haftalardır seni arıyorum. Bu üzüm salkımı sana ulaşırsa bil ki baban da ulaşacak. Sakın içini karartma. Yakında babam yakında…”

Yayınlayan

serapgokalp

Bursa doğumlu. Bir süre devlet memurluğu yaptı, istifa ederek otomotiv, gıda, tekstil, çelik, inşaat sektörlerinde değişik görevlerde çalıştı. İlk öyküsü Edebiyat-81 dergisinde 1983 yılında, daha sonra Yeni Olgu, Kıyı, Öner Sanat, Karşı, Yaklaşım, Yazko, Papirus, Agora, Türk Dili dergilerinde yayınlandı. Sonraki yıllarda; İle Dergisi, Patika Dergisi, Anafilya, Havuz, Öykü Teknesi, Sözcükler, Notos, Kurşun Kalem, Kar, Dünyanın Öyküsü, Kitaplık, Gösteri dergilerinde öyküleri, inceleme yazları yer aldı. İlk öykü dosyası Böcek Cinayetleri’dir. Ancak yayıncı tarafından yıllarca bekletilip basılmadığı için dosyayı geri almış ve imha etmiştir. İkinci dosyası Astak Kum Saatinde Akarken adlı kitabı, 2002 yılında Sistem Yayıncılık tarafından kitaplaştırıldı. Otuz sekiz yeni öyküsü 267 sayfalık bu ilk kitapta yer aldı. İkinci kitabı Kulak Misafiri, 2009 yılında Pupa Yayıncılık tarafından basıldı. Ödüllü öykülerinin yer aldığı bu kitabı Orhan Kemal Ödüllü üçüncü kitabı Tuz Saraylar izledi. 2010 yılında İlya Yayıncılık tarafından kitaplaştırıldı. Dördüncü kitabı Pirana Kahkahaları 2017 yılında Kanguru Yayınları tarafından yayımlandı. Kişisel kitapları dışında Anlatılan Bizim Hikâyelerimiz, Çığlık, Mübadele Öyküleri, Öykü Dostluğu, Kadınların Ruh Acıları, Öyküden Çıktım Yola-252 Yazardan Minimal Öyküler, Gurbet (Almanya, Gökyüzü Yayınevi Seçkisi) Tanzimattan Günümüze Rumeli Motifli Öyküler seçkilerinde öyküleri yer aldı. Kadın Yazarlar Derneği Yayını, Kadınlar Edebiyatla Buluşuyor adlı projede öykü atölyeleri düzenleyerek aynı adlı yapıtta ve yine Kadın Yazarlar Derneği Yayını olan Söz Kesmek, Kına Yakmak, Nikah Kıymak adlı kitapta incelemeleri, yayınlandı. Öykü kitapları dışında Kalp Krizi, Bu Gece Uyku Yok Çünkü ve Buket Başaran Akkaya ile ortak oyunlaştırdıkları İki Çığlık, İki Türkü, Bir Ağıt adlı oyunları bulunuyor. Serap Gökalp’in bir öyküsünden oyunlaştırılan bu oyun Devlet Tiyatrolarına kabul edildi. Çalışmalarından Fadime Hanımın Işığı adlı öyküsü Petrol İş Sendikası – Kadın Öyküler Yarışmasında 2007 birinciliğini, Sisin İzi adlı öyküsü, Madenci Öyküleri Yarışması 2007 ikinciliğini, 16/24 Vardiyası adlı öyküsü, Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri Yarışması 2007 üçüncülüğünü kazanmıştır. 2009 yılında Tuz Saraylar adlı dosya ile katıldığı öyküleri Orhan Kemal Ödülü ikinciliğini almıştır. Metin incelemelerini dergilerde, internet edebiyat siteleri ve edebiyat etkinliklerinde, paylaşmaktadır. Halen ÇYDD Bodrum şubesinde ve Bodrum Kent Konseyinde gönüllü olarak çalışmakta öykü atölyeleri düzenlemektedır.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s