KETHÜDA

Tuz Saraylar’ın Günahlar bölümünden  Kethüda öyküsüne geldi sıra.  Fil Sami’nin “Kethüda’ya verin bunu!” diye gürleyerek,  delikanlıyı gönderdiği Kethüda’yı tanıyacağız. Bu arada Kethüda, Osmanlı döneminde, varsıl kimselerin ya da devlet büyüklerinin buyruğunda çalışan, onların birtakım işlerini gören kimselere denirdi. Bu öykünün kahramanının da lakabı böyle. Ne gibi işler yaptığını şimdi öğreneceğiz.

undefined

Boyacı çocuk, fırçasıyla boya sandığına tram-tak, tram-tak vurduğu sırada trafik polisinin düdük sesi çelik bir tel olup ileri fırlıyor. Taşıtlar durduğunda, kalabalık karşıya geçmek üzere dalgalanıyor.     

            Kethüda, Oltu taşından tespihini tırnaklayarak, aceleden yanaklarının içini çiğneyerek yürümeye başlıyor. Ama peltenin içindeki karıncadan farkı yok şu an, elden ne gelir. Az önce önünden geçip giden atılgan mobilet gibi ortalığı yırtıp parçalamak istiyor ama… (Ve la havle vela kuvvete illa billahi aliyyil azim,) Hafakanlar basmış , derin derin nefes alıp iç geçiriyor.   Gökte bir ak bulut. Bordo renkli ağaçların üstüne üfürülüp dallarına takılmış. Ağaçlar apartmanlarca budanmış. Apartmanların antenlerle bağırları delinmiş. Önde bir yerlerde yürüyen bir kadının güzel ensesi, kolyesi, kulaklarının arkadan görünüşü ve sallanan küpeler. Kethüda dudaklarının havada uçup bu enseye yapışmasından korktuğu için dikkatini çeken bir naylon torba hışırtısının nedenini arıyor. Poşeti tutan romatizmalı parmakları; yaşlı ve çirkin kadını gözünün kuyruğuyla süzüyor. Sonra burnu parlayan kendi ayakkabılarına bakıyor. Önündeki adamın ceketinin omuzları kepek dolu. Trafik polisinin elleri tekrar havaya kalkıyor. Kethüda karşı kaldırıma basıyor. Polisin sakal ve bıyık kökleri yeşermiş. Dudakları öfkeyle üflüyor, düdük tekrar ötüyor.  Taş yapıların etek uçlarında trafik tekrar homurdanıyor. Boyacı çocuk sandığına gelmiş bir müşterinin paçalarını kıvırıp ayakkabılarına boya sürmeye başlıyor.  Kethüda tespihini öbür eline alıyor ve kendini pelteden kurtarıyor. Şimdi devasa bir kentin, ölümün ava çıktığı sokaklarında değil, insanlar ve taşıtlardan oluşan bir tünelin içinde yürüyor. İki yanından yatay çizgiler halinde hızlı araçlar, yüksek sesler, türlü kokular, rengârenk görüntüler akıyor…

            Yaşlı adamın bastonu, gözlükten yansıyan ışık parçası, ıslakmış gibi parlayan kiremitler, simit kokusu, kim bilir kaç gündür yıkanmamış saçlara sinmiş toz kokusu… Yol nesneleri hızla üzerine geliyor olmasına rağmen sinema perdesinin zararsızlığıyla yanından geçip gidiyorlar. Tabela, kol kola girmiş tüm telaşa inat ağır yürüyen yaşlı çift, elektrik direği, durak, çöp bidonu, çöp kokusu, reklâm panosundaki karının kıçı, döner kokusu, çukur…

            -Nasıl işler iyi mi?        

    -Allah bereket versin be ağabey…

 Çukur, üst geçidin ayağı… (Bu nasıl olabilir? Yerimizi düzenimizi bilen biri mi var?)

Genellikle şehirden çok uzakta sahipsiz evlerde oluyorlar. Derhal camlara duvar örülüyor, dışarıyla ilgisi tümüyle kesiliyor. Yalnızca uyumak için orada bulunuluyor. İçeride her zaman sığabileceğinden daha fazla kişi oluyor ama boş bir evden daha ıssız bu insanlar; onları korku ıssızlaştırıyor.  (Yoksa geçen akşamki şu hırsızı cezalandırma işinden ötürü mü öç almaya kalkıştılar? Olabilir mi?)

            Bir döşek, bir örtü ve bir yastıktan fazlasını edinmek, başkasının yatak yorganına göz koymak ev kuralına aykırı. (Yasakları çiğneyene ne olacağını göstermek gerektir. )

            Yerlere ateşten konfetileri döke saça kaynak yapan tabelacı,  şık giyinmiş sarışın kadının ayak başparmağı. Şişko bir adamın göğüs kılları ve kopmak üzere sallanan gömlek düğmesi… Kaptan Birahanesi. Akşam hâsılatları denklenmezse Kaptan Birahanesine de File Çoraplar Night Clup’a da gidilemiyor. Orada adama karakaşı kara gözü için muamele yapmazlar. Cüzdanına bakarlar. Şerife “benim parfümüm dahi şu kadar canım” sohbetine başlayınca söyleyecek söz bulamazsın. Kısa boylu ve biraz kart ama Kethüda’ya âşık. Yalnız şu yeni gelenlerden arabesk söyleyen bir kız var- adını unutuyor hep, muhakkak öğrenecek- bitirim bir şey.  Şerife, ‘eğer başka karıya bakarsam, karının yüzüne bu âlemde usul olduğu üzere kezzap atarım,’ dedi. Atarsa atsın. Ben bir tadına bakayım onun ama Şerife’yi nasıl uyuturuz bilmem… Kart karı, kart pavyon kargası. Yapamaz, cesaret edemez ama belli mi olur…

            Hırsızlığın cezası da kezzap damlatmaktır.  Hırsız bir masanın üstüne bağlarsın. Ağzına tıkaç… Bu cezayı herkes izlemek zorundadır. Genellikle kollara ve bacaklara damlatılır ve yaralar tedavi edilmez, kendi haline bırakılır. Acaba seyredenlerden biri, belki de bir kaçı… İş mi çeviriyorlar? Ama nasıl korkmazlar? Bu güruhun Allah’ı Kethüda! ( Bunu her fırsatta onların kafasına sokmuyor muyum?)  

            Deri dükkânının kokusu, şile bezi giysilerin nakışları, aktardaki baharat kavanozları, parfüm satan kız, Ziraat Bankası tabelası, dondurma şemsiyeleri.

            (Yoksa bunlar korkuyor gibi yapıp arkamdan alay falan mı ediyor?)

            Beton çiçeklik, rengârenk enine çizgilerden bir kadın bluzu ve memeleri, rugan kız çocuğu ayakkabıları, deri ceket kokusu, sigara kokusu. Kızgın kornalar, çalan cep telefonu, bir inşaattaki beton kamyonunun homurtusu…

Kulakları, değip geçen sesler değil öfkesinin davullarını duyuyor. Kethüda hızla yürüyor… Çok yıllar önce biri ona şunu söylemişti; “Ulan Kethüda gibi adamsın be!” Bu sözcüğün anlamını öğrenmiş değil ama konuşmasının biçiminden bu zatların sarayda önemli işler yapan biri olduğu sonucuna vardığından kendine bu adı taktı.

            Altın yaldızlı boyalar ve yüksek voltajlı ampulleriyle çocukluk düşlerine benzeyen parlak dev; atlıkarınca şimdi uykuda. Büyüklerin binmesine de izin veriliyor. Ama hangi neşeyi nereden alacakları belli değil; gişede sadece bilet satıyorlar.

            “Suçu işleyen cezayı beklesin!”  bağırtısı. Herkes titredi. Biliyorlardı ki sadece suçlu değil, o sırada onun gözüne takılacak, herhangi biri de beklemeliydi. Rasgele birini parmağıyla çağırmıştı.

(İlkin dalga geçtiğimi düşünüyorlardı. Ölen hariç! Daha göz göze geldiğimizde öleceğini biliyordu o namussuz!)

            Akşam hâsılatı bir türlü denklenmiyordu. “Canıyla öder!” demişti Kethüda. Konuşurken dudaklarını kullanmamak huyu vardı. Nasıl beceriyordu bilinmez ama o genizden gelen ses, insanların tüylerini diken diken etmeye yetiyordu. İşte o gün iki çocuğun kaval kemiklerini vura vura ufalamış, ter içinde nefes nefese bağırmıştı;

            “Hah şimdi daha iyi sermaye oldunuz bak!”

Belden aşağıları bir solucan kuyruğu kadar çaresiz çocukların pantolonlarını çıkartmıştı.

            “Evet işte bu! Ben ne dersem o olacak! Pis bilmem neyinize kadar her şeyiniz Kethüda’nındır! Anlaşıldı mı?! Kırık bacakla dömeleceksiniz diyorsam dediğimi ikiletmeyeceksiniz! Kes! Bağırmayın! Yoksa daha beter yaparım! Öldür beni diye yalvartırım! Ötekiler de seyrederken geberirsiniz!”

Hızını alamamış o şaşı gözlü yaratığı parmağıyla çağırıp…

            Kethüda kirli saçları alnını vura vura hızla yürüyor. Kızılay Kan Merkezi tabelası, ona aslında ne iyiliksever bir adam olduğunu düşündürüyor! Bu çocukların ailelerine ben bakıyorum be! Bunları da yediriyor, barındırıyorum. Eee, daha ne? Her Allah’ın sabahı yaz demeden kış demeden uygun yerlere arabayla taşımıyor muyum? Gün içinde başlarına bir şey gelmesin diye kontrol etmiyor muyum? Başkalarıyla itiş kakış olunca kurtarmıyor muyum?

            Yine her zamanki, toprak altından çıkıp gelmiş gözleri,  yosun sakalla kararmış yüzü, yine her zamanki köpüklü deve salyasıyla geviş getirerek yürürken gösterdiği dişleriyle kalabalıkları yarıyor…

            (Ne oluyor bu çöplere? Birer ikişer kaçıyorlar mı yoksa? İrfan, Musa, Hilal, şimdi de Pis Fırça! Vay canına! Torbada delik var ha? Kethüda’yı enayi yerine koyuyorlar! Kayışa çekiyorlar ha! Ben bilirim yapacağımı!)

Uzaktan görüp hızla geride bıraktığı algıları, çiş kokularının olduğu noktadan dönmesini emretti. Hışımla dar mı dar bir ara sokağa saptı.

            Hiç alışıldık bir şey değildi gün ortasında toplanıp eve geri getirilmişlerdi. Demir kapı gürültüyle ardına dek açıldı ve yeraltı tanrısı dünyayı titreten sesiyle bağırdı; İrfan nerede? Musa, Hilal nerede? Pis Fırça ne-re- de?!”

Yayınlayan

serapgokalp

Bursa doğumlu. Bir süre devlet memurluğu yaptı, istifa ederek otomotiv, gıda, tekstil, çelik, inşaat sektörlerinde değişik görevlerde çalıştı. İlk öyküsü Edebiyat-81 dergisinde 1983 yılında, daha sonra Yeni Olgu, Kıyı, Öner Sanat, Karşı, Yaklaşım, Yazko, Papirus, Agora, Türk Dili dergilerinde yayınlandı. Sonraki yıllarda; İle Dergisi, Patika Dergisi, Anafilya, Havuz, Öykü Teknesi, Sözcükler, Notos, Kurşun Kalem, Kar, Dünyanın Öyküsü, Kitaplık, Gösteri dergilerinde öyküleri, inceleme yazları yer aldı. İlk öykü dosyası Böcek Cinayetleri’dir. Ancak yayıncı tarafından yıllarca bekletilip basılmadığı için dosyayı geri almış ve imha etmiştir. İkinci dosyası Astak Kum Saatinde Akarken adlı kitabı, 2002 yılında Sistem Yayıncılık tarafından kitaplaştırıldı. Otuz sekiz yeni öyküsü 267 sayfalık bu ilk kitapta yer aldı. İkinci kitabı Kulak Misafiri, 2009 yılında Pupa Yayıncılık tarafından basıldı. Ödüllü öykülerinin yer aldığı bu kitabı Orhan Kemal Ödüllü üçüncü kitabı Tuz Saraylar izledi. 2010 yılında İlya Yayıncılık tarafından kitaplaştırıldı. Dördüncü kitabı Pirana Kahkahaları 2017 yılında Kanguru Yayınları tarafından yayımlandı. Kişisel kitapları dışında Anlatılan Bizim Hikâyelerimiz, Çığlık, Mübadele Öyküleri, Öykü Dostluğu, Kadınların Ruh Acıları, Öyküden Çıktım Yola-252 Yazardan Minimal Öyküler, Gurbet (Almanya, Gökyüzü Yayınevi Seçkisi) Tanzimattan Günümüze Rumeli Motifli Öyküler seçkilerinde öyküleri yer aldı. Kadın Yazarlar Derneği Yayını, Kadınlar Edebiyatla Buluşuyor adlı projede öykü atölyeleri düzenleyerek aynı adlı yapıtta ve yine Kadın Yazarlar Derneği Yayını olan Söz Kesmek, Kına Yakmak, Nikah Kıymak adlı kitapta incelemeleri, yayınlandı. Öykü kitapları dışında Kalp Krizi, Bu Gece Uyku Yok Çünkü ve Buket Başaran Akkaya ile ortak oyunlaştırdıkları İki Çığlık, İki Türkü, Bir Ağıt adlı oyunları bulunuyor. Serap Gökalp’in bir öyküsünden oyunlaştırılan bu oyun Devlet Tiyatrolarına kabul edildi. Çalışmalarından Fadime Hanımın Işığı adlı öyküsü Petrol İş Sendikası – Kadın Öyküler Yarışmasında 2007 birinciliğini, Sisin İzi adlı öyküsü, Madenci Öyküleri Yarışması 2007 ikinciliğini, 16/24 Vardiyası adlı öyküsü, Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri Yarışması 2007 üçüncülüğünü kazanmıştır. 2009 yılında Tuz Saraylar adlı dosya ile katıldığı öyküleri Orhan Kemal Ödülü ikinciliğini almıştır. Metin incelemelerini dergilerde, internet edebiyat siteleri ve edebiyat etkinliklerinde, paylaşmaktadır. Halen ÇYDD Bodrum şubesinde ve Bodrum Kent Konseyinde gönüllü olarak çalışmakta öykü atölyeleri düzenlemektedır.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s