Serap Gökalp’in – Kulak Misafiri kitabından
Akşam Hanzade kırık kalbini bana getirdi. Kız kıza onaralım diye. Yürüyüşü yarım bıraktık of, çünkü sigara içmeye başladı. Oturalım, dedim, yürürken içince daha çok zehir oluyor. Oturduk. İkincisini yaktı. Baktım olmuyor, kalk, dedim, bize gidelim de kahve yapayım. Yürüyüşten vazgeçtik. Zaten hava soğuk falan dedik dönerken. Yirmi derece birden düştü ısı. Nasıl sen öyle birdenbire gitmeye karar verdiysen yaz da öyle çekip gitti.
Sen… Hiç bitmeyecek gibisin. Dün akşam da gizlice sana geldim; bedenimde mavi ışıklar. Yine pencereden girdim, eteklerimde mavi bir rüzgâr. Yalnızdın, uyuyordun saçların terli. Yorganı çektim, ben örttüm seni. En ıssız, en ayıp, en ıslak rüyana dek girdim. Yalnız değilsin, yalan…
“Hı?” diye irkildim. Hanzade birinden söz ediyor da. İkisi de kırklı yaşlarındalar, bekârlar ve yaşamları zehir. Neden mi? Başka seçenekleri olmadığı gibi birbirlerine karar vermiş de değiller.
“Otur oturduğun yerde rahat mı batıyor?” diye homurdandım. Bunu kendime mi söyledim ona mı valla bilmiyorum. Bizim verdiğimiz kararlara ne oldu?
“Çok yalnızım, bildiğin gibi değil,” dedi. Benim halimi bilse. Sanki adam onun yalnızlığını paylaşacak! Boş laf! Bir şey demedim. Şimdi yaraya tuz mu basayım? O çekip gidince başına gelecekleri başlangıçta hesaplamaz ki insan.
İlişkiler salıncakta sallanmaya benzer, Hanzade. Önce uçma duygusu, sonra bıkkınlık, mide bulantısı. Bunu içimden dedim. Yok, bizim salıncağın ipi koptu, ben yere çakıldım. Baktım o sırada sen yoktun. Yoksun kalbim yoksun… Diyemedim elbet. Apansız gidişini söyleyemedim. Şimdilik kimselere diyemiyorum. Neden sakladığımı da bilmiyorum. Kendime diyebiliyor muyum ki? Dillendirsem ne yapacağımı bilemeyeceğim, varsın saklı kalsın. Bu salıncaktan yorgundum hoş. Gidiş gelişler bitti mi dersen ne gezer? Hem şu güz yağmurları! Sanki kırk ikindi yağmurları! Senin yağmurların… Üç gündür şehrin doğu yakası sular içinde, batı taraf kuru, şimşekler, gök gürültüleriyle bekleyişte. Öyle bir elektriklenme var ki havada durup dururken tutuşuverecek diye şu ağaçlar, sokaklar, yapılar, yüreğim yerinden oynuyor! Yalan, yüreğim yokluğunu anlayacağım diye çırpınıyor… Bugün her yerde senin yağmurların yağıyor.
“Kahve yapayım,” dedim. Peşimden mutfağa geldi, hiç susmak istemiyor. Sandalyelerinden birine oturup masa örtüsünün desenlerini parmağıyla tekrardan çizerek, üst üste sigara içerek…
“E, ne yapıyorsun kuzum, tüm yürüyüş boşa gitti” diyorum. “Boş ver zaten yürümedik ki,”diyor, dudağının kenarı yere değecek. Benim de sporumu berbat ettiğini söylüyor ya aslında umurunda değil, biliyorum.
“Canın sağ olsun, önemli değil, zaten hava soğuktu” diyorum. “Sen olmasan yürüyüşten zaten caymıştım.”
Tek başıma öyle ya… Hayır, öpülmeyen dudaklar, beni duymayan kulaklar, karanlıkta saklanan ışıklı gözler, üşüdüm bahanesiyle tutunamayacağım parmaklar olmayınca nasıl katlanacağım? O Tanrının cezası yürüyüş parkuruna gidiyoruz işte, başka yer yok gibi! Ne bileyim, bir daha gitmeyeceğim, söyleyeceğim Hanzade’ye ne var da hep aynı yere gidiyoruz! Yol boyu yürüyelim işte! Şart mı yürüyüş parkuru sanki? Her yanım kan revan içinde kalıyor, sen yoksun…
Kahveyi şekeri karıştırıp; “Evde oturalım işte sıcacık ama sen çok sigara içiyorsun benim de canım çekiyor” der demez paketi önüme itiyor. Sözde ben sigarayı bıraktım.
“Ben sevmişim bu çocuğu farkında olmadan ya, iç bir tane de sen, bir şey olmaz” diyor. Annemin sesi kötü arkadaş öğütlerini diziyor ensemden aşağı doğru. Her yere tembihler,”sakınlar”, “emi çoçuğumlar”, “oldu mu şimdiler” sıçrayıp dağılıyor.
Cezveleri ocağın üstüne koyuyorum. Biri seninki. Sigarayı alıyorum. Bırakma işi böylece bitti. Aslında yalandı, gizli gizli içiyordum. Sen daha gitmemiştin hoş ama öyle başkalaşmıştın, gözlerin öyle ben yokmuşum gibi bakıyordu ki… İçtiğimi kimse bilmiyordu, Hanzade de. Onun kaçıncı sigarası? Toz şeker kabının içinde kaşıkla kuş yuvası yapıyorum, tanecikler kayıyor, yine oyuyorum, yine doluyor, daha hızlı oyuyorum, daha hızlı kayıyorlar öfkeyle bastırdığım kaşıkla şeker tanecikleri amansız bir boğazlaşmaya tutuşuyor ben ezdikçe kimileri dışarı sıçrayıp tezgâhın üstüne saçılıyor, kimileri daha dibe gidiyor! Hayır, hayır, hayır! Kan revan içinde kalıyoruz, ben; kaşık ve toz şekerler, kan revan, bu laf senin ve ben ikide bir kullanıyorum.
Kahve!
Kabaranca fincanlara doldurup pencereyi açıyorum acı bir soğuk;
“Şu üstümü değiştirip geleceğim Hanzade” diyorum. Otursun içsin sigarasını! Şu toz şekerler de çekip gitsin! Anne sesinin boncuklarına basmayalım, kayıp kafamızı yarmayalım, annem seni de istememişti bak!
Ama hayır, peşimden yatak odama gelip soluksuz anlatıyor. Giyilip çıkarılmış giysilerden dağılmış odada, parmağım dudağımda, uygun giysiyi arıyorum. Senin mavi kazağın, senin eşofmanının altı, teki kayıp çorabını da buldum bu arada. Bir yabancının gözü önünde dünyanın en doğal haliymiş gibi iç çamaşırlarımla geziyorum. Çıplaklığım onun umurunda değil o başka. Çağatay’ı görüyor, Çağatay’ı duyuyor! Rimelli kirpiklerini parmak uçlarıyla kaldırınca anlıyorum ki ağlayacak. O zaman azıcık susuyor, ben de onun yüzüne bakmıyorum. Tam da o sırada iki günlük sakallı çenen; toz şeker taneleri…değer gibi oluyor göğsüme irkiliyorum.
“Of kendimi çok kötü hissediyorum yaaa!” diye nara atıyor.
Olmayacak!
Sigarasının külleri ve kalbinin kırıkları! Evin her yerine saçıyor onları. Benimkilerle birlikte olacak gibi değil! Gözyaşlarıyla eriyip yapış yapış olacaklar!
“Bak bu fincanları bana Muzaffer Teyzem hediye etmişti. Adından ötürü onu askere çağırmışlardı da…” diyorum. Cevap vermiyor. Sürdürüyorum; “ Kala kala iki tane kaldı biz şeyle birlikteyken hep bu ikili fincanlarla… Bak sana ne diyeceğim Hanzade…”
Bana: “Beni neden bıraktı anlamıyorum!” diye çıkışmaz mı?
“Hanzade! Tanrı Aşkına kim bilebilir ki? “
“Nasıl güzel vakit geçiriyorduk.” Çıkardığı ses yüzünden onun saçını başını yolduğunu sanırsın. Çok mutluymuşlar. Ben de… bizim öyle olduğumu…
“Akla gelmedik zamanlarda araması, “diyor.
“Ve yüreğimi acıtması” diyorum. Bana tutkudan söz ederdin. Tutku… Yalansın.
“Onu şaşırtıyormuşum” diyor.
Şaşkınlıktan zaten!
“Gözlerimin içine bakarak konuşmalar.” Ha babam çekiyor dumanı.
Senin gözlerini bilmiyor ki… Akdeniz…
“Gelirken geçerken şakalaşmalar,” iç geçiriyor.
Yok, şakaları ben yapardım. Gülüşüm hüzünlerini örtsün diye can atardım.
“Ne güzeldi bilsen.”
Bilmem mi?
“Sonra bu kız çıktı ortaya!”
Bizde o kız hep vardı. Esas kız o.
“Kızı gör; çok esmer bir kere. Hem kara hem zayıf!”
Benim hiçbir fikrim yok. Seni geri aldığına göre çekici olmalı.
“Tamam, ben şişmanım. Ama vereceğim bu kiloları!”
Ben fazlasını verdim, kaç para eder… Kilom yoktu üstelik…
“Ama o kızdan ne anlıyor?”
Bilmiyorum!
“Ay sen böyle bir şey düşünebiliyor musun?”
“Efendim?” İrkilmişim.
“Beni nasıl kırdığının farkında değil mi bu?”
“Olmaz olur mu? Bir şeyi fırlatır atarsın kırılır. Fizik kuralı, herkes bilir,” diyorum, kornişlere.
“Bütün dairedekiler ona imrenirdi, evliler bile.”
Benimkine de imreniyorlarmış ama benimki zaten artık evli.
“Ne yapacağım yaaa?”
Hanzade’yi öldürmemeliyim. Sonra kim ütüleyecek benim kafamı? Ütülü de olsa omuzlarımın üstünde bir kafam olması iyidir. Görünüşü kurtarır, içindeki akıl süzüldü ama… eh işte…
“Uzun süredir berbat durumdayım,” diye konuya girmeye çalıştım yavaşça.
“Olmayınca ne yapacağımı bilemiyorum. Yok, yapacak çok şey var da anlamını yitirdi, sorun bu. Boş bulunuyorum bak bunu anlatayım deyiveriyorum… Ama o artık yok. Her gün bugün gelir mi acaba diye umutlanıyorum. Bugün, bugün, bu gün… Kapıyı açarken kilitli değildir belki diye yüreğim çarpıyor. Hani geldiyse, içerideyse… Bir şey olmamış gibi birlikte yemek hazırlarız. Sonra karışlıklı özürler mözürler… Hiç değilse telefon etse bari… O da alışamamıştır, dişini sıkıyordur. Gururundan… Dayanmaya çalışıyorum işte…” Derinden iç geçirdim. Cevap vermedi. Hiç susmamış gibi, ben ortaya bu kadar duygumu saçmamışım da sanki… Halıya çakılı gözleriyle kaldığı yerden konuşmasını sürdürdü. Bütün gece anlattı durdu. Bana da sigara içirdi. İçmeyip de ne yapacağım? Odada göz gözü görmüyor ki!
“İstemez olur muyum?” diye bağırdı. “Bütün bu olup bitenler sahip olamamaktan baştan çıkma hali değil de ne?”
“Ben ne dedim şimdi?” diye ellerimi çaresizlikle açtım.
“Of! Çok kötü durumdayım. Çok geç oldu, hadi ben gideyim” diye ayağa fırladı durup dururken.
Senin gidişine ilişkin tek laf etmiş değil. Duymadı eminim. Birkaç gün sonra soracağım bakalım ne diyecek? Haberim yok, ay söylemedin ki demezse Arap olayım. Çünkü avizenin ışığı gözlüklerinde parlarken o yere bakıp yalnızca Çağatay’a söyleniyordu.
Gitti.
Yalnız kaldım.
Her gece erkenden pijamanın içine giriyorum. Düğmelerini üzerime ilikliyorsun. Göğsünde hep bir ağırlık var değil mi? Şu atlet olmasa teninde uyuyabileceğim. Uyuyabilsen, süzülüp hücrelerine akacağım. Dokunabilsen içime alıp dirileceğim.
Gece vakti. Sigaramın dumanına karışıp pencereden yavaşça süzülsem. Biliyorum şimdi onun yatağındasın. Gün doğumunda uyku kozası yavaş yavaş kopuşurken yanında olmak için neler vermezdim… Hanzade evdeki tüm kırıkların kendisine ait olduğunu sanıyor. O kırıklardan birini, saçımın bir tutamıyla pencerenin kenarına bıraktım; geldiğimi bil diye.
-o-