YAZARIM İŞ ARIYORUM Yazarlığın taşlı dikenli yolları…

Bir yetişkin olmadan önce yazmak daha kolaydı. Hem zamanımı kendim düzenliyordum hem bugün ne pişireceğim gibi bir “sorunsalım” yoktu. (Pişirmek için almak, almak için para kazanmak, para için iş bulmak, iş bulmak için sayısız engeli aşmak… Bunlar listemde henüz yoktu.) Gençliğin sonsuz hayal gücü, sınırsız merakı, geniş bir ufuk, hiç kırılmamış-biçilmemiş taze hevesler tarlası… Yazmak için her şey hazırdı. Okumak ve yazmaktan başka bir şey düşünmüyordum ve diğer tüm insanların bu eylemleri yapmamasını anlamak olanaksızdı.

Sonra yetişkin oldum. İş bulmak, para kazanmak, rekabete girmek, işini korumak, işini kaybetmek, alışverişle cüzdan arasındaki uçurumlara ip merdivenler, köprüler atmak gerekti. Pişirmek, pişirdiğini yemek, yedirmek, bitenlerin yerine yenisini yetiştirmek, atıklar, kirliler… Yetişkin olmak bu sarmalın içine girmekti. Bir yetişkin karnını doyurmak zorundadır, evet. Ah, işte yazmak ve okumak zorlaşmaya başladı. On iki saat işte çalıştıktan sonra evin düzenini korumak, çocuğunla günün özlemini gidermekten arta  kalan zamanlara aktarıldı. Aktarıldı mı? Sıkıştırıldı! Bu arada gerek iş alanında, gerek edebiyat alanında sosyalleşmek zorunluluğu vardı. Ama insanların okumaya ve yazmaya neden zaman ayırmadıklarını hala anlayamıyordum. Uyku saatlerini azaltmak, makarna suyu kaynarken okumak, kuyrukta, serviste okumak derken gün içinde ne çok okuma zamanı yaratılabiliyordu oysa… Bunu geçelim. Bu benim formülüm çünkü. Başkalarına uymaması çok olağan.

Yetişkin olarak karşılaştığım bir konu da şuydu, “son ütücüyüm, iş arıyorum” “overlokçuyum iş arıyorum”ilanı verebilirdiniz ama “yazarım iş arıyorum” ilanı olamazdı. (Elinizde satışa hazır malınız olsa bile.) Bir kitap yazmak için yetişkin koşulları göz önünde bulundurulursa, en az bir yıl, bilemedin iki yıla gereksinmeniz vardır. Stres süresi ise yazdıklarınız rafa çıktıktan sonra bile bitmez. Bu iş akışına,  yayıncı bulmak, anlaşmak için belirsiz bir süreyi koymanız gerekir. (İlk kitabımı iki yıl boyunca bekletip olumlu, olumsuz hiç cevap vermeyen yayıncımın kulakları çınlasın. Sonunda randevu alıp gitmiş, yüz yüze konuşmak zorunda kalmıştım. Öykülerim iyiymiş ama… Bu üç nokta yayıncıya aittir ve  devamında hangi cümleler vardı hiçbir zaman öğrenemedim. Kitap basıldı. Hem ne en iyi şekilde.) Evet, ne diyorduk? Basılma süresi altı aydan başlar. (Tutsaklık süresi gibi geliyor değil mi?) Size gıcır ilk baskı örneklerinden iki üç tanesini, basın bülteni örneğini, sizin kitabınızın da olduğu yeni yayınevi kataloğunu, telif hakkı olarak yüzde on hayalini verirler.Paranız yoktur ve bu telif asla ödenmez. Bu arada hala karnımı doyurma zorunluluğunum vardı. Yazarım iş arıyorum ilanı vermeden malı satmıştım da heyhat karşılığı girdi eksideydi. Satış fiyatı üzerinden payınız 10.-TL nin yüzde onu 1.-TL dir. Vergiyi peşin olarak devlete ben ödemiştim.- Kesinti listesi öyle diyordu ama son zamanlarda sanırım bu vergi kaldırıldı.- Bin tane basılmış olsa alacağınız bin TL dir. İyi bir yayıncıya rastladıysanız size bol bol kendi kitabınızı indirimli verir, imzalayıp satar, parayı ona gönderirsiniz. Bu son yıllardaki uygulama sanırım. Telif? Hadi canım sen de! Günlük kazancınız kaç TL ye gelir artık onu siz hesaplayın. Bir temizlikçinin günlük kazancıyla kıyaslayıp  bunalıma girmeye gerek yok. Yazmak, esas olan yazmaktır. Bir kıdemli yazar arkadaşım bana böyle der hep. Bu moral cümlesiyle ben beni yeni bir kitaba yönlendiririm. Hoş, bir türlü Barbara Cartland gibi bir yazar olamadım ama kendimi bir yazma , bir dil tiryakisi ve sözcük terbiyecisi olarak tanımlarım. Pahalı mücevherlerim, otriş falan aksesuarlarım, şık giysilerim, yaldızlı koltukta mı olur, bir masada mı,  bileğimi büküp çenemi elime dayamışım, öyle pahalı bir fotoğrafım olmadı,  zenginlik akan bir fotoğraf… Gerçi o bir mavi kandı, aile serveti olmalı. Kitap gelirlerinden yaptığı servet  (700 aşk romanı yazmış bu arada) yalnızca köpeklerinin mamasına yetmiştir o da ayrı konu. Olamadık…  Özeniyorum (!) yalan değil. Herhalde yazar deyince Barbara Cartland’ı bilen bir iş adamı bana kitabımdan kaç para kazandığımı sormuştu ve verdiğim yanıt yüzünden, niçin yapıyorsun bu işi o zaman, demişti. İş adamı: yazma eylemine –ve tüm eylemlere-  para deliğinden bakan biri… Gerçi konfor yazarların değil (Barbara Cartland’ı ayrı tutuyorum) onların hakkı oluyor da… Otuzbeş yıl sonra bu soruyu hala soruyorum. Cevap şu, tüccar olamadığım için.

Türkiye’de kadın yazar olmak konusuna gelince. Yazmaya koyulmuşken, kocanızın komşunun tabağına kabak tatlısı koyup, bunu götürüver, diye tutturduğu bir durumdur. Bu da başka bir yazının konusu olsun.

-0-

YAZAR DENEN PİRAMİT VE YAPIT DENEN TAYFIN HİKAYESİ

“Öykü düşler dilinin güçlü kız kardeşidir” der Clarissa Estes. Şimdi, düşler dilinin kız kardeşiyle buluşmak üzere buradayız. Onun tanımının yanına kendi tanımımı da iliştirmek isterim, yazar kristal bir piramittir ve üzerine vuran ışığı becerisi doğrultusunda tayflara ayırır.

Clarissa Estes, şair, psikanalist, psikoloji doktoru, öğretmen, kadın üzerine araştırmacı, yazar, radyo program yapımcısı kartvizitlerini taşıyor. Bunların dışında bugün bizim için önemli bir niteliği daha var. Kendisi bir Cantadora. Latin geleneğinde öyküleri toplayıp saklayan ve anlatan kişi demekmiş.  Estes; “Sanat yalnızca kendimiz için değildir, peşimizden gelenler için bir haritadır” diyor. Öykü/öyküleme en eski sanatlardan biridir. Bizler Dede Korkut geleneğinden gelen insanlarız. Anadolu toprakları da bu sanatın zengin yataklarındandır. Eski uygarlıklarda öykü anlatıcılarının cinlerin etkisine girip bir tür vecd haline geçtikleri söylenirmiş. Meddahların cinleri var mıydı bilinmez ama çok sevildikleri gerçektir.

Bu metinde “ben” zamirini belirgin veya gizli çok kullanmak zorunda kalacağım. Lütfen bağışlayın. Çünkü kişisel deneyimlerimi paylaşacağım sizlerle. Bu paylaşım sizi sihirli değnek dokunmuşçasına yazar yapmayacaktır. Ama kemiklere şarkı söylemek için istek uyandırabilmeyi umuyorum. İçinizdeki Kurt kadın La Loba kemiklere şarkı söylemek için ellerini havaya kaldırabilir… Kimdir bu La Loba?

La Loba, Latin Amerika geleneğinde çöldeki yaşlı kemik koleksiyoncusudur. Kemiğin tahrip edilemez gücü, kolaylıkla teslim olmayışı, yanması zor, ezilip toz haline getirilmesi neredeyse olanaksızlığın simgesidir. Ruhu çökertebilir ve eğebilirsiniz. İncitip derin yara izleri oluşturabilirsiniz. Üzerinde hastalık lekeleri, korku ürünü yanık işaretleri bırakabilirsiniz. Ama o ölmez, çünkü alt dünyadaki La Loba tarafından korunur. La Loba kemikleri bulur ve yaşatır. Nasıl yaşatır?

La Loba çölde, dağlarda ve kurumuş dere yataklarında kemikler toplar. Ama asıl kurt kemikleriyle ilgilenir. Bir iskeleti tamamladığında, yaratığın son kemiğini de yerine yerleştirdiğinde ateşin yanına oturur ve hangi şarkıyı söyleyeceğini düşünür. Karar verdiğinde kollarını kaldırır ve şarkıya başlar. Şarkı boyunca kemikler ete kemiğe bürünmeye başlar. Kürkle kaplanır, kuyruk kabarır ve güçlü bir şekilde yukarı kıvrılır. Soluk almaya başlar. Şarkı sürer. La Loba’nın sesinden çölün zemini sarsılır, kurt gözlerini açar. Ayağa fırlar, ufka doğru koşar. Gözden kaybolur. Koşunun bir yerinde, bazen hızı, kimi kere yolunun bir nehre düşmesi veya güneşten ya da aydan gelen bir ışıktan tam yerine denk gelmesiyle birdenbire özgürce koşan kahkahalar atan bir kadına dönüşür.

Ben burada size kendi şarkımı anlatacağım. Sizinkinin nasıl bir şarkı olacağı kendi kararınız. Her öykücü kendi içgörü bıçağını kullanır. Tutkulu hayatın alevlerinden tek başına geçer, bakışlarını kaçırmadan gördüklerine dayanma cesaretini kazanır, beynin ve ruhun güzel kokusunu okuruna sunar.Öykü katlanmış, çok katlanmış küçültülmüş bir metindir. Öyle ustalıkla katlanmalıdır ki ortaya çıkan bu “origami” den okur heyecan duysun.

İçimizdekileri kâğıda kusmak öykü değildir. Tam bir saygısızlıktır. Yazma sanatının görünmez kuralları uygulanmayı bekler. Bu kurallar okumak ve incelemekle öğrenilir. Sanırım benim hâlâ bir takım çekingenliklerim var. Yazar olduğumu söylemekten korkarım. Hem gelmiş geçmiş ustaların sesimi duymasından korktuğumdandır hem de yanlışlıkla yazarım dersem peşinden şu cümleler gelir. 1-Ben de lisede şiir yazardım. 2-Benim hayatımı yazsana.

Nefret ederim. Bu cümleleri duymak beni utandırır.  Yazma sanatı ayaklar altına alınıyor gibime gelir. Yazmak çok uzun bir yolculuktur. Sözünü ettiğim cümleler, bu bakış bu uzun yolculuğu küçümsemektedir.  Bunlar bir yana, şuna karar vermeliyiz; Ne için yola çıkacağız? Aklımıza geldiği gibi kalem dansları mı olacak bu iş yoksa ne? Benim kararım iyi bir yazar olmaktı. Bu ne kadar korkunç bir şeymiş yola çıktığımda anladım. İnsanların beynime ruhuma bakmaları için tüm kapaklarımı açmaktır bu. Orada başka insanlar, yaşamlar, kavramlar, yanlışlıklar, sevgiler, tutsaklıklar, korkular, aklınıza gelebilecek her şey var.

Dinler ve izlerim. Kâğıt ve mürekkep koksundan sarhoş olabilirim. Çok kalabalık bir insanımdır. Korkularım, kaygılarım, coşkularım, sevgilerim daha birçok şey şu omuzlarımın üstündeki saydam kürenin içinde boz bulanık bir gaz kitlesi halinde durur. Edebiyat veya sanat bu kütleyi düzenler, ayıklar ve özgürleştirir. Demek ki özgür olmak çabasıyla yazıyorum.

İlk öyküm 1983 yılında yayınlandı. O günden bu yana çektiğim sıkıntıları tek başıma yaşadım. En yakınlarım dahi tanık veya izleyici olmanın dışında bir davranışta bulunmuş değildir. Ama ilk kitabımdan sonra benimle gurur duyduklarını hissetmeye başladım. Ben kendimi emekli işçi diye sunmayı yeğlerken, yakınlarımın beni yazar olarak sunmalarını şaşkınlıkla izler oldum. Bundan mutlu olduklarını hissediyorum. Marquez haklı demek ki ; sevdiklerimi mutlu etmek için yazıyorum, demişti. Ben onlar için yazmıyorum ama mutlu olduklarını görüyorum.

Bazen kendime sözcük terbiyecisi derim. O zaman elimde kırbacım bu yabanıl yaratıkların üstüne üstüne giderim. Kimileri çok iridir, çok zorludur. Bazen kendimi sözcük işçisi olarak algılarım. Bir ahşaba ince uçlu el aletleriyle şekil vermektir bu. Kolay da olur zor da. Taş ustası olurum, taş yontar taş tozu yutarım.İnsan olarak yazma nedenlerim ayrıdır, kadın olarak nedenlerim farklıdır. Adalet duygum örselenir yazarım, başkaldırılarımı haykırmak için yazarım. Olup biteni içime sindiremem yazarım. Bir sıcaklık gözlerimi yaşartır yazarım.

Kadın olarak dünyayı başka türlü gördüğümüz tartışılmaz. Siz hiç tezgâhtaki bebek patiğini “ay canım ne kadar güzeller” diye çığlıklarla seven bir erkek gördünüz mü? Ama kadın durur ve patikleri sever. İşte bir öykü noktasına geldik sanırım. Her yöne çok hızlı koşabilen bir kısraktır öykü. Sanırım o yüzden onu çok seviyorum. Bebek patiklerinden nasıl bir öykü çıkar? Çok sıradan bir olay gibi gözüküyor öyle mi? Tezgâhta bir çift bebek patiği… Bakalım alet çantamızda neler var? Nasıl şekil verebiliriz bu düşünceye? Öykünün kışkırtıcı unsuru, öykü çekirdeği patiklerdir. Bir amaç saptamalıyız. Patikleri ne amaçla anlatacağız? Kendi çocukluğumuza dönmek için mi? Yitirdiğimiz bebeğimizi anlatmak için mi? Hayal edip kavuşamadığımız bir çocuk özlemimizi mi açığa çıkarmaktadır. Bir sağlık sorunumuzu mu yüzümüze vurmaktadır? Belki çocuğumuz küçükken alamadığımız patiklere benzemektedir de bir sızımız aniden aklımıza mı gelmiştir? Belki de bir gezme sırasında bebek patiğini yitirmekten başımıza neler gelmiştir neler… Dünya kadar olasılık var.

Sıra geldi karakter yaratmaya bu patik meselesini anlatmak için kaç karakter kullanmalı? Anlatıcı mı olacak, yoksa olmayacak mı? Peki, buna da karar verdik. Şimdi örgü işi… Kurgu nasıl olmalı, ona karar vereceğiz. Yavaşça öykümüzü şekillendireceğiz. Biçemi, ritmi, rengi atmosferi, geometrisi ne olacak? Duygusal boyutu ne olacak? Hesap etmeliyim… Şekillendirdiğimi görüyorsunuz değil mi?

Şimdi patikleri bırakalım, tüm bunlar iyi güzel hoş, hangi arada derede yazacağız? Bunu soracaksınız biliyorum. İşte yanıtım; her zaman her yerde. Duyargalarım daima açıktır. Çantamdan not defterimi eksik etmem. Öykü çekirdeklerini burada biriktiririm. Roland Barthes bu özlere çok önem verir, romanda da öyküde de “an”lar önemlidir. Hayku gibi notlardır bunlar. Onlar beklerken bulundukları yerde üreyip genişler zaten. Filizlenir o çekirdekler. Sonra yazarım.

Fiziksel koşullara gelince. Bu konuda hayli yakınmalar vardır. Benim de uzun yıllar çalışma masam olmadı.. Gençken, daha bu yazı işlerini ailem gelip geçici bir heves olarak izlerken mutfakta  katlanır bir masada daktilo fazla ses çıkarmasın, ev halkı rahatsız olmasın diye altına havlular koyardım, sesi emerdi.  Sonra bilgisayar çıktı ama ben bir türlü bir bilgisayar edinemedim. Gizli gizli iş yerinde yazıyordum. Sonra oğlum internet kafelere dadanınca hem onu gözetlemek hem bilgisayarda yazmak için internet kafelere gittim. Uzun yıllar. Bir gün bana bir yazı takımı hediye edildi. Bir sümen, kağıt kutuları, masa kalemlikleri, kağıt bıçakları. Ahşaptan. Aman Tanrım. Masa yok ama yazı takımı var… Olsun. Yazı masası alma işi ciddiye bindi. O günden beri bir yazım masam var. Köşem var. Ama inanın ki bunlar önemsiz ayrıntılar. İstiyorsanız eğer her yer yazı masası haline gelebilir.

Bize hep ne olmamız gerektiği söylenir. Bu görünmez bir hoparlörden küçük yaştan itibaren dikte edilir. Eteklerini düzelt, kibar konuş, ağlama, kirli ellerinle oraya buraya değme, bir de kız olacaksın pasaklı! Oğlanlarla gezme. Tabanca kız oyuncağı mı? Ömrümüz boyunca bu komutlardan belimizi doğrultamıyoruz. Kambur oluyoruz. Yaşamaktan kambur oluyoruz. Bizi çağırıyorlar, itiyorlar, istiyorlar, istemiyorlar hele biraz acar cabbar atagan bir kadınsanız vay halinize! Kendimizi tutarız. Psikolojik koşullar ağırlaşır, yara bere içinde sürüklenip kanarız, içimize kapanırız. Bazen direniriz, başımız derde girer. Uzak durmaya çalışırız, hayatı kaçırırız… Çekip gitmeli mi? Evet, evet, evet! Nereye? Öykülere, resim sanatına, müziğe, becerilerimizin canımızın istediğine… Kaçın! Gittiğiniz yerde yaralarınızı sarabilir, soluklanabilir, doğrulabilirsiniz bana inanın. Sözcüklerin iyileştirici tılsımına sahip olun. Başkalarına da yararı olsun.

Bugün  iki öykümün incelemesini yapacağız. Organlarını dışarı çıkaralım, yaşam sıvılarını akıtalım, hücrelerine dek didik didik edelim. Böyle bir çalışmayı da ilk kez yapıyorum. Harakiri mi yapıyorum ne? Bu iki örneği şu nedenlerle seçtim, birincisi ikisi de seslendirmeye yatkın öyküler. İkincisi, Pis Fırça’nın Temizliği, karakterden hareket edilerek kaleme alınmış bir öyküdür. İlya Yayınlarından çıkan Tuz Saraylar adlı kitabımdan. Diğer öykü Sisin İzi. Bu da benim derinliklerimden gelmiştir. Olaydan hareket edilmiştir. Farklı hareket noktaları var… Bu yazımda esinlenme noktalarını, öykü çekirdeklerini kısaca paylaşacağım.

Bir gün oğlum dedi ki (on iki on üç yaşlarındaydı sanırım) “bir adam var ceplerinde sinek taşıyor.” Allah Allah! Benim oğlum ilginçtir. Resim yapar, bateri çalar,doğu sporlarına merakı var, dağcılık yapar, dalgıçtır. Her konuya değişik bakar. Çocukken de değişik bakardı. Bu da onun tuhaflıklarından mıydı? Bir adam var ceplerinde sinek taşıyor. Nasıl oluyor o? Anlattı. Şehir merkezinden ilçeye giden yolda bir noktadan otobüse binen bir dilenciden söz ediyor. Ben o sırada Tuz Sarayların birinci bölümünü yazıyorum. Dilencilere fena halde kafamı takmışım. Araştırıyorum, gözlüyorum. Türlü çeşitlisi var, var da bu fazlasıyla ilginç. Oğlum anlattıkça yaşı belirsiz bir adam yavaşça ete kemiğe bürünmeye başlıyor, saçı sakalı karışmış, pis kokuyor, zayıf kemikli parmakları kıvrılıyor, soluk almaya başlıyor, adı Yunus olsun. Adı Yunus ama yıkanmaktan nefret ediyor. Gerçek adını da kimse bilmiyor. Hem çalı süpürgesi görüşü hem pisliği kokusu… Pis Fırça derlermiş.Pis Fırça doğrulup oturuyor. Bir kentin karayolunda gezip duran benim hiç görmediğim ama kemiklerini toplayıp şarkı söylemeye başladığım Pis Fırça doğrulup oturuyor. Ben şarkımı söyledikçe güneşten gelen bir ışığın denk düşmesiyle, öykü çağlayan olup dökülüyor. Peki Pis Fırça nasıl temizlenir? Organ mafyası temizler mi? Bakın bir söyleyiş manevrası yaptık. Şöyle bir karar verdim. Organ mafyası kurbanlarını tek tek topluyor. Sanki yetkili kişilermiş görüntüsü veriyorlar kendilerine. Bunu da alsınlar. Kliniğe götürsünler… Ne olduğunu anlamadan… Öykü bir sezdirişle biter. Pis Fırça’nın sesini duyarız. Ondan geriye doğru saymaktadır.

Sisin İzine Gelince… Kulak Misafiri adlı kitabımdandır bu öykü.Bu çekirdek belleğimde hayli derin yerlerdeydi. Beş altı yaşlarımdayım. Kendi kendime oyun oynuyorum. Kış. Tek bir odada soba yanıyor. Hepimiz orada oturuyoruz. Büyükler konuşuyor ben bebeklerimle oynuyorum ama kulaklarım fil kulağı olmuş  tüm odayı kaplamış durumda. Biliyorsunuz çocuklar böyledir. Duymuyor sanırsınız olmadık yerde olmadık bir soru sorar. Anlarsınız ki pür dikkat aslında sizi dinlemekteymiş. Annemle Halamın Kızı Babaannemi çekiştiriyor. Babaannem annemi fena halde üzmüş yine. Annem şikâyet ediyor. Halamın kızı diyor ki “ Kusura bakmayacaksın. Onun yaşadıkları hiç kolay değil. Kolay mı, yirmi yaşında gencecik kızın toprağa verdi. Çok değişti. Küçük halamdan söz ediliyor. Küçük Halam veremden ölmüş. Evde ondan hiç söz edilmezdi, ona dair bir eşya, bir iz, bir resim yoktu. Neden? Bilmiyordum. Hala bilmiyorum. Radyoda “Olmaz ilaç sinei-i sad pareme/ Çare bulunmaz bilirim yareme” diye başlayan şarkı çalmaya başladı mı, Dedem veya Babam usullacık radyoyu kapatırdı. Olan bu. “Aklını bozdu sanmışlar” dedi Halamın kızı. “Öldüğüne inanmak istemiyormuş. Kalkmış gitmiş, mezarcıya para vermiş, gömüldükten on gün sonra mezarı açtırmış. Kızını görmek için.” Dona kaldım. Anımsadıkça yıllar boyunca beni kaskatı etmiştir bu sahne. Babaannem  mezarlıkta tek başına yürüyor, Babaannem mezarcıya ağlayarak yalvarıyor, Babaannem ölmüş Halamı mezardan çıkarttırıyor, Babaannem ölünün yüzüne bakıyor… Bizimkiler birden beni anımsayıp sustular. Yün örüyorlardı, şiş tıkırtıları kapladı ortalığı. Susuş o susuş. Bu yaşıma geldim hala tam ayrıntısıyla öğrenebilmiş değilim. Babam da konuşmaz bu konuyu. 2006 yılında bir maden kazası haberi izledim. Göçük altından yakınlarını çıkarmalarını bekleyen insanlar vardı. Bir kadın vardı. Bekliyordu. Kimi? Bilmiyorum. Kamera aracılığıyla göz göze geldik. Babaannem bakıyordu. Bir sarsıntı geçirdim. Altüst oldum. Birden kadının içine girdim. Babaannem oldum. Çekirdek apansız  belleğimde çatladı, kökleri, dalları ne var ne yok her yeri parçaladı , büyüdü, öyküye dönüştü.  Sisin İzini yazdım. Yıllar sonra…  Sisin İzi Abdullah Baştürk İşçi öykülerinde 2007 ‘de üçüncü oldu. Bababaanneme bir armağan verdiğimi düşünürüm.

Yazmanın böyle yanları da vardır. Kendinize ilişkin harita bıraktığınız gibi başkalarına armağanlar verirsiniz. Onları sözcüklerinizle bezeyip sonsuzlukta yeni farklı bir yolculuğa uçurursunuz. Sanatın tılsımı…

 Başka bir metinde buluşmak üzere…

Fadime Hanımın Işığı

Serap Gökalp’in, Kulak Misafiri Kitabından, Petrol İş Sendikası Kadın İşçi Öyküleri Yarışması 2007 birinciliğini alan öyküsü.

Fadime Hanımın Işığı

            Fadime Demircan, gecekonduların çürük dişler gibi dizildikleri yamaçtan çakılları saçıp sıçratarak aceleyle yürüyor. Aslında bir gün önce hava fena değildi. Birtakım belirtiler vardı ama artık o  belirtilerle hava tahmini yapmaktan eski denizciler bile vazgeçmek üzere. Batı tarafta bulutlar tortulanıp bulanmaya başlayınca denizin üstüne bir gölge vurur. Bu gölge hayra alamet değildir. Sahildeki şemsiyelerin toplanması gerekir. Gel gelelim son yıllarda bu bulutların içine dalıveren yün şişleri; güneş ışıklarının (bir iki saat sonra,  bilemedin öğlenden sonra) yün yumağını örüp, gök kuşağına çevirerek başka taraflara çekip götürdüğü de olmuştur. Ne olursa olsun insanda bungunluk yaratıyor bu sıçan rengi bulutlar.

Kendi gölgesi sayesinde arkasından yavaşça akan sabah güneşini hissediyor. Ama ne sarı toprak ne yoldaki çakıllar bu sabah içini coşkulandırmıyor. Yağmur kokusu var havada… Rüzgârın aşındırdığı kayalar arasında kuş yuvasına benzer tek tük evler, sisler içinde erirken… Denizin içine bıçak olup girmiş kara,  sağlam ve sarsılmaz dururken, denizin öfkeli dalgalarıyla yıkanıp parlıyor. Ak köpük şeritlerinin tüm dolanma çabaları karaya vız geliyor. Çünkü hiç susmaksızın gemicilere seslenen deniz feneri onun omuzlarında.

Fadime Demircan’ın yamaçtan aşağı ayakları tökezleyerek yürümesinin nedeni aklını evde bırakması.  Oysa buralarda gözü kapalı bile yolunu bulur. Başını öne eğip,  –aklı evde ama- zeytin ağaçlarını kokluyor ve mantosunun ceplerinin içindeki dikişleri tırnaklıyor.

Bu yoldan tüm kasaba ve liman görünüyor ama o asık yüzü ve patikaya diktiği düşmanca bakışlarını bu görüntüye çevirmiyor. Hem aklı evde hem de bir tür savunma içgüdüsü. Yol biraz ıssız.  Denizden bir karayel esiyor ki uzanıp -çelik tellere tutunurcasına- değebilirsin  rüzgâra.  Tellerin birbirine çarparkenki sesi kıyıdan taa yukarılara kadar uzanıyor. Evlere ağaçlara, insanlara saplanıp kalıyor. Kümeslerde tavuklar, yumurtaları üşüyecek diye kaygılanıyor. Kangal bekçi köpekleri aldırmıyor olabilir yalnızca. Rüzgâra karşı durup ense tüyleri ters döndükçe, havayı koklayıp usulca dolanıyorlardır ortalıkta. Koyunlar birbirlerine sokulmuşlardır; gübre kokusunu hiçbir ağılda tutmayan rüzgâr denizin kokusunu dağlara taşıdığı gibi koyunların kokusunu da kim bilir nerelere alıp götürüyordur. Yaprakları çarpıntıya yakalanmış meşeler, çayırlarda otlar ve yabanıl çiçekler, heyecan içindeler. Öyle bir kanat vuruşu dolaşıyor ki kasabanın üzerinde, bu fırtınadan kimsenin korunması olası değilmiş gibi duruyor. Tabelalar, çatılar, çitler, çekirgeler tehlikedeydi.  Rüzgâr gazoz şişesinden fırlayıp patlayan denize doğru gürlüyor, geriliyor, sonra dönüp Fadime’nin lastik çizmelerinin üstünde marullanmış pazen eteklerini çekiştirip kaçıyor.

İçine pazen iç donu, yün çorapları ve patiklerini giydi yine.Bütün gün su içinde çalışan birinin bunlara dikkat etmesi gerek. Aynı örnek patiklerden kızına da ördü. Bu sabah ona da güzelce giydirdi.

Her şey bir yana, aklı kızında. Çünkü altı yaşında bir çocuğun tek başına bütün bir günü evde geçirmesini ürküntü verici buluyor. Yemeklerini ve ihtiyacı olabilecekleri mutfak masasının üzerine bıraktı. Çaydanlığı bir havluya sardı. Çünkü çocuğun ocakla uğraşmasını istemiyor ve içecek olabildiğince sıcak tutulmalı. Çok kötü öksürüyor. Ihlamur, ada çayı ve zencefil kaynatıp bundan arada bir içmesini tembihledi. Çok ateşli çocuk, okula gidecek gibi değil. Okulda olsaydı aklı onda kalmazdı. Komşusu ilgileneceğini söyledi, arada yoklarım, dedi. Çorba da pişirecekmiş ama okulda olsa içi daha rahat edecek. Ateş yüzünden başına bir hâl gelirse öğretmeni ilgilenir ya evde yalnızken fenalaşırsa?

Balıkhanenin tanıdık kokusu düşüncelerini sekteye uğratıyor. Rüzgâr yüzünden gevşemiş başörtüsünü sıkıştırıp çevreye kulak kabartıyor. Duvarlarına çarpıp sıçrayan insan sesleri, hortumlardan fışkıran su fısırtıları, kap kacak gürültülerinin içinde bir demet gibi duruyor. Biletilen bıçaklarsa sivri sivri ayrılıyor bunların içinde. Tahta balık sandıklarının beton zemine değerkenki sesi başkadır, üst üste konduğunda başka ses duyarsın. Kasalar dolusu balık gelmiş yine…

Balıkların solungaçlarının hava içinde tıkanırken geniş geniş açılıp kapanmalarını artık kafasına takmıyor; çok uzun zamandır. Ama ya kızı öksürürken tıkanır da boğulursa balık misali? Öyle bir öksürüyor ki… Küçücük vücudundan hırıltılar yaşlı ve kof bir ağaç sesi olup çıkıyor. Yaşlı zeytinler böyle öksürür herhalde.

Yeni gelmiş balıklar nefes nefese. Çok yorgunlar. Koca koca açtıkları ağızlarından giren insan havası onları her dakika biraz daha öldürüyor ama bu umutsuz devinimden vazgeçmiyorlar. Bazıları böyle kala kalır; ağzı bir karış açık. Fadime temizlerken en son ne hissetmiş olabileceklerini anlamaya çalışır. Bıçak saplanmasına benzer bir acı mı? Balon patlaması mı yoksa? Dumlupınar denizatlısında kalakalan leventler de bu balıklar gibi mi hissetmiştir? Sıklıkla düşünmeden edemez.

Üstünü değiştiriyor. Dışarlıklı giysilerine balık kokusunun sinmesini istemiyor. Yalnız ellerinden atamıyor bu kokuyu. Plastik önlüğünü güzelce bağlayıp balık sandıklarının arasında görünmez olmuş tezgâha geçiyor. Yosunları kokluyor, çakıl seslerini duyuyor ıslak ıslak.

Küçük balıkları temizlerken solungaçlara baş ve işaret parmaklarını sokup, tutup çekince karnı kendiliğinden yarılır iç organlarını bir kerede çıkarırsın, rahatça. Büyükler için bıçak kullanmak gerekir. Dil balıklarını temizlemeyi sevmez. Onların balık olarak çağrılmaları bile Fadime’ye pek akla yakın gelmez. Parmaklarının arasında duruşu yapaylık hissettirir. Bu sabah kızının kolları da soğuk soğuktu. Alnı yanıyordu ama. Ne yapacağını bilmiyor Fadime. Yok, aslında elbette biliyor; çocuğun bir doktora gösterilmesi gerek. Ama şimdi balıkhaneye haber vermeden işe gelmezse patron hemen yerine başkasını koyar ve işte o zaman… Kocası balıktan dönmüş olsaydı belki o götürürdü hükümet doktoruna. Şimdilik aspirin ve çaydan başka çare yok.

İlkin lokantalara gidecekleri temizliyorlar. Ötekiler temizlenmeden sandıklanıyor. Burası kalabalık ve gürültülü, Fadime rahatça düşünemiyor kimi zaman. Kalabalık ve balıkların seğirmeleri engel oluyor. Rüzgâr giderek artıyor. Tavana yakın camlardaki pervanelerin içinde ıslık öttürüp duruyor. Denizin uğultusu buraya ulaşmıyor ama binlerce gazoz şişesinin patlayıp su taneciklerini oraya buraya fırlattığından, martılar ve karabatakların bu havada aç aç dolandıklarından kuşkusu yok.

Dönen balıkçılar arasında kocası var mı diye bakıyor; yok. Çocuğa baban bugün döner dediğine pişman şimdi. Eve bir telefon bağlatmamış olmasına da üzülüyor. Telefon şirketinin yamaçlara kablo çekmeye niyeti de yok. Daha aşağılarda olsa belki. Sahildeki evler de pahalı . Eski olanların bile kirası verilecek gibi değil…

Aniden bastırdı yağmur! Son yıllarda hep böyle oluyor. Evden çıkarken güneş gözünü yakıyorken, yarı yolda surat asıyor gökyüzü. Kasaba meydanındaki anıtın önünde gökyüzünün  kırbaç seslerini duyuveriyorsun! Tepeden tırnağa birden ıslanıyorsun. Canın sıkılıyor. Şemsiye almadığına ya da hava raporunu dinlemediğine değil, bu yağmurun belirtisiz kopup gelmesine sinirleniyorsun. Ütülü elbiseler buruşuyor, saçlarda bir koku, otobüslerin içinde buğular, yerlerde halka halka yağmurlar.  Apansız saplanan bir bıçak yüzünden boydan boya çatırdayarak ayrılan gökyüzü tehlike yaratıyor. Çocuklar kırmızı renkli şeylerden uzak durmaları gerektiğini söylüyorlar birbirlerine ve ağaç altlarının tehlikesini. Çatıların altına tek sıra diziliyor insanlar. Kaldırımla yol arasında anında ırmak olup oluklara saldıran yağmuru durdukları yerden kaygıyla izliyorlar; ya geçen ilkbahardaki gibi sel baskını olursa? Dükkân sahipleri ikide bir kapı önüne çıkıp suyun kaldırımın neresine yükseldiğini kontrol ediyor. Kovaları, süpürgeleri hazır etmek lazım, iyiye alamet değil bu yağmur. Kapıya da bir eşik yaptırmayı ihmal ettik geçen yıldan beri. Şu aşağıdaki malları yükseğe kaldıralım neme lazım, su bu, aniden gürler dalar içeri. Su neyse de bir de çamur olmuyor mu, temizle temizleyebilirsen. Şimdi çukur yerler çoktan su altında kalmaya başlamıştır. Bodrumlar, zemin katlardaki depolar. Bu cam vitrin sence dayanır mı usta? Oğlum sen ne diyorsun? Vapurla mı gezeceğiz caddelerde? Vitrin camı kırılırsa zaten… Toparlayamayız kendimizi alimallah.  Her şey tarumar olur anladın mı? Öyle bet bet konuşup adamın canını sıkma tamam mı çırak? Ayaklarındaki lavabo pompalarına bakıp “Üşüyorum” diyor, çırak. “Benim ayakkabılar artık hayır etmez, caddenin tüm suyunu emdi çünkü.”

Her çatırdamada yürekler ağızlara geliyor; yıldırım nereye düşmüş olabilir? Islanan ayakkabılar yüzünden ayaklar kaşınmaya başlıyor. İşportacılar bir süre tezgâhlarının üstünü naylonlarla sıkıca kapayıp direnmeyi deniyorlarsa da bu havada kimsenin bir şey alacak hali olmayacağını anlayınca başlarına geçirdikleri poşetlerle tezgâhlarına dönüp olabildiğince ıslatmadan mallarını topluyorlar. Çoğunun ayakları çıplak ve paçaları sıvanmış, yine de çamurdan kurtulmak mümkün olamıyor. Ortalığı yağmurun sesi kaplıyor, yollar sessiz, taşıtlar çok yavaş ilerliyor. Trafik lambasının borusunun içinden bir serçe başını uzatıp dışarıyı kolaçan ediyor.

Serçenin yiyecek sıkıntısı yok.  Onu gören Fadime’nin de yok. Balık bol. Et yemiyorlar ama olsun. Yazın herkes bahçesinde sebze yetiştiriyor. Pazarda satan bile var. Ama Fadime ancak kendisine yetecek kadar yetiştirebiliyor. Çocuk iyi besleniyor. O yüzden aslında sağlıklı. Nasıl oldu da böyle üşüttü kendini? Keşke onu dinlemeyip okula gönderseydi. Yüksek ateşten baygın düşmesin sakın? Yok canım, komşu bakarım dedi; bakar. Çocuğu doktora götürmek gerek. Akşama onu zeytinyağlı, karabiberli sarımsak ezmesiyle bir yağlasa belki üşük çıkar. Ama bu sefer de muayene ederken, çocuk buram buram sarımsak kokacak, adam tiksinip iyi muayene etmeyecek… Of, başı ağrımaya başladı. Odun kömür için ayırdıkları paradan doktor ve ilaçların parasını ödeyebilirler. Kocası bugün gelse… Ama evi iyi ısıtmayınca ya çocuk daha kötülerse? Geçen hafta geceleri sobayı yakmadılar, kömür azdı, belki de o yüzden üşüdü. O zaman üşümüş olmalı. Çocuk bu, bilmiyor ki, uyurken üstünü açınca… Bir de korkuyor; kömürden zehirlenmeleri duydukça. Ya rüzgârdan tüter de gündüz gündüz çocuk zehirlenirse?  Yok, akıllı kızdır o, ben söyledim, arada kalk kapıyı aç ki havalansın içerisi, dedim. Sobayı da karıştırma sakın.  Sakın kapaklarını açıp içine öteberi atmaya kalkışma. Bazen odunlar mı, kömürler mi, belki kozalaklardandır aniden parlıyor ateş.

Kozalakları sonbaharda çalışmadığı günlerde topladı, kızıyla, Fadime Demircan… Çuvallayıp bodruma koydular. Kıştan önce her şeyi hazır edince enikonu keyiflenir . Savaşa hazırlanır gibi hazırlanır her yıl; erişte, tarhana, közlenmiş biber, patlıcan kurusu, reçeller, sebze konserveleri, kompostolar, salçalar. Odunu yağmurlar başlamadan alırlar. Kocası buna dikkat eder. Kiler tarafı dolduğunda Fadime nasıl rahatlıyorsa kocası da odunluk dolunca nefes alır. Kış için balık hazırlamak da kocasının işidir, zeytinler ve zeytinyağı da öyle. Masraflarını olabildiğince kısmaya çalışıyorlar çünkü okul var artık. Onun okuması lazım. Çocuk onların ışığı… Derslerini yapmasını tembihledi. Bugünküler için yapılacak bir şey yok, çünkü evleri kasabadan hayli uzakta. Ne bir arkadaşı gelebilir, ne kızı çıkabilir. Fadime’nin balıkhaneden dönmesiyse akşam karanlığı. Öğretmen çoktan gitmiş olur. Buna aldırmıyor. Onun canını sıkan çocuğun evde yalnız olması. Komşusu bakacak ama onda da beş tane var. İşinden başını kurtarıp seninkine bakabilir mi? Gidip şu adama yalvarsam; bir gün olsun izin vermez mi ki? Git, der sessizce ve yarın geldiğinde, tamam, der elemana ihtiyaç yok. Yemek yemesem de öğle paydosunda bir koşu gidiversem… Yetişemem  ki… Ya da lokantalardan birine balıkları ben götüreyim, diyeyim. Kaçıp kızıma bir bakıp geleyim. Ah içimdeki şu sıkıntıdan kurtulayım, ondan korkuyorum. Sakın ona bir şey olmasın! Yok canım. Anneler hisseder ama! Durup dururken ne olacak? Çocuk evde. En güvenli yer. Her şeyi tembihledim. Rüzgâr da çok arttı. Soba tütecek, zehirlemesin? Zehirlenmez. Arada odanın kapısını aç havalandır, dedim. Bunu biliyor. Kapıyı… Biri gelirse kapıyı açmamasını söylemiştim. Ama ya kurnazca aldatılırsa? Yok bir şey. Vesvese etmeyeyim. Sadece komşunun sesini duyunca aç dedim, dinler o sözümü. Dedim değil mi? Dedim, dedim, hatırlıyorum. Yabancılara kapı açılmayacağını bilir benim kızım zaten. Ama sobanın içine çöp atmaya bayılır. Üst kapağı açıp… Maşayı tutmayı beceremezse elinin üstüne kapak düşebilir, Allah korusun! Kâğıtları çabuk davranıp atıvermezse bir uçtan tutuşur, ateş yüzüne harlar! Hadi, hadi, durup dururken, ne kâğıdı yakacak? Benimki de laf şimdi. Televizyon seyrediyordur o.  Yatakta oturmuştur. Her şeyi ayarladım. Sobayla, ocakla işi yok.  Bir kalıyor kapıya dayanacak bir serseri. Son zamanlarda kasabada bir sürü yabancı türedi zaten.  Kimdirler, nereden gelirler bilen yok. Bizim işlerimizin etrafında dört dönüyorlar. Hırsızlık arttı. Ama onlar kasabada geziyorlar. Bizim onlara gitmezler. Fakir olduğumuz besbelli. Ne çalacaklar ki? Televizyon bile eski model. Bizim eve giden miden olmaz. Ama ya çocuk çalan cinsten insanlarsa? Hani şu dilenci yapanlardan, ya da organlarını çalanlardan?  Geçen sene olmadı mı? Biraz soruştursan bilgi toplarsın; kadın balıkhanede çalışıyor. Sabah altı buçukta açılır orası. Akşam da yedide ancak evinde olur. Babası balıkçı; teknelerde çalışıyor, kendi teknesi yok. Çalışıyor sade, haftalıkla. Kız ilkokula gidiyor. Komşununkilerle birlikte çıkıyorlar sabah. Bugün evde yalnız galiba. Babası balıktan dönmedi. Okula gitmemiş. Bunları kolaycacık öğrenir. Sonra sessizce rüzgâra karışıp eve yönelir, kapıyı çalar. Yavrum ilkin cevap vermez. Ama tut ki postacıyım derse… Küçücük şey inanmaz mı? Bizim postacılık işimiz yok diye akıl etmez ki. Postacı amcalar iyi insanlardır, kapı açılmalıdır. Sonradan anlar ama iş işten geçer. Filmlerdeki gibi adam ağzına bir çaput tıktı mıydı, haydi bakalım. Komşu, evin kapısını açık görünce hasta hasta dışarıda mı geziyor, diye kontrol etmeye gelir. Bir de bakar ki ev boş! Kapılar ardına dek açık! Kızımın yere düşen terliğini çevirir. ( Ters terlik uğursuzluk getirir, der hep) Ama kız nerede? Döner dolanır, dövünmeye başlar. Seslenir ama boşuna. İçine kaygı sel gibi akar.  Bir şeyler, kötü bir şeyler… Koş, der büyük oğluna, koş, Fadime Teyzene haber ver. Ayşe ortada yok. Annesinin yanına mı gitti acaba? Gider mi ki? Gitmez. İzinsiz yapmaz öyle şey. Koş, çabuk bisikletle git. Hızlı git, dikkatli ol ama. Oğlan annesinin sözünü ikiletmeden bisikletine koşar. Heyecandan gene sorar; “Ne diyecektim Anne, unuttum.”

“Fadime Teyze, Ayşe evde yok. Ev boş. Annem bakmaya gitti kız yok. Annem hemen gelsin diyor, diyeceksin.”

“Tamam” der çocuk, yarılasıya bisiklet kullanır. Yamaçtan dönemeci alırken bir ayağını arada yere sürtüp destek yapması gerekir. Balıkhanenin önüne gelir gelmez bir yandan bağırır; “Fadime Teyze’yi görmem lazım!”

Patron; “Ne var?” der. O nefes nefese olan biteni anlatır. Ben içerideyimdir ama bir şey duymuyorumdur. Hele şu Şerafettin’in koca sesiyle şarkı tutturması yok mu? Hava saldırısı olsa, su altındaki balık kadar sağırız. İşte ben de durmuyorumdur ve patron bağırır…

Fadimeeee!

Büyük bir hangardan bozma balıkhanenin büyük camlarından biri o sırada patladı. İçeri dolan rüzgârdan eşyalar korku filmlerini aratmayacak şekilde oradan oraya savruldu. Şangırtının içinde adı belli belirsizdi. Emin olamadı. Kaygılarının kendisini yanılttığını düşündü. Patron yine seslendi; “Fadime gelsin çabuk!”

Fadime’nin dizlerinin bağı çözüldü. “ Ah, karanlıkları susturabilsem, diye geçirdi aklından Fadime Demircan, “Işığım korkuyor çünkü…” Önce elindeki bıçak düştü ve suya sessizce dalan bir balık gibi yere yığıldı, kıvrıldı. Yüreği seğirdi de öyle sustu Fadime, ışıklar cansız kaldı, canı ışıksız…

“Ne oldu” dedi öfke ve telaşla gelen Patron.

Bu adam hiçbir zaman anlatmak istedikleri için doğru sözcük bulamaz. Dağarcığına rasgele elini daldırır,  bir avuç dişli sözcüğü aldığı gibi sağa sola saçar. Onun betimlemesiyle konuşmadır. Ama onu anlamak, kişinin bu sözcüklerin sivri köşelerinden korunmasında gösterdiği başarıdır.  Kalın bir kafası ya da sağlam bir çenesi yoksa onunla kimse anlaşamaz.

“Bilmiyorum” dedi Şerafettin. “Sen seslendin ya, o zaman kayıverdi. Sen niye çağardın onu can alıcı gibi?”

“Yahu şu Denizkızı lokantasının siparişini götürüversin, diyecektim. Şoför mal boşaltıyor, aşçıları da acele ediyor. Şimdi ayılıp doğrulana kadar ohoooo! Hay ben … Fadime Hanım! Fadimeee!”

Annemin Çalılıklarında

Serap Gökalp’in Kulak Misafiri kitabından

T.C.

…… Emniyet Müdürlüğü

……… Polis Karakolu

ŞİKÂYETÇİ (MAĞDUR)19… Osmanbey doğumlu Orhan kızı, Hikmet’ten olma Gonca Ünal, Selçuk Mah. Alp Sok. Tunç Ap. 26/A D.1 adresinde ikamet eder. Ethem, Fikret, Gazanfer adlı üç çocuk annesi.
ZANLI19… Bucak doğumlu Mahmut oğlu Fatma’dan doğma Selçuk Mah. Alp Sok. Tunç Ap. 26/A D.1 adresinde ikamet eder adresinde oturur Turhan Yaşar.
ŞİKÂYET KONUSUGonca Ünal’la  Turhan Yaşar’ın 24.6.19.. günü 03.oo-04.oo saatlerindeki kavgalarının komşuları tarafından ihbarı üzerine olay yerine gidilmiştir. 155 polis ekibi eve girmişlerdir. Mağdur Gonca Ünal, yaralı olarak………Devlet Hastanesine nakledilmiş, kendisine10 gün iş göremez raporu verilmiştir. Doktor müdahalesi sonrasında söz konusu kişiler… Polis karakoluna ifadeleri alınmak üzere getirilmişlerdir.  

            Tutanağı yazan polis memuru bir sigara yakıyor. Gözü çocuğa ilişiyor. En küçük çocuk. Parkı gören odanın penceresinden dışarı bakıyor. Tırnaklarını ve tırnaklarının etrafındaki etleri koparıp tükürerek bakıyor parka.

         Etlerinin tadı bu gün iyi değil. Ne zaman ellerini yıkadığını anımsamıyor çünkü. Zaten biri ona söylemedikçe sabun ve suyla pek işi olmuyor. Çünkü üstünü ıslattı diye dayak yemek istemiyor. Yalnız sabun kokulu tırnakları ve etleri kemirmenin onda başka duygular uyandırdığının bilincinde. Bazen eline bulaşıp kalmış başka tatları da sonradan algılıyor. Yaşamında bir şeylerin ters gittiğini duyumsadığı için buraya geldiğinden beri kalbi çarpıyor. Pek güvende hissetmiyor şu an kendini. Annesinin yanına gitmeyi ister ama takırdayıp duran makineden çıkacak kancalı bir kolun kendisini ensesinden yakalayıp eski yerine koyacağından çekiniyor. Bu arada ensesindeki etleri de koparabilir. Annesinin yüzünden etleri kopmuş mu olduğu sonucunu tam çıkaramıyor. Parmaklarındaki et kopmasının baştan acıdığını biliyor. Bu kanca – ki ucu dişli bir maşa gibi olmalı- dişlerinin bir birine vurmasına bakılırsa köpek balığı kadar çok diş olduğu düşünülebilir- daha çok parça koparabiliyor olmalı. Yani daha fazla acı…

            Park kırık dökük parmaklıklarıyla kocaman bir ağız olmuş haykırıyor; camdan bakarken onu çağırıyor. İlgisiz sesler çocuğun kulağına kaçıyor; bir kapı kapanması, yolda araba üzerine düşen top, bir hınkırma, camdaki karasineğin kanat vuruşları, annesinin sigara üflerken çıkardığı ses (konuşması değil) parmaklarıyla kulak kepçelerini tıkaçlıyor.

MAĞDURA SORULDUOlay nasıl oldu?
Dün gece eve geldiğimde saat 3.3o  civarıydı. Turhan’la para yüzünden tartışmaya başladık…  

            Sönük konuşuyor olmasına karşın ifadeyi alan Polis memuru da yazan memur da  öfkeleniyorlar. Örselenmiş birinin ezikliği yok onda. Tam tersine darbelerin etkisini kinetik enerjiye dönüştürüp saldırma becerisi var. Ağzı bozuk bir kadın ve sigaranın birini söndürüp birini yakıyor.      Bacaklarını açıp oturmasında bir erkeksilik var. Belki bir tür korunma şekli. Bakışlarındaki düşmanlık kalıcı. Sesinin tınısındaki tetikte saldırganlık da öyle. Şişmiş alt dudağı tam ortadan yırtılmış, bu zavallı görünüme, dudağının kenarında arada sırada filtresini çiğnediği sigara engel oluyor ve tam tersi saldırgan görünüyor.  Gözünün biri adam akıllı kötü, kapanmak üzere. Sağlam gözünden ve yüzünün hasar almamış kısmından güzel bir kadın olduğu anlaşılıyor. Güzelliğine dayağın gölgesi vurmuş olmasına karşın sağlam gözünde hep ukala bir pırıltı duruyor.

 … Benim ondan para saklamadığımı ama kendisinin çalışırsa hayatımızın daha iyi olacağını, söyledim. O bana benim üç tane piçime bakmak zorunda olmadığını, onlar yüzünden parasız kaldığımızı söyledi. Onları benim de bakmaya hevesim olmadığını ama bir süre daha hepsine, kendisi de dâhil katlanmak zorunda olduğumu söyledim.  

         “Yazık şu çocuklara yahu, tatlı uykularından etmişsiniz” diyor Polis. Kadın şimdi aklına gelmiş gibi yanıtlıyor;

            “Bu çocuklara bakamayacağım ben zaten ” diyor. Dişleri arasından sözcükleri değil çocukları çiğneyerek. “Param yok. Bazen hiç olmuyor. Onların bana gözlerini devirip aç, aç bakmaları sinirimi bozuyor. Köpek encikleri!”

            “Nasıl yani?” diyor Polis.

            “Bu çocukları devlet baksın. Ben sokak kadınıyım. Onların bedensel ve ruhsal gelişimine zararlı bu.”

            “Senin değil mi bunlar? Devlet niye bakıyormuş?” Sonra dönüp büyük çocuğa bakıyor: “Bu sizin anneniz değil mi?”

Ama çocuk şimdi konuşamaz. Dünden bu yana yaşadıkları ve yedi yıllık dağarcığı yüzünden sözcükler çok diplerde. Üstelikutanıyor. Annesinin en gözde bebeği olmanın, annesi sokak kadını bir çocuk olmanın utancını yaşamak zorunda olan büyük oğul bu.

            Kardeşlerinin bu yüzden kendisine sıklıkla hainlik ettiğini biliyor. Dişlerini gıcırdattığı için de utanıyor ayrıca. Annesi bu huyunu bırakmazsa tez vakitte dişsiz bir dedeye dönüşeceğini söylediğinden beri aniden her tarafının kırışıp dişlerinin döküleceği günü bekliyor. Her sabah kalkar kalkmaz ilkin aynaya bakması bu yüzden. Ama tüm olup bitenlerin sorumlusu olan annesi(onu doğuran yani, doğurmak terk eden, yani) ama terk ettiğini hiç kabul etmeyen şu kadın; terk ettiğinden beri de derisinin üstünde sıvı kötülüğü öfkesiyle buharlaştırıp havaya karıştırıyor sürekli. Bu kötü koku da çevresindeki herkesin burnundan beynine girip insanların kötü davranmasına neden oluyor, çocuğa göre.  Annesiyle yaşamış ve yaşamakta olan herkesin kirlenmiş olduğunu düşünüyor. Şu an herkes onun sarsılmış olduğunu düşünüyor. Oysa o olabildiğince uzakta durarak bu kötü kokudan kaçmaya ve temiz kalmaya çaba gösteriyor. Sözcüklerinin diplerde kalması da bu yüzden.

            Polis Memuru kadına tekrar dönüyor; “Yani sen çocukları Çocuk Esirgeme’ye vereceksin. Doğru anladım değil mi?”

            “Ne var bunda? Ben de yetiştirme yurdunda büyüdüm.”

            Koparılmış yaşamını geri isterdi istemesine ama nereden koparıldığını bilmediği gibi geri yapıştırılmasının olanaksızlığının da bilincinde kadın. O yüzden hıncını bu çocuklardan almayı deniyor. Yetiştirme yurdu sözcükleriyle belleğindeki birçok anı fırlayıp konuşmasında ve tavırlarında kararıp görünmeye başlıyor. Tuvaletlerdeki koku, yemekhanedeki çocukların arsızlıkları, tıraşlanmış kafalar, yatak çarşaflarının parmaklardaki izleri, gece susayıp içememek; ateşliyken ağzındaki tat ve tek başına revir tavanını seyretmek… Tehlikeli bir durum ve tekrar yerlerine tıkıştırılacak gibi değiller.

            “Bu çocuklar gerçekten senin yani.”

            “Benim ne olacak?”

            “Yahu hiç olur mu? Sen annesin çocuklarının başında olsana. El kadar çocuklar yapayalnız hayatta…”

            “Boş ver. Yalnızlıktan zarar gelmez. Kimseye borcun olmaz fena mı? Ben hep yalnızdım. Canımı sıkacak kimim kimsem de olmadı. Olmasını da istemem zaten.”

            “Babalarına ver o zaman.”

            “Babaları mı?” diyor, göz ucuyla çocuklara bakıyor. Ağlayan giysileri ve içindeki zavallılar diş kamaşması gibi bir duygu yaratıyor kadında. Bu yansımayla polise bakıp; “Üçünün de babası başka” diyor. “Hem üçü de ben istemeden oldu.” Yine çocuklardan yana düşmanca bakıp; “Eldiven yâda çorabın tekini kaybedince ne yapacağını bilemezsin ya,  diyor. “Yenidir, çöpe atılmaz, eksiktir kullanılmaz. Çekmece diplerinde manasız saklanır. Onları ne yapacağımı bilmiyorum. Verin Çocuk Esirgeme’ye. Çocuk -mocuk istemiyorum.”

Kucağına oturmak isteyen çocuğu rengi solmuş penyesinden tutup ileri itiyor. Sonra parmaklarındaki hayali tozu sepeliyor.

            Sesinden kötü bir koku mu yayılıyor, yoksa bir annenin kavram kalıbına tam aykırılığı mı içini daraltıyor polisin? Pencereleri ardına kadar açmak; yarı beline kadar sarkmak itkisi tüm benliğini kaplıyor. “Devam edelim” diyor ama.

 … Bana bu çocukları derhal evden yok etmemi ve derhal sakladığım paraları ona vermemi, söyledi. Vermeyeceğimi, söyleyince almasını bilirim, deyip dövmeye başladı. Çocuklar olayı gördü. Kavgayı başlatan ben değilim. Turhan’dır.  Karşı dairede oturan Sıdıka Hanım’da tanıktır. On günlük iş göremez raporum vardır, şikâyetçiyim, dedi.

            “Okula gidiyor mu bu çocuklar?”

            “Hayır, en büyüğü yedi yaşında zaten.”

            “Ne yapıyorlar tüm gün, kim bakıyor onlara?”

            “Evde oturuyorlar.”

            “Ne yapıyorsunuz oğlum siz?” diyor ortancaya.

            “Hava kötü değilse sokakta oynuyoruz, kışın evde…” Çocuk bisküviyi çaya batırıp ucunu emiyor. Onun için şu anda birincil iş polislerin verdiği bisküvilerden payına düşeni bitirmek.

            Aç o. Ama bunun sindirim sistemiyle değil annesiyle ilgisi var. Annesinin onu doğduğundan beri görmezden gelmesi yüzünden aç. Sözgelimi şu anda annesinin elini ensesinde hissetmek için neler vermez… Ama annesi hiçbir zaman ensesini tutmuş değil. O yokken gizlice elbiselerini kokladığını da hiçbir zaman bilmiyor. Ortaya çıkan şu; annesi orası burası sökülmüş-bir keresinde yırtılmıştı- elbiseleri bulunca, ne vakit ve nasıl olduğunu hiçbir zaman anımsamıyor. Bunu kendisiyle ilgilenmesi için ortancanın yaptığını bilmiyor. Gece su istediğinde ona uykusundan uyanıp su getirenin her zaman ortanca oğlu olduğunu bilmediği gibi.

            Şu anda tüm ilgisini çeken çayla ıslatılmış bisküviler olmasına karşın geldiğinden beri hiç yerinde durmadı. Bu şekilde davranması içgüdüsel olarak bulup geliştirdiği bir tür yatsıma ve savunma biçimi. İnsanların onun yapıp ettikleriyle yorulup bıkması sayesinde kendisini üzecek bir şey yapmaya fırsatları olmadığını keşfetmiş çünkü.

            Oyun oynarken kimsenin ona sataşmaması-oyuna almaması da-bu yüzden. Ama tüm bu çabaları annesinin ilgisini ona yöneltmeye yetmiyor.

Bütün geceyi uykusuz geçirmiş bir çocuk olarak acarlığından  bir şey kaybetmiş değil. Mahalleye gidince emniyet müdürlüğünün kaçıncı katında olduğunu anlayamadı ama bilmem kaçıncı katını nasıl alt üst ettiğini, polislere nasıl kafa tuttuğunu, üvey babasının polislere nasıl yalakalık yaptığını, annesine nasıl bir prenses gibi davrandıklarını anlatacak. Saçları ve sakalları kirpi gibi esmer bir adamın -kafasını ters çevirsen, ne tarafı saç ne tarafı sakal imkânsız anlayamazsın-kendisine bakan kanlı gözlerine nasıl dil çıkardığına dair hikâyelerini kurguluyor ve nasıl hava atacağını düşünüyor. Polisin sesiyle kendine geliyor;

            “Sen okula gitmiyor musun?”

            “Cık.”

            “Hiç?”

            “Cık.”

            “Kardeşin?”

            “O da.”

            “Ne yiyip ne içiyorsunuz peki?”

Sustu çocuk. Uzunca bir süre elindeki ısırılmış bisküviye baktı. Polis olmayacak şeyler gördüğünü düşünüyor. Olmayacak parçalar olmayacak biçimde bir kolaj olup karşısında duruyor.

ZANLIYA SORULDU26.6.19..gecesi 04.3o’ da Gonca eve geldi. Param olmadığı için ondan borç istedim. Bana türlü hakaretler ederek tahrik etti. Sarhoş olduğum için kendimi kontrol edemeyerek bir tokat vurdum.

            Az konuşan, alacakaranlık gözlükleriyle tamamen kaplanmış, vuran öküz gibi gezen genç bir adam. Bıyıklarını ha bire çekiştirip duruyor.

“Şu gözlükleri çıkar” diyor polis buyurgan.

            Nereden bilecekler, salla gitsin. Zaten bıktım bu karıdan. Süsünden püsünden para ayırıp bir sigara parası bile verdiği yok. Ne yaparsın böylesini? Nasılsa yatıp kalkacak bir yer bulurum. Hem bakarsın bu veletleri alırlar, ev bana kalır. Halı yeni. İsmail’den iyi bir para kopartırım. Televizyonu da okuturum eskici Nurettin’e. O fark edene kadar evden ele gelir epey malı kaldırırım. Yok, böyle giderse katil olup hapislere düşeceğim, bana yazık olacak.

            Polisin ‘Ne zamandır bu kadınla birliktesin?’ sorusuyla düşünceleri birden bire kayboluyor ve dingin bir sesle “İki yıldır” diyor. Az önceki durumuyla hiçbir ilgisi kalmamış görünüyor. Kış gecesinde yatıp bahar çiçekleriyle uyanmaya benzer bir şaşkınlık yaşatıyor Poliste. Bu anında değişim aksesuarlarını neresinde taşıyordu ki bu adam, diye aklından geçiriyor polis ve “Ne iş yaparsın sen?” diyor.

            “İşsizim Ağbi.”

            “Mesleğin ne yani?”

Acındırmak için boynunu kırıp; “Ortadan terkim. Bir ara otopark bekçiliği yapıyordum,”diyor.

            “Bu kadına müşteri falan buluyor musun?”

            “Yok. O kendi çalışır.”

            “Bu çocukların hiç biri senden değil mi?”

            “Yok. Sonuncusu bir ihtimal ama sanmam. Öyle olsa hissederdim.” Gene değişiyor, yalaka bir sesle ; “Vallahi komiserim ben dövmedim. Geldiğinde zaten dayak yemişti. Ağzı burnu kaymıştı. Sarhoştu da. Sorun bakalım kendinde miydi, geldiğinde? Ben onun çocuklarını kanatlarımın altına almışım, bakıyorum…”

            “Neyle bakıyorsun? Kazancın var mı?”

            “Canım söz temsili yani. Şimdi işsizim ama elbet bir iş bulacağım.”

            “Yani sen şimdi diyorsun ki bu kadını bu hale ben getirmedim. Öyle mi?”

            “Ağbi valla…”

            “Tamam, kes.”

 …. Darp izleri bana ait değildir. Eve geldiğinde sarhoştu ve zaten dayak yemişti. Ben onun çocuklarına bakıyorum, gururumla oynamıştır, şikâyetçiyim, dedi.  

            Büyük çocuk şöyle hissediyor; koca bir cama bir taş gelmişti. Kuşkusuz küçük bir çıt sesiydi. Ama sözcüklerin açtığı delikten sayısız çatlaklar dallanıyordu şimdi.

Şu an koşarak kaçmayı istiyor, kardeşlerini de hadilemeyi…  Tehlikeli bir karar. Olsun. Yeni bir belaya ne kadar yakın, bilmiyor. Kaçmakla kurtulacak mı, kurtulacaklar mı belli değil. Olsun. Yaklaşan bela neye benziyor, bilmiyor. Olsun. Arkana bakmadan kaçmak… Koşarken parçalanıp döküleceklerini hissediyor. Olsun. Yitikler umurunda değil şimdi. Annesinin hayatından çıkınca bisküvi paketindeki çizgi imler kadar incelmiş olacak ve markettekilere benzer sayısız optik okuyucunun ışıkları onları kavuracak… Olsun.

            İki bayan kapıyı tıklatıp odaya giriyor. Kayıp işlemleri yaptırmak istiyorlar. Yüzü gözü yara bere içindeki kadına, çocuklara ve adama şaşkınlıkla bakıyorlar. İfadeyi yazan polis “Hanım siz bitişik odaya 27 numaraya gideceksiniz” diyor. Özür dileyip çıkıyorlar. 27 numaralı odaya, kayıp kız kardeşlerinin işlemlerini başlatmak üzere dilekçe veriyorlar. Az önce karşılaştıkları kadının, kardeşleri olduğunu, hiçbir zaman bilemiyorlar ve onun izine hiçbir zaman rastlayamayacaklarını…

            Yaşam içinde oradan oraya savrulan çocuklarsa besbelli annelerinin çalılıklarında barınmaktan bezmiş ve kararlarını vermişler. Dikenleri ellerine batan düşlerini başkalarına verecekler. Yalazları saçlarını tutuşturan bu sevgiyi de… gülüşleriyle birlikte; sen tut demeye karar veriyorlar polise… Birbirlerine sokuldukları köşeden verilmiş bu kararı ağabey açıklıyor; “Siz” diyor. “En iyisi bizi çocuk yurduna gönderin. Annem bizi istemiyor.”

-o-

Sigaramın Dumanı

Serap Gökalp’in – Kulak Misafiri kitabından

Akşam Hanzade kırık kalbini bana getirdi. Kız kıza onaralım diye. Yürüyüşü yarım bıraktık of, çünkü sigara içmeye başladı. Oturalım, dedim, yürürken içince daha çok zehir oluyor. Oturduk. İkincisini yaktı. Baktım olmuyor, kalk, dedim, bize gidelim de kahve yapayım. Yürüyüşten vazgeçtik. Zaten hava soğuk falan dedik dönerken. Yirmi derece birden düştü ısı. Nasıl sen öyle birdenbire gitmeye karar verdiysen yaz da öyle çekip gitti.

            Sen… Hiç bitmeyecek gibisin. Dün akşam da gizlice sana geldim; bedenimde mavi ışıklar. Yine pencereden girdim, eteklerimde mavi bir rüzgâr. Yalnızdın, uyuyordun saçların terli. Yorganı çektim, ben örttüm seni. En ıssız, en ayıp, en ıslak rüyana dek girdim. Yalnız değilsin, yalan…

            “Hı?” diye irkildim. Hanzade birinden söz ediyor da. İkisi de kırklı yaşlarındalar, bekârlar ve yaşamları zehir. Neden mi? Başka seçenekleri olmadığı gibi birbirlerine karar vermiş de değiller.

            “Otur oturduğun yerde rahat mı batıyor?” diye homurdandım. Bunu kendime mi söyledim ona mı valla bilmiyorum. Bizim verdiğimiz kararlara ne oldu?

            “Çok yalnızım, bildiğin gibi değil,” dedi. Benim halimi  bilse. Sanki adam onun yalnızlığını paylaşacak! Boş laf! Bir şey demedim. Şimdi yaraya tuz mu basayım? O çekip gidince başına gelecekleri başlangıçta hesaplamaz ki insan.

            İlişkiler salıncakta sallanmaya benzer, Hanzade. Önce uçma duygusu, sonra bıkkınlık, mide bulantısı. Bunu içimden dedim. Yok, bizim salıncağın ipi koptu, ben yere çakıldım.  Baktım o sırada sen yoktun. Yoksun kalbim yoksun… Diyemedim elbet. Apansız gidişini söyleyemedim. Şimdilik kimselere diyemiyorum. Neden sakladığımı da bilmiyorum.  Kendime diyebiliyor muyum ki? Dillendirsem ne yapacağımı bilemeyeceğim, varsın saklı kalsın. Bu salıncaktan yorgundum hoş. Gidiş gelişler bitti mi dersen ne gezer? Hem şu güz yağmurları! Sanki kırk ikindi yağmurları! Senin yağmurların… Üç gündür şehrin doğu yakası sular içinde, batı taraf kuru, şimşekler, gök gürültüleriyle bekleyişte. Öyle bir elektriklenme var ki havada durup dururken tutuşuverecek diye şu ağaçlar, sokaklar, yapılar, yüreğim yerinden oynuyor! Yalan, yüreğim yokluğunu anlayacağım diye çırpınıyor… Bugün her yerde senin yağmurların yağıyor.

            “Kahve yapayım,” dedim. Peşimden mutfağa geldi, hiç susmak istemiyor.              Sandalyelerinden birine oturup masa örtüsünün desenlerini parmağıyla tekrardan çizerek, üst üste sigara içerek…

            “E, ne yapıyorsun kuzum, tüm yürüyüş boşa gitti” diyorum. “Boş ver zaten yürümedik ki,”diyor, dudağının kenarı yere değecek.  Benim de sporumu berbat ettiğini söylüyor ya aslında umurunda değil, biliyorum.

            “Canın sağ olsun, önemli değil, zaten hava soğuktu” diyorum. “Sen olmasan yürüyüşten zaten caymıştım.”

            Tek başıma öyle ya… Hayır, öpülmeyen dudaklar, beni duymayan kulaklar, karanlıkta saklanan ışıklı gözler, üşüdüm bahanesiyle tutunamayacağım parmaklar olmayınca nasıl katlanacağım? O Tanrının cezası yürüyüş parkuruna gidiyoruz işte, başka yer yok gibi! Ne bileyim, bir daha gitmeyeceğim, söyleyeceğim Hanzade’ye ne var da hep aynı yere gidiyoruz! Yol boyu yürüyelim işte!  Şart mı yürüyüş parkuru sanki? Her yanım kan revan içinde kalıyor, sen yoksun…

            Kahveyi şekeri karıştırıp; “Evde oturalım işte sıcacık ama sen çok sigara içiyorsun benim de canım çekiyor” der demez paketi önüme itiyor. Sözde ben sigarayı bıraktım.

            “Ben sevmişim bu çocuğu farkında olmadan ya, iç bir tane de sen, bir şey olmaz” diyor. Annemin sesi kötü arkadaş öğütlerini diziyor ensemden aşağı doğru. Her yere tembihler,”sakınlar”, “emi çoçuğumlar”, “oldu mu şimdiler” sıçrayıp dağılıyor.

            Cezveleri ocağın üstüne koyuyorum. Biri seninki. Sigarayı alıyorum. Bırakma işi böylece bitti. Aslında yalandı, gizli gizli içiyordum. Sen daha gitmemiştin hoş ama öyle başkalaşmıştın, gözlerin öyle ben yokmuşum gibi bakıyordu ki… İçtiğimi kimse bilmiyordu, Hanzade de. Onun kaçıncı sigarası? Toz şeker kabının içinde kaşıkla kuş yuvası yapıyorum, tanecikler kayıyor, yine oyuyorum, yine doluyor, daha hızlı oyuyorum, daha hızlı kayıyorlar öfkeyle bastırdığım kaşıkla şeker tanecikleri amansız bir boğazlaşmaya tutuşuyor ben ezdikçe kimileri dışarı sıçrayıp tezgâhın üstüne saçılıyor, kimileri daha dibe gidiyor! Hayır, hayır, hayır! Kan revan içinde kalıyoruz, ben; kaşık ve toz şekerler, kan revan, bu laf senin ve ben ikide bir kullanıyorum.

Kahve!

Kabaranca fincanlara doldurup pencereyi açıyorum acı bir soğuk;

             “Şu üstümü değiştirip geleceğim Hanzade” diyorum. Otursun içsin sigarasını! Şu toz şekerler de çekip gitsin! Anne sesinin boncuklarına basmayalım, kayıp kafamızı yarmayalım, annem seni de istememişti bak!

            Ama hayır, peşimden yatak odama gelip soluksuz anlatıyor. Giyilip çıkarılmış giysilerden dağılmış odada, parmağım dudağımda, uygun giysiyi arıyorum. Senin mavi kazağın, senin eşofmanının altı, teki kayıp çorabını da buldum bu arada. Bir yabancının gözü önünde dünyanın en doğal haliymiş gibi iç çamaşırlarımla geziyorum. Çıplaklığım onun umurunda değil o başka. Çağatay’ı görüyor, Çağatay’ı duyuyor! Rimelli kirpiklerini parmak uçlarıyla kaldırınca anlıyorum ki ağlayacak. O zaman azıcık susuyor, ben de onun yüzüne bakmıyorum. Tam da o sırada iki günlük sakallı çenen;  toz şeker taneleri…değer gibi oluyor göğsüme irkiliyorum.

             “Of kendimi çok kötü hissediyorum yaaa!” diye nara atıyor.

            Olmayacak!

            Sigarasının külleri ve kalbinin kırıkları! Evin her yerine saçıyor onları. Benimkilerle birlikte olacak gibi değil! Gözyaşlarıyla eriyip yapış yapış olacaklar!

            “Bak bu fincanları bana Muzaffer Teyzem hediye etmişti. Adından ötürü onu askere çağırmışlardı da…” diyorum. Cevap vermiyor. Sürdürüyorum; “ Kala kala iki tane kaldı biz şeyle birlikteyken hep bu ikili fincanlarla… Bak sana ne diyeceğim Hanzade…”

            Bana: “Beni neden bıraktı anlamıyorum!” diye çıkışmaz mı?

            “Hanzade! Tanrı Aşkına kim bilebilir ki? “

            “Nasıl güzel vakit geçiriyorduk.” Çıkardığı ses yüzünden onun saçını başını yolduğunu sanırsın. Çok mutluymuşlar. Ben de… bizim öyle olduğumu…

            “Akla gelmedik zamanlarda araması, “diyor.

            “Ve yüreğimi acıtması” diyorum. Bana tutkudan söz ederdin. Tutku… Yalansın.

            “Onu şaşırtıyormuşum” diyor.

            Şaşkınlıktan zaten!

            “Gözlerimin içine bakarak konuşmalar.” Ha babam çekiyor dumanı.

Senin gözlerini bilmiyor ki… Akdeniz…

            “Gelirken geçerken şakalaşmalar,” iç geçiriyor.

Yok, şakaları ben yapardım. Gülüşüm hüzünlerini örtsün diye can atardım.

            “Ne güzeldi bilsen.”

Bilmem mi?

            “Sonra bu kız çıktı ortaya!”

Bizde o kız hep vardı. Esas kız o.

            “Kızı gör; çok esmer bir kere. Hem kara hem zayıf!”

Benim hiçbir fikrim yok. Seni geri aldığına göre çekici olmalı.

            “Tamam, ben şişmanım. Ama vereceğim bu kiloları!”

Ben fazlasını verdim, kaç para eder… Kilom yoktu üstelik…

            “Ama o kızdan ne anlıyor?”

Bilmiyorum!

            “Ay sen böyle bir şey düşünebiliyor musun?”

            “Efendim?” İrkilmişim.

            “Beni nasıl kırdığının farkında değil mi bu?”

            “Olmaz olur mu? Bir şeyi fırlatır atarsın kırılır. Fizik kuralı, herkes bilir,” diyorum, kornişlere.

            “Bütün dairedekiler ona imrenirdi, evliler bile.”

Benimkine de imreniyorlarmış ama benimki zaten artık evli.

            “Ne yapacağım yaaa?”

Hanzade’yi öldürmemeliyim. Sonra kim ütüleyecek benim kafamı? Ütülü de olsa omuzlarımın üstünde bir kafam olması iyidir. Görünüşü kurtarır, içindeki akıl süzüldü ama… eh işte…

            “Uzun süredir berbat durumdayım,” diye konuya girmeye çalıştım yavaşça.

“Olmayınca ne yapacağımı bilemiyorum. Yok, yapacak çok şey var da anlamını yitirdi, sorun bu. Boş bulunuyorum bak bunu anlatayım deyiveriyorum… Ama o artık yok. Her gün bugün gelir mi acaba diye umutlanıyorum. Bugün, bugün, bu gün… Kapıyı açarken kilitli değildir belki diye yüreğim çarpıyor. Hani geldiyse, içerideyse… Bir şey olmamış gibi birlikte yemek hazırlarız. Sonra karışlıklı özürler mözürler… Hiç değilse telefon etse bari… O da alışamamıştır, dişini sıkıyordur. Gururundan… Dayanmaya çalışıyorum işte…” Derinden iç geçirdim. Cevap vermedi. Hiç susmamış gibi, ben ortaya bu kadar duygumu saçmamışım da sanki… Halıya çakılı gözleriyle kaldığı yerden konuşmasını sürdürdü. Bütün gece anlattı durdu. Bana da sigara içirdi. İçmeyip de ne yapacağım? Odada göz gözü görmüyor ki!

            “İstemez olur muyum?” diye bağırdı. “Bütün bu olup bitenler sahip olamamaktan baştan çıkma hali değil de ne?”

            “Ben ne dedim şimdi?” diye ellerimi çaresizlikle açtım.

            “Of! Çok kötü durumdayım. Çok geç oldu, hadi ben gideyim” diye ayağa fırladı durup dururken.

            Senin gidişine ilişkin tek laf etmiş değil. Duymadı eminim. Birkaç gün sonra soracağım bakalım ne diyecek? Haberim yok, ay söylemedin ki demezse Arap olayım. Çünkü avizenin ışığı gözlüklerinde parlarken o yere bakıp yalnızca Çağatay’a söyleniyordu.

Gitti.

Yalnız kaldım.

            Her gece erkenden pijamanın içine giriyorum. Düğmelerini üzerime ilikliyorsun. Göğsünde hep bir ağırlık var değil mi? Şu atlet olmasa teninde uyuyabileceğim. Uyuyabilsen, süzülüp hücrelerine akacağım. Dokunabilsen içime alıp dirileceğim.

Gece vakti. Sigaramın dumanına karışıp pencereden yavaşça süzülsem. Biliyorum şimdi onun yatağındasın. Gün doğumunda uyku kozası yavaş yavaş kopuşurken yanında olmak için neler vermezdim… Hanzade evdeki tüm kırıkların kendisine ait olduğunu sanıyor. O kırıklardan birini, saçımın bir tutamıyla pencerenin kenarına bıraktım; geldiğimi bil diye.

-o-

Bugün Bekle Beni!

Serap Gökalp’in Kulak Misafiri adlı kitabından.

Masanın üstündeki matruşka gülümsüyordur. -Hani şu Anadolu Medeniyetleri müzesinden ‘bak bu sana benziyor’ diye beni kızdırıp sonra da  kopyasını aldığın-  eski tunç devrinden gümüş kadın heykeli, gözlerini akvaryumun kabarcıklarına dikmiştir. Şimdi çalışma masanda, döner koltuğunda oturuyorsundur. Zamanın hiç mi hiç farkında değilsindir. Geleceğimi bilsen, kaloriferin ısısını yükseltirdin. Pencereden dışarı bakıp, hiçbir şey görmeden, kafanın içinden çıkamadan,camdaki lekeye ya da dağlara doğru uçan kuşlara… Apansız içeri dalacağım. Beni hizmetçi karşılayacak. Parmağımı dudağıma değdirip ona susmasını işaret edeceğim. Bu yüzden, odanın kapısı açıldığında dönüp bakmayacaksın:

“Çay mı getirdin Sahare, kahve mi?”

Gerçekte umurunda olmayacak. Çünkü o sırada, iki üç hafta sonra gideceğimiz geziyi düşünüyor olacaksın… Yanına kadar görünmeden sokulacağım. İşte o zaman çeneni kaldıracaksın. Yüzünü hemen çevirmeyeceksin. Beklediğini karşında bulamama korkusu içinde, kendi tıraş losyonundan farklı o kokuyu arayacaksın. Yavaşça, döner koltuğunu geri kaydıracak, masadan uzaklaşacaksın. Sahare, fincanı bıraksın diye her zaman böyle yaparsın. Ama gerçekte, gerçekte… Fırsat bilip kucağına atlayacağım. Hayır, hayır, hayır ipek bir şal nasıl akarsa öyle, kollarına akacağım; saçını, gözlerini, burnunu, dudaklarını, yüzünü, boynunu kaplayacağım. Beni görünce inanmazlıkla şimdi, şu an kayaktan yeni gelmiş yüzümü düşündüğünü söyleyeceksin. Çok şaşıracaksın çok.

“İçime mi doğdu ne? Seni düşledim, hayır istedim. Bugünün isteği oldu,”dediğini, zor duyacağım. Ama bedenimden geri durmaya çalışacaksın.

“Ah elbette, elbetteee,” diye inanmayacağım.

“Biliyor musun? Sahra Çölü’ne, belki gelirsin diye pişirdiği barbunyadan ayırmasını istedim.‘Birini mi bekliyoruz Zafer Bey? Kısır da, ayırayım mı?’ dedi, ‘Yok, yalnızca barbunyadan, kısır bekletilince kötü olur,’ dedim.”

“Sahare’ye neden Sahra Çölü deyip duruyorsun?” diyeceğim. “Alınmıyor mu?”

“Yo, niye alınsın? Bunca yıldır burada çalışıyor. Aynı evin insanıyız. Kötü mü? Sana da isim düşündüm ama bulamayıp vazgeçtim. Hiç ele avuca gelmiyorsun ki. Hayır, yani insan, senin için budur diyemiyor ki… Her dakika şaşırmamak için tetikteolmak… Islak sabunu tutamazsın fırlar kaçar, öyle …”

“Sabun mu? Ben sabun muyum? Bu kadarcık mı senin için anlamım? Ben Pınarım, benimle yıkanmanı istiyorum, beni içmeni…” Sözcüklerimin arasına edepsiz kahkahalar girecek.

“Sus rica ederim, gene başlama!” diye kızacaksın. Gözlerini kapatıp; ”Nasıl oluyor da lafı böyle çeviriyorsun?” diyesoracaksın.

“Ama sen dedin. Acaba Freud sabunu nasıl…”

“Tamam keselim. Senin ağzının ölçüsü yok.”

Dereden tepeden konuşmaya başlayacağız. Ben hep konuyu şakaya vuracağım, olup bitenleri nefes nefese anlatırken düşeceğimi sanacaksın. Belimden tutmak zorunda kalacaksın. Dokunur dokunmaz sırtımdan fışkıran teri yoklayıp; ”Terledin mi sen?” diyeceksin. Sözde konu buymuş sen de benim terlememle ilgileniyormuşsun gibi davranacaksın. Moher kazağın pek güzel durduğunu söyleyeceksin, pek de yumuşak.

“Bu kazakların en güzel yanı sıcak tutuyor olması, içime çamaşır giymeme gerek kalmıyor.”

Hata ediyormuşum.

Büyükannemi anımsattığını söyleyeceğim. “Ne yani, böylesi daha kolay ulaşılabilir değil mi?”

Ah, ah hasta olmamdan kaygılanmana; fısıltıyla “Yalansın,” diye sataşacağım. “Ninemin yatağında bir kurt! Umurunda sanki” kahkahamın ağırlığından başım geriye sarkacak.

“Elbette umurumda. Yakası da çok açık. Nasıl kazak bu yahu?” derken, kaşların çatılacak. Senden kaçarken arkaya doğru devrileceğim, yine belimden tutmak zorunda…

“Rahat dur Pınar bacaklarım acıyor, koltuk da devrilebilir.”

“Aman ne zararı var? En fazla yere düşeriz.”

“Ben bu vücutla seni incitirsem diye…”

Susacaksın. Gözlerine iki yıldız düşecek;

“Yarın daha erken gelmelisin, sana doyamıyorum” diyeceksin.

Göz rengin nasıl oluyor da kimi zaman saydamlaşıyor bilmiyorum, ama o sırada saydamlaşacak kuşkum yok. Bunu demeliyim, çünkü bayılıyorum o savrulan, yanan hançer ışıltısına… Sonra heyecanla koşarak geldiğimden, otobüsten indiğimde -aksilik işte- Orhan’la karşılaştığımı… Onu anımsıyor musun? Bizi önceki yıl “Krem Pub”da görmüştü de daha yeni buluşmaya başlamıştık o zamanlar hani, sonradan dedikodu eder diye henüz kaygı duymadığımız günlerde. Ne aptalca. Bilirsin her şeyi çok merak eder, bayıltana kadar sorar da sorar. Yalan söylemek zorunda kaldım elbette. Yok canım, Zafer’e gidiyorum der miyim?”

Tutunacak yer bulana kadar kıpırdanıp sırtımı masanın kenarına dayayacağım. İyice yerleşince gömleğinin yakasını düzelteceğim. Parmaklarıma direnen düğmelere küfredecek tenin ve dudaklarımın yaklaşması, öpmesi için tüylerin ürperecek, yanıp tutuşacak etin. Sırtımdaki parmaklarını çekip koltuğun kolçaklarını yakalayacaksın. Heyecanlı konuşmamı sürdüreceğim; buraya gelmenin kalbimi yerinden oynattığını… Galiba haklısın, koltuğun tekerlekleri kırılabilir…”

“Bırak kırılsın,” diye dişlerini gıcırdatacaksın.

“Ne diyordum? Orhan’dan kurtulur kurtulmaz, önce hızlı adım, sonra koşarak sana geldiğimi. Çünkü yolda senin öğlenden sonra, belki dışarı çıkmayı düşündüğünü anımsayınca, korkuya kapıldığımı.- Geçen hafta telefonda söyledin.-Bütün şaşırtmaca bozulacak, öyle ya… Bu yüzden caddeyi neredeyse koşarak -trafik ışıkları yeşil olsun Tanrım!- Sokağı kıvrılınca da, okullu kızlar kadar sabırsız koşarken, fren yapıp savrulduğumu, kahkahalarım arasında… -aaa, bak saç tokam da düşmüş- merdivenleri tıkanacağıma, aldırmayıp koşarak çıktığımı…

Sen ilgiyle, kaşlarını kaldıracaksın. İnanmayan göz ışıklarıyla (9)bana yeniden dokunmayı isteyip -aman aman hayır- korkarak gülümseyişine saklanacaksın.

Neyse ki gelmeden önce, koca bir paket çikolata yediğimi, bu soğuk havada koşacak enerjiyi bulduğumu, tadının hâlâ dudaklarımda ve dilimde olduğunu bak…

* * *

… tım, gözlerim pencerenin dışında durmaktan donmuşken, sonunda iki serçe kapıp götürdü onları. Televizyondan taşan kaza, terör, cinayet böceklerinin saldırısına rağmen geri gelmiyorlardı.

            Bugün onunla konuşmalı. Pınar’ın sağlam beyaz dişleri arasındaki dili; “Söylemeye çalıştığını anlamıyorum canım ama pek iyi bir şey değil sanırım. Çünkü kalbim çarpmaya başladı,” diyecek. Nasıl başlamalı? “Bir süredir canım sıkkın-Nasıl desem, sabrımı taşıran bir şeyler var Pınarcığım.” (Giderek ondan nefret edecek, hırçınlaşacağım, kendimi tanırım. Böyle olmasını istemiyorum.) Sahra Çölü’nün getireceği iki bardak çay mı? Belki sütlü kahveli, dereden tepeden konuşmalı, hava durumlu, seni iyi gördümlü, dolandırılmış bir konuşmayla mı başlamalı? Dolambaçların, burgaçların içinde yolunu yitirmeden yürünebilecek mi? Pınar’ın mat kahverengi gözlerinin altında kalmadan. (Sinirime dokunuyor artık!) “Ne yazık ki şekerim… Elbette böyle olmasını istemezdim.” Bu şekerim lafı epey derin bir vadi işlevini üstlenmiş oluyor. İyi oluyor. Hatta tatlım da denebilir. Onu en uzak yere fırlatan bir vurguyla; “Evet tatlım, şekerim, arzularımın kırıntılarını şu kuşlara attım sen gelmeden önce gözlerimle birlikte ne yapabilirim?” Mat kahverengi gözler; hayır anlamıyorum.

İçimdeki acılık gerçekten sevebileceğim birinin hiçbir zaman karşıma çıkmaması yüzünden! Serçeler gözlerimi sonunda geri getirdiler. Ekrana yapıştırıp gittiler. Şehir içinde ölümcül bir kaza. Freni patlayan belediye otobüsü-neyse ki yolculara bir şey olmamış-ama ne yazık ki… diyor sunucu… “Karşıya geçmekte olan biri –yeşil yanıyormuş- kaçamamış…” Yavaşça doğruldum. Belli ki o aptal kutusuna girmem gerekiyor. Freni patlayan belediye otobüsünden yayılan benzin kokusunu duymalıyım. Kazada ölen kişinin nüfus cüzdanı ekranı, hayır duvarı, hayır tüm evi kapladığı sırada sunucu adını söyledi; Vouvouvouv. Uzun süre yolun kenarındaki kirli ve taşlaşmış kar yükseltilerinde tökezleyerek dolandım. Yerdeki o kabartıyı örten gazetenin kare bulmacaları, kara kutularına baktım. Ve kan birikintisi içine saplanmış tampon kırığına… İçimde bir tel koptu. Apansız. Metalik bir sesle boğazımdan dışarı fırlayıp titredi. Canım acıyacak mı, diye bedenimi dinledim: hayır. Hayır, batmadan ötürü rahatsızlık duygusu. Basit bir duygu. Tutup çektim teli, rahatladım. Bir bakıma konu kendiliğinden çözüldü. Azıcık kırgınlığı yutkunup sindirebilirsin oğlum Zafer. Vay canına! Bugünün isteği oldu; şimdi gelmeyecek ha? Sıkıcı konuşmalar yapılmayacak.

Sahare “Zafer Bey!” diye çılgınca odaya girdiğinde, gözlerim onu durdurmuş olmalı.

“Duydunuz demek!”

-o-

KANUNLA ÇALINAN

İki yüz elli yıllık, ahşap köşkün her sabah külle ovulan kapı tokmağına uzandı. Bahçe duvarından taşan leylakların ve içerideki iki büyük manolya ağacının kokusu çıkmaz sokağa her girenin üstüne siniyordu. Matmazel Elaine’nin eli,  tıpkı yıllar önce Jülide Hanım’ın kendi kapı tokmağına uzanan eli gibi titriyordu.

 Rıhtım bir karınca yuvasıydı ve az sonra uçacakmış gibi duran tekne, kuğu duruşuyla,  böbürlenerek, Kavala’ya bakıyordu. Denizse bir avuç midye kabuğuna; kasabaya ağzını şapırdatıyordu.

Sabahın bu erken saatinde kapının vurulduğunu, ikinci kattaki yatak odasından duyan Jülide Hanım, gözlerini açtı. Ve anılarına saklanmış başka bir kapı tıkladı içinde, yine bu saatlerde çaldığı.

Daha fazla dayanamamıştı Jülide Hanım ve o sabah yaşmağını örtüp alaturka saat dokuzda aceleyle evden çıkan kocasının peşine takılmıştı. Evler peçeli, tulumbalar uykulu, kaldırımlar dilsiz, çarşafı sürükleyen ayakları yastaydı. Sonunda, sonunda,  sonunda korkulan sokak gelip; önünde durmuştu: Terzi Elaine’nin sokağı!

Matmazel Elaine, tokmağı vurdu, bekledi. Kapıya yaklaşan takunya seslerini dinlerken sabırsızlandı.

O sabah da aynanın karşısında, daha fazla dayanamamıştı. Kanı çekilmiş, heyecan ılık ılık bacaklarından akarken odasından çıkmıştı. Gene ilk ama son görüşme duygusuyla, yüreği dar yerde sıkışmıştı. Atağ Bey de, her geldiğinde, başını yana devirir, bu boynu, bu yüreği yanan avuçlarında bir an tutar, sık nefesler alıp,  sessizce ona bakardı. O sırada yanağının altında bir kat oluşur, Elaine, çizgilerle çevrili bu kurt bakışa ve adamın kokusuna bayılırdı.

Atağ Bey geldikten az sonra kapının tokmağı tıkırdamış, hizmetçi, dikiş getiren bir müşteri sandığından, peçesi örtülü içeri dalan kadını durdurmayı aklından bile geçirmemişti. Konuk, rüzgârı daha kapıdaki kızın yüzündeyken merdivenleri tırmanmış ve (Aman Allah’ım!) Matmazel Elaine’nin özel odasına dalmıştı! (Kız ne yapsın?)

Yaşmağını açan Jülide Hanımın yüzünü görünce, (bu peçeyi açış her ikisine de hitap ediyordu) Matmazel Elaine kahve fincanını kucağına düşürdü. Fincan havadayken Atağ Bey yerinden fırladı. Kocasının bildik çorapları, arkadaşının bildik halısının üstündeydi. Tek kelime etmeden evine geri döndü. Gecesi bebeğini kaybetti. Beşinci gebeliğiydi. Elaine adlı bez bebek de aynı günden sonra yok oldu.

Kapıyı açan halayık, nutku tutulmuş Matmazel Elaine’ye bakarken, evin hanımı, kocasını uyandırmamaya çalışarak yataktan kalktı,  ikinci katın sofaya bakan sahanlığında belirdi. Yerleri süpüren beyaz ipek geceliği, belinden aşağı sarkan tarçın rengi dalgalı saçlarıyla, yataktan değil efsanelerden çıkıp gelmişe benziyordu. Hazerandan süzülen sabah güneşi altındaki bu dünya dışı yaratık, alt katta, sofanın ortasındaki havuz kenarında durmuş, aslanağzından akan suyu dalgın izleyen, ayak seslerini duyunca başını kaldıran, çocukluk arkadaşıyla göz göze geldi. Üst kata çıkmasını bekledi.

 İnsan, hayvan, eşya sesleri, teknenin gıcırtısına karışıyor, dalgaların köpük sesleri suyun içinden fışkırmışa benzeyen kıyıyı kaplıyordu. Rüzgâr, rüzgâr, rüzgâr… Kuğuyu heyecanlandırıyor, kıyıyı, denizi,  dev bir yürek olmuş kasılıp gevşeyen kalabalığı dövüyordu.

Kahvelerini selamlıktaki misafir odasında içtiler. Türkuaz perdeler acele açıldı. Gümüşlerden, camlardan yansıyan ışıklar yüzlerine vurdu. Uzun sessizliği sersebildeki su şıkırtısı doldurdu. Elaine, vedalaşmaya gelmişti: Yunanistan’a gidiyorum Jülide’ciğim.

 Gemi, kırışık, parlak bir kumaşı parçalayarak ilerliyordu. Rüzgâra doğru giderken kadınların saç örgüleri, başörtüleri yüzlerine vuruyordu. Drama koptu, Selanik koptu, Kavala koptu.

Jülide olanları anlatmaya gelmişti; Beni verdiler, Elaine’ciğim, İpek tüccarı Atağ Bey’le evlendiriyorlar. On dördündeydi. Dünür başı Hasene Hanımın demesi: kapılardan sığmayan iri yarı, burma bıyıklı… (Yılın on bir ayı kadeh elinden düşmezmiş diyorlar. — Olsun erkektir içer.) Kanun taksimlerine müptelâ. (E, bizim kız kanun çalmayı bilmez ki. ―Elaine’den öğrenir artık.) Zengin mi zengin… (Kızdan yirmi yaş büyükmüş. ―Olsun erkeğin yaşlısı olmaz.) Damadı görmüş değildi. Dünür başının anlattıklarını düş gücüyle besleyip durdu. Ne yazık ki bu da fazla ileri gidemediğinden, havada asılı, siyah elbise giymiş, uçları mumlu pos bıyıklara heyecanlandı yalnızca. Kaşı gözü nasıldı, eli saçı nasıldı, gece babası gibi horlar mıydı? Şuayip dayısı gibi ayakları kokar mıydı? Bilmiyordu.

Kayınvalide acele ediyordu; doğru. Oğlanın yaşı geçiyor Hesene, bu kız pırlanta, neme lâzım, oyalanmak gerekmez. (Doğrusu oğlunun bir Rum kızına vurgun olduğu kulağına fısıldandığından beri büyük hanımın huzuru kalmamıştı.) Sormuş soruşturmuş, aradığı kızı hamamda gözüne kestirmiş, buduna, memesine bakmış, dimdik yürüyüşünden, karnında torunlarını iyi taşıyacağını anlamıştı. Sırtını keseletirken konuşturup, kekemelik sakatlık var mı, tatlı dilli mi, kulağıyla duymuş, terbiyesini ölçmüştü. Soğukluğa çıkınca damla sakızı vermiş, bir bahaneyle geri almış ağzının kokmadığına ikna olmuştu. İstemeye gittiğinde, döşemeler mis gibi ovulmuş, sedirin altına yuvarladığı yün yumağı toz tutmamıştı. Kahve kıvamında, ekmek teknesi unsuz, kızın gözü yerdeydi.

Matmazel Elaine, evin tek kızı, o zamanlar on beşini yeni bitirmiş, zengin doktorla yapılan nişanı yeni atmıştı. (Doktor zehir içmiş ama kurtarmışlar, dediler.) Güzel kanun çalması ve annesi kadar güzel dikiş dikmesiyle bilinirdi. Babası apansız hakkın rahmetine kavuştuktan sonra,( Kırk güne varmadı zavallı anacağı da ebediyete göçtü ya,) atadan kalma dükkânını, o zamanlar hayli yüklü bir paraya ipek tüccarı, kapalı çarşı esnafından Atağ Bey’e sattı.  (Ne yapsın?)  Daha ilk görüştükleri günden, bu hovarda adamın, Elaine’nin elinin değdiği her şeye dokunup, duyduğu hazdan dizlerinin titrediğini kimse bilmiyordu. Sonra Jülide’ye dünür gelmişti. Annesi, babası, nişanlısı derken can yoldaşını yitirmek(öyle diyordu) onu perişan etti. (O kadar ağlayıp üzülmesi ondan…) Taze gelin, arkadaşının diktiği bez bebekle gizlice dertleşirken, Elaine, sevdiği adamın gözünün önünde bir sureti var diye teselli buldu. Atağ Bey’se o şey çeyiz sandığının üzerinden bakıp durdukça içi sızladı, kudurdu.(Ah şu validem!)

Jülide, kayınvalidesinin öngörülerini boşa çıkarmayıp ipek tüccarına yedi oğul doğurdu. Beşinci gebelikti, Hasene Hanım baklayı ağzından çıkarmıştı; Bu Elaine’nin seninkinde gözü var haberin olsun.

Hamilelikten şişmeye başlayan el, göğsünü bastırmıştı; Hangi Elaine?

Hasene Hanım bir ayağını altına alıp tespihini çıkardı; Senin Elaine.

A, katiyen… Dedi, demesine ya duyarlı yüreğine düşen kurt onu günlerce yedi bitirdi. (Sararıp solmasını gebeliğine yordular elbet.)

Daha fazla dayanamadı Jülide Hanım, işte o sabah düşüverdi kocasının peşine…

 Tekne yavaşlayıp durmuş, ay altında, korkutucu mor denizin ortasında, masal canavarlarına yem olmayı bekliyordu. Biri feryat hunisiyle bağırdı;  “Cenaze var, gemi gitmez!” “Cenaze var, gemi !” “Cenaze var,!” “Cenaze!” Zor kopardılar yaşlı kadını kocasından. “Bari yemenimi koysunlar yanına… Göğsünün üstüne, şuracığa…” Verdi, onunla çenesini çektiler dedenin. Usulünce sarmaladılar, suya saldılar. Kulaklarda rüzgâr uğultusu kaldı. Cenazenin suya düşen şakırtılı sesi rüyalarına girdi.

Elaine,  kahvesini bitirip fincanı tabağına koyarken teşekkür bildiren bir edayla tıkırdattı. Düşünceleriyle bölünen konuşmasını sürdürdü; arkadaşının kendisini bağışlamasını beklemiyordu, hayır. Kimsenin bu işte suçu yoktu ki.  Daha ona dünür gelmemişken Atağ Bey’le birbirlerini sevmişlerdi. Bilmeden(üstelik yüzünü bile görmeden)  sevdiği adamla evlendi diye kardeşine kızabilir mi insan?  Kocasının da suçu yoktu, onların can yoldaşı olduğunu nereden bilsin? Annesi beğenmiş… Ha, bu arada, o günden sonra gelmemişti, hani şu… son geldiği gün… Belki bilmek isterdi. Zaten evlendikten sonra gece gelmeyi seyreltmiş… Neyse. Hem kendisi bir beklentiyle sevmiş değildi.  (Benimkisi bir aşk işte.) Atağ Bey’i son kez görebilir miydi? Eğer…

Jülide Hanım, göz kapaklarını indirmekle yetindi. Usullacık yatak odasının kapısını açtı. Küçük bir menteşe sesi duyuldu. Eşiği geçmedi. Eli kapının tokmağında, sabah güneşi saç tellerinde, yüreği ağzındaydı.

Efendi, çift kişilik yastıkların gece mavisi atlas yorganın, dantelli kar beyazı çarşafların arasında, sırt üstü, göğsü bağrı açık uyuyordu. Haydarisi yorganın üstündeydi. (O yatak takımını sonradan olduğu gibi halayığa verdi hanım.) Yeni diktirdiği asri elbisesi duvardaki askıda, şapkası önceden fesin durduğu yerde, konsolun üstündeydi. Elaine’nin silueti odanın alacakaranlığında yavaşça eriyip, yer yatağının kenarına çöktü. İşte o zaman Jülide Hanım, görüp görebileceği en hüzünlü sahneye tanık oldu.

 Seyir güvertesine bir çocuk kaçtı.

Yarı karanlıkta aşırı parlak iki göz, uyuyan adama bakıyordu. Dokunmayı istiyor korkuyordu. Dayanılmayacak güçlü bakışlarıyla onun ruhuna uzanıyordu. O yürek burkan, gerçekleşmesi olanaksız dokunma arzusu dalga dalga adama çarpıyordu. Hiçbir ayrıntıyı kaçırmayarak sevdiğini son kez hayalinde okşadı. Yastıklara, artık şakakları beyazlamış saçlarına, kaşlarına, burnuna, dudaklarına, çenesine, gecelik entarisinden kabaran tüylü göğsüne, yorganın üstünde sakince duran parmaklarına… Dokunamadı, gözünü alamadı Elaine…

Bu olanaksızlık ağıtını, aralık gözlerinden yalnızca Atağ Bey gördü:(Ah yine kanun çalıyordu; yüreğini çalan kanun değildi bu, yüreğinden kadınını çalan kanun.) Kadın, belli belirsiz titredi, onu erkek kokulu uykusunda, odanın susturamadığı tutkularıyla bırakırken. Doğruldu; eklemlerinden gelen iki küçük çıtlama duyuldu. Getirdiği yasemin kokusunu gizlice içine çekti adam, kapı pervazında gümüş renkli iki siluet titredi, iki damla yaş, göz kuyruklarından başının iki yanına aktı. Işık mor oldu, kapı sessizce kapandı. Atağ Bey’in göğsünde Elaine’nin gözünü gömdüğü yerden sanki canı süzüldü, yataktan ter fışkırdı.

 Dalgaya binen tekne yüzünden baş kasarada kusmadık insan kalmamış, inip kalkan pruva karaya indikten sonra bile akıllardan çıkmamıştı.

Taşlıkta irkildi Matmazel. İkinci kattan ayaklarının dibine atılan bez bebeği tanıdı. Bir gözü yitik Elaine’ye uzandı. Aslanağzının şıkırtısı…

O sırada Mudanya iskelesinin güçlü kuvvetli çımacısı Karadutluların Çakır Mustafa da eğildi. Aborda etmekte olan geminin, ıslak palamarını volta etti. Denizin şıkırtısı…

 Marakas… Drama’dan, Selanik’ten gelip haftalarca Kavala’nın dışında çadırlarda kalmış, sonra Kavala’lılarla birlikte gelenleri, (ben diyeyim on sen de yirmi köy halkını) bu güçlü eller yeni yurtlarına bağladı. Çanakkale boğazından Bandırma’ya oradan Mudanya’ya gelen Marakas, yorganları, döşekleri, körükleri, sandıkları, kadınları, çekiçleri, kapkacağı, eşekleri, çocukları ve erkekleri… Üfürüverdi, Mudanya’nın zeytinliklerine! Kıvırcık saçlı yaşlı zeytin ağaçlarıyla İstiklal Şehitlerinin kemikleri karşıladı onları. Korkmadılar. Yorgun dudaklarıyla usullacık dualar okuyup kemikleri yeniden gömdüler. Ve yanlarında getirdikleri portakalları, ekmeklerini yediler.

Gün bitip son fısıltılar, son öksürükler de uykuya dalarken zeytinlerin altında, Geçit Tren istasyonu ve yürünmek için Bursa’nın tozlu yolları, yeni gelenleri bekliyordu. Biri, Matmazel Elaine’nin de içinde olduğu başka suskun kalabalığı Mudanya’ya getirmişti. Marakas alesta bekliyordu. Palamarını mola edecek ve dümen alabanda edilip pruvası Marmara’nın enginine dönecekti.  Karadaki insanlar yollara akacaktı. Ulubuzluk’tan süzülen keşişleme rüzgârı tozları insanların tepesinde dolaştıracak, saçlar kirpikler beyaza kesecek,  tanecikleri dişlerinde gıcırdayacaktı.  Yalnız daha horozlar ibiklerini titretip ötmemiş, hoca efendi minareye çıkmamıştı.

Yıllar, yıllar sonra bir çeyiz sandığından gece mavisi atlas bir yorgan ve dantel takımlarla birlikte bir bez bebek çıktığında küçük bir kız sevindi. Ama bebek, öyküsünü de, adını da, gözünü de yitirmişti.

-o-

16/24 Vardiyası

Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri Yarışması 2007 Üçüncülüğü –
Serap Gökalp’in Kulak Misafiri kitabından

O soğuk ve hışırtılı battaniye herkes yatınca şehrin üstüne serilmişti; kar.

Bu havada ortalıkta olması gerekenden çok fazla taşıt vardı. Antensiz televizyon ekranı görüntüsü içinde, gümüş rengi yol, karanlıkta yer yer parlayarak, ilerideki dağın iki memesi arasından geçip aya saplanıyordu. İşte tam o noktada bir TIR’ın gölgesi seçiliyordu.

Karanlık karayolunun ortasında bir kadın duruyordu. İki yanından geçen tehlikeli kitlenin rüzgârı, yün şapkasını almış götürmüş, atkısını boynundan atmaya çalışıyordu. Kar yağar, rüzgâr onu hırpalarken kocasını düşündü. Ayhan, sabah vardiyasına yetişmek için o sırada çoktan uyumuş olmalıydı. 

Kadın, yün atkıyı saat 15.00’te bağlamıştı boynuna. Yün şapkasını kulaklarının üstüne çekiştirip ayakkabılarını giymişti. Üçüncü kattaki evinin merdivenlerinden aceleyle inmiş, tipi halinde yağan kara çıkmıştı. 16/24 vardiyasının arabaları dolaşıyordur, diye düşünmüş,  minibüse binip evinden uzaklaşmıştı.

Bir işle uğraşmam gerek. 

Kol saati 13.45’i gösteriyordu o sıra ve geçerken koridordaki aynaya baktı, gözaltındaki mor halkalardan olmalı, görüntüsü hüzünlüydü. Sobaya biraz daha odun attı; bebek üşümesin. Pencereden dışarı baktı; yollar kapansın. Rüzgârla dalgalar halinde inen, her yeri kat kat örten kar yağışını izledi, olmadı.  “Sofrayı hazırlayayım ” deyip odadan mutfağa kaçtı.               

Midem ağrıyor. Yoksa böbreklerim mi? Başımda da bir zonklama var gibi…

Sersemlemiş ve körleşmiş, başını öne eğip olup biteni hâlâ anlamaya çalışıyordu. Bu elindeki makarna tenceresiydi. Annesi yemekleri hazırlayıp gitmişti. Tutmayıp masanın üzerine koymalıydı. Bebek acıktığını gösteren sesler çıkarıyordu.

Canım yanıyor benim ama tam olarak nerem ağrıyor bilmiyorum. İçimde bir sıkıntı…

Küçükken canı yandığında onunla daha çok ilgilenmeleri için dudaklarını büzerek  “çok acıyor” diye ağladığında Annesi gözyaşlarını avuç içleriyle silip onu göğsüne bastırırdı. O sırada Dedesi,  oturduğu yerde, birbirine kenetlediği ellerinin başparmaklarını çevirirken; “Havaya doğru ağlama evlâdım” derdi usullacık. “İyi değildir.” Tembih ve sesteki vurgu Aynur’u korkutur, Annesine sıkıca sarılıp içini çekerek sakinleşmesini sağlardı.

Havaya doğru ağlamak istiyordu. O büyük gözün kendisini fark etmesi için bir şeyler yapması gerekiyordu.

Ne yapmalıyım? Ayhan gece çalışıp gündüz uyuduğu günlerdeki yüzüyle, bana bakıyor. Sakalları uzamış, bakışları bulanık.

Yemek masasını hazırlamış, çocuğu emziriyordu. “Ah canım,” demişti yeni uyanmış kocasına. “Kalkmasaydın ya. Sen de mi acıktın?” Kaçmasın diye iki eliyle memeye tutunmuş, bebeği gözleriyle işaret ederek; “Ne kadar iştahlı görüyor musun?” Sonra çabucak bakışlarını kaçırmıştı. Yüreğinin burkulduğunu hissettiğinden, gözlerini kapatıp açıp acele bakışlar ve onlara uyak olan sözcüklerle koşa takıla başka  bir şeyler de söylemişti. Bu kusurlu konuşma yüzünden kendini budala gibi hissedip daha çok sinirlenmişti.

“Seninle yiyeceğim. Gene görüşemez olduk. Eve birimiz gelip birimiz gidiyoruz, berbat bir durum bu. Sen de geç kalma. Hava karlı. Vardiya arabasını kaçırırsan nasıl gideceksin fabrikaya sonra? Saat kaç?”

İkisi de saate baktılar; 14.15

14.15

Aynur göğsünü bastırdı. İki beden büyümüş, vardiya sonuna doğru biriken sütlerden zonklamaya başlayan göğüsleri. Eve gelinceye dek hiçbir şey düşünemiyor o yüzden. Acı veren, kanalları patlamak için zorlayan bu sıvıdan bir an önce kurtulmak için koşarak eve gidiyor. Şu anda da, alınmış bir hava kabarcığının içinde bir yerleri tıkayıp onu soluksuz bırakacağını düşünüyor.

Aman ne iyi olur. 

Aynur, “Merak etme, bakarım ben başımın çaresine” dedi yavaşça ve masaya kocası için de tabakla bardak bıraktı. Ayhan sessizce sokulup vücudunu ona yasladı, beline sarıldı. “Özlüyorum seni,” dedi iç geçirerek, sabırsızca. “Ne olacak böyle?”

Kıpırdamadan bir süre bekledi Aynur, aceleyle ensesinden boynuna dolaşan soluğun yavaşlamasını bekledi, yavaşlamadı. Sonra. “Hadi” dedi, durmasını istiyordu.  “Karnımızı doyuralım sonra gideyim. Sen de yorgunsun.”

“Değilim,” diye karşı çıktı Ayhan, akreple yelkovana göz atarak. Saat kasıklarında vuruyordu şimdi.

“Dur, “ dedi Aynur, “Yemek…”

“Boş ver yemeği…” kadının gövdesini sertçe çevirip kollarını sıkıştırdı; “Saçmalama daha dünya kadar vaktimiz var.” Aynur’un içinde bir şey çıt etti.

Evet, gerçekten dünya kadar zamanımız var.

“Ayhan, geç kalırım…”

* * *

Minibüste sadece ayakta yer vardı. Araçtaki sayısal saat 15.11’i gösteriyordu.

15.12 İçerisi sıcak yapışkan ve kötü kokuluydu. Radyoda bir arabesk şarkı; neydi anlayamadı. 15.13 Cebine hazırladığı bütünlük kâğıt parayı zorlukla çıkarıp, daha önde duran sarı mavi şapkalı adama uzattı. “Bir kişi buradan, veriver bir zahmet…” 15.14

“Bozuk yok muydu ?”

Adama gözünü kırpmadan baktı; “Bozuk mu? Sen yolcu musun muavin mi?”

“Yolcuyum.”

Çenesiyle işaret etti; “İyi, ver sen şoföre o parayı!”

Şoför parayı gözünü yoldan ayırmadan aldı. Aynadan bakarak: “Bozuk yok mu abla? ” dedi deminki adamın sesinin tıpkısı.

“Yok” dedi Aynur ters ters.

“Sinir oluyor insan di’mi?” dedi sarı lacivert yün başlıklı adam ahbapça bir sesle.

“Olmam mı yaaa,” dedi şoför.

“Baksana” diye omzunu dürttü Aynur Fenerbahçe taraftarının, “Sen kime sinir olu’yon?”

“Yok bir şey ablacım, sen rahatına bak.”

“Bütün verdim, diye mi? Sana ne oluyor ki?”

“Ya, güzel ablacım öylesine söyledi işte, yanlış anlayacak bir şey yok” diye araya girdi şoför.

“Yanlış manlış anlamadım ben,” dedi Aynur ısrarlı.  “Sen benim parama lâf söyleyecek adam mısın?”

“Ya, kardeşim, git Allahın aşkına! Zaten işime geç kalmışım, bir dünya araba beklemişim…”

İşi. Geç kalmış. Saat?

Araya girdiler; yapmayın, zaten canımız burnumuzda. Hem bu kadar da yolcu alınmaz ki. Yasak değil mi kardeşim ayakta yolcu taşımak, kar kıyamette?

“A’bicim” dedi şoför yalaka sesle. “Yasak ama vatandaş yolda kalmasın diye yani.”

“Ne vatandaşı, ne kalması canım? İnsan mı taşıyorsunuz davar mı? Şimdi kaza olsa misal, kim verecek hesabını? He? Olmadı mı Ankara’da?”

Her kafadan bir ses çıkmaya başladı. En arka koltuktan bir genç kız ineceğini söyledi, duyuramadı. Sağına soluna baktı. Gene denedi, gene duyuramadı. Arka camda şoförün cep numarasının yazılı olduğunu görünce, telefonu tuşladı. Şoför müziği kısıp; “Biii, dak’ka, bii dak’ka” dedi. Telefonu açtı;

              “Efendim?”

            “Durakta inmek istiyorum,” dedi kız sakince. Şoför gözlerini patlattı; ”İnecek misin? Haydaa, neredesin sen?”

“Arka beşli, sağdan ilk koltuk,” dedi kız,  zayıf sesiyle. Araba zınk diye durdu. Ayaktakiler gülüşerek inip genç kıza yol verdiler, beklediler. İçeri soğuk hava, kar serpintileri sonra gene yolcular girdi.

Ortalık yatıştı. Aracın radyosunda Müslüm Gürses notaları ve sözcükleri çiğnemeye başlarken silecekler lap lap gidip gelmeye devam etti. Kısa süre sonra  -şarkı bile bitmemişti- şoför işaret verip yavaşça aracı durdurdu.

“Evet, son durak” dedi, koltuğunda arkaya yarım dönerek.  Şarkıcı “Babasının öldüğü yaşta olduğunu,” söylüyordu “M”ler aracın içinde oraya buraya yapışıyor, silecekler bir öyle bir böyle düşüyordu. Minibüsteki son şarkıyı ve sileceklerin ezgilere katılıp baş sallamalarını tüm yolcular alıp yanında götürdü. Aynur da kulaklarında,  babasının öldüğü yaştaki adamın sesiyle karda yürümeye koyuldu. Tanıdık gören olursa, işim var diyebilmek için hızlı adımlar atıyordu ama nereye gittiğini bilmediği gibi bunun hiç önemi de yoktu.

İşim.

Bildik kimseye rastlamadı. Yolun kenarındaki saat 15.35 ve değişerek -1°C ‘yi gösteriyordu. Kar yağışı durmuştu. Güneş or’da ölü gözü gibi asılıyken, Arap Uçuran Parkına girdi. Sabah saatlerinden beri orada bekleyenler kıpırdanıp duruyor, ellerini hohluyorlardı. Bazıları birbirine sokulmuş, gelen araçları dikkatle izliyor, hâlâ iş bekliyorlardı.  Bir kenarda durup beklemeye başladı. Dün olanlar milyonuncu kere yine aklına geldi.

Onların arkada konuştuklarını duyuyordu. Aynur’un duyarlı kulakları “diyeceksin” sözcüklerinin tekrarını ve vurgularını hemen algıladı. Onca zamandır bekletilmeyi de hesaba katınca… Ama hayır, diye düşündü. Durumumda yasa dışı bir şey yok. Sımsıkı yapıştığı açıklama, “diyeceksin” sözcükleriyle öğütüldükçe işçi içgüdüsü gerçeği acımasızca yüzüne vurdu; yine de duymazdan geldi. Hilmi Bey’in kalın sesi hiç susmuyordu. Vurguladığı sözcük dışındakiler anlaşılmıyordu ve Yeliz Hanım’ın dikiş makinesi düzeneğindeki sesi onun soluklandığı zamanları fırsat bilip araya girmeye çalışıyordu. Oturduğu bankoda  kulak kabartıp bekledi. İçeri çağıracaklar biliyor… Şimdi Yeliz Hanım’dan da nefret ediyor.

Ellerine baktı; çok beyazlar. Kafasını kaldırıp iç geçirdi, yutkundu, Yine ellerine baktı; kaygı verecek kadar. Koridorun buz gibi olduğunu düşündü. Duvar boyalarının altından ansiklopedilerdeki mağara resimleri sinsice kabarmaya başladı. Daha ateş bulunmadığından içerisi soğuktu. Arka tarafa bir yaban domuzu bağlanmıştı.

            Onun sesi geliyor…

“Hadi,” dedi. “Ne olacaksa olsun!” Tam otuz beş dakikadır burada bekleyip duruyor.  “Hafta içinde dört kez geç kaldım. İhtar verecekler, ücretimi kesecekler. Zaten mesaileri ödememek için bahane arıyorlardı. Diyecekler ki böyle böyle, bir hesap yapacaklar bütün mesailer kesilecek, süt iznimi mi iptal edecekler yoksa? Nasıl dayanırım peki? Gidip tuvalette sağmak lazım, ya da şişeye biriktirip… Süheyla öyle yapıyordu. Ama o zaman da mikrop kapar dedi doktor. Bir de tuvalette bu kadar uzun kalırsam dikkat çeker, başım derde girer.”

“Aynur!”

İşte Hilmi Bey, hani şu arka taraftaki…

Aynur içeri girdi. İşçi giysisinin başörtüsünü sıkıladı, önlüğünün yakalarını baş ve işaret parmağıyla toparladı, başıyla kesik, çabuk selâm verdi.  Yer gösterdi Hilmi Bey. Oturmadı. Kendisine de sandalyeye bakar gibi bakmasına sinirlenmişti. Ayakta durursam daha iyi, diye düşündü, beni görür. Hilmi Bey konuşmaya başladı. Yüzü boza rengiydi, giderek uzayıp akmaya, vücuduna lök lök dökülmeye başladı. Sakalları, bozanın içinde yüzerek elbisesinin yakasından iniyordu… Kaşlar, saçlar…  Yeliz Hanım’ın sarı kahverengi dişleri arasından zorlukla yer bulup çıkan sözcükler üstüne başına yapışıyordu. Soğan doğruyormuş gibi burnunu elinin tersiyle silerek konuşuyordu. Yaprak arabası saçları (hiç mi taramaz bunları Allahım?) tüm pencereyi kaplamıştı.

Vahşi sanayinin dişleri arasında bugüne dek küstahça ayakta durmayı başarmış (üstelik doğum iznini de ne yapıp edip kullanmış) bu işçi şimdi derin sessizlik içindeydi. Camlaşmış gözlerinin parlaklığı tehdit ediciydi. Ama göremiyordu Hilmi Bey. Hilmi!

Aynur, buranın dışarıdan daha soğuk olduğunu düşündü, çeneleri birbirine vuruyordu. Odadan çıktı. Parmaklarının arasında sıktığı kalemi aradı; ellerine baktı, tükenmez falan yok… Kapıdan çıkar çıkmaz arkadaşlarının bu vebalıya göz kuyruğu bakışları… Bu kadar çabuk oluyor demek? Nasıl haber alıyorlar ve neden böyle birden dışlıyorlar?

Nerdeyim?

Parkta kuşlar başından aşağı kanat seslerini döküp gittiler. Yine kar başladı. O koca tülbent savrulup yayılmasını sürdürdü. “Bir temizlikçiye bu saatte ihtiyaç duyulur mu ki? Bu saatte birileri varsa demek ki iş de oluyor. “

Üşümekten kurtulmak istedi.

Saçma. Ne gerek var sanki?

Baksana bacım.”

“Evet?”

“Temizlik yapmaya kadın arıyoruz.”

“İyi. Neresi temizlenecek?”

“Lokanta.” Adam kolundaki saate baktı; “Ama saat yedi buçuğa kadar bitmeli çünkü müşteriler gelmeye başlar.”

Gene “İyi” dedi Aynur tepkisiz bir sesle. 

Merkez Lokantası.

Eski moda bir yer. Bacakları çarpılmış, kirli masalar, biri bazı sandalyeleri masaların üzerine ters kapaklayıp bırakmış, bazılarıysa dağınık.

(Burası lokanta değil düpedüz meyhane, şu dökük yerlerden.) Aynalı bardak rafının üstünde gri metal Nacar saat. 15.45

            Gözüm (of!) saat görmek istemedikçe her yer saat olmuş!

Dedemin beni çocukken götürdüğü bir lokanta vardı. Eski taş hanların bir girintisine sıkıştırılmış ciğerci. Arnavut dükkân sahibi ve karısı birlikte çalışırdı. Beyaz tenli, sarışın, mavi gözlüydüler. Hâlâ gözümün önündeler;  kadın ocak başında cızırdayan tavada kızartma yapıyor, kocası serviste. Ciğerler küçük tabakların içine kare şeklinde düzgünce diziliyor, domatesle kenarına süs yapılıyor. Yanına cacık söylüyoruz. Bazen piyaz. Yemeklerimiz geldiğinde sıcak oluyor, çatalımızın ucuna taktığımız ciğerleri üflememiz gerekiyor. Dükkân öyle küçük ki diz dize oturuyor insanlar, iki karış genişliğinde (bu Dedemin karışıyla elbette) tezgâh şeklindeki masalara tabak, cacık kâseleri ve bardaklar konunca doluyor. Duvarlar ayna kaplı. Beklerken ve yerken, içinden yansıyan öteki görüntüleri izliyorum arada; bir ense, iki kulak, başkasının yandan görünüşü, dışarıdan geçen insanlar. Sinema perdesi duygusuyla izliyorum, hava sıcak. Radyodaki şarkı: “Beyoğlu’nda gezersin, gözlerini süzersin…” Kadın ocak başında, adam kapının önünde eşlik ediyor, birlikte söylüyorlar şarkıyı. Payımı önce iştahla izler, sonra yavaşça yemeye başlardım. Dedemin tabağıma döktüğü pul biberler acıdır ama sırf bu töreni yaşamak için sesim çıkmazdı. Onunla ciğerciye gitmeye can atar, bir an önce büyümeyi isterdim. Bu duygumu anlardı. “Büyüyünce kızım da pişirecek böyle güzel arnavutciğerleri” derdi. Oysa her şey çok yavaştı. Bana yüksek gelen sandalyede oturmak iyi gelse de ayaklarım yere değmek bilmezdi…

Di…

Gecenin hayaletleri orada burada dağınık duran sandalyelerin üstündeler. Şarkı söyleyen ciğerci ve karısı  yok.

Bu yerlere özgü kötü kokular daha kapının girişinde karşılıyordu insanı; yemek artıkları, beklemiş sigara ve içki acılığı,  tuvaletten yayılan keskin idrar kokusu. Midesi bulandı.  Yerleri süpürüp, deterjanlı suyla sildi, masaları sandalyeleri yerleştirdi, mutfağa geçti.

“Küçüktür bizim dükkân, seni fazla yormaz.”

            Saat… On beş dakika kaldı.

Sesindeki yapışkanlık ve seni yormaz, derken dişlerin görüntüsü, ağzın aldığı şekil Aynur’u irkiltti. Öyle ki çığlık atmamak için dudağını ısırdı ve adama belli belirsiz gülümsedi; “Ben işten korkmam,” dedi çatallı bir sesle. Mutfak küçük, daha da havasızdı. Meyhaneci, küllük, süpürge, kova alma bahanesiyle durmadan mutfağa gelip gitmeye başladı. Dar yerler…

Vardiya arabası gitti.

Bir şeyler sordu adam, yanıt alınca başka şey sordu, alamayınca, elindekileri sert hareketlerle oraya buraya çarptı. Aynur sıkıldı, korktu ve terledi. Korkusunu bastırmak için şarkı söyleyecekken vazgeçti. Geldiğine pişman oldu. Sonra o günlük parasının bir kısmını kazanacağını, sabır göstermesi gerektiğini düşünüp kendini yatıştırdı.

Kısık ses, onun yarın ve yarından sonra da gelmesini istediğini söyledi. Titizdi besbelli. Onların da böyle birine ihtiyacı… Hatta belki geç çıkarsa (geç çıkarsa, geç çıkarsa) gündeliği de daha dolgun… Dolgun derken doğrudan göğüslerine baktı. Aynur saat 17.oo’ye kadar kalabileceğini söyledi. Daha geç olmaz. Üstüne basarak kocasının izin vermeyeceğini, üstelik onu bekleyen bir bebeği olduğunu… Tamam canım, ısrar edecek değildi adam. İsterse yani. Bugün nasılsa birbirlerini tanımışlardı. O da ikide bir insan pazarına gitmek, oradan davar seçer gibi karı seçmekten… Affedersin temizlik için yardımcı diyecektim, ağzımdan kaçtı. Siz aslında bu işler için de uygun değilsiniz gördüğüm kadarıyla yani… Çok düzgün birisiniz… Güzel…

Sözcükler diş arasında sıkışmaya, eller sıkılganlıkla oraya buraya savrulmaya başlayınca Aynur’un içine bir korku düştü. Başını kaldırmadan, hele onun yüzüne hiç bakmadan işini sürdürdü. Ağır kızartma tavasının içini boşaltıp, sağ yanında, kolay ulaşılır bir yerde tuttu. (Ciğercinin karısı da böyle şeyler yaşamış mıydı acaba tava başında?) Adama aslında overlok işçisi olduğunu, para yetmediği için vardiya dışında da çalıştığını… Kocasının bir fabrikada ustabaşı olduğunu (nasılsa kontrol edecek değil ya), herkesin ondan çekindiğini, bunun çalışkanlığı ve iki metreye yakın boyu (bir daha buraya kesinlikle gelmek yok) yüzünden olabileceğini… Patrona yakınlığı üstelik…

İş bitinceye kadar (ter içindeyim, dışarıda üşüyeceğim, bir daha böyle bir aptallık tövbeler olsun) Tavayı en son yıkadı, o dışarıdayken. Yine sağ yanına bıraktı.

Parasını istedi. Tamam, her şey hazır. Tam da istenilen zamanda. Meyhaneci, konuştuklarının yarısını verdi.

“Bu ne şimdi?” dedi Aynur.

“Para!” dedi adam gözlerinin içine bakarak. “Yarım… Çalıştın.”

“Bu konuştuğumuzun yarısı sadece!”

Sakin ol! Bağırma. Az kaldı.

“Yarım çalıştın, yeter,” dedi adam gene imalı.

“Nasıl yeter? Yarım ücret vereceğini deseydin, üç saat önce bırakmam gerekirdi. Ben tüm işi kabul ettim, sen de tüm ücreti, ne demek oluyor şimdi bu?”

Aynur öyle sinirle bağırıp dururken lokantacı onun lastikle arkaya topladığı saç diplerine baktı. Kulaklarına, burun deliklerine, görünen diline, göğüslerine… Aynur tavanın sapını kavradı.

“Hemen kalan parayı vereceksin, yoksa kocamı alır gelir senin canına okurum!”

“Boş versene” dedi adam, karnına, eteğine bakarak. “Kim takar, kocası olan karının insan pazarında işi ne?” Ağzındaki kürdanı kararlılıkla çiğnedi. “Hırçınsın ama…”

Aynur, vurdu. Tavanın tabanı adamın sakalları uzamış sol yanağına küt bir sesle çarptı ve onu yere devirdi. Elindeki paraları cebine tıkıştırdı, çantasını, paltosunu, şapkasını titreyerek aldı, kör gibi yürüyerek kendini dışarı attı. Karlara… Karanlığa… Yeraltından karanlığa…

Hava kararmış.

Terli vücudu buz kesti. Kaymamaya özen göstererek hızla yürüdü ve bir yandan da paltosunu tutuk, beceriksiz hareketlerle giydi, şapkasını taktı, şakaklarından akan terleri elinin tersiyle sildi. Kaçması gerek. Bağıra bağıra kaçmak istiyordu yeryüzünden!

Ah Allahım!

İçini çekerek ağlamaktan başka bir şey gelmedi elinden…

Hilmi! Allah belanı versin! Çalıştım, bunu domuz gibi biliyorsun! Ama-ama… Sus, şu arka odalar-arka odalardan emir verme artık tamam mı? Yeşim’in sesi dikiş makinesi olmuş beynimin kıvrımlarını dikiyor. Yeşim’in resmi lafları. Sanki Türkçe değiller. Şimdi açım –Di Mİ?– Hı? Olsun vur! Beni ortada bırak- Bu fazla çalışmaları al!-Geç gelince kestiklerini de bir yerlerine sok!-Ölü olan sensin bok herif! Beni duydun mu?! Bana acıma! Ailemden sana ne? Ama kızım ne olacak?!

Hızlı yürümesini sürdürdü. Bir yokuş. Aşağıdan otoyolun gürültüsü geliyordu. “Şimdi ne olacak peki?” diye mırıldandı küçük bir sesle. “ Ne derim ben kocama?! Benim fazla mesailerimle adam mı olu’can sanki? Allahın belası! Sen çocuğunu aç bıraksana!- Şimdi nasıl söylerim kocama?! 16/24 vardiyasına gitmeyeceğim Ayhan. Çünkü artık çalışmıyorum Ayhan. -Tazminatımı da vermediler Ayhan! – Herif ölmüş müdür? Beni bulurlar… Bulamazlar, kim bilecek, kimse görmedi ki… Haftayaymış Ayhan! -Hangi hafta bilmiyorum Ayhan.- Cebimde kaç para var biliyor musun sen? Yarım günlük!-Allah belanı versin!-Ben iyiyim.- İş için ağlayacak değilim!- İş için bağırmıyorum ben! Nerde olsa iş bulurum tamam mı? Gücüme giden bu kadar kötülüğün bir arada olması!

Ayağı kayıp düşünce her yeri ıslandı ve çamura bulandı. Titreyen kirli ellerini giysilerine silip, (eldivenlerim nerede?) ayalarını gözlerine bastırdı (annesinin yaptığı gibi), canı yandı. Omuzları sarsılarak bağırdı:

“Bana bunu niçin yaptın?!”

Onu kimse duymadı. Karayolundaydı. Kar vücudunu bulut halinde sarıp sarmalıyor, tanecikler yüzüne düşüp eriyor, atkıyı ıslatıyordu. O soğuk çarşafla sarı gözlü somurtkan gölgeler onu kaplamaya hazırlanıyordu. Göğüsleri çok zonkluyordu, akan sütlerden çamaşırının ıslandığını hissediyordu.

Eve gitmeliyim, diye düşündü. Onu bekleyen karnı acıkmış minik surat geldi gözünün önüne.

Eve gitmeliyim, eve gitmeliyim, eve gitmeliyim. Yolun kenarına geçmeliyim. Ne işim var burada benim? Bebeğim acıkmıştır. Ağlıyordur, beni istiyordur, gidip ona sarılmalı, emzirmeli bu işe bir çare bulmalıyım…

Ayağı kaydı. Ay, dağın iki memesi arasından hızla geçip, böğrüne saplanan karayolundan kurtuldu, yukarı fırladı. TIR’ın plakası 16 VY 717’ydi.

Birdenbire karanlık tamamen kayboldu.

-o-