YAZAR DENEN PİRAMİT VE YAPIT DENEN TAYFIN HİKAYESİ

“Öykü düşler dilinin güçlü kız kardeşidir” der Clarissa Estes. Şimdi, düşler dilinin kız kardeşiyle buluşmak üzere buradayız. Onun tanımının yanına kendi tanımımı da iliştirmek isterim, yazar kristal bir piramittir ve üzerine vuran ışığı becerisi doğrultusunda tayflara ayırır.

Clarissa Estes, şair, psikanalist, psikoloji doktoru, öğretmen, kadın üzerine araştırmacı, yazar, radyo program yapımcısı kartvizitlerini taşıyor. Bunların dışında bugün bizim için önemli bir niteliği daha var. Kendisi bir Cantadora. Latin geleneğinde öyküleri toplayıp saklayan ve anlatan kişi demekmiş.  Estes; “Sanat yalnızca kendimiz için değildir, peşimizden gelenler için bir haritadır” diyor. Öykü/öyküleme en eski sanatlardan biridir. Bizler Dede Korkut geleneğinden gelen insanlarız. Anadolu toprakları da bu sanatın zengin yataklarındandır. Eski uygarlıklarda öykü anlatıcılarının cinlerin etkisine girip bir tür vecd haline geçtikleri söylenirmiş. Meddahların cinleri var mıydı bilinmez ama çok sevildikleri gerçektir.

Bu metinde “ben” zamirini belirgin veya gizli çok kullanmak zorunda kalacağım. Lütfen bağışlayın. Çünkü kişisel deneyimlerimi paylaşacağım sizlerle. Bu paylaşım sizi sihirli değnek dokunmuşçasına yazar yapmayacaktır. Ama kemiklere şarkı söylemek için istek uyandırabilmeyi umuyorum. İçinizdeki Kurt kadın La Loba kemiklere şarkı söylemek için ellerini havaya kaldırabilir… Kimdir bu La Loba?

La Loba, Latin Amerika geleneğinde çöldeki yaşlı kemik koleksiyoncusudur. Kemiğin tahrip edilemez gücü, kolaylıkla teslim olmayışı, yanması zor, ezilip toz haline getirilmesi neredeyse olanaksızlığın simgesidir. Ruhu çökertebilir ve eğebilirsiniz. İncitip derin yara izleri oluşturabilirsiniz. Üzerinde hastalık lekeleri, korku ürünü yanık işaretleri bırakabilirsiniz. Ama o ölmez, çünkü alt dünyadaki La Loba tarafından korunur. La Loba kemikleri bulur ve yaşatır. Nasıl yaşatır?

La Loba çölde, dağlarda ve kurumuş dere yataklarında kemikler toplar. Ama asıl kurt kemikleriyle ilgilenir. Bir iskeleti tamamladığında, yaratığın son kemiğini de yerine yerleştirdiğinde ateşin yanına oturur ve hangi şarkıyı söyleyeceğini düşünür. Karar verdiğinde kollarını kaldırır ve şarkıya başlar. Şarkı boyunca kemikler ete kemiğe bürünmeye başlar. Kürkle kaplanır, kuyruk kabarır ve güçlü bir şekilde yukarı kıvrılır. Soluk almaya başlar. Şarkı sürer. La Loba’nın sesinden çölün zemini sarsılır, kurt gözlerini açar. Ayağa fırlar, ufka doğru koşar. Gözden kaybolur. Koşunun bir yerinde, bazen hızı, kimi kere yolunun bir nehre düşmesi veya güneşten ya da aydan gelen bir ışıktan tam yerine denk gelmesiyle birdenbire özgürce koşan kahkahalar atan bir kadına dönüşür.

Ben burada size kendi şarkımı anlatacağım. Sizinkinin nasıl bir şarkı olacağı kendi kararınız. Her öykücü kendi içgörü bıçağını kullanır. Tutkulu hayatın alevlerinden tek başına geçer, bakışlarını kaçırmadan gördüklerine dayanma cesaretini kazanır, beynin ve ruhun güzel kokusunu okuruna sunar.Öykü katlanmış, çok katlanmış küçültülmüş bir metindir. Öyle ustalıkla katlanmalıdır ki ortaya çıkan bu “origami” den okur heyecan duysun.

İçimizdekileri kâğıda kusmak öykü değildir. Tam bir saygısızlıktır. Yazma sanatının görünmez kuralları uygulanmayı bekler. Bu kurallar okumak ve incelemekle öğrenilir. Sanırım benim hâlâ bir takım çekingenliklerim var. Yazar olduğumu söylemekten korkarım. Hem gelmiş geçmiş ustaların sesimi duymasından korktuğumdandır hem de yanlışlıkla yazarım dersem peşinden şu cümleler gelir. 1-Ben de lisede şiir yazardım. 2-Benim hayatımı yazsana.

Nefret ederim. Bu cümleleri duymak beni utandırır.  Yazma sanatı ayaklar altına alınıyor gibime gelir. Yazmak çok uzun bir yolculuktur. Sözünü ettiğim cümleler, bu bakış bu uzun yolculuğu küçümsemektedir.  Bunlar bir yana, şuna karar vermeliyiz; Ne için yola çıkacağız? Aklımıza geldiği gibi kalem dansları mı olacak bu iş yoksa ne? Benim kararım iyi bir yazar olmaktı. Bu ne kadar korkunç bir şeymiş yola çıktığımda anladım. İnsanların beynime ruhuma bakmaları için tüm kapaklarımı açmaktır bu. Orada başka insanlar, yaşamlar, kavramlar, yanlışlıklar, sevgiler, tutsaklıklar, korkular, aklınıza gelebilecek her şey var.

Dinler ve izlerim. Kâğıt ve mürekkep koksundan sarhoş olabilirim. Çok kalabalık bir insanımdır. Korkularım, kaygılarım, coşkularım, sevgilerim daha birçok şey şu omuzlarımın üstündeki saydam kürenin içinde boz bulanık bir gaz kitlesi halinde durur. Edebiyat veya sanat bu kütleyi düzenler, ayıklar ve özgürleştirir. Demek ki özgür olmak çabasıyla yazıyorum.

İlk öyküm 1983 yılında yayınlandı. O günden bu yana çektiğim sıkıntıları tek başıma yaşadım. En yakınlarım dahi tanık veya izleyici olmanın dışında bir davranışta bulunmuş değildir. Ama ilk kitabımdan sonra benimle gurur duyduklarını hissetmeye başladım. Ben kendimi emekli işçi diye sunmayı yeğlerken, yakınlarımın beni yazar olarak sunmalarını şaşkınlıkla izler oldum. Bundan mutlu olduklarını hissediyorum. Marquez haklı demek ki ; sevdiklerimi mutlu etmek için yazıyorum, demişti. Ben onlar için yazmıyorum ama mutlu olduklarını görüyorum.

Bazen kendime sözcük terbiyecisi derim. O zaman elimde kırbacım bu yabanıl yaratıkların üstüne üstüne giderim. Kimileri çok iridir, çok zorludur. Bazen kendimi sözcük işçisi olarak algılarım. Bir ahşaba ince uçlu el aletleriyle şekil vermektir bu. Kolay da olur zor da. Taş ustası olurum, taş yontar taş tozu yutarım.İnsan olarak yazma nedenlerim ayrıdır, kadın olarak nedenlerim farklıdır. Adalet duygum örselenir yazarım, başkaldırılarımı haykırmak için yazarım. Olup biteni içime sindiremem yazarım. Bir sıcaklık gözlerimi yaşartır yazarım.

Kadın olarak dünyayı başka türlü gördüğümüz tartışılmaz. Siz hiç tezgâhtaki bebek patiğini “ay canım ne kadar güzeller” diye çığlıklarla seven bir erkek gördünüz mü? Ama kadın durur ve patikleri sever. İşte bir öykü noktasına geldik sanırım. Her yöne çok hızlı koşabilen bir kısraktır öykü. Sanırım o yüzden onu çok seviyorum. Bebek patiklerinden nasıl bir öykü çıkar? Çok sıradan bir olay gibi gözüküyor öyle mi? Tezgâhta bir çift bebek patiği… Bakalım alet çantamızda neler var? Nasıl şekil verebiliriz bu düşünceye? Öykünün kışkırtıcı unsuru, öykü çekirdeği patiklerdir. Bir amaç saptamalıyız. Patikleri ne amaçla anlatacağız? Kendi çocukluğumuza dönmek için mi? Yitirdiğimiz bebeğimizi anlatmak için mi? Hayal edip kavuşamadığımız bir çocuk özlemimizi mi açığa çıkarmaktadır. Bir sağlık sorunumuzu mu yüzümüze vurmaktadır? Belki çocuğumuz küçükken alamadığımız patiklere benzemektedir de bir sızımız aniden aklımıza mı gelmiştir? Belki de bir gezme sırasında bebek patiğini yitirmekten başımıza neler gelmiştir neler… Dünya kadar olasılık var.

Sıra geldi karakter yaratmaya bu patik meselesini anlatmak için kaç karakter kullanmalı? Anlatıcı mı olacak, yoksa olmayacak mı? Peki, buna da karar verdik. Şimdi örgü işi… Kurgu nasıl olmalı, ona karar vereceğiz. Yavaşça öykümüzü şekillendireceğiz. Biçemi, ritmi, rengi atmosferi, geometrisi ne olacak? Duygusal boyutu ne olacak? Hesap etmeliyim… Şekillendirdiğimi görüyorsunuz değil mi?

Şimdi patikleri bırakalım, tüm bunlar iyi güzel hoş, hangi arada derede yazacağız? Bunu soracaksınız biliyorum. İşte yanıtım; her zaman her yerde. Duyargalarım daima açıktır. Çantamdan not defterimi eksik etmem. Öykü çekirdeklerini burada biriktiririm. Roland Barthes bu özlere çok önem verir, romanda da öyküde de “an”lar önemlidir. Hayku gibi notlardır bunlar. Onlar beklerken bulundukları yerde üreyip genişler zaten. Filizlenir o çekirdekler. Sonra yazarım.

Fiziksel koşullara gelince. Bu konuda hayli yakınmalar vardır. Benim de uzun yıllar çalışma masam olmadı.. Gençken, daha bu yazı işlerini ailem gelip geçici bir heves olarak izlerken mutfakta  katlanır bir masada daktilo fazla ses çıkarmasın, ev halkı rahatsız olmasın diye altına havlular koyardım, sesi emerdi.  Sonra bilgisayar çıktı ama ben bir türlü bir bilgisayar edinemedim. Gizli gizli iş yerinde yazıyordum. Sonra oğlum internet kafelere dadanınca hem onu gözetlemek hem bilgisayarda yazmak için internet kafelere gittim. Uzun yıllar. Bir gün bana bir yazı takımı hediye edildi. Bir sümen, kağıt kutuları, masa kalemlikleri, kağıt bıçakları. Ahşaptan. Aman Tanrım. Masa yok ama yazı takımı var… Olsun. Yazı masası alma işi ciddiye bindi. O günden beri bir yazım masam var. Köşem var. Ama inanın ki bunlar önemsiz ayrıntılar. İstiyorsanız eğer her yer yazı masası haline gelebilir.

Bize hep ne olmamız gerektiği söylenir. Bu görünmez bir hoparlörden küçük yaştan itibaren dikte edilir. Eteklerini düzelt, kibar konuş, ağlama, kirli ellerinle oraya buraya değme, bir de kız olacaksın pasaklı! Oğlanlarla gezme. Tabanca kız oyuncağı mı? Ömrümüz boyunca bu komutlardan belimizi doğrultamıyoruz. Kambur oluyoruz. Yaşamaktan kambur oluyoruz. Bizi çağırıyorlar, itiyorlar, istiyorlar, istemiyorlar hele biraz acar cabbar atagan bir kadınsanız vay halinize! Kendimizi tutarız. Psikolojik koşullar ağırlaşır, yara bere içinde sürüklenip kanarız, içimize kapanırız. Bazen direniriz, başımız derde girer. Uzak durmaya çalışırız, hayatı kaçırırız… Çekip gitmeli mi? Evet, evet, evet! Nereye? Öykülere, resim sanatına, müziğe, becerilerimizin canımızın istediğine… Kaçın! Gittiğiniz yerde yaralarınızı sarabilir, soluklanabilir, doğrulabilirsiniz bana inanın. Sözcüklerin iyileştirici tılsımına sahip olun. Başkalarına da yararı olsun.

Bugün  iki öykümün incelemesini yapacağız. Organlarını dışarı çıkaralım, yaşam sıvılarını akıtalım, hücrelerine dek didik didik edelim. Böyle bir çalışmayı da ilk kez yapıyorum. Harakiri mi yapıyorum ne? Bu iki örneği şu nedenlerle seçtim, birincisi ikisi de seslendirmeye yatkın öyküler. İkincisi, Pis Fırça’nın Temizliği, karakterden hareket edilerek kaleme alınmış bir öyküdür. İlya Yayınlarından çıkan Tuz Saraylar adlı kitabımdan. Diğer öykü Sisin İzi. Bu da benim derinliklerimden gelmiştir. Olaydan hareket edilmiştir. Farklı hareket noktaları var… Bu yazımda esinlenme noktalarını, öykü çekirdeklerini kısaca paylaşacağım.

Bir gün oğlum dedi ki (on iki on üç yaşlarındaydı sanırım) “bir adam var ceplerinde sinek taşıyor.” Allah Allah! Benim oğlum ilginçtir. Resim yapar, bateri çalar,doğu sporlarına merakı var, dağcılık yapar, dalgıçtır. Her konuya değişik bakar. Çocukken de değişik bakardı. Bu da onun tuhaflıklarından mıydı? Bir adam var ceplerinde sinek taşıyor. Nasıl oluyor o? Anlattı. Şehir merkezinden ilçeye giden yolda bir noktadan otobüse binen bir dilenciden söz ediyor. Ben o sırada Tuz Sarayların birinci bölümünü yazıyorum. Dilencilere fena halde kafamı takmışım. Araştırıyorum, gözlüyorum. Türlü çeşitlisi var, var da bu fazlasıyla ilginç. Oğlum anlattıkça yaşı belirsiz bir adam yavaşça ete kemiğe bürünmeye başlıyor, saçı sakalı karışmış, pis kokuyor, zayıf kemikli parmakları kıvrılıyor, soluk almaya başlıyor, adı Yunus olsun. Adı Yunus ama yıkanmaktan nefret ediyor. Gerçek adını da kimse bilmiyor. Hem çalı süpürgesi görüşü hem pisliği kokusu… Pis Fırça derlermiş.Pis Fırça doğrulup oturuyor. Bir kentin karayolunda gezip duran benim hiç görmediğim ama kemiklerini toplayıp şarkı söylemeye başladığım Pis Fırça doğrulup oturuyor. Ben şarkımı söyledikçe güneşten gelen bir ışığın denk düşmesiyle, öykü çağlayan olup dökülüyor. Peki Pis Fırça nasıl temizlenir? Organ mafyası temizler mi? Bakın bir söyleyiş manevrası yaptık. Şöyle bir karar verdim. Organ mafyası kurbanlarını tek tek topluyor. Sanki yetkili kişilermiş görüntüsü veriyorlar kendilerine. Bunu da alsınlar. Kliniğe götürsünler… Ne olduğunu anlamadan… Öykü bir sezdirişle biter. Pis Fırça’nın sesini duyarız. Ondan geriye doğru saymaktadır.

Sisin İzine Gelince… Kulak Misafiri adlı kitabımdandır bu öykü.Bu çekirdek belleğimde hayli derin yerlerdeydi. Beş altı yaşlarımdayım. Kendi kendime oyun oynuyorum. Kış. Tek bir odada soba yanıyor. Hepimiz orada oturuyoruz. Büyükler konuşuyor ben bebeklerimle oynuyorum ama kulaklarım fil kulağı olmuş  tüm odayı kaplamış durumda. Biliyorsunuz çocuklar böyledir. Duymuyor sanırsınız olmadık yerde olmadık bir soru sorar. Anlarsınız ki pür dikkat aslında sizi dinlemekteymiş. Annemle Halamın Kızı Babaannemi çekiştiriyor. Babaannem annemi fena halde üzmüş yine. Annem şikâyet ediyor. Halamın kızı diyor ki “ Kusura bakmayacaksın. Onun yaşadıkları hiç kolay değil. Kolay mı, yirmi yaşında gencecik kızın toprağa verdi. Çok değişti. Küçük halamdan söz ediliyor. Küçük Halam veremden ölmüş. Evde ondan hiç söz edilmezdi, ona dair bir eşya, bir iz, bir resim yoktu. Neden? Bilmiyordum. Hala bilmiyorum. Radyoda “Olmaz ilaç sinei-i sad pareme/ Çare bulunmaz bilirim yareme” diye başlayan şarkı çalmaya başladı mı, Dedem veya Babam usullacık radyoyu kapatırdı. Olan bu. “Aklını bozdu sanmışlar” dedi Halamın kızı. “Öldüğüne inanmak istemiyormuş. Kalkmış gitmiş, mezarcıya para vermiş, gömüldükten on gün sonra mezarı açtırmış. Kızını görmek için.” Dona kaldım. Anımsadıkça yıllar boyunca beni kaskatı etmiştir bu sahne. Babaannem  mezarlıkta tek başına yürüyor, Babaannem mezarcıya ağlayarak yalvarıyor, Babaannem ölmüş Halamı mezardan çıkarttırıyor, Babaannem ölünün yüzüne bakıyor… Bizimkiler birden beni anımsayıp sustular. Yün örüyorlardı, şiş tıkırtıları kapladı ortalığı. Susuş o susuş. Bu yaşıma geldim hala tam ayrıntısıyla öğrenebilmiş değilim. Babam da konuşmaz bu konuyu. 2006 yılında bir maden kazası haberi izledim. Göçük altından yakınlarını çıkarmalarını bekleyen insanlar vardı. Bir kadın vardı. Bekliyordu. Kimi? Bilmiyorum. Kamera aracılığıyla göz göze geldik. Babaannem bakıyordu. Bir sarsıntı geçirdim. Altüst oldum. Birden kadının içine girdim. Babaannem oldum. Çekirdek apansız  belleğimde çatladı, kökleri, dalları ne var ne yok her yeri parçaladı , büyüdü, öyküye dönüştü.  Sisin İzini yazdım. Yıllar sonra…  Sisin İzi Abdullah Baştürk İşçi öykülerinde 2007 ‘de üçüncü oldu. Bababaanneme bir armağan verdiğimi düşünürüm.

Yazmanın böyle yanları da vardır. Kendinize ilişkin harita bıraktığınız gibi başkalarına armağanlar verirsiniz. Onları sözcüklerinizle bezeyip sonsuzlukta yeni farklı bir yolculuğa uçurursunuz. Sanatın tılsımı…

 Başka bir metinde buluşmak üzere…