SERAP GÖKALP’İN 20 NİSAN 2010 İZMİR TÜYAP KİTAP FUARI
PANEL KONUŞMASI
Bugün öykünün tılsımlarından üç tanesine kısa bir süre için dokunmaya çalışacağım. Evet, mekân yani UZAM, KARAKTER ve ZAMAN ‘ı konuşacağız.
Size ilkin kendi tanımlarımı sunmak isterim; Sınırla zamanda bunları iç içe anlatmak zorundayım çünkü birbirinden ayrı düşünürsek pek işlevsel olmayacağı gibi istediğimiz anlamda sonuç da alamayız… Konuyu yalınkat kavramamalıyız.
Öyküyü içine yerleştirdiğimiz kâse; UZAMDIR.
ZAMAN bu kâsenin içindeki sıvıdır. Miktarını ve yoğunluğunu biz ayarlarız.
KARAKTER, kâsenin içindeki birbirinden farklı renk ve katılıktaki parçacıklardır. KARŞILIKLI KONUŞMA sıvının zevk vermesi için kullandığımız tılsımlı tozlardan yalnızca biridir.
Evet… Ruhumun karanlık mağaralarında, yaşamdaki ayrıntıların yanı sıra, bilincimin seçtiği renkler, bilinçaltı tozlarım, hayallerimin damlacıkları bulunur. Öykü yazmak için bunlardan aldığım uygun oranları bir araya getiririm. Kimi zaman yüksek ateşte, kimi zaman kısık ateşte hazırlarım. Bazen de soğuk servis ettiğim olur. BU BAKIŞ AÇISIDIR.
Karışımın yoğun olmasını istiyorsam sıvıyı yani zamanı sıkıştırırım.
Burada dikkat etmem gereken;
Hem öykü zamanı
Hem söylem zamanı
Hem de okuma zamanının özenle ayarlanmasıdır.
Hazırladığım karışımın kıvamını çabuklukla tutturabilirim. Ama işlerin ters gittiği zamanlar da olur. O zaman çığlıklarım dört yöne uzanan dehlizlerde çınlarken, asamın ucu ve pelerinimin etekleri her şeyi kırıp döker. Uzun tırnaklarımla karakterlerimi, öykülerimi, zamanları parça parça ederim. Bu yaratıkla yaşama cesareti gösteren biri var. Sol omzumda yaşar.
Adı Kırmızı. Ve bana soğukkanlılıkla sorar:
“E, “der, “Neler oluyor bakalım?”
Homurdanırım.
“Şu yazdığın berbat bir şey,” der.
“Ne dedin sen?”
“Dediğimi duydun.”
“Eceline mi susadın? Seni uyarıyorum, bu damarıma basma huyundan vazgeç!”
Gözlerini tavana diker; “Neden karışımı yeniden yapmıyorsun?”
“Karışımı yenilemek mi? Nesi var, mis gibi karışım işte… Hem sana ne?”
Sinsice bekler.
“Kolaydı öyle…”derim.
“At onu, yeniden başla!” diye saldırıya geçer. Her şeyi döküp saçar.
“ Defol başımdan! Yoksa…”
“Ne yapacaksın?”
“Canını alacağım…”
“İyi, gidiyim de gör…Ararsın ama sonra…”
“Seni mi arayacakmışım hah !”
“Ben olmasam…”
“Huzur bulurdum biraz,”
“Tabi, tabi… Yanlışlarını bulunca ayy evet diye çığlık atan kim?”
“Seninle ilgisi yok, canımın yanması yüzünden.”
“Burada yaşamamı isteyen sensin!”
“Doğru, yoksa çoktan elimi kana bulamıştım!”derim.
Havada sözcükler uçuşur, hepsini onun kafasına fırlatırım.
Ve yeniden başlarım. Eğer karışımdan mutlu olduysam, damıtmaya sıra gelir. Gene göz gözü görmez, ortalık dumanlar içinde kalır. Beklerken tüm dehlizlerde dolaşan yankılar korkutucu, solunan kokular geniz yakıcıdır.
Hazırladıklarımı gözden geçirme zamanı gelir. Onlar şimdi başka birinindir ve ben “Kırmızı”nın tüm acımasızlığını öykülere püskürtürüm. Yeni anaforlar, depremler, yangınlar… Her şey yolunda giderse yeni ürünümü o uzak korku şatosunun kapısına bırakır, süpürgeme binip mağarama geri dönerim. Kapı açılırsa, öykü size doğru yolculuğuna başlar.
Size bir uzam yaratmaya çalıştım. İki de karakter. Burada cadıyı ben oynuyorum, gördüğünüz gibi. Türlü araç gerecim, malzemelerim var.
Bir de beni durmadan eleştiren bir asalak devrem. Adını Kırmızı koydum, kırmızının sembolojisini hesaba katarak yaptım bunu. Onunla karşılıklı konuşmamdan ikimiz hakkında aşağı yukarı bir fikir sahibi oldunuz.
Sizin imgelerinizi harekete geçmeyi umarak kullandım bu sözcükleri. Ama bence uzam öyle bir şeydir ki öyküyü çerçeveleyip sabitleme çabası olmasına karşın yazarın yorumu ve okur algısı işin içine girdiğinden değişir, ne dersiniz? Karakterleri de sizin dağarcığınızdaki genel tanımlardan yararlanacak çizgiler şeklinde verdim.
Mekan yaratmada en büyük usta Edgar Allan Poe’dır biliyorsunuz. Bakın şimdi:
“Ve bu çimenliklerde yer yer, düşsü korular uzanırdı. Bunların fantastik ağaçlarının uzun ince gövdeleri dik yükselmez, öğlenleri vadinin ortasına düşen gün ışığına doğru zarifçe eğilirdi. Abanoz ya da gümüş renkli görkemli kabukları öyle pürüzsüzdü ki Eleonora’nın yanakları dışındaki her şeyden daha düz, daha kaygandı…” (Eleonora)
Mekan betiminden yavaşça karaktere götürdü bizi yazar.
Bir görüş günümüz öyküsünde uzamın kullanılmaz olduğudur. Ama bunu tümüyle yok etmek değil mekânın gizlendiği veya gizemli olarak var olduğu şeklinde yorumlamak gerek. Anıştırmayla okura önerilen uzamdır bu. Belki de bizi yanıltan, mekân dediğimizde eski metinlerin uzun betimlemelere yönelmiş olması. Çağdaş öykü için atmosfer yaratmak deyimi yeğleniyor. Mekân iki boyutluluk, anlatıcının var olduğu bir ses iken, atmosfer yaratmak sanki üç boyutlu ve okurun imgesine güvenen bir kavaramdır, okura orada olma duygusu verir. Hayal edilebilir ayrıntılardan oluşturulur ve metnin damıtılmışlık düzeyini yükseltir.
Sanırım uzun betimlemelerden vazgeçilmesinin nedeni artık okurun gelişen iletişim olanaklarıyla bilgi ve imge dağarcığının ulaştığı zenginlik düzeyi.
Bir metne başlarken “Bir ev” diye başlayabilirim. Hemen bu sözcükle ilgili verileriniz bir ev düşler.
“Lüks bir ev” dersem, başka bir ev tasarlarsınız.
“Havuzlu ev?”
Başka bir şey yapacağız: “Öyle bir mahallede yaşıyordu ki evlerin havuzları kanallarla birbirine bağlanmıştı”
“Kapı açılınca evden beklemiş yağ kokusu yüzüne vurdu.” Burada da bir evden söz ediyorum. Ama nasıl bir resim çizdik gördünüz mü? Anlatmaya gerek var mı?
“Evin badanasına baktı, ‘Olamaz renge bak,’ diye düşündü, ” Karakterin beynindeyiz şu anda ve olumsuz düşüncesiyle bize bir şeyler anlatıyor bu cümle değil mi? Peki gözümüzü karaktere çevirelim; “kadının başında şık bir şapka vardı, yüzü küçük ve beyaz, dudakları kırmızı boyalıydı. İpek bir boyun atkısı, eldivenleri siyah trençkotuyla uyumluydu.”
Uzam, başka amaçlar için de kullanılır. Bir zamanı, tarihsel kesiti veya yaşam kesitini yakalamak için var ederiz. Gerçeklik duygusu yaratırız. Beri yandan zaman öğesi ve karakter öğesiyle de -tersi yani- mekâna ilişkin ipuçları verebiliriz.
Ter içinde uyandı, her şeyden kopmuş, bir süre evde aylak aylak gezindi. Sonra bir sigara yaktı ve oturdu, kafası bomboş, buruşmuş pantolonundaki kırışıklara baktı. Ağzında uykunun ve sigaranın tüm acılığı vardı. Pörsük ve gevşek günü, onun çevresinde, vazonun içindeki su gibi çalkalanıyordu. Albert Camus karakter öğesiyle uzamı gözümüzün önüne bırakıyor.
Kolay anlaşılabilir uzamlar yaratabiliriz veya karakterlerin iç dünyası kanalıyla oluşturulan uzamlar kullanabiliriz. İkinci seçenek karmaşık gözükür. Çünkü işin içinde yazarın beyni, karakterin beyni ve okurun beyni vardır.
Boyacı çocuk, fırçasıyla boya sandığına tram-tak, tram-tak vurduğu sırada, trafik polisinin düdük sesi çelik bir tel olup ileri fırlıyor. Taşıtlar durduğunda, kalabalık karşıdan karşıya geçmek üzere dalgalanıyor. Kethüda, Oltu taşından tespihini tırnaklayarak yanaklarının içini çiğneyerek yürümeye başlıyor. Ama peltenin içindeki karıncadan farkı yok şu an, elden ne gelir. Az önce geçip giden atılgan mobilet gibi ortalığı yırtıp parçalamak istiyor ama…
Bu ben. Tuz Saraylar kitabımda Kethüda öyküme eksen karakterin gözüyle giriyorsunuz.
Bu örneklerde bir şey daha dikkatinizi çekti sanırım; öykünün gerekliliğine göre açık mekân veya kapalı mekân kullanabiliriz.
… su setindeki kırık bir şişenin boynundan küçük pırıltılı bir yıldız noktası çakıp söndü
ve bir köpeğin ya da kurdun yuvarlak kara gölgesi belirip koşmaya başladı…. Çehov konuştu. Açık mekânda geçen bir öykü bu
“Bir sabah tedirgin düşlerden uyanan Gregor Samsa, dev bir böceğe dönüşmüş buldu kendini.”
Kafka konuştu. Bize Dönüşüm öyküsünü anlatmaya başlıyor… Kapalı mekanda geçen bir öykü bu biliyorsunuz.
Mekânı kimi zaman kurşunkalemle, kimi zaman pastel boyayla kimi zaman da çok renkli çizeriz. Üslubumuz veya seçtiğimiz konu neyi gerektiriyorsa.
Yazılı metin okurun duyularını kışkırtır bazen. Retinadan gelip beynimizin arka kısmında işlenmiş kayıtları kışkırtır. İşitsel ve dilsel bellek dediğimiz loba yöneliktir.
“Derken çanların çalması durdu, ağılda tüfekler patlayarak öğlenden sonranın havasını patiska yırtar gibi yırttı.” Carlos Fuantes’in bir cümlesiydi bu. İşitsel belleğimize sesleniyor yazar.
Mekânı ve karakteri yaratırken çok ayrıntıyla işimizi görürüz. Bunlardan bir tanesi karşılıklı konuşmadır. Benim sol omzumdaki Kırmızıyla konuşmamın dışında başka bir örnek getirdim size; birkaç yönden bakacağız bu seçtiğim sahneye çok işlevsel bir sahne bu… Müthiş.
“Ben bu gece Aydanur’da kalmak istiyorum” dedi. “Çok ısrar etti, ona söz verdim, geleceğim, dedim. Yarın oradan işe geçerim.”
“Olur, git,” dedi Mahmut.
“Dur, senin çayını da getireyim, öyle giderim.”
“Yatıp kalmayasın, dikkatli ol.”
“Yok canım. Gerçi biz bu gece sabahlarız herhalde. Aydanur beni uyutmaz. Bilirsin, sohbeti boldur. Değil mi?”
“He… iyidir.”
Burada yaratılan atmosferi algılıyoruz değil mi? Beri yandan, karakterlerin beden hareketlerini düşleyebiliyoruz. Yazar, ses vurgusuyla kişisel sözcükleriyle de hem karakteri yaratıyor hem yaratılmış atmosfere küçük dokunuşlarla pekiştirmeler gerçekleştiriyor. Kapalı bir mekân; bir ev burası . Çift evli. İkisi de çalışıyorlar.
Adam pek de kibar biri olmasa gerek “He” deyişinden anlıyoruz. Karısının ona çay getirmesi gerekiyor, kendi gidip almıyor. İzin almasına bakılırsa kadın adamdan biraz çekiniyor. Adam, ikazını da yapıyor. Ayrıca çok incelikli bir ipucu var. Hissetiniz sanırım. Bilirsin, sohbeti boldur. Değil mi? Üçünün de öncesinden oturup konuşmuşlukları var… Ama Değil mi? Söyleyişinde özel bir vurgu var. Bir ima seziyor muyuz? Evet.
Hasan Özkılıç… ’ Güzel Günler İçin’ adlı öyküsünden seslendi bize.
Aynı diyalogla zamanı vurguladı gizlice. Bu karşılıklı konuşma sabah geçiyor, İşte öykünün tılsımlarından birini daha keşfetmiş olduk. Zarafetle hissettirilen bir ayrıntı yakaladık.
Diyalog konusunu anlatırken atlamamamız gereken başka bir açı İÇ KONUŞMAdır. Bilinç akışı, hayal kurma (ileri sıçrama ) , anıları anımsama (geriye dönüş) kendi kendini sorgulama, teknikleriyle istersek mekânı genişletir, zaman sıçramaları yapar, karakter çizimini gerçekleştirir, istersek de zaman unsuruyla da oynarız. Gördüğünüz gibi her şey iç içe…
Zaman kavramına bakarken gözden kaçırılmaması gereken üç tanım var.
ÖYKÜ ZAMANI ;Anlatım içeriğinin bir parçası olarak var edilen zamandır bu. Az önceki diyalogdan anladığımız gibi. Yazarın damak tadına göre bunu istediği oranda kullanır.
Kimi kere “Aradan yüz yıl geçti.” Diye bir cümle kurar ve bizi çok ilerilere götürür. Bu öykü zamanıdır.
SÖYLEM ZAMANI ;Başka bir örneği inceleyelim.
“Belki anlama özürlüyümdür, ancak bir beyefendinin uykuya dalmadan önce yatakta bir o yana bir buyana döndüğünü anlatmaya, neden 30 sayfa ayırmış olduğunu bir türlü anlamış değilim.”
Ollendorf Yayınevi adına Bay Hombolt, Proust’un Kayıp Zamanın İzinde yapıtını geri çevirdiğinde kullandığı cümleler bunlar.
Beyefendinin uykuya dalmadan önceki durumunu 30 sayfa boyunca anlatma işi, söylem zamanı.
Burada bir yöntem sezinliyoruz. O yöntem okurun tepkisiyle etkileşim içinde bir okuma zamanını kabul ettirmektedir.
Yazılı metnin uzunluğuna göre metni okumak için öngörülen süredir bu.
Söylem zamanını kaç şekilde kullanırız?
- Yazılı metin eylemle eş zamanlı olur.
- Yazılı metin eylemden kısa olur.
- Yazılı metin eylemden uzundur. (Bu tür metinleri bazen gerilim artırıcı unsur olarak kullanırız. Buna spazm zamanı adını veririz. Burada yalnızca sözünü edip geçelim.)
Bunları yapmak için değişik teknikler kullanırız. O ayrı bir konu.
Şimdi OKUMA ZAMANI kavramına biraz değinelim.
Öncelikle şunu söylemek gerek, öykü zamanı=söylem zamanı=okuma zamanı olursa eğer, gerçeklik duygusu daha keskindir. Filmlerde uygulanan yöntemdir bu.
- Az zaman yalın anlatıma götürür bizi.
- Çok zaman için ayrıntılı anlatım ve süslemeye gereksiniriz. Bu betimleme bolluğudur. Anlatıdaki çeşitli noktaların ayrıntılı anlatımı söz konusudur.
Zamanı betimleme kanalıyla yönetebileceğimiz gibi diyalog kanalıyla da yönetebiliriz.
- Çabukluk, kısa diyalog,
- Dağıtım yaparak pornografik, uzun diyaloglar yazarız.
Kimi metinlerin hızlı okunması gerekliliği vardır. Heyecan ve hız duygusu vermemiz gerekiyorsa çok söz, kısa cümlelerle yaparız bunu.
Bazen oyalama teknikleri gereklidir. Bu kere anlatısal zamanı, geciktirici olarak uzatırız. Çevrimsellik ve durağanlık yaratırız ve kimi görüşe göre bu teknik metnin tadını çıkarmamızı sağlar. Bunu diyenler, okurun çıkarımsal gezintiler yapmasına olanak sağladığını söyler. Nedir bu çıkarımsal gezintiler? Okurun öykünün devamına ilişkin, öteki öykülerle kendi yaşam deneyimlerinden oluşan bir tahmin yürütmesi sürecidir.
Her kullanımın gereklilikleri vardır diyelim ve artık beynimin karanlık mağaralarından çıkalım. Sevgili ustalarımızdan İnci Aral’ın bir sözüyle vedalaşalım. Ona bir selam göndermiş olalım. “Yazar dokunmadan önce sözcükler oraya buraya dağılmış ses ve işaretlerdir. Gündelik dilin başıbozukluğunda uçuşup dururlar. O, sesler arasındaki bağı sıkılaştırarak, onları ayrı ayrılıklarına duyusal ve zihinsel bir birlik kazandırmak üzere bir araya getirip kendisine ait kılarak, sanatsal yaratılışın ruhuna uygun biçimde yeni bir şey yaratır,” der Anlar, İzler, Tutkular’ adlı yapıtında…