544 ve 545 SOLUCANLARI

Tuz Saraylar’ın ilk bölümü Günahlar’dan üçüncü öykü, 544-545 Solucanları. Öykü adını dilencilikle ilgili yasa maddesinden alıyor. Bu bölümün ilk öyküsü Güneş ve Çiçek’tir.  İkinci öyküsü Fil Sami’dir. Bir yap bozun parçaları şeklinde dilenci mafyasını farklı açılardan ele alan Günahlar bölümündeki öykülere devam edeceğiz. Kethüda’yı merak edenler biraz daha bekleyecekler. Şimdi birinci öyküdeki patron Lale Hanım’ın avukatı girip çıkacak öyküye. Önerisi ise… Okur tahmini bekleyen öyküler… Tuz Saraylar…

undefined

Osman Bey, canı sıkılarak başını çevirdi. (Her köşe başına, bunlardan bir tane yapışmış durumda. Çirkin, pis, sakat ! Alt geçitler, üst geçitler, cami avluları, kutsal günler, kutsal olmayan günler bu kahverengi solucanların saldırısı, kuşatması altında! Bütün ömrüm bunları küremekle geçti gibime geliyor !.)

         “Bütün ömrüm bunları küremekle geçti Şükrü!”

          “Haklısınız amirim, bizim de olacağımız o…”

            (Bu kıvıl kıvıl şeyler kimi daha kürekteyken kayıp gidiyormuş, kimi koyduğum kutudan kaçıyormuş… Oysa bana daima azalıyorlarmış gibi gelmişti. Gençtim demek ki. Derken arkamı döndüm, emekli olurken hayal kırıklığı!  Üstelik üremişler, üstelik evrim geçirmişler! )

         “Bu ne biçim şey yahu! Hani biz zenginleştik, geliştik?  Birinci Cihan Savaşında, Kurtuluş Savaşından sonra bile bu kadar sefil süfelayı sokakta bulamazdın, biliyor musun Şükrü? Çünkü o zaman insanlarda gurur vardı, gurur! Şimdi her şey naylon!”

         “Doğrudur amirim.”

            (Hiçbir şeye saygıları yok aslında. Duygusuz ak gözlerle akla gelmedik duaları, bedduaları peş peşe sıralayıp insanların kulaklarından gözlerinden girip beyinlerinde yer ediyorlar. Sonra bizim yufka yürekli insanımızın vicdanı dile gelip vır vır etmeye başlıyor. Sınava gireni, bir dileği olanı, başına bir şey gelmesin diye korunmak isteyeni… Bu yamuk, çarpıkların, bu miskilerin dualarından hayır bekliyor… Solucanlar ! )

         “Onun böyle bir yeteneği olsa kendine hayrı olur a cahil!”

         “Ne buyurdunuz amirim?”

         “Kendilerine hayırları yok kime ne hayırları olacak be Şükrü! Allah için para ediniyorlar ama. Sen ben ay sonunu zor getiriyoruz, o öğrenci simit parasını veriyor ama onların altıncıkları artıyor ha artıyor…”

         “Valla doğru efendim.”

         Şapkasını sinirle masaya fırlattı. Üniformasının düğmelerini açıp kaygılı ve sinirli ellerini beline koydu. (İnsanların gezindiği her yerde barınıyorlar. Gözlerinin aklarını göstere göstere dilleri dışarıda,  yerlerde sürünenlerini mi ararsın, kolunu kırmış öyle gezenini mi, ağzından salyasını akıtanını mı? Yok, efendim kan kanseri olanı mı?)

         “Ne senaryolar,  akıl alır gibi değil yahu! Hatırlıyor musun, sivil gezerken bizi tanımayıp da oğlum kan kanseri, raporu var, diye yanımıza yaklaşmışlardı da güneş gözlüklerimizi çıkarınca donup kalmışlardı.”

         “Bilmez miyim amirim, karı koca olmadıkları gibi, çocuk da kiralıktı… Herkes enayi, bir onlar akıllı…”

          “Ama ne.”

         “Yalnız amirim, lâf aramızda hâlâ ortalığı dolandırıyorlar, bilmiş olun…”

         “Yok canım, hâlâ mı?”

         “Emin olun efendim. Şimdi iş yerlerine gidiyorlarmış. Bir yolunu bulup patronların yöneticilerin adlarını öğreniyorlarmış. Sonra illâ ki bilmem kim beyle görüşmeye geldik, biz memleketlisiyiz falan filân bilirsiniz işte…”

         “Sen ne karıştırıyorsun onu?”

         “Aletin zoruna bak ya, bu düğmede bir şey var herhalde…”

         “Alet deme şuna Şükrü!”

         “Pardon Amirim.”

            (Ah bu bana kendimi çok yorgun hissettiriyor! Hayatım başıboş bir uçurtmaymış ama haberim yokmuş. Bir uçurtma ne işe yarar ki? Eğlencelik! Rüzgârın, çocukların maskarası. İpini tutar havalandırırsın. O uçtuğunu sanır. Belki kuşgillerden sanır kendini. Ama ipini sarıp aşağı çekiverirler. Yahut rüzgâr ondan sıkılır.  Ama Tanrı biliyor, bugün ipimi koparmak isteyen bir uçurtmayım… Yakalayıp kayıt altına aldığın kaç kişi? Ailecek, köycek bu işi yapan var. Adam mı var elimizde tesis mi?)

         “Mahkemeye çıkarıyorsun; valla billa yapmayacağım, diyor salıveriliyor.”

         “Yapmayın müdürüm, sizin bir suçunuz varmış gibi aaa.”

            (E, o zaman mahkemeye çıkartmaya ne lüzumu var? Bizim çocuklar da böyle düşünüyor zaten. Yargıç ne yapacak? En fazla 544–545 den bir hafta, bilemedin bir ay hapis verebilir.  Hapis etsen ne olacak, alıp ıslah ediyor musun? Yooo. Salıyoruz sokağa. Olmadı şehir sınırına bırakıyoruz! Yazık harcadığımız benzine, yazık koşturup duran adamlarımın nefesine yahu!)

         “Yazık bize Şükrü! Benzin parasına yazık!”

         Şükrü amirini sakinleştirmek gereği duydu; “Amirim içecek bir şey ister miydiniz?”

         “Sen en fazla kaç para saydın, söyle bana Şükrü?”

         Şükrü sustu. Soru beklenmedik anda geldiyse altından bir sıkıntı çıkabilirdi. Ya da kendisini cezalandırmak için amir bazı konuları şahsa doğrulatır, sonra açıklayıcı konuşurdu. Büyük miktar söylese, başı derde girebilirdi, az dese, altında ne var bilmiyor ki… Nasıl bir sorun vardı da konuya buradan giriliyordu?

         “Saydın mı derken Amirim?”

         “Bırak maaşını, o bir şey etmez. Hayatında eline alıp sıcak sıcak saydığın en yüksek para ne kadar, diyorum. Böyle bir para geçti mi eline?” 

Osman Bey, amaçsızca ceplerini karıştırıp durdu.

         “Eee, şey hayır.”

         “Ya, gördün mü, kaç yıllık zabıta memurusun?”

         “On yıl.”

         “İşini sever misin?”

         “Amirim, bana bir şey anlatmak istiyorsunuz ya, hata edi’cem diye…”

         “Etmezsin, etmezsin. Bunların her biri senden benden fazla kazanıyorlar Şükrü! Kusurlu, aramızda olmaması gereken, hastalıklı bir güruh! Ama sağlıklı, dürüst çalışan insanların ekmeklerinde gözleri var! Onların da onları çalıştıranların da!”

         “Evet Amirim. Ama siz çok sinirlendiniz bugün. Tansiyonunuz falan şeydicek diye korkuyorum efendim. Aman lütfen. Tam emekli olacağınız rahat edeceğiniz zamanda …”

         “Sen ne demek istiyorsun?”

         “Hastalıkla uğraşmayın demek istiyorum efendim.”

         “Haa, öyle söyle.”

         “Siz ne anladınız ki?”

         “Boş ver!”

            (Git diyor mafya, senin yerin şu, ondan sonra şu kadar da para getir akşama. Parayı denkleştiremedin vay haline. Ağır işkence. Naylon eritip damlatıyorlarmış naylon!)

         “Hatırlıyor musun Şükrü, bir gün çöp sahasında birini bulmuşlardı. Kimlik falan da yok. Geçmiş olsun. Tabi para denklesinler diye her yolu deniyorlar. Olmadı sırf gözdağı vermek için cırt, öldürüveriyorlar! Tam bir suç makinesi işte! Naylon eritip damlatıyorlarmış etlerine böyle böyle biliyorsun sen…”

Şükrü gülmeye başladı. Kendini tutamıyordu. Osman Bey ters ters;

          “Sinirin mi bozuldu ne Şükrü?” dedi.

         “Adamın kimliği tespit edildiydi amirim.  Şu çöptekinin. Adı Hayati Kopya’ydı.”

Osman Bey, gerdanını ve yanaklarını sarsarak. “Hadi canım,” dedi.

         “Valla Amirim.” Boğazını kazıyıp öksürdü, toparlandı.

         Osman Bey, masanın üstünde duran ağaç oyma kalemlik, pirinç isimlik, dosyalar ve evrakları bilinçsizce yokluyor, kaldırıyor, başka yere koyuyor bir yandan durmadan düşünüyor ve düşüncesinin devamında konuşuyordu. Onun elini izleyen Şükrü, pirinç isimliğe doğru eğilip bıyıklarına düzgün mü diye baktı;

         “98’deydi sanırım. Sonra da suç geometrik olarak artıyor zati. ” Anlamsız konuştuğunun farkındaydı ama Osman Bey’in kendisini duymadığından emindi.

Müdür, geometrik sözcüğünü yakalamış, bu ona bir araştırmayı çağrıştırmıştı. (Üniversitelerden biri araştırdı işte, bunların dünyasında dolaşan para tekstil sektörüne denk. Toplayıp salıyorsun, toplayıp salıyorsun! Gönder bakayım taş kırmaya! Zaten çoğu sağlam, sakat numarası yapıyor. Anında düzelip tövbeden gelmezlerse ben bu üniformayı çıkarırım! Adamlar mesaiye gider gibi pöh!)

         “ Adamlar mesaiye gider gibi arabalı, dağıtılıyor, bırakılıyor Şükrü! Bu nedir yahu?! Bulabildiniz mi şimdiki yerlerini?”

         “Yok, bulamadık Amirim.”

Sustular. Sonra Osman Bey; “Felçli, doğuştan sakat olanları ailelerinden kiralarken iki misli ücret veriyorlarmış!”dedi birdenbire.

         “Doğrudur Amirim.”

         “Hay Yarabbim, bunlar da ana baba işte!”

(Şimdi de bu kiralanan, satın alınan, kaçırılan dilenciler yetmezmiş gibi başka ülkelerden de geliyorlar! Bu kadar itip kakma, taciz, sonra ne oluyor? Öööc, öç diye ulumaya başlıyorlar!  Öcünü gidip seni pazarlayandan alsana! Toplumdan alıyor! Çanağına sıçan cinsi bu yani! )

         “Çanağına sıçanlar bunlar anlıyor musun? Tam da araştırmacıların dediği gibi ‘en üst düzeyde öç alıyorlar’ diye yazmışlar, okudun mu o raporu sen?

         “Yok, Amirim şey’demedim. Şey raporunu dediniz değil mi?”

         “İki saattir burada sosyeteyi konuşuyoruz sanki Şükrü! Ben ne yapıyorum? Araçlarla toplayıp kampa getiriyorum, kimlik bilgilerini al, cebindeki paraya valilik kasası adına el koy, onları kadın ayrı erkek ayrı odalara tık! Efendim? Odayı kokut, aç kapıları sal dışarı! Önemsiz işler yüzünden ömrümü çar çur ediyorum!”

       “Artık üstlerinde fazla para da çıkmıyor Amirim. Gözetleyiciler alıp alıp gidiyorlarmış.”

         “Pöh, sen de o toplama odalarını kokuttuğunla kalıyorsun, hadi temizlet, ilaçlat! Yazık bu memlekete yazık Şükrü! Bu iş böyle olmaz Şükrü. Bu işin önünü kesmeli. Adamlarımın hayatlarının anlamı kalmıyor bir, ayakaltında bir sürü pis insan iki, millet Allah Allah derken, hiç çalışmadan ceplerini dolduruyorlar bu da üç! Bu işe bir çare… “ Durdu. Sonra; “ İnsanların yakasına yapışıp bu yaratıkları beslemeyin, diye avaz avaz bağırasım geliyor! Bunlar ıslah mıslah olmaz kardeşim!”

(İşe yarar organlarını dokularını alıp kalanı tahtalıköye posta! Bir tinercinin ıslah edilmişinden ne olur? Ha? Cinayet işliyorlar, soygun yapıyorlar, eee sonra? Kendinde değilmiş… Al parçaları, bitir işi… En iyisi bu!)

Memur amirini giderek ışığı sönen bir yağ kandili gibi görmeye başlamıştı ki yağ kandili aniden parladı; “Bir çaresi olmalı!”

Şükrü yerinden fırladı; “Emredin amirim!”

         Tam o sırada kapı tıkladı, şık takım elbiseli, uzun mu uzun boylu, şişman, gâvur dağı heybetiyle yabancı biri içeri girdi:

         “Osman Bey, randevusuz geldim, özür dilerim.”

Osman Bey, kendi, kendine konuşmasını ve Şükrü’yle konuşmasını kesmek zorunda kaldığı için hiddetle; “Eveee?” dedi.

Daha “t” harfine sıra gelmeden misafir ona;

“Şu dilenciler konusunda size bir önerim olacaktı” dedi.

Osman Bey bir an donup kaldı. Adam, bu suskunluğu sözüne devam et şeklinde yorumladığından; “Ben bu kentin güzelleştirilmesi ve… Temsil ettiğim grup, ah adım Sami, Avukatım.”  Kartvizitini uzattı.  “Yalnız görüşmemiz mümkün müydü?”

Sanki Tanrı Osman Bey’i duymuştu ve bu misafiri Avukat Şişko Bey Sami’yikapısına bırakıvermişti. (Bu kadar olur!)

         “Elbette, “dedi keyifli ve özenli bir sesle. “Size ne ikram edeyim?”

Yürüyen dağ büyük misafir koltuğunu tamı tamamına doldurarak büyük bir bardak su, bir bardak da meyve suyu istedi.

Yayınlayan

serapgokalp

Bursa doğumlu. Bir süre devlet memurluğu yaptı, istifa ederek otomotiv, gıda, tekstil, çelik, inşaat sektörlerinde değişik görevlerde çalıştı. İlk öyküsü Edebiyat-81 dergisinde 1983 yılında, daha sonra Yeni Olgu, Kıyı, Öner Sanat, Karşı, Yaklaşım, Yazko, Papirus, Agora, Türk Dili dergilerinde yayınlandı. Sonraki yıllarda; İle Dergisi, Patika Dergisi, Anafilya, Havuz, Öykü Teknesi, Sözcükler, Notos, Kurşun Kalem, Kar, Dünyanın Öyküsü, Kitaplık, Gösteri dergilerinde öyküleri, inceleme yazları yer aldı. İlk öykü dosyası Böcek Cinayetleri’dir. Ancak yayıncı tarafından yıllarca bekletilip basılmadığı için dosyayı geri almış ve imha etmiştir. İkinci dosyası Astak Kum Saatinde Akarken adlı kitabı, 2002 yılında Sistem Yayıncılık tarafından kitaplaştırıldı. Otuz sekiz yeni öyküsü 267 sayfalık bu ilk kitapta yer aldı. İkinci kitabı Kulak Misafiri, 2009 yılında Pupa Yayıncılık tarafından basıldı. Ödüllü öykülerinin yer aldığı bu kitabı Orhan Kemal Ödüllü üçüncü kitabı Tuz Saraylar izledi. 2010 yılında İlya Yayıncılık tarafından kitaplaştırıldı. Dördüncü kitabı Pirana Kahkahaları 2017 yılında Kanguru Yayınları tarafından yayımlandı. Kişisel kitapları dışında Anlatılan Bizim Hikâyelerimiz, Çığlık, Mübadele Öyküleri, Öykü Dostluğu, Kadınların Ruh Acıları, Öyküden Çıktım Yola-252 Yazardan Minimal Öyküler, Gurbet (Almanya, Gökyüzü Yayınevi Seçkisi) Tanzimattan Günümüze Rumeli Motifli Öyküler seçkilerinde öyküleri yer aldı. Kadın Yazarlar Derneği Yayını, Kadınlar Edebiyatla Buluşuyor adlı projede öykü atölyeleri düzenleyerek aynı adlı yapıtta ve yine Kadın Yazarlar Derneği Yayını olan Söz Kesmek, Kına Yakmak, Nikah Kıymak adlı kitapta incelemeleri, yayınlandı. Öykü kitapları dışında Kalp Krizi, Bu Gece Uyku Yok Çünkü ve Buket Başaran Akkaya ile ortak oyunlaştırdıkları İki Çığlık, İki Türkü, Bir Ağıt adlı oyunları bulunuyor. Serap Gökalp’in bir öyküsünden oyunlaştırılan bu oyun Devlet Tiyatrolarına kabul edildi. Çalışmalarından Fadime Hanımın Işığı adlı öyküsü Petrol İş Sendikası – Kadın Öyküler Yarışmasında 2007 birinciliğini, Sisin İzi adlı öyküsü, Madenci Öyküleri Yarışması 2007 ikinciliğini, 16/24 Vardiyası adlı öyküsü, Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri Yarışması 2007 üçüncülüğünü kazanmıştır. 2009 yılında Tuz Saraylar adlı dosya ile katıldığı öyküleri Orhan Kemal Ödülü ikinciliğini almıştır. Metin incelemelerini dergilerde, internet edebiyat siteleri ve edebiyat etkinliklerinde, paylaşmaktadır. Halen ÇYDD Bodrum şubesinde ve Bodrum Kent Konseyinde gönüllü olarak çalışmakta öykü atölyeleri düzenlemektedır.

“544 ve 545 SOLUCANLARI” için 2 yorum

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s