OYUNCAK İTFAİYE KAMYONU

İnsanlar beni ilk kez Güneşli caddesinde bir dilenci kadının kolunun altına sıkıştırılmış olarak görmüşler. Kadın belindeki naylon poşetten bir parça kuru ekmek çıkarmış, yemem için ağzıma tıkmaya çalışmış. Ama ben uyuyormuşum. Caddenin taşıtları ve kalabalığının uğultusunda uyuyormuşum… Günün büyük kısmını uyuyarak geçiriyormuşum. Kimse bunun farkında değilmiş. Bana bir şey içirip, koklattıkları sanılıyor. Çünkü ne ağlıyor ne kıpırdıyormuşum. Su bile istemiyormuşum. Yaşama böyle başlamak hiç de iç açıcı değil elbette. Yaşımda mıyım? On, on iki aylık belki… O dilenci kadının kolunun altında bir çıkına bağlı yaşamadan önce nerede olduğumsa daha acı.

Annemin bir tecavüze uğradığı, evden kaçtığı, rastladığı iyi kalpli(!) bir adamla imam nikahı yaptığı biliniyor. Adama bir çay bahçesinde ne yapacağını kara kara düşünürken rastlamış. İkinci çayı içmemek için önündeki çayı bitirmeden boşluğa bakıyormuş. Adam bu bakıştan etkilendiğini söyleyip… Bilinmeyen, daha doğrusu annemin bilmediği adamın niyeti. Onun bir yardımsever değil, bir insan taciri olduğunu öğrenmesi için doğum yapması gerekmiş. Beni dört, bilemedin beş ay emzirmiş. İmam nikâhlı kocası bir gün evden çıkarken beni ve bir naylon poşete doldurduğu eşyamı götürmüş. Annem ağlamış olabilir mi? Bilmiyorum. Belki ağlamamıştır. Bir yükten kurtulmanın hafifliğiyle şöyle bir diklenmiştir. Yeni yaşamım dilenci kadının bedenine bağlı bir bohçanın içinde insanların acıma duygularını ateşlemek üzere bütün gün sokaklarda sürmüş. Beni insanlar ilk orada görmüşler. Bu değişim annemin imam nikâhlı kocası tarafından bir kadın tacirine satılmasıyla aynı zamanlara denk geliyor. Annem, kendi için ağladı mı acaba? Bilmiyorum. Ona ne olduğunu da bilen yok. Benim hikayem, açlık, bitler tarafından yenmek ve uyumakla sürüyor. Bir dilenci kadının kucağındaki çocukların neden hep uyuduklarını düşündünüz mü? Uyuşturucu verilir de ondan böyle kar demeden sıcak demeden taş üstünde derin uykular uyurlar. Çoğu bu kadar uyuşturucuya dayanamaz ve ölürler. Ama bir kural vardır, çocuk “iş günü” içerisinde öldüyse, sözde anne onu akşama kadar kucağında tutmak “işe devam etmek” zorundadır. Çünkü cezası çok ağırdır. Kimseye belli etmemesi gerektir. Bu bir kuraldır, anladınız mı? İşte bu koşullara rağmen ben bir şekilde hayatta kalıyorum. Ta ki dilenci kadına bir araba çarpıp onu öldürünceye kadar.

Bu kazadan sağ çıkmam kaderimi değiştiriyor. Beni önce hastaneye, oradan Çocuk Esirgeme Kurumuna gönderiyorlar. Orayla ilgili anı kaydım var mı diye düşündüğümde bir beşiğin parmaklıklarını görüyorum. Çiş kokusu ve emziğin ağzımdaki varlığı… Ağlama sesleri. Kendi ağlama sesimle birlikte çok ağlama sesleri…

Sonraki anı kaydım, (aklım erdiğinde koruyucu ailem olduğunu öğrendiğim) insanların yanından kaçtığım günle başlıyor. Çok dayak yediğimden olmalı, içgüdüsel-can havli de denebilir-bu evden dönmemek üzere çıkmam gerektiğini söyleyen içimdeki sese uymakla başka bir serüven başladı; sokaklar. Öyle bir kaçıştı ki çok sevdiğim tek oyuncağım küçük kırmızı itfaiye kamyonumu bile cebime atamadım. İşte bunu unutmadım…

O günden sonra pencereleri hep dışarıdan içeri doğru gördüm. Gece ışıklıdırlar veya perdelerin arasından sızan ışıklıdırlar. Gündüz havalandırmak için açılmış veya sımsıkı kapalı olurlar. Benim işim gece karanlık pencerelerledir. Onlar benim için tornavidayla açılıp içeri atlamak, taşınabilecekleri alıp kaçmak için birer kapı artık. Bugüne kadar hiçbir yerde küçük kırmızı bir itfaiye kamyonu bulamadım ne yazık ki… Buzdolaplarından elle yemecesine yemekler buldum, üstümdeki kirli elbiseleri değiştirmek için giysiler buldum ama oyuncaklar arasında kırmızı itfaiye kamyonu yoktu hiçbir çocuğun.

Bizim çocuklardan biri ne dedi biliyor musunuz? Sokak kedilerinin ömrü iki üç yılmış. Biz de sokaktayız çok yaşamazmışız. Bu doğru. Bir gece, yeni aldığı tabancasını denemek isteyen tanımadığım bir adam yüzünden öldüm. Mesela ben, on bir yaşıma kadar dayandım. Bedenim resmi defterlerde kayıtsız olduğundan bir süre ne yapacaklarını bilememişler. Sonra da bu tıp fakültesine kadavra olarak göndermişler. Bütün bunları yalnızca siz biliyorsunuz. Kayıtsız insanların hikâyesi de adı da bilinmez. Ben 128 numaralı kadavrayım. Oyuncak itfaiye kamyonunu bir türlü bulamadım. Bu lafları da ben etmedim zaten. Ben formaldehit, metil alkol, gliserin, fenol karıştırılmış suyun içinde yüzerken, yüzümü gören ve beni kesinlikle tanıdığını iddia eden bir tıp öğrencisinin lafları… İlk kadavra dersiydi ve dersten sonra oturup bunları yazdı. Hocası onu kadavrayla duygusal ilişki kurduğu için uyardı ve anatomi laboratuvarının duvarındaki yazıyı gösterdi; “Burada ölüler dirileri eğitir.”

544 ve 545 SOLUCANLARI

Tuz Saraylar’ın ilk bölümü Günahlar’dan üçüncü öykü, 544-545 Solucanları. Öykü adını dilencilikle ilgili yasa maddesinden alıyor. Bu bölümün ilk öyküsü Güneş ve Çiçek’tir.  İkinci öyküsü Fil Sami’dir. Bir yap bozun parçaları şeklinde dilenci mafyasını farklı açılardan ele alan Günahlar bölümündeki öykülere devam edeceğiz. Kethüda’yı merak edenler biraz daha bekleyecekler. Şimdi birinci öyküdeki patron Lale Hanım’ın avukatı girip çıkacak öyküye. Önerisi ise… Okur tahmini bekleyen öyküler… Tuz Saraylar…

undefined

Osman Bey, canı sıkılarak başını çevirdi. (Her köşe başına, bunlardan bir tane yapışmış durumda. Çirkin, pis, sakat ! Alt geçitler, üst geçitler, cami avluları, kutsal günler, kutsal olmayan günler bu kahverengi solucanların saldırısı, kuşatması altında! Bütün ömrüm bunları küremekle geçti gibime geliyor !.)

         “Bütün ömrüm bunları küremekle geçti Şükrü!”

          “Haklısınız amirim, bizim de olacağımız o…”

            (Bu kıvıl kıvıl şeyler kimi daha kürekteyken kayıp gidiyormuş, kimi koyduğum kutudan kaçıyormuş… Oysa bana daima azalıyorlarmış gibi gelmişti. Gençtim demek ki. Derken arkamı döndüm, emekli olurken hayal kırıklığı!  Üstelik üremişler, üstelik evrim geçirmişler! )

         “Bu ne biçim şey yahu! Hani biz zenginleştik, geliştik?  Birinci Cihan Savaşında, Kurtuluş Savaşından sonra bile bu kadar sefil süfelayı sokakta bulamazdın, biliyor musun Şükrü? Çünkü o zaman insanlarda gurur vardı, gurur! Şimdi her şey naylon!”

         “Doğrudur amirim.”

            (Hiçbir şeye saygıları yok aslında. Duygusuz ak gözlerle akla gelmedik duaları, bedduaları peş peşe sıralayıp insanların kulaklarından gözlerinden girip beyinlerinde yer ediyorlar. Sonra bizim yufka yürekli insanımızın vicdanı dile gelip vır vır etmeye başlıyor. Sınava gireni, bir dileği olanı, başına bir şey gelmesin diye korunmak isteyeni… Bu yamuk, çarpıkların, bu miskilerin dualarından hayır bekliyor… Solucanlar ! )

         “Onun böyle bir yeteneği olsa kendine hayrı olur a cahil!”

         “Ne buyurdunuz amirim?”

         “Kendilerine hayırları yok kime ne hayırları olacak be Şükrü! Allah için para ediniyorlar ama. Sen ben ay sonunu zor getiriyoruz, o öğrenci simit parasını veriyor ama onların altıncıkları artıyor ha artıyor…”

         “Valla doğru efendim.”

         Şapkasını sinirle masaya fırlattı. Üniformasının düğmelerini açıp kaygılı ve sinirli ellerini beline koydu. (İnsanların gezindiği her yerde barınıyorlar. Gözlerinin aklarını göstere göstere dilleri dışarıda,  yerlerde sürünenlerini mi ararsın, kolunu kırmış öyle gezenini mi, ağzından salyasını akıtanını mı? Yok, efendim kan kanseri olanı mı?)

         “Ne senaryolar,  akıl alır gibi değil yahu! Hatırlıyor musun, sivil gezerken bizi tanımayıp da oğlum kan kanseri, raporu var, diye yanımıza yaklaşmışlardı da güneş gözlüklerimizi çıkarınca donup kalmışlardı.”

         “Bilmez miyim amirim, karı koca olmadıkları gibi, çocuk da kiralıktı… Herkes enayi, bir onlar akıllı…”

          “Ama ne.”

         “Yalnız amirim, lâf aramızda hâlâ ortalığı dolandırıyorlar, bilmiş olun…”

         “Yok canım, hâlâ mı?”

         “Emin olun efendim. Şimdi iş yerlerine gidiyorlarmış. Bir yolunu bulup patronların yöneticilerin adlarını öğreniyorlarmış. Sonra illâ ki bilmem kim beyle görüşmeye geldik, biz memleketlisiyiz falan filân bilirsiniz işte…”

         “Sen ne karıştırıyorsun onu?”

         “Aletin zoruna bak ya, bu düğmede bir şey var herhalde…”

         “Alet deme şuna Şükrü!”

         “Pardon Amirim.”

            (Ah bu bana kendimi çok yorgun hissettiriyor! Hayatım başıboş bir uçurtmaymış ama haberim yokmuş. Bir uçurtma ne işe yarar ki? Eğlencelik! Rüzgârın, çocukların maskarası. İpini tutar havalandırırsın. O uçtuğunu sanır. Belki kuşgillerden sanır kendini. Ama ipini sarıp aşağı çekiverirler. Yahut rüzgâr ondan sıkılır.  Ama Tanrı biliyor, bugün ipimi koparmak isteyen bir uçurtmayım… Yakalayıp kayıt altına aldığın kaç kişi? Ailecek, köycek bu işi yapan var. Adam mı var elimizde tesis mi?)

         “Mahkemeye çıkarıyorsun; valla billa yapmayacağım, diyor salıveriliyor.”

         “Yapmayın müdürüm, sizin bir suçunuz varmış gibi aaa.”

            (E, o zaman mahkemeye çıkartmaya ne lüzumu var? Bizim çocuklar da böyle düşünüyor zaten. Yargıç ne yapacak? En fazla 544–545 den bir hafta, bilemedin bir ay hapis verebilir.  Hapis etsen ne olacak, alıp ıslah ediyor musun? Yooo. Salıyoruz sokağa. Olmadı şehir sınırına bırakıyoruz! Yazık harcadığımız benzine, yazık koşturup duran adamlarımın nefesine yahu!)

         “Yazık bize Şükrü! Benzin parasına yazık!”

         Şükrü amirini sakinleştirmek gereği duydu; “Amirim içecek bir şey ister miydiniz?”

         “Sen en fazla kaç para saydın, söyle bana Şükrü?”

         Şükrü sustu. Soru beklenmedik anda geldiyse altından bir sıkıntı çıkabilirdi. Ya da kendisini cezalandırmak için amir bazı konuları şahsa doğrulatır, sonra açıklayıcı konuşurdu. Büyük miktar söylese, başı derde girebilirdi, az dese, altında ne var bilmiyor ki… Nasıl bir sorun vardı da konuya buradan giriliyordu?

         “Saydın mı derken Amirim?”

         “Bırak maaşını, o bir şey etmez. Hayatında eline alıp sıcak sıcak saydığın en yüksek para ne kadar, diyorum. Böyle bir para geçti mi eline?” 

Osman Bey, amaçsızca ceplerini karıştırıp durdu.

         “Eee, şey hayır.”

         “Ya, gördün mü, kaç yıllık zabıta memurusun?”

         “On yıl.”

         “İşini sever misin?”

         “Amirim, bana bir şey anlatmak istiyorsunuz ya, hata edi’cem diye…”

         “Etmezsin, etmezsin. Bunların her biri senden benden fazla kazanıyorlar Şükrü! Kusurlu, aramızda olmaması gereken, hastalıklı bir güruh! Ama sağlıklı, dürüst çalışan insanların ekmeklerinde gözleri var! Onların da onları çalıştıranların da!”

         “Evet Amirim. Ama siz çok sinirlendiniz bugün. Tansiyonunuz falan şeydicek diye korkuyorum efendim. Aman lütfen. Tam emekli olacağınız rahat edeceğiniz zamanda …”

         “Sen ne demek istiyorsun?”

         “Hastalıkla uğraşmayın demek istiyorum efendim.”

         “Haa, öyle söyle.”

         “Siz ne anladınız ki?”

         “Boş ver!”

            (Git diyor mafya, senin yerin şu, ondan sonra şu kadar da para getir akşama. Parayı denkleştiremedin vay haline. Ağır işkence. Naylon eritip damlatıyorlarmış naylon!)

         “Hatırlıyor musun Şükrü, bir gün çöp sahasında birini bulmuşlardı. Kimlik falan da yok. Geçmiş olsun. Tabi para denklesinler diye her yolu deniyorlar. Olmadı sırf gözdağı vermek için cırt, öldürüveriyorlar! Tam bir suç makinesi işte! Naylon eritip damlatıyorlarmış etlerine böyle böyle biliyorsun sen…”

Şükrü gülmeye başladı. Kendini tutamıyordu. Osman Bey ters ters;

          “Sinirin mi bozuldu ne Şükrü?” dedi.

         “Adamın kimliği tespit edildiydi amirim.  Şu çöptekinin. Adı Hayati Kopya’ydı.”

Osman Bey, gerdanını ve yanaklarını sarsarak. “Hadi canım,” dedi.

         “Valla Amirim.” Boğazını kazıyıp öksürdü, toparlandı.

         Osman Bey, masanın üstünde duran ağaç oyma kalemlik, pirinç isimlik, dosyalar ve evrakları bilinçsizce yokluyor, kaldırıyor, başka yere koyuyor bir yandan durmadan düşünüyor ve düşüncesinin devamında konuşuyordu. Onun elini izleyen Şükrü, pirinç isimliğe doğru eğilip bıyıklarına düzgün mü diye baktı;

         “98’deydi sanırım. Sonra da suç geometrik olarak artıyor zati. ” Anlamsız konuştuğunun farkındaydı ama Osman Bey’in kendisini duymadığından emindi.

Müdür, geometrik sözcüğünü yakalamış, bu ona bir araştırmayı çağrıştırmıştı. (Üniversitelerden biri araştırdı işte, bunların dünyasında dolaşan para tekstil sektörüne denk. Toplayıp salıyorsun, toplayıp salıyorsun! Gönder bakayım taş kırmaya! Zaten çoğu sağlam, sakat numarası yapıyor. Anında düzelip tövbeden gelmezlerse ben bu üniformayı çıkarırım! Adamlar mesaiye gider gibi pöh!)

         “ Adamlar mesaiye gider gibi arabalı, dağıtılıyor, bırakılıyor Şükrü! Bu nedir yahu?! Bulabildiniz mi şimdiki yerlerini?”

         “Yok, bulamadık Amirim.”

Sustular. Sonra Osman Bey; “Felçli, doğuştan sakat olanları ailelerinden kiralarken iki misli ücret veriyorlarmış!”dedi birdenbire.

         “Doğrudur Amirim.”

         “Hay Yarabbim, bunlar da ana baba işte!”

(Şimdi de bu kiralanan, satın alınan, kaçırılan dilenciler yetmezmiş gibi başka ülkelerden de geliyorlar! Bu kadar itip kakma, taciz, sonra ne oluyor? Öööc, öç diye ulumaya başlıyorlar!  Öcünü gidip seni pazarlayandan alsana! Toplumdan alıyor! Çanağına sıçan cinsi bu yani! )

         “Çanağına sıçanlar bunlar anlıyor musun? Tam da araştırmacıların dediği gibi ‘en üst düzeyde öç alıyorlar’ diye yazmışlar, okudun mu o raporu sen?

         “Yok, Amirim şey’demedim. Şey raporunu dediniz değil mi?”

         “İki saattir burada sosyeteyi konuşuyoruz sanki Şükrü! Ben ne yapıyorum? Araçlarla toplayıp kampa getiriyorum, kimlik bilgilerini al, cebindeki paraya valilik kasası adına el koy, onları kadın ayrı erkek ayrı odalara tık! Efendim? Odayı kokut, aç kapıları sal dışarı! Önemsiz işler yüzünden ömrümü çar çur ediyorum!”

       “Artık üstlerinde fazla para da çıkmıyor Amirim. Gözetleyiciler alıp alıp gidiyorlarmış.”

         “Pöh, sen de o toplama odalarını kokuttuğunla kalıyorsun, hadi temizlet, ilaçlat! Yazık bu memlekete yazık Şükrü! Bu iş böyle olmaz Şükrü. Bu işin önünü kesmeli. Adamlarımın hayatlarının anlamı kalmıyor bir, ayakaltında bir sürü pis insan iki, millet Allah Allah derken, hiç çalışmadan ceplerini dolduruyorlar bu da üç! Bu işe bir çare… “ Durdu. Sonra; “ İnsanların yakasına yapışıp bu yaratıkları beslemeyin, diye avaz avaz bağırasım geliyor! Bunlar ıslah mıslah olmaz kardeşim!”

(İşe yarar organlarını dokularını alıp kalanı tahtalıköye posta! Bir tinercinin ıslah edilmişinden ne olur? Ha? Cinayet işliyorlar, soygun yapıyorlar, eee sonra? Kendinde değilmiş… Al parçaları, bitir işi… En iyisi bu!)

Memur amirini giderek ışığı sönen bir yağ kandili gibi görmeye başlamıştı ki yağ kandili aniden parladı; “Bir çaresi olmalı!”

Şükrü yerinden fırladı; “Emredin amirim!”

         Tam o sırada kapı tıkladı, şık takım elbiseli, uzun mu uzun boylu, şişman, gâvur dağı heybetiyle yabancı biri içeri girdi:

         “Osman Bey, randevusuz geldim, özür dilerim.”

Osman Bey, kendi, kendine konuşmasını ve Şükrü’yle konuşmasını kesmek zorunda kaldığı için hiddetle; “Eveee?” dedi.

Daha “t” harfine sıra gelmeden misafir ona;

“Şu dilenciler konusunda size bir önerim olacaktı” dedi.

Osman Bey bir an donup kaldı. Adam, bu suskunluğu sözüne devam et şeklinde yorumladığından; “Ben bu kentin güzelleştirilmesi ve… Temsil ettiğim grup, ah adım Sami, Avukatım.”  Kartvizitini uzattı.  “Yalnız görüşmemiz mümkün müydü?”

Sanki Tanrı Osman Bey’i duymuştu ve bu misafiri Avukat Şişko Bey Sami’yikapısına bırakıvermişti. (Bu kadar olur!)

         “Elbette, “dedi keyifli ve özenli bir sesle. “Size ne ikram edeyim?”

Yürüyen dağ büyük misafir koltuğunu tamı tamamına doldurarak büyük bir bardak su, bir bardak da meyve suyu istedi.

FİL SAMİ

Serap Gökalp’in Tuz Saraylar kitabından…

Delikanlı olacaklardan habersiz sessizce bekliyor. Parmakları, kirli sarı saçlarını çalımla tarayıp gömleğinin yakasını toparlıyor.

            Yüzündeki meydan okuyuşa karşın gözleri testekerlek. Fil Sami’nin neler düşündüğünü anlamaya, beklemeyi ve sessizliği kısa, kesik hareketlerle doldurmaya çalışıyor. Bilmediği Fil Sami’nin de delikanlının ne düşündüğünü hesaplamaya çalıştığı… Ama onun sessizlikle herhangi bir sorunu yok besbelli.

İçeri girmeden önce ona ayakkabılarını çıkartmışlar, mavi hastane naylonları giymesini söylemişlerdi. Ve sakın hiçbir yere oturmamasını. Yere bile. Şimdi delikanlı, fötr şapkası ve takım elbisesi olmaksızın adamın yaşlı durduğunu düşünüyor. Yaşlı, yani güçsüz. Adamsa karşısındaki delikanlıya bakıyor ve kendi gençliğini görüyordu. Babasının karşısında duruşu tam da böyleydi. Şimdi ikiye bölünmüş ruhuyla iki Sami karşılıklı duruyordu. Bir yarısı şimdiki Fil Sami’nin kılıfında babası, diğer yarısı bu kayış gibi çocuğun kılıfında genç Sami. Sıkı çocuk ve Fil Sami onun aklını okumuştu evet; kendisini yaşlı bulduğunu anlamıştı. Bu onu sinirlendirdi. Giysilerinin avantajından yoksunken kendini rahat hissetmezdi.  Gözünü delikanlıdan ayırmaksızın kurutulmuş meyvelerle dolu tabağa elini daldırdı, birkaç zencefil şekerlemesini ağzına attı. Eski Yeşilçam filmlerinin kötü adamlarından biri… Ağız şapırtısı, sinir bozucuydu. Yumuşak, kaplayıcı bir canavarın koca bir koltukta yayılmış oturması delikanlının içini daraltıyordu. Bir yandan kaçınılmaz olarak ağzının sulandığını hissediyor ve sıklıkla yutkunuyordu. Yumuşak bir duygu asılı kalmıştı. Yumuşak ve yıldırıcı.

            Bir süre sonra kuru incirler, kaysılar, zencefiller ve –delikanlı bilmiyor işte- bitti, Fil Sami, kâğıt bir mendille ellerini temizledi. Vücuduna göre küçük, mayalı hamurlara benzeyen ellerini, etleri içine gömülmüş tırnaklarını dikkatle inceledi. Hiç acele etmiyordu.  Kendini kaptırdığı, ruhun ayrılıp uzak yerlere gitmesi, görünmezlikle her şeyi ve herkesi gözetleyebilme yetisine benzer bir duyguyla babasını ve kendi gençliğini izliyordu.  

Delikanlı yine yutkundu. Tırnağını taktırıp kazımaktan kendini alamayıp yüzündeki bir sivilceyi kopardı. Sonra daha önceden yolunmuş yerlerin kabuklarını kopardı. Bazıları kanadı, farkında değildi, içindeki daralmaya çözüm bulmaya çalışıyordu. Ama bu saçmaydı. Birini harcamak isterlerse doğrudan harcarlardı, niye çağırıp konuşsun ki? “Fil Sami aslında kötü biri değildir. Kimseyi öldürttüğü falan duyulmuş değil… Adam avukat…”

            Sokakları polo şapka, kötü kokulu giysiler ve yumuşak ayakkabılar olarak her zaman hızla arşınlamaya alışkın delikanlı yerinde durmakta zorlanıyordu. Yine adamın yaşlı ve güçsüz göründüğünü düşündü. Fil Sami onun ne düşündüğünü yine anlamış olmalıydı. Ayağa kalkıp ellerini arkadan bağlayarak pencere önünde durdu, boy ve kilonun yararını geri aldı. Işık içine gömüldü şimdi ve nedense çocuk kör olacağını düşünüp kolunu gözüne siper etti. Fazlasıyla aydınlıktı oda bu yüzden… Karanlığa, şapka gölgeliğine ve gözlüklere alışkın birinin tüm koruma güdülerini paramparça ediyor ve kendini çaresiz hissettiriyordu.  Fil Sami’nin iki metreye yakın boyu ve yüz kilodan fazla karaltısı da bu duyguyu perçinliyordu. .

            Kapı yavaşça açıldı. Yer çekimine direnemeyen zavallı kaşları ve yanaklarıyla başörtülü bir kaz odaya girip iş yapmaya başladı. Kapı pervazlarından eğilerek geçen adamı da onun karşısında Cin Ali gibi kalan çocuğu da görmemiş gibiydi. Boş tabağın yerine koca bir tabak kurutulmuş meyve daha bıraktı. Küllükleri temizledi, cam masanın üstünü ıslak bezle sildi. Hizmetçi kaz beyaz giysileri ve portakal rengi terlikleriyle çıkıp gidince sessizlik yine oraya buraya çarpmaya başladı. Zorlu bir korunma isteği oluştu delikanlıda; “Böyle deli sessizliklerin sana ne zaman çarpacağını seni ne zaman sessizleştireceğini bilemezsin,” diye düşünürken telefon ziliyle irkildi ve kalp atışları arttı. 

            Fil Sami tekrar çalışma masasına döndü. Koltuğunu arkaya yatırdı;

             “Efendim Lale Hanım?” derken gözlerini delikanlıya dikmişti. Duydukları yüzünden karşısındakini lime lime etmeye hazırlanıyordu.  Homurtular dışında hiçbir şey konuşmadı ve telefonu kapatıp dilinin üstüne yapıştırdığı kürdanı parmaklarının arasına alıp geviş getirmeye yarayan, kalın, sağlam ve sarı dişlerini karıştırdı. Hiç beklenmedik bir anda; “ Sen kiralıklardan mısın?” dedi. Normal sesle sorulmuş olmasına karşın bu sözler delikanlıyı irkiltti. Avukat yarattığı etkiden memnundu. 

“Evet.”  

Kendi başına çalışıyormuşsun he?”

            Gencin duyduğu, söylenen cümlenin kendisi değildi. Söylenişi, bekletilmesi, odanın çıldırtıcı aydınlığı, pahalı eşyalar,  kaza benzeyen hizmetçinin onlar sanki saydam yaratıklarmış gibi odaya girip işini tamamlayıp çıkıp gitmesi, tüm boşlukları dolduran sessizlik, sessizliğin içinde çekiç sesine dönüşen ağız şapırtıları… Bu cümledeki vurguyla birlikte dehşet olup içine fışkırmıştı. Fil Sami ona bakıyordu. Bu bakışın hayırlı bir bakış olmadığını söyledi içinin sesi ve delikanlı kıpırdandı. Bir şeyler söylemesi gerekiyordu;

             “Yok abi, valla billa yalan. Kim çıkarıyor bu lafları? Ben ne kazanıyorsam… Hem zaten üç kişiyiz… Öyle bir şey olsa… Hem niçin yapa…” Hızla ve çaresizce birbirinin ardına dizilmiş sözcükler derin suskunluğa çarptıkça, yerlere dökülüp paramparça oluyordu. Bunu anladığı anda dehşet geri tepti ve beynine yapıştı.             Fil Sami onu kesinlikle ciddiye almadığını gösteren bir mimikle; dudaklarını iki yana ve aşağıya yayarak: ”Kes!” dedi kısaca.     Sustu. Adam bir erik kurusu, alıp fırlattı.

            “Kaç para buldun bunun üstünde ?” dedi. O ana kadar sessiz bekleyen Parmaksız, sarı benizinden umulmayan çevik bir hareketle kuru yemişi tuttu.

            “En son bir kadın çantası getirmişti” dedi.

            “Paraları tamı tamına Mehmet’le sayıp vermedik mi?” diye atıldı delikanlı. Şakaklarındaki hardal rengi saçlar terden parlıyordu.

            “Paralara dokunmamış. Ziynetleri iç etmiş.”

            Fil Sami, çukur porselen tabağa elini daldırdı. “He?” dedi, öyle mi, anlamında,  ağzını doldurdu tekrar.

            “Ya Parmaksız Abi, yanlışın var bak. (Yalan söylüyorsun diyemiyordu) Yanlış biliyorsun bak. Ziynet filan kim uyduruyor bunları?”

Parmaksız ona hiç bakmadı. Erik kurusunu dişleyip; “Dört bilezik, bir tek taş yüzük, bir çift pırlanta ve elmaslı küpeyi kuyumcu Adnan’a götürmüş.”

Fil Sami ağzındakileri bitirdi tekrar tabağı avuçladı; “Adnan’ı ne biliyor?”

            “Bir kere mal götürmüştü,”dedi Parmaksız.  Çekirdeği koyacak yer aradı, bulamadı,  avucunda tuttu, sonra da cebine koydu: “Adnan demiş ki, Parmaksız’ın haberi var mı? Var, demiş bu. Ben birini gönderirsem haber veriyorum ya. Öyle dank diye gidince… Cesaret edemez diye de düşünmüş… Allah’tan bana sordu…”

            Fil Sami: “Kayış gibi, kayış gibi de bizi de kayışa getirmeye kalkıyor ha?” dedi sarı dişlerinin arasından. Bu cümle delikanlıyı artık yere kıvrılıp bırakılmış bir kayışa döndürdü.

            “Ben sana diyeyim Parmaksız, o yanındaki zurnayla peşrev olmaz tamam mı? Ben adamı gözünden anlarım. Ben insan sarrafıyım. ”

            Doğru söylüyordu. Avukatlığının dışında yaptığı işi; “Akdeniz ülkelerine ulaşmak isteyen Afrikalı, Asyalı kardeşlerimize yardımcı oluyoruz” diye övünerek söylerdi.Sonra kıyı korumanın işi çok sıkı tutmasıyla bunu yapmaktan vazgeçtiğini açıkladı ve o günden beri fakir ailelerin çocuklarına dadandı. Yaşı, cinsiyeti fark etmiyordu.  Adana pamuk tarlaları için bir zamanlar oluşturulmuş çocuk pazarını dâhice buluşuyla geliştirmişti. “Çünkü buranın insanları çok ürüyor kardeşim,” diyordu şişman dudaklarını şişirerek. Onlara, kulaklarından tutup havaya kaldırılmış tavşanlara bakar gibi bakıyordu. “Eleman bol. Devamı da var. Eeee, o zaman bu durumu değerlendirmek lazım. Avrupalı yapmıyor mu sanki…”             Çocukları kiralıyor, satın alıyor, olmazsa kaçırtıyordu. Topladıklarının içinden ilkin sağlam, çevik olanları Parmaksız denilen usta yankesici için ayırıyordu. Bir kısmı sokaklarda sakız mendil satar görünümünde para karşılığı habercilik, ispiyonculuk yapıyordu. Fuhuş için kız ve erkek çocuklar, genç kadınlar da ayrılınca geriye Kethüda’ya verilecekler kalıyordu.

            Sağ elinin başparmağı cebe girip çıkarken takılmasın diye zamanında ustası tarafından kesilen Parmaksız, teslim aldığı çocukların her şeyinden sorumluydu. İhanetlerinden de… Yine sessizlik balon olup şişmeye başladı ve yine Fil Sami kuru meyvelerini dikkatle ağır, ağır yedi bitirdi. Yine ellerini temizledi ve bıkkınlıkla iç geçirerek kısık bir sesle kararını bildirdi; “Kethüdaya verin bunu.”

            Çocuk kalbine bıçak saplanmış gibi haykırdı;

“Hayır! Bu çok fazla! Bunca zamandır size dünyanın parasını kazan…”