İnsanlar beni ilk kez Güneşli caddesinde bir dilenci kadının kolunun altına sıkıştırılmış olarak görmüşler. Kadın belindeki naylon poşetten bir parça kuru ekmek çıkarmış, yemem için ağzıma tıkmaya çalışmış. Ama ben uyuyormuşum. Caddenin taşıtları ve kalabalığının uğultusunda uyuyormuşum… Günün büyük kısmını uyuyarak geçiriyormuşum. Kimse bunun farkında değilmiş. Bana bir şey içirip, koklattıkları sanılıyor. Çünkü ne ağlıyor ne kıpırdıyormuşum. Su bile istemiyormuşum. Yaşama böyle başlamak hiç de iç açıcı değil elbette. Yaşımda mıyım? On, on iki aylık belki… O dilenci kadının kolunun altında bir çıkına bağlı yaşamadan önce nerede olduğumsa daha acı.
Annemin bir tecavüze uğradığı, evden kaçtığı, rastladığı iyi kalpli(!) bir adamla imam nikahı yaptığı biliniyor. Adama bir çay bahçesinde ne yapacağını kara kara düşünürken rastlamış. İkinci çayı içmemek için önündeki çayı bitirmeden boşluğa bakıyormuş. Adam bu bakıştan etkilendiğini söyleyip… Bilinmeyen, daha doğrusu annemin bilmediği adamın niyeti. Onun bir yardımsever değil, bir insan taciri olduğunu öğrenmesi için doğum yapması gerekmiş. Beni dört, bilemedin beş ay emzirmiş. İmam nikâhlı kocası bir gün evden çıkarken beni ve bir naylon poşete doldurduğu eşyamı götürmüş. Annem ağlamış olabilir mi? Bilmiyorum. Belki ağlamamıştır. Bir yükten kurtulmanın hafifliğiyle şöyle bir diklenmiştir. Yeni yaşamım dilenci kadının bedenine bağlı bir bohçanın içinde insanların acıma duygularını ateşlemek üzere bütün gün sokaklarda sürmüş. Beni insanlar ilk orada görmüşler. Bu değişim annemin imam nikâhlı kocası tarafından bir kadın tacirine satılmasıyla aynı zamanlara denk geliyor. Annem, kendi için ağladı mı acaba? Bilmiyorum. Ona ne olduğunu da bilen yok. Benim hikayem, açlık, bitler tarafından yenmek ve uyumakla sürüyor. Bir dilenci kadının kucağındaki çocukların neden hep uyuduklarını düşündünüz mü? Uyuşturucu verilir de ondan böyle kar demeden sıcak demeden taş üstünde derin uykular uyurlar. Çoğu bu kadar uyuşturucuya dayanamaz ve ölürler. Ama bir kural vardır, çocuk “iş günü” içerisinde öldüyse, sözde anne onu akşama kadar kucağında tutmak “işe devam etmek” zorundadır. Çünkü cezası çok ağırdır. Kimseye belli etmemesi gerektir. Bu bir kuraldır, anladınız mı? İşte bu koşullara rağmen ben bir şekilde hayatta kalıyorum. Ta ki dilenci kadına bir araba çarpıp onu öldürünceye kadar.
Bu kazadan sağ çıkmam kaderimi değiştiriyor. Beni önce hastaneye, oradan Çocuk Esirgeme Kurumuna gönderiyorlar. Orayla ilgili anı kaydım var mı diye düşündüğümde bir beşiğin parmaklıklarını görüyorum. Çiş kokusu ve emziğin ağzımdaki varlığı… Ağlama sesleri. Kendi ağlama sesimle birlikte çok ağlama sesleri…
Sonraki anı kaydım, (aklım erdiğinde koruyucu ailem olduğunu öğrendiğim) insanların yanından kaçtığım günle başlıyor. Çok dayak yediğimden olmalı, içgüdüsel-can havli de denebilir-bu evden dönmemek üzere çıkmam gerektiğini söyleyen içimdeki sese uymakla başka bir serüven başladı; sokaklar. Öyle bir kaçıştı ki çok sevdiğim tek oyuncağım küçük kırmızı itfaiye kamyonumu bile cebime atamadım. İşte bunu unutmadım…
O günden sonra pencereleri hep dışarıdan içeri doğru gördüm. Gece ışıklıdırlar veya perdelerin arasından sızan ışıklıdırlar. Gündüz havalandırmak için açılmış veya sımsıkı kapalı olurlar. Benim işim gece karanlık pencerelerledir. Onlar benim için tornavidayla açılıp içeri atlamak, taşınabilecekleri alıp kaçmak için birer kapı artık. Bugüne kadar hiçbir yerde küçük kırmızı bir itfaiye kamyonu bulamadım ne yazık ki… Buzdolaplarından elle yemecesine yemekler buldum, üstümdeki kirli elbiseleri değiştirmek için giysiler buldum ama oyuncaklar arasında kırmızı itfaiye kamyonu yoktu hiçbir çocuğun.
Bizim çocuklardan biri ne dedi biliyor musunuz? Sokak kedilerinin ömrü iki üç yılmış. Biz de sokaktayız çok yaşamazmışız. Bu doğru. Bir gece, yeni aldığı tabancasını denemek isteyen tanımadığım bir adam yüzünden öldüm. Mesela ben, on bir yaşıma kadar dayandım. Bedenim resmi defterlerde kayıtsız olduğundan bir süre ne yapacaklarını bilememişler. Sonra da bu tıp fakültesine kadavra olarak göndermişler. Bütün bunları yalnızca siz biliyorsunuz. Kayıtsız insanların hikâyesi de adı da bilinmez. Ben 128 numaralı kadavrayım. Oyuncak itfaiye kamyonunu bir türlü bulamadım. Bu lafları da ben etmedim zaten. Ben formaldehit, metil alkol, gliserin, fenol karıştırılmış suyun içinde yüzerken, yüzümü gören ve beni kesinlikle tanıdığını iddia eden bir tıp öğrencisinin lafları… İlk kadavra dersiydi ve dersten sonra oturup bunları yazdı. Hocası onu kadavrayla duygusal ilişki kurduğu için uyardı ve anatomi laboratuvarının duvarındaki yazıyı gösterdi; “Burada ölüler dirileri eğitir.”