FRANKFURT KARTPOSTALI

Düşünüyorum da çocukluğumuzun, gençliğimizin geçtiği yere yıllar sonra dönmek, bir gezegenden dünyaya geri gelmekten farksız. Dalgaların çarpıp durduğu kayalar, yine yüzleri yukarıda dua ediyorlar ama gözüme aşınmış görünüyorlar. Delikanlıların toplandığı direk dibinde şimdi yeni kuşaklar var. Evler dağlar kadar suskun, eskiden sokağa düşen perde gölgeleri bile tanıdıktı oysa.

Kasabanın sessizliğinde yüzen anılarıma göz atıyorum da… Etli biber dolması kokusu tanıdıksa da çocukluğumun kürekleri sessizce denize dalmıyor. Bakkalda kaşla göz arasında bana memelerini gösteren, ağzındaki koca sakızı köpürterek ‘ısır’ diyen Nejla evlenmiş. Bakkalın paslı kepenkleri kapalı, radyosu suskun, o yüzden Hamiyet Yüceses’in “Fikrimin ince gülü” açmıyor sokakta. Hayriye Teyze sağmış ama kahve falı bakamıyormuş artık. Gelini için ‘bu hizmetçi iyi çıkmadı, değiştirin,’ diye tutturuyormuş ikide bir, unutkan olmuş. Nevingiller babası ölünce dedesinin yanına göçmüş. Onların mutfak penceresinde, buzdolabından yeni çıkmış terli kirazlar kimin acaba?

Simitçinin sesini o sırada duydum. İki simit aldım. Tanıdık biriyle yiyip, çay içme niyetiyle çevreme bakındım. [Terzi/Taylor- Her türlü dikim onarım işi yapılır] Kamil Ağbi bari yerinde olsa… Gece gündüz lamba yanan dükkânında – o mağaram derdi buraya- kucağındaki kumaşa toplu iğnelerden yollar yapıyordur. Kutudan aldığı iğnenin çıtırtısına dışarının sesleri karışıyordur. Ne zaman canımız sıkılıp bu kapıdan içeri girsek… [Terzi/Taylor- Her türlü dikim onarım işi yapılır] ‘Ne o,’ derdi gözlüklerinin üzerinden bakarak, ‘ayaklarını sürüyorsun, yaşamının kalan zamanını mağarada mı geçireceksin?’

Karşıya geçtim. Kapıyı açıp eşikten seslendim: “Çayın var mı Kamil Ağbi?” Simitleri gösterdim. Elindeki işten hiç başını kaldırmadı: “Hoş geldiniz. Çayımız var.”

Duraksadım, -eskiden de hiçbir şey onu şaşırtmazdı gerçi – bunca zaman sonra mahallenin delikanlılarından biri dönmüş şaşırmıyor. Birden buraya ne bok yemeye geldiğimi düşündüm. Beni görünce dizlerine vurup yüksek sesle gülmesini, özlem sözleriyle karşılamasını beklemiş olmalıyım. Gözlerinin, bir kadını tahrik etmek için neresinin emilmesi gerektiğini anlatırken parladığı gibi parlamasını… Veya ‘gidemedin şu Almanya’ya Kamil Ağbi’ der demez bıkıp usanmadan konuştuğundaki neşesini… Hazırlıklarını ince ince anlatırdı. Yolculuk planları her keresinde iştahla canlandırılan bir filme benzerdi. Trene nasıl binilecek? Trenin içi nasıl kokacak? Dışındaki kokular Almanya’ya doğru nasıl değişecek? Ama gözleri en çok tıptıpı anlatırken parlardı. ‘Almanya’ya gidince küçük Fransız balkonuna –böyle bir balkonu hayal ediyordu elbette, bildiğinden değil– bir teneke kutu koyacağım. Orada çok yağmur yağıyormuş. Tenekenin içi tıp tıp yağmur dolarken Neriman’ın üstünde gidip geleceğim, gidip geleceğim… Yağmur tenekenin içinde bir artacak bir azalacak… Tıp-tıp, tıp-tıp…’  Yüzünde bizi de azdıran sperm fışkırması o gülüşle Almanya’yı konuşan adamın şimdiki bu mahkeme duvarı suratı…

Baktığında çirkin bir adamdı. ‘Kadınlara hizmet ediyoruz oğlum. Kepenkleri –göz kapaklarını indiriyor– kapalı tutmalı. Yoksa felaket. Yengen çok kıskanç zaten…’  Prova yaparken, ölçü alırken “kepenklerin” altında olup bitenleri kimse bilmezdi, elbette.  Ama o yine de bundan çok delikanlıları toplayıp, açık saçık hikâyeler anlatmaktan, değilse malum “ben Almanya’ya gidince” sohbeti yapmaktan hoşlanırdı.  Karısı artık hiç kimsenin anımsamadığı bir tarihte bir kadın işçi kafilesiyle Almanya’ya gitmişti. Hesapta Kamil Ağbi’yi de aldıracaktı. Gitti gideli haber gelmemesine rağmen Kamil Ağbi çantası hazır yaşıyordu. Pasaport çıkartmış, yol parasını, orada işsiz kalırsa diye yedek parasını da –‘Hem de döviz bak!’– kenara ayırmıştı. ‘Bitecek bu hasret bitecek oğlum.’ Makas keyifle keserdi kumaşı. Çocuklara bakması için kaynanasını da razı etmişti. ‘Ne olacak bir, bilemedin iki yıl sonra mezun olacaklar zaten, gelecekler yanımıza.’ Peki ya kaynanası? Onun bu hayaldeki rolü burada bitiyordu. Bana öyle geliyordu ki yaşlı kadın da bunu bildiği ve küstüğü için durup dururken ölüvermişti. Kamil Ağbi ise bunun üstünde durmuyordu: ‘Eceli gelmiş ölmüş.’ Sonra hemen lafı değiştiriyordu: ‘Eh bunca fedakârlıktan sonra Allah beni de görecek elbet. Bak karım yok diye hovardalık yapmıyorum. Yoksa o elbise diktirmeye gelen kadınlarla ohhooo…’ Bizim düş gücümüz ateşlenirdi. ‘Para biriktiriyorum. İki çocuğa hem analık hem babalık kolay mı? Neriman desen gurbet ellerde, ne ağır işlerde çalışıyor. Pintidir, pul parasına kıyıp mektup da yazmaz. Belki de yorgunluktan kolunu kaldıracak hali kalmıyordur. Sordum İşçi Bulma’ya, Haym diye bir yerlerde kalıyormuş Türk işçiler. Sabah arabayla alıp, akşam getirip bırakıyorlarmış. Bildiğin hapis hayatı canım, ne yapsın kadıncağız? Kendi sıram ne zaman çıkacak diye soruştururken izine gelmiş bir işçi kadınla konuştum. Dedi ki, ‘çok fena çok, dil bilmiyorsun, karnını doyurmak bile işkence. Bana domuz eti yedirecekler diye aklım çıkıyordu. Kartoffel’i öğrenmiştim, iki yıl hep patates yedim…’

On dört on beş yaşlarının erkek çocukları seks dergilerini ona emanet ederdi, damat adaylarını zifaf gecesine bir boksör antrenörü ciddiyetiyle o hazırlardı. Oysa şimdi, hoş geldiniz, çayımız var… Bu bakışı en son onda ne zaman görmüştüm? Sanırım bir başka “Alamancı” Adnan’ın babası izine geldiğinde. Adnan onun getirdiği film makinesini, bir de porno filmi araklanmış, Kamil Ağbi’nin dükkânında karargâh kurulmuş. Hayatımızın en güzel gecesi… Olacaktı güya… Aklımız başımızdan gitmişti, ilk olarak hayal etmeyip görecektik. Küfürler, yorumlar…Bini bir paraydı. Birkaç gün önce Kamil Ağbi’nin kaynanasının kırk mevlüdü okunmuştu ama kimin umurunda? Kamil Ağbi elindeki tek adrese telgraf çekip, rahmetliyi gömdükten bir ay sonra bir Frankfurt kartpostalı gelmişti: Kamil izin alamadım. Gelemedim. Nasipse yaza görüşürüz. Hesabına biraz para gönderiyorum, cenazeye masraf olmuştur. Bizi bu adresten başka yere taşıyorlar. Sana bildiririm, selam kelam…

Bu aklıma gelince, Kamil Ağbi’nin gençlik fotoğrafına baktım. Hala aynı yerde asılıydı. Çerçevenin sol alt kısmına yerleştirilmiş, bizim seks filmi gecemize dek orada duran  Franfurt kartpostalıysa artık yoktu. O gece Selami’nin bir lafı üzerine, aynı şimdiki bakışla kartpostala bakmıştı. Ne demişti Selami, geçmiş gün, tam olarak hatırlayamıyorum ki… Herkes apansız susmuş, filmin sesleri kaplamıştı dükkânı. Birden Kamil Ağbi hiç olmadığı biçimde öfkeye kapılmış, eline geçeni sağa sola fırlatmış, Frankfurt kartpostalı da bu öfkeden payını almıştı. Kapı dışarı edilmiştik. Berbat bir yarım kalmışlık duygusuyla martıların uyuduğu saatte herkes evine yollanmışken Kamil Ağbiye sövüyorduk. Üstelik makineye de filme de el koymuştu! O geceden sonra nedense Terzi Kamil Ağbi’nin dükkânının kapıları bize kapanmıştı. O mu istemedi, biz mi kızgındık, kendiliğinden mi oldu bilmem, toplantılar bitti.  Kamil Ağbi’nin yaşamımızdaki yeri, o kızgın gecede, ısınınca küçülen bir naylon poşet olup küçülmüş, silinmiş, kararmıştı. Ben de o kararmış anıları tekrar… İş mi şimdi bu! Salağım ben salak! Eski yakınlığı yakalar mıyım çabasıyla; “Hayrola Ağbi keyfin yok, hayatının kalan zamanını mağarada mı geçireceksin?” dedim sanki dün berabermişiz gibi.

“Kapat şu kapıyı” dedi. “Kapalı yazısını da çeviriver.”  Birden heyecanlandım. Ama o aynı felaket habercisi suratla elindeki işaret teğelli kumaşı tezgâha bıraktı. Beyaz uzun saçlarıyla – yüzen bir tülbent sanki- iki bardak çay doldurup geldi. İşaret sabunu, kumaş, çay ve simit kokusu içinde öyle oturduk. Aklım ermiyor şu yaptığıma! “ Değil mi ki sevda var bu dünyada, bitti bırak…” dedi.  Sessizlik. “O akşam sizi neden kovduğumu anlamadınız değil mi?” Yine sessizlik. Vakit geçmeyecek. Simitleri saran kâğıdı açtım, gürültü olsun diye, bir lokma kopardım. Çiğnerken “Ha şu seks filmi meselesi…”dedim. “Her şey bir yemek takımı yok diye başladı desem inanır mısın?” dedi. Karşıda dağlar varmış gibi küçük, tozlu vitrin camına baktı. “Gözümün önünden gitmiyor, ellerini beline koyup, ‘biri tekir biri bekir yemek takımıyla misafir ağırlanmaz,’ diye tutturmuştu. Her zaman ağırladık hâlbuki. Birden ne olmuştu da… ‘Bütün kadınların porselen takımları vardır, benim yok. Neden beni kaçırdın? Çeyizimi alamadım, yemek takımım vardı. Anam babamla aramı da soğuttun! Ben sana daha iyisini alacağım, dedin ama şu hale bak! Nişan yüzüğü en incesinden, takı diye taktığın her şey taklit. Ev eşyası diyorum, dur bekle biraz!’  ‘İyi de Neriman biz yeni evli değiliz ki bak on yıl oldu. Şimdi bunları eşelemenin…’ Ne dedimse susturamadım.‘Mesele de o zaten, on yıldır değişen bir şey yok! Hep böyle yapıyorsun, hep senin dediğin olsun istiyorsun. Parayı canı nasıl istiyorsa harcayan sen! Dükkâna gelen kadınlarla kırıştıran sen! Bilmiyor muyum? Yedir, yedir sen âlemin karılarına yedir, bana bir yemek takımı alma, sonra akşama misafir gelecek!’ Çok kıskançtır, konu ne olursa olsun kıskançlık kavgasına döner zaten. ‘Yahu sevmesem kaçırır mıyım seni? Başkasında gözüm yok ki…’ diye alttan alıyorum. Coştukça coşuyor;  ‘Ben hayatımı sana teslim ettim. Bir yere gideceğim desem, ben götüreyim Neriman. Canım şunu istiyor Kamil, şimdi dur Neriman. Çocukları bile akşama baban gelince, diye terbiye ediyorum! Bir hükmüm mü var? Sen başka kadına gitsen yalnız kendini değil, neyim var neyim yok altımdan çeker alırsın! Bak ikimiz aynı yaştayız ama sen daha genç gösteriyorsun. On yıl sonra nasıl olacağım Allah bilir!’ Bağırıyordu: ‘Seninle iyi geçinirsem, senin her dediğini yaparsam iyi. Ama belki o senin dediğini yapmak istemiyorumdur! Bunu hiç sordun mu? İşte söylüyorum istemiyorum Kamil! Bu her şeye yardım ediyormuş gibi yapıp karışmaların, her şeyi en iyi bilmelerin, bu püf püf titiz adam hallerin… Bütün bunlar beni uçmaktan alıkoymak, vazgeçirmek için yaptığın bir kafes! Beni kafesledin Kamil!’ Sanki bedeni hınç dumanıyla dolmuş, bu duman onu patlatmış, taşırmış, çılgın bir fırtınaya dönüştürmüştü. Sonunda olan olmuş, porselen takım, kıskançlık derken iş nasıl olmuşsa Almanya’ya gitmeye varmıştı. ‘Şaşırdın mı sen kadın! Ne Almanyası, ne gitmesi!’ Günlerce gözümün içine bakıp ağzımdan ‘tamam’ lafı çıkana kadar beni zorladı. Düşündüm ki terzilik her yerde para eder. Giderim yerleşirim, onu da çocukları da alırım yanıma. Doğru diyor kadın, burada hep kıt kanaat geçiniyoruz… Sonra efendim ev hanımı olduğu için o da vasıfsız işçi yazıldı. Hiç aklıma gelir miydi onun benden önce, benden ayrı Alamanyalara gideceği… Aah-ah, o evin kapısından dışarı çıkarken çarpıntısı tutan Neriman, sanki sürekli yurt dışına gidip gelen bir hostes olmuş,  ‘sıram çıktı, ben gidiyorum Kamil’, deyip valizini aldığı gibi…”

Kamil Ağbi, çayını hızla karıştırmaya koyuldu. Kaşığın dönüp titremesinden çay taştı, tezgâhın üstüne yayıldıkça yayıldı, bardağa çarpan sesi büyüdükçe büyüdü. Gözünü ayakkabılarına dikmiş ha babam çeviriyordu. Lokmamı ısıramadım. Elim havada ağzım açık kala kalmıştım.

“O porno filmdeki kadın Neriman’dı,” dedi neden sonra.

Simit yerine dilimi nasıl ısırmışım. Nasıl yandı canım. Gözümden yaş geldi.

-o-

Yayınlayan

serapgokalp

Bursa doğumlu. Bir süre devlet memurluğu yaptı, istifa ederek otomotiv, gıda, tekstil, çelik, inşaat sektörlerinde değişik görevlerde çalıştı. İlk öyküsü Edebiyat-81 dergisinde 1983 yılında, daha sonra Yeni Olgu, Kıyı, Öner Sanat, Karşı, Yaklaşım, Yazko, Papirus, Agora, Türk Dili dergilerinde yayınlandı. Sonraki yıllarda; İle Dergisi, Patika Dergisi, Anafilya, Havuz, Öykü Teknesi, Sözcükler, Notos, Kurşun Kalem, Kar, Dünyanın Öyküsü, Kitaplık, Gösteri dergilerinde öyküleri, inceleme yazları yer aldı. İlk öykü dosyası Böcek Cinayetleri’dir. Ancak yayıncı tarafından yıllarca bekletilip basılmadığı için dosyayı geri almış ve imha etmiştir. İkinci dosyası Astak Kum Saatinde Akarken adlı kitabı, 2002 yılında Sistem Yayıncılık tarafından kitaplaştırıldı. Otuz sekiz yeni öyküsü 267 sayfalık bu ilk kitapta yer aldı. İkinci kitabı Kulak Misafiri, 2009 yılında Pupa Yayıncılık tarafından basıldı. Ödüllü öykülerinin yer aldığı bu kitabı Orhan Kemal Ödüllü üçüncü kitabı Tuz Saraylar izledi. 2010 yılında İlya Yayıncılık tarafından kitaplaştırıldı. Dördüncü kitabı Pirana Kahkahaları 2017 yılında Kanguru Yayınları tarafından yayımlandı. Kişisel kitapları dışında Anlatılan Bizim Hikâyelerimiz, Çığlık, Mübadele Öyküleri, Öykü Dostluğu, Kadınların Ruh Acıları, Öyküden Çıktım Yola-252 Yazardan Minimal Öyküler, Gurbet (Almanya, Gökyüzü Yayınevi Seçkisi) Tanzimattan Günümüze Rumeli Motifli Öyküler seçkilerinde öyküleri yer aldı. Kadın Yazarlar Derneği Yayını, Kadınlar Edebiyatla Buluşuyor adlı projede öykü atölyeleri düzenleyerek aynı adlı yapıtta ve yine Kadın Yazarlar Derneği Yayını olan Söz Kesmek, Kına Yakmak, Nikah Kıymak adlı kitapta incelemeleri, yayınlandı. Öykü kitapları dışında Kalp Krizi, Bu Gece Uyku Yok Çünkü ve Buket Başaran Akkaya ile ortak oyunlaştırdıkları İki Çığlık, İki Türkü, Bir Ağıt adlı oyunları bulunuyor. Serap Gökalp’in bir öyküsünden oyunlaştırılan bu oyun Devlet Tiyatrolarına kabul edildi. Çalışmalarından Fadime Hanımın Işığı adlı öyküsü Petrol İş Sendikası – Kadın Öyküler Yarışmasında 2007 birinciliğini, Sisin İzi adlı öyküsü, Madenci Öyküleri Yarışması 2007 ikinciliğini, 16/24 Vardiyası adlı öyküsü, Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri Yarışması 2007 üçüncülüğünü kazanmıştır. 2009 yılında Tuz Saraylar adlı dosya ile katıldığı öyküleri Orhan Kemal Ödülü ikinciliğini almıştır. Metin incelemelerini dergilerde, internet edebiyat siteleri ve edebiyat etkinliklerinde, paylaşmaktadır. Halen ÇYDD Bodrum şubesinde ve Bodrum Kent Konseyinde gönüllü olarak çalışmakta öykü atölyeleri düzenlemektedır.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s