BİR İHTİLAL DAHA VAR!(*)

 Sen de uzak ülkelerden dönüyorsun

Kocaman bir şey, tavanı delip yatağımın ayakucuna düştüğünde fırladım!  Kalbim çarparak yataktan beşiğe doğru attım kendimi! İnsan boyuna yakın kitle yerde duruyordu. Evi sarmışlar demek ki. Ateş açmış olmalılar, tavan çöktü! Kızımsa bunca felaketin ortasında sessizce uyuyordu. Kendimi toparlamaya çalıştım.  Işığı yaktım. Sabahın beşiydi.  Üşümemek için yorganın üstüne yığdığım battaniye ve örtüler kayıp yere düşmüş, bir tepecik oluşturmuştu. Oda buz gibiydi. Zehirleniriz korkusuyla gece sobayı söndürüyorum ama böyle de olmuyor ki. Soğuk rüzgâr kapı altlarından, pencere pervazlarından sokulup evimizi kuşatmış bak.  Perdeyi araladım. Dallar titriyor, son kalan kuru yapraklar telaşlı kelebeklere dönmüş, oradan oraya uçuyordu. Zeki’nin yastığı boş… Ortada kalakaldığımı düşünüyordum. Hayatımızın akışı nasıl da değişti… Mutfağa gidip bir bardak su içtim. Annem çıplak ayakla bu soğukta gezdiğimi görse… Telgraf çekmiştim ona. Tek başıma beklemeye gücüm yoktu. Perdeleri sıkıca kapadım, tüm ışıkları yaktım. Sobayı da yakmalı. Nasılsa artık uyku tutmaz. Annem hemen yola çıktıysa sabah burada olur.  Saat yedi buçuğa doğru kapıyı açtığımda Annem gri yolculuk çantasını yere attı, kollarını iki yana açtı. 

Ve bütün söylediklerin

“Anne!” Hıçkırdım.  “Tamam kuzum, annen yanında. Dur kapıyı kapatalım, içerisi soğumasın, torunum uyuyor mu?” Kızımın uyuduğunu, Zeki’yi götürdüklerini, -bugün üçüncü gün oluyor-haber çıkmadığını, kaynanamın “ben gideyim karakollara, emniyete sorayım, annesi olduğum için bana acırlar, yerini söylerler,” demesine rağmen… Ne emniyette ne hapishanede izine rastlanmadığını…  “Arkadaşlarla tüm bağlantımız kesildiği için… Ah anne ne yapacağız? Aydın ölmüş, Sevil vurulmuş. Çok kötü, çok yazık. Hiç anlamıyorum, içimde çok büyük bir…” 

Akşam evinin eşiğinde oturmuş

Serinleyen birinin

“Tamam,” dedi gene Annem. Bu sözcükle- içeri girer girmez-beni, kızımı, tüm sorunlarımızı kucağına almış, bağrına basmış, her zamanki, eli çabuk, soğukkanlı, akıllı haliyle duruma el koymuştu. “Tamam canım ama önce şu ayakkabılarımı çıkarayım. Ayaklarım çok şişti. Kapı dibinde konuşmayız değil mi?”  

Aklıma gelebilecek düşünceler .

 “Eve gelen oldu mu?” dedi alçak sesle. Bir yandan da sobaya odun attı, küçük küçük kıvılcım sesleri çıktı.  “Yok,” dedim. “Zeki’yi nasıl almışlar?” “Tren istasyonunda. Biriyle buluşacaktı.” “Kızım siz delirdiniz mi? Sıkıyönetim var, ne buluşması? Kiminle buluşacaktı?” Ağlamaktan kulaklarım uğulduyordu.“Bana söylemedi, Anne.” “Tanrım, buraya gelmeleri an meselesi, hadi kalk, kalk !” Yolculuk elbiselerini çıkarmadan raflardaki “suç unsuru” kitapları banyoya taşımaya başladı. “Anne ne yapıyorsun?” “Elbette biliyorsun; çoktan yapılması gerekeni.” “Bu zorunlu mu?” “Sen durumun farkında değil misin? Daha neyi bekleyeceğiz?” “Ama…” “Bak sana ne diyeceğim, bütün mesele gerçeklerden kaçmanız. Eğer gerçeklerin ateşini hissettiğinizde –sen ve kocan- kaçmasaydınız, şu politikayla bulanmış aklınıza, kör olmuş gözlerinize, bir kıvılcım sıçrardı da ne yapılması gerektiğini çözerdiniz. Şimdi ilk iş seni güvence altına almak. Sonra Zeki’yle ilgileneceğiz. Beni anlıyor musun? Yazık şu çocuğa!” İki gün boyunca termosifonda ve yatak odasındaki sobada kitapları kâğıtları ne varsa yaktık. Oturduğumuz odanın sobasını kullanmaya korkuyorduk. Apansız gelen meraklı komşulara temizlik yaptığımızı söyledik. Son kalan partiyi bir sonraki gün yakmak üzere ayırdık. Ev tertemizdi ve hiç olmadığı kadar da sıcak. Beklentiden tüten korkular ortalığı kaplamıştı. Çatalı ağzımıza götürürken duruyor, çevreye kulak kabartıyorduk. Höpürtüyle çay içerken birden sokakta bir ses duyuyorduk, ancak ne olduğunu anlayınca yutuyorduk.  Gece geldiler. Üç buçuk sularıydı.  Ev aranmaya başlandı.  Annem kızgındı. Tanımadığımız adamlar öfkeleriyle yaşamımızın ortasına çamurlu ayak izlerini bırakıyorlardı. Gözlerini öyle bir açtı ki bu iki derin kuyu karşısında ayakkabılarıyla gezdikleri için özür dilediler ama çıkarmadılar.  Yatak odasına girdiler. İki aylık kızım çift kişilik yatağın üstünde uyuyordu, sobada kitaplar… Kitaplar sonsuz uykularındalar kül oldular. Son parti hariç! Dizginlenmiş hissettim birden. Kalbim dörtnala giderken görünmez bir el gemleri öyle bir çekmişti ki ağzım iki yanından yarılmış sanki… Bu acıyla dimdik şahlanıp ortalığı ayağa kaldırmak! Bir haykırış koparmak! Seğirmeye benzer bir hareketle kalkacakken Annem koluma yapıştı! Mutfaktaydık aralarında konuştuklarını duyuyorduk. Birinin kalın sesiyle; “Alalım mı?” dediğini duyduk. Bakıştık.  Kıyafetime göz attım; kot pantolon, kazak. Üstüme parkamı alırım. Eh böyle gidilebilir. Çamaşır falan almam için acaba zaman tanıyacaklar mı? Göğüslerim sızladı. Emzirme saati. Bir dakika ne yapıyorum ben? Hiçbir yere gidemem! Bebeğe ne olacak? Birden dünya başıma yıkıldı! Hapse gitmek kolay bebeği kim emzirecek?  Diğeri hım hım bir sesle cevap verdi;  “Şimdi dursun. İstediğimiz zaman alırız nasılsa.”  Kızıma baktığını görür gibi oldum. Sonra öksürdü. Yatak odasının kapısı kapandı, koridora çıktılar. En son salonu arayacaklar demek.  Annem pörsümüş hayatını sürükleyerek arkamdan salona geldi. Kamburu çıkmış, kolları uzamıştı. Divanın üstüne yorgun, perişan çöktü. Avucunun birini dizine dayadı; “Ah oğlum,” dedi polise, “çok söyledik bu kıza şu komünistle evlenme diye, ama dinleyen kim? Bak kırkı henüz çıkmış çocukla kaldı bir başına. Yıllarca kahır çektik, okuttuk, doktor oldu. Tayin bekliyor ne zamandır. Elde yok avuçta yok. Şimdi kim bakacak onlara?”  İri yarı gövdesiyle divanı kaplamış, rüzgârda kalmış boş salıncak gibi sallandı. Derin derin iç geçirdi. İşaret parmağını burnunun altından geçirdi; “Buraya kadar doluyum,” dedi. Polisler onun dertlerine ortak oluyormuşçasına, kısa, kesik yanıtlar veriyor, her anlattığına kulak kabartıyor, tüm eşyaları alt üst ediyorlardı. Midemde bir ekşime hissediyordum ve her an karşı koymaktan korkuyordum. Annemi duydum; o kadar çok sözcüğü öylesine bir hızla diziyordu ki ben yutkunma ihtiyacı hissediyordum. Boğulacağım sanki. Onun savunma düzenini bozacağım diye de ödüm kopuyordu. Daha iyi bir fikrim yok, onu zora sokmayayım bari. Kollarını açarak, anlattıkları bana kesinlikle inandırıcı gelmese de, bunu can havliyle yapıyora benzese de… Bir yel değirmeni… Gözleri göğe fırlamış, bir yel değirmeni… Kollarını açmış… Bu akıma kapılmaya karar veriyorum, kızım içeride uyuyor… Kuşkusuz bir çıkış kapısı olmalı ama anahtarı hani? Annemin yarattığı rüzgâr işe yarayacak mı? Çıkış kapısını açacak mı? Şefleriyle göz göze geldik, avizeden düşen dairesel bir ışığın altındaydı, ter kokuyordu. Yatak odasının kapısına kısa bir bakış attı. Nabzım göğüslerimden süt olmuş akıyordu. Tomsonlarını alıp gittiler.  Ummadığım bir anda radyoda çok sevdiğim bir şarkı çalıyordu sanki… Annem eliyle karnını bastırdı, ağzı açıldı ama ses çıkmadı. Divandan yavaşça kalktı, altına gizlediğimiz son parti kitapları banyoya taşıdık. Hiç konuşmadık. Önce biz yıkandık sırayla, uyanınca da kızımı yıkadık. 

Peki ne anlamı var öyleyse

Bunca yolculuğun

Alkışlarla irkildim Aragon’un şiiri bitmişti. Okuyan arkadaşın şerefine kadeh kaldırdık.

-Daldın be doktor, nerelerdeydin?

-Bin dokuz yüz seksenlerde.

-Değişen bir şey yok, hadi şerefe! 

***

Yayınlayan

serapgokalp

Bursa doğumlu. Bir süre devlet memurluğu yaptı, istifa ederek otomotiv, gıda, tekstil, çelik, inşaat sektörlerinde değişik görevlerde çalıştı. İlk öyküsü Edebiyat-81 dergisinde 1983 yılında, daha sonra Yeni Olgu, Kıyı, Öner Sanat, Karşı, Yaklaşım, Yazko, Papirus, Agora, Türk Dili dergilerinde yayınlandı. Sonraki yıllarda; İle Dergisi, Patika Dergisi, Anafilya, Havuz, Öykü Teknesi, Sözcükler, Notos, Kurşun Kalem, Kar, Dünyanın Öyküsü, Kitaplık, Gösteri dergilerinde öyküleri, inceleme yazları yer aldı. İlk öykü dosyası Böcek Cinayetleri’dir. Ancak yayıncı tarafından yıllarca bekletilip basılmadığı için dosyayı geri almış ve imha etmiştir. İkinci dosyası Astak Kum Saatinde Akarken adlı kitabı, 2002 yılında Sistem Yayıncılık tarafından kitaplaştırıldı. Otuz sekiz yeni öyküsü 267 sayfalık bu ilk kitapta yer aldı. İkinci kitabı Kulak Misafiri, 2009 yılında Pupa Yayıncılık tarafından basıldı. Ödüllü öykülerinin yer aldığı bu kitabı Orhan Kemal Ödüllü üçüncü kitabı Tuz Saraylar izledi. 2010 yılında İlya Yayıncılık tarafından kitaplaştırıldı. Dördüncü kitabı Pirana Kahkahaları 2017 yılında Kanguru Yayınları tarafından yayımlandı. Kişisel kitapları dışında Anlatılan Bizim Hikâyelerimiz, Çığlık, Mübadele Öyküleri, Öykü Dostluğu, Kadınların Ruh Acıları, Öyküden Çıktım Yola-252 Yazardan Minimal Öyküler, Gurbet (Almanya, Gökyüzü Yayınevi Seçkisi) Tanzimattan Günümüze Rumeli Motifli Öyküler seçkilerinde öyküleri yer aldı. Kadın Yazarlar Derneği Yayını, Kadınlar Edebiyatla Buluşuyor adlı projede öykü atölyeleri düzenleyerek aynı adlı yapıtta ve yine Kadın Yazarlar Derneği Yayını olan Söz Kesmek, Kına Yakmak, Nikah Kıymak adlı kitapta incelemeleri, yayınlandı. Öykü kitapları dışında Kalp Krizi, Bu Gece Uyku Yok Çünkü ve Buket Başaran Akkaya ile ortak oyunlaştırdıkları İki Çığlık, İki Türkü, Bir Ağıt adlı oyunları bulunuyor. Serap Gökalp’in bir öyküsünden oyunlaştırılan bu oyun Devlet Tiyatrolarına kabul edildi. Çalışmalarından Fadime Hanımın Işığı adlı öyküsü Petrol İş Sendikası – Kadın Öyküler Yarışmasında 2007 birinciliğini, Sisin İzi adlı öyküsü, Madenci Öyküleri Yarışması 2007 ikinciliğini, 16/24 Vardiyası adlı öyküsü, Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri Yarışması 2007 üçüncülüğünü kazanmıştır. 2009 yılında Tuz Saraylar adlı dosya ile katıldığı öyküleri Orhan Kemal Ödülü ikinciliğini almıştır. Metin incelemelerini dergilerde, internet edebiyat siteleri ve edebiyat etkinliklerinde, paylaşmaktadır. Halen ÇYDD Bodrum şubesinde ve Bodrum Kent Konseyinde gönüllü olarak çalışmakta öykü atölyeleri düzenlemektedır.

One thought on “BİR İHTİLAL DAHA VAR!(*)”

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s