Kesik El

Alacakaranlık ve çok lüks döşenmiş ofise girdiğimde kapı arkamdan kendiliğinden kapandı. Bir ağızdan içeri girmişim de yutkunması an meselesiymiş gibi hissettim.

Duvarlarda çiçek resimleri gözle görülür biçimde büyüyüp açar, sarmaşıklar çerçevelerden sarkıp oraya buraya dolanırken leylek büyüklüğünde bir kelebek uykudan uyanıp kanatlarını gerdi. Bu saatte kelebek uykusu olur mu diye düşünürken kısık müzik kulaklarıma değince gözüm istedi, gözümle gördüğüm ezgileri ağzım istedi. Kafamı kessem şu müzik yayılan tabloların içine atsam diye aklımdan geçirirken kafam bir tablonun içine giriverdi. Bekleme salonu olduğu anlaşılan bu yere çok kapıyla bölümler bağlanmış, kapılar kapanmıştı.  Kapılar gerçek miydi, yoksa onlar da birer tablo parçası mıydı bilemedim. Belki de tablonun içinden onların kapı olduğu izlenimi ediniyordum. Sarmaşıkların ve büyüyen uzayan bitkilerin, açan taç yaprakların sesleri müzik sesine karışıyor garip bir hal alıyordu. Hani rasgele renkleri birbirine karıştırdığında bulanık ve anlamsız bir boğuntu elde ederdin ya öyle.

Bekleme odasına oturmaya karar verip sarmaşık dallarından birinden kafamın geri getirilmesini rica ettim. Gövdemi sandalyeye küt diye oturttuğumda sekreter masasının üstündeki kesik eli gördüm. Karşı karşıyaydık. Uzun, sivri kırmızı tırnaklı görevli el resmi bir şekilde avucunu gösterip buyurun işareti yaptı. Nereye buyuracağım? O sırada bir deste başvuru kağıdı eteklerini hışırdatarak yanıma oturdu. Asık suratlıydı. Hayallere dalıp bu başvurunun aslında çok mutlu ve para kazanacağım bir işin kapısını açabilmesinin mümkün olduğunu, gülebilseydi eğer bu işe alınacağımın işareti olabileceğini düşündüm. Ama yine de çantamdan çıkardığım kalemimle harekete geçtim. Onu sırt üstü yatırdım, alnından başlayarak, yüzünü, boynunu, göğüslerini, karnını, katlarını ayırıp kıvrımlarının satırlarının içini doldurdum. Bittiğinde boşalmışlık hissettim. Tüm kişisel bilgilerimi, sırlarımı bunun içine akıtmak hiç de akıllıca gelmemişti ama çarem var mıydı?

Kesik ele baktım, masanın üstüne kapanmış iki parmağını tıktıklıyordu.

-0-

İş başvurusu yapmanın dördüncü boyutunu okudunuz.

BİR İHTİLAL DAHA VAR!(*)

 Sen de uzak ülkelerden dönüyorsun

Kocaman bir şey, tavanı delip yatağımın ayakucuna düştüğünde fırladım!  Kalbim çarparak yataktan beşiğe doğru attım kendimi! İnsan boyuna yakın kitle yerde duruyordu. Evi sarmışlar demek ki. Ateş açmış olmalılar, tavan çöktü! Kızımsa bunca felaketin ortasında sessizce uyuyordu. Kendimi toparlamaya çalıştım.  Işığı yaktım. Sabahın beşiydi.  Üşümemek için yorganın üstüne yığdığım battaniye ve örtüler kayıp yere düşmüş, bir tepecik oluşturmuştu. Oda buz gibiydi. Zehirleniriz korkusuyla gece sobayı söndürüyorum ama böyle de olmuyor ki. Soğuk rüzgâr kapı altlarından, pencere pervazlarından sokulup evimizi kuşatmış bak.  Perdeyi araladım. Dallar titriyor, son kalan kuru yapraklar telaşlı kelebeklere dönmüş, oradan oraya uçuyordu. Zeki’nin yastığı boş… Ortada kalakaldığımı düşünüyordum. Hayatımızın akışı nasıl da değişti… Mutfağa gidip bir bardak su içtim. Annem çıplak ayakla bu soğukta gezdiğimi görse… Telgraf çekmiştim ona. Tek başıma beklemeye gücüm yoktu. Perdeleri sıkıca kapadım, tüm ışıkları yaktım. Sobayı da yakmalı. Nasılsa artık uyku tutmaz. Annem hemen yola çıktıysa sabah burada olur.  Saat yedi buçuğa doğru kapıyı açtığımda Annem gri yolculuk çantasını yere attı, kollarını iki yana açtı. 

Ve bütün söylediklerin

“Anne!” Hıçkırdım.  “Tamam kuzum, annen yanında. Dur kapıyı kapatalım, içerisi soğumasın, torunum uyuyor mu?” Kızımın uyuduğunu, Zeki’yi götürdüklerini, -bugün üçüncü gün oluyor-haber çıkmadığını, kaynanamın “ben gideyim karakollara, emniyete sorayım, annesi olduğum için bana acırlar, yerini söylerler,” demesine rağmen… Ne emniyette ne hapishanede izine rastlanmadığını…  “Arkadaşlarla tüm bağlantımız kesildiği için… Ah anne ne yapacağız? Aydın ölmüş, Sevil vurulmuş. Çok kötü, çok yazık. Hiç anlamıyorum, içimde çok büyük bir…” 

Akşam evinin eşiğinde oturmuş

Serinleyen birinin

“Tamam,” dedi gene Annem. Bu sözcükle- içeri girer girmez-beni, kızımı, tüm sorunlarımızı kucağına almış, bağrına basmış, her zamanki, eli çabuk, soğukkanlı, akıllı haliyle duruma el koymuştu. “Tamam canım ama önce şu ayakkabılarımı çıkarayım. Ayaklarım çok şişti. Kapı dibinde konuşmayız değil mi?”  

Aklıma gelebilecek düşünceler .

 “Eve gelen oldu mu?” dedi alçak sesle. Bir yandan da sobaya odun attı, küçük küçük kıvılcım sesleri çıktı.  “Yok,” dedim. “Zeki’yi nasıl almışlar?” “Tren istasyonunda. Biriyle buluşacaktı.” “Kızım siz delirdiniz mi? Sıkıyönetim var, ne buluşması? Kiminle buluşacaktı?” Ağlamaktan kulaklarım uğulduyordu.“Bana söylemedi, Anne.” “Tanrım, buraya gelmeleri an meselesi, hadi kalk, kalk !” Yolculuk elbiselerini çıkarmadan raflardaki “suç unsuru” kitapları banyoya taşımaya başladı. “Anne ne yapıyorsun?” “Elbette biliyorsun; çoktan yapılması gerekeni.” “Bu zorunlu mu?” “Sen durumun farkında değil misin? Daha neyi bekleyeceğiz?” “Ama…” “Bak sana ne diyeceğim, bütün mesele gerçeklerden kaçmanız. Eğer gerçeklerin ateşini hissettiğinizde –sen ve kocan- kaçmasaydınız, şu politikayla bulanmış aklınıza, kör olmuş gözlerinize, bir kıvılcım sıçrardı da ne yapılması gerektiğini çözerdiniz. Şimdi ilk iş seni güvence altına almak. Sonra Zeki’yle ilgileneceğiz. Beni anlıyor musun? Yazık şu çocuğa!” İki gün boyunca termosifonda ve yatak odasındaki sobada kitapları kâğıtları ne varsa yaktık. Oturduğumuz odanın sobasını kullanmaya korkuyorduk. Apansız gelen meraklı komşulara temizlik yaptığımızı söyledik. Son kalan partiyi bir sonraki gün yakmak üzere ayırdık. Ev tertemizdi ve hiç olmadığı kadar da sıcak. Beklentiden tüten korkular ortalığı kaplamıştı. Çatalı ağzımıza götürürken duruyor, çevreye kulak kabartıyorduk. Höpürtüyle çay içerken birden sokakta bir ses duyuyorduk, ancak ne olduğunu anlayınca yutuyorduk.  Gece geldiler. Üç buçuk sularıydı.  Ev aranmaya başlandı.  Annem kızgındı. Tanımadığımız adamlar öfkeleriyle yaşamımızın ortasına çamurlu ayak izlerini bırakıyorlardı. Gözlerini öyle bir açtı ki bu iki derin kuyu karşısında ayakkabılarıyla gezdikleri için özür dilediler ama çıkarmadılar.  Yatak odasına girdiler. İki aylık kızım çift kişilik yatağın üstünde uyuyordu, sobada kitaplar… Kitaplar sonsuz uykularındalar kül oldular. Son parti hariç! Dizginlenmiş hissettim birden. Kalbim dörtnala giderken görünmez bir el gemleri öyle bir çekmişti ki ağzım iki yanından yarılmış sanki… Bu acıyla dimdik şahlanıp ortalığı ayağa kaldırmak! Bir haykırış koparmak! Seğirmeye benzer bir hareketle kalkacakken Annem koluma yapıştı! Mutfaktaydık aralarında konuştuklarını duyuyorduk. Birinin kalın sesiyle; “Alalım mı?” dediğini duyduk. Bakıştık.  Kıyafetime göz attım; kot pantolon, kazak. Üstüme parkamı alırım. Eh böyle gidilebilir. Çamaşır falan almam için acaba zaman tanıyacaklar mı? Göğüslerim sızladı. Emzirme saati. Bir dakika ne yapıyorum ben? Hiçbir yere gidemem! Bebeğe ne olacak? Birden dünya başıma yıkıldı! Hapse gitmek kolay bebeği kim emzirecek?  Diğeri hım hım bir sesle cevap verdi;  “Şimdi dursun. İstediğimiz zaman alırız nasılsa.”  Kızıma baktığını görür gibi oldum. Sonra öksürdü. Yatak odasının kapısı kapandı, koridora çıktılar. En son salonu arayacaklar demek.  Annem pörsümüş hayatını sürükleyerek arkamdan salona geldi. Kamburu çıkmış, kolları uzamıştı. Divanın üstüne yorgun, perişan çöktü. Avucunun birini dizine dayadı; “Ah oğlum,” dedi polise, “çok söyledik bu kıza şu komünistle evlenme diye, ama dinleyen kim? Bak kırkı henüz çıkmış çocukla kaldı bir başına. Yıllarca kahır çektik, okuttuk, doktor oldu. Tayin bekliyor ne zamandır. Elde yok avuçta yok. Şimdi kim bakacak onlara?”  İri yarı gövdesiyle divanı kaplamış, rüzgârda kalmış boş salıncak gibi sallandı. Derin derin iç geçirdi. İşaret parmağını burnunun altından geçirdi; “Buraya kadar doluyum,” dedi. Polisler onun dertlerine ortak oluyormuşçasına, kısa, kesik yanıtlar veriyor, her anlattığına kulak kabartıyor, tüm eşyaları alt üst ediyorlardı. Midemde bir ekşime hissediyordum ve her an karşı koymaktan korkuyordum. Annemi duydum; o kadar çok sözcüğü öylesine bir hızla diziyordu ki ben yutkunma ihtiyacı hissediyordum. Boğulacağım sanki. Onun savunma düzenini bozacağım diye de ödüm kopuyordu. Daha iyi bir fikrim yok, onu zora sokmayayım bari. Kollarını açarak, anlattıkları bana kesinlikle inandırıcı gelmese de, bunu can havliyle yapıyora benzese de… Bir yel değirmeni… Gözleri göğe fırlamış, bir yel değirmeni… Kollarını açmış… Bu akıma kapılmaya karar veriyorum, kızım içeride uyuyor… Kuşkusuz bir çıkış kapısı olmalı ama anahtarı hani? Annemin yarattığı rüzgâr işe yarayacak mı? Çıkış kapısını açacak mı? Şefleriyle göz göze geldik, avizeden düşen dairesel bir ışığın altındaydı, ter kokuyordu. Yatak odasının kapısına kısa bir bakış attı. Nabzım göğüslerimden süt olmuş akıyordu. Tomsonlarını alıp gittiler.  Ummadığım bir anda radyoda çok sevdiğim bir şarkı çalıyordu sanki… Annem eliyle karnını bastırdı, ağzı açıldı ama ses çıkmadı. Divandan yavaşça kalktı, altına gizlediğimiz son parti kitapları banyoya taşıdık. Hiç konuşmadık. Önce biz yıkandık sırayla, uyanınca da kızımı yıkadık. 

Peki ne anlamı var öyleyse

Bunca yolculuğun

Alkışlarla irkildim Aragon’un şiiri bitmişti. Okuyan arkadaşın şerefine kadeh kaldırdık.

-Daldın be doktor, nerelerdeydin?

-Bin dokuz yüz seksenlerde.

-Değişen bir şey yok, hadi şerefe! 

***

BEYNİN VE SANATIN CİNSİYETİ VAR MIDIR?

Beynimizin ürünü edebiyatı konuşmadan önce bir beyin fıkrasına ne dersiniz?

Hasta yakınları ameliyathanenin önünde bekliyorlarmış. Doktor üzüntülü ve yorgun bir yüzle dışarı çıkmış; “Kötü haberi vermek zorundayım” demiş. “Hastanızın kurtulması için tek çare beyin nakli yapmak. Sağlık sigortası masrafları karşılayabilir ancak organ nakli parasını ödemek zorundasınız.” Uzun bir sessizlikten sonra hasta yakınlarından biri “Bir beyin kaç paradır?” diye sormuş. Doktor; “Erkek beyni 5000 dolar, kadın beyni içinse 200 dolar ödemek gerekiyor,”demiş. Yine derin bir sessizlik olmuş , erkekler kadınlarla göz göze gelmekten kaçarak gülmemek için dudaklarını ısırmışlar. Olayın farkına varmayan bir erkek; “Neden erkek beyni bu kadar pahalı?” demiş.  Doktor cevaplamış; “Bu standart fiyatlandırma politikasıdır. Kadın beyinlerinin fiyatlarını aşağıya çekmek durumundayız çünkü o beyinler gerçekten kullanılmış oluyor.”

Bu fıkra çok rahatlatıcıdır.

Biz dişilerin, beynimizi kullanmamıza  bu denli engel olmasalardı dünyanın daha güzel olacağından kuşku duymamak gerek. Ama gerçekler farklı elbette.

Bağımsız hareket edebilen, sivri dilli, dik başlı ve becerilere sahip kadınlar sevilmez. Bunların bir kısmı edebiyatçı, bir kısmı bilim insanı oluyor. Orta çağda bu tür kadınlar cadı ilan edilirdi. 16.yy da  en iyimser saptamayla 100 bin kadının yakıldığı kayıtlarda yer alıyor. Neyse ki bizim kültürümüzde bu canavarlıklar yoktur ama Türk öykücülüğünün 117 yıllık geçmişinde kadın öykücüler sahneye ancak 1910 yılında çıkabiliyor. Halide Edip Adıvar’ın Harab Mabet’i ile.

1910—2005 yılları arasında  2760 öykü kitabından 278’nin kadın yazarlara ait olduğunu görüyoruz. Aynı zaman diliminde 750 öykücünün 81′ i kadın. Bu kadın öykücülerimizden en çok öykü kitabına sahip kişi 13 kitapla Tomris Uyar’dır.

1970′ lere kadar “yazar” tanımı bu tarihlerdeki feminizm etkisiyle “kadın yazar” tanımına dönüşüyor. Gerekçe olarak;

  • Bakış açısında kadının farklılığı (anaç, sevecen,duygusal,aydınlatıcı) öne sürülüyor,
  • Erkeklere oranla anlatma becerisinin daha gelişmiş olduğu söyleniyor,
  • Toplumsal yaşamdaki rollerinin giderek artmasının bu tanımı getirdiğini söyleyen var,
  • Eğitim düzeyinin artmasıyla çağın gereği  erkeklerin neden olduğu acılarla sorunlarda kadınların getirdiği olumlu bakış açısı ve tutumlar kadın yazar tanımını oluşturmuştur diyenler var.

Yine bir saptama var ki 1910 larda bir kadın için toplumda var olabilme koşulu erkekleşmiş olmayı gerektiriyordu. Sonra bu değişti “kadın duyarlılığı” kavramını karşılayacak aşk, acı, hüzün, milli değerlerin ana fikir olduğu yapıtlar ortaya çıktı. İlerleyen zamanda kadın öykücülerin yapıtlarında; Feminizm, cinsel özgürlük, toplumsallık , maddecilik, ırkçılık gibi kavramlar yer alıyor.

 Peki bu durumda  toplumu doğrudan ilgilendiren her alan “kadın yazarın” da ilgi alanına giriyorsa kadın yazar görüşü haklı mıdır?

Kimi görüş, Kadının kadını tanımlamasındaki dolaysızlık,  ruhsal yapıya tanıklık nedeniyle, birey kadını daha gerçekçi dile getirdiği düşüncesiyle kadın yazar tanımını destekliyor.  Bana göre haklı değiller. Edebiyatın cinsiyetsiz beyine gereksinme duyduğunu iddia edenlerdenim.

Başarı ya da beceri bu noktada ortaya çıkar çünkü. Yazma eylemi karakterin içine girme başarısıdır. Öykü ve romanda zihne girme , karakterin zihni haline gelme diye iki teknik kullanılır, bundan söz ediyorum.  Daha somut olsun diye şunu anımsatabilir miyim?Madam Bovary bir erkek tarafından yazılmıştır. Anna Karenina da öyle. Mr. Rochester ise bir kadın beyni tarafından yaratılmıştır. Bihter Halit Ziya’nın muhteşem karakteridir…

Acaba şu nokta başka biçimde düşünmemizi sağlar mı? Yapıtta kendinizden hareket ediyorsanız, cinsiyetinizin uzantısı karakterde başarılı olmanız olağandır. Ama bir mesele üzerine gözlem ve gerçeklere ilişkin üçüncü göz olarak kurgu karakterse söz konusu olan, işte cinsiyetsiz beyne gereksinmemiz vardır.

Tekrar dönelim Türk Öykücülüğüne. Kadın öykücülerimizin öykü serüvenine bir bakalım. Şimdi burada Bozbulanık’tan ve Nezihe Meriç’ten söz edelim biraz. Kadın psikolojisin davranış, izlenim ve çağrışımları eşliğinde vermiş bir yazarla karşı karşıyayız. Cumhuriyet döneminde gerçek anlamdaki ilk, ayağı yere sağlam basan ustamız Nezihe Meriç. 1955 te populist/romantik yazar kimliğini savurup  atmıştır. Kadını toplumsal yönleriyle ele alan, sorunlarını dillendiren bir kalem olmuştur. Yaşamın tutarsızlıklarını çelişkilerini kadının toplumu doğrudan etkileyişini aktarmıştır. Diğer özelliklerinin yanında bu yanıyla da özgün bir imzadır.

Sevim Burak ve Tomris Uyar’ın farklı yanı ise şudur öykücüler arasında; “Nasıl anlatayım?” konusuna hayli kafa yormuşlardır ve olağan anlatımın dışına çıkmış öykü yapısıyla ilgilenmişlerdir. Bu iki yazar; “kadını” yaşamı etkileyen güçler olarak tanımlar. Bu açıdan bakıldığında da kadın öykücü kavramı ortadan kalkmış olur. Kadın öyküsü vardır. Çünkü meseleyi kadınların ortaya koyuş biçimini yazar seçimi için kullanmak isteyebilir. Konuyu bir kadın öyküsü daha iyi anlatıyorsa onu yeğleyebiliriz.  Leyla Erbil kadını gözlemler. Öykülerini gözlemleri üzerine kurar. Bakış açısının toplumsal gerçekçi, soyut ve psikanalitik olduğunu söylerler. Erbil, felsefi yapı üzerine edebiyat ve kurguyla öykülerini yazmıştır. 1970’liyıllarda öyküdeki çarpıcı adlardan biri de kuşkusuz Füruzan. Aykırı kahramanları, yaşamın ağır koşullarında ezilmiş insanları, göçmen sorunlarını o güne kadar ele alan ilk yazardır.

Kuşkusuz kalemleriyle her biri ayrı özellikler taşıyan birçok öykücümüz var ama Sevgi Soysal’ı anmadan geçemeyiz. Özgürlükçü yazar tanımına alacağımız Soysal, siyasal ve cinsel özgürlük, barış, toplumsal dayanışma, kadın ve çocuk hakları içerikli daha çok siyasi tercihlerinin söz konusu olduğu bakış açısıyla yazmıştır. Toplumcu bir öykücü olmasının yanı sıra kadın-erkek ilişkileri, evlilik ve aile bağları konusunda “bireyci” bir yaklaşım gözlenir ve bu konuda öncülük etmiştir Soysal. Bir de Soysal “dışarıdan” “içeri”ye bakan ilk öykücü olarak tanımlanır. Bir yandan da siyasal ve toplumsal çelişkilerin boyutlarını irdeler.

Bu arayış sürmektedir. Edebi akımlar ve kadının toplumda kendine açtığı yer de öyle. Artık forklif kullanmaktan, lüks otellerin baş aşçılarına kadar her yerde var olmayı sürdüreceğiz. Bu zorunlu. Çünkü toplumun yarısı biziz.  Yeniden denemek, durmaksızın devinmek, doğurmak, Yaşamı yeniden, yeniliklerle yenmektir dişi olmak.  Bu yüzdendir ki kadın, kalkınmak isteyen toplumların odak noktasında, toplumu çökertmek isteyenlerin hedef tahtasındadır. Onu ele geçirmek toplumun bugününü de geleceğini de ele geçirmektir. Kadın bu gücünün farkında olarak, bilincini, beynini, başını aydınlıktan ayırmamalıdır. Okuduğu, ürettiği, verimlediği sürece yaşamda hakkıyla var olabilir. Örtülere, içerilere kapatılıp kuluçka makinesine dönüştürüldüğünde toplumun ışığı söner.

Hep fazla çalıştık, hep fazla çalışmaya hazırız. Yeter ki özgürlüğümüz, aydınlığımız örtülmesin, hemcinslerimiz bize ihanet etmesin. Varoluş nedeni aydınlığı aramak olan insanın tercihi karanlık olamaz. Var oluş nedeni yenilenme olan kadının tercihi eskime eksilme olamaz.  Kimi politik rüzgarlar bizi savurmaya çalışsa da hem toplumsal rollerimiz hem yapıtlarımız artacak, artmalı.

Öykülerimiz; şeytan uçurtmalarımız gökyüzünde salınmalı. Kimi kadın sorunlarıdır, kimi erkek sorunları, kimi çocuk sorunları… Hepsi insanlık durumudur ve öykü sonsuz özgürlüğüyle bunları anlatmak için eşsiz bir metindir. Canınızın istediği her şey öykü olabilir. Bu sonsuz özgürlük öykü tanımına engeldir ama yazar için de muhteşem bir alandır. Öyküde temel olan şudur; yazmamızı gerekli kılan, bizi itip zorlayan izlenim ya da algıdan kaynaklanır.

Bater’in “Kısa öykü” yapıtında öyküden şöyle söz edilir; “Bir merceğin gerisinde görünen küçük, odaklanmış, açıklaması bulunmayan küçük anlar… Duyguları harekete geçirir ve bir durum yansıtır.

Elizabeth Bowen; farklı deneyimlerin dorukları olarak söz eder öyküden. Edgar Allan Poe’yı anmadan geçemeyeceğim izninizle; Poe öyküyü atmosfer, hipnoz ve matamatiksel kesinlik unsurlarıyla açıklar. Ama en yalın, benim öykü sevincimi en iyi dile getiren Sevgili Yazarım Necati Tosuner’in tanımını sizinle paylaşmak isterim; “Öykü enseye vurulmuş bir tokattır, vurur kaçar” der Ustamız. Kulakları çınlasın. Başlığımızdaki soruya dönersek eğer. Enseye tokatı vurma becerisinin cinsiyeti olur mu dostlar?

Sağlıkla kalın, bir başka yazıda buluşmak üzere…

İnanç Fay Hattı’nda Doğurganlığın Efendisi Kutsal Kaburga

Serap Gökalp’in kaleminden, Evgani (Cengiz Çeliker) İnanç Fay Hattı koleksiyonuna genel bir bakış ve Doğurganlığın Efendisi Kutsal Kaburga adlı tablo hakkında bir inceleme.

Resimlerinde Evgani imzasını kullanan Cengiz Çeliker’in üç yıllık bir zamana yayınan 2014 yılında tamamlanan son koleksiyonu büyük boyutlu 18 eserden oluşur.“İnanç Fay Hattı” insanın insanı denetlemek için var ettiği Tanrı tanımının,  olması gerekenden ne denli uzak olduğunu ve ne denli tehlikeli kılındığını gözler önüne sermeyi amaçlıyor. Odaklandığı şiddet konusu. İnsanların bilinçlerine ve bilinçaltlarına korkutucu Tanrı figürünü yerleştirmenin Tanrıya ihanet olduğunun bir haykırışı. Var olduğu günden bu yana, insanı kuşatan kutsal bilinmezlik uçurumunu sürekli derinleştiren dinsel öykülere göndermeler yapan tablolar var karşımızda. Sanatçının, tanımlara ve inanç sınırlarının öte tarafına bakan izleğinde büyük dinlerin ortak paydası haline gelmiş bu öyküler durur. Başlıca savı/gerekçesi insanın doğru, iyi ve güzele yönelmesi olan inançların varış noktasında ortaya çıkanın bütünüyle ceza, şiddet ve bozulma  olduğunu akılla sorgulayan bu tablolar büyük boyutlarda çalışıldı. Zamanda, maddede ve insanda dönüşümü  bozulmayla ele alırken dinsel felaket öykülerinin içindeki çelişkilere doğru yapılmış bir kazı çalışmasına, akıl yürütme yoluyla yöneliyor. Uzlaşılmış simgeler olan inanç öykülerinin fay hattında titreyerek yürümenin Tanrı kavramına ne katkıda olacağını soruyor.  Anıştırmalı kutsallaştırılmış suskunluğun çaresiz sınırlarını patlatan resimlerle sorguluyor.

Bu tablolarda/inanç fay hattında insan olmaktan çıkıp sahip olunan haline gelmiş insan varoluşu sorgulanır. Art alanda ise sahip olanın gerçekten Tanrı değil, adına konuşanlar olduğu hissettirilir. Görsel niteleme dışında dokunsal niteleme/güdü oluşturan tablolar,  biriktirdiği renklerle, kesintili, eklentili yüzeyleriyle  “İnanç Fay Hattındaki” insanın farklı evrelerini biçimliyor. Dayatmalarla düşünce dünyası kilit altına alınmış insanın sorgula(n)ması için kilitleri açan uzamlar yaratıyor.

Özgürlüğü olmayan, bozulmanın işareti figürler, korkunun tanımını yapan uzamlar, sert zemin üzerine şiddetli renklerle desteklenmiş tahta, köpük, metal, akrilik boya, yağlı boyalarla şekilleniyor. Görüşe klasik insan figürünü öldüren müdahalesiyle, insanı öldüren nelerin olduğuna işaret ediyor. Pıhtılaşma karşıtı sabırsız figürleri inanç fay hattında bir karşıt hareket oluşturuyor; şiddet kavramını reddediş.

Öykülerin saldırgan gölgeleri kimi tablolarda saldırgan figürlere dönüşüyor. Soyulmuş, açılmış, akıl yarısı düzleştirilmiş kusursuz gözüken yarım küre duruşlu başlar.  Anlamla değiş tokuş edilmiş altın ve gümüş renkler İnanç Fay Hattını betimler.  İnsanoğlunun kullanıma açık dehşet duygularını, saldırganlığını göz önüne seren oluşumu göz ardı edilmiş yüzler. Bu başların genellikle yaşları ve cinsiyetleri gözlenmiyor. Bazı tablolarda dinlerin kadına uygun gördüğü tanım yüzünden bir tür sesleniş gibi kadın işaretlerine rastlıyoruz.

Yüzler türe/benzerliğe işaret ederken, inancın kimliksizleştirmesine dikkat çekiliyor. Evrensel ilkellik, kullanılmışlık, kişiliğin değil tutsak ruhların göstergeleri, ıstırap, sofuluk, acı, etten kemikten bağımsızcasına yalnız insan öykülerindeki alışıldık fizyolojik, antropolojik görünümü bozarak gerilime şiddete vurgu yapar. Bir anlamda özü serbest bırakmak için insanı bedeninin niteliklerinden kurtarır, bozar, dağıtır böylece duyguları da açığa çıkarmıştır. Deforme insan bedenlerini aynı zamanda karşı sav olarak kullanır ve izleyen öznenin içinde de sorgulamayı gerçekleştirir. Yüzeyden kurtulup nesne haline gelmiş üç boyutlu, “kullan(ıl)mışlığı” çağrıştıran unsurlardır figürleri.

İnanç Fay Hattı koleksiyonunda eller dikkat çeker. Hareketin yukarı dönüklüğü insana yabancı ve korkulan doğaüstülüğe yönelmiştir. Duruş bir sonuçtur. Hareketin bitim noktasıdır. Çaresizliği simgeler ve gergin duruşla sorar; Neden beni sevmiyorsun?  Eller diğer figürlere göre daha net ve bozulmaya uğramamış olmalarına karşın yardım isteyiş, yakarış çağrışımlarıyla ayrıksı dururlar.

Nesne haline getirilmiş insan gizem yaratma gücünce kullanılandır aynı zamanda. İnanç öyküleri gizem fısıltılarıyla şiddete giden yoldur. Bu noktada eller aracılığıyla yine sorar; inancın insaniliği nerede başlar?

Tüm koleksiyonda bir tek tablo “Evrim” herhangi bir inanç öyküsüne gönderme yapmaksızın yer alır. Bu insanın geçmişini keşfetmesindeki bilimsel yoldur. Tek olmasının nedeni belki de insanın uzun geçmişi içinde bilimsel düşüncenin hep yalnız kalması tek başına bırakılması mıdır? Homosapiens, elinde dünya ve türlerle ilgili birçok örnek olduğu halde dimdik duruşuyla Evrim tablosundan bize bakıyor. Tüm öykülerin karşısında tek başına başka bir görüşü önerircesine bir eliyle diğer canlılardan oluşan bir kümeyi tutuyor.

Evgani, resim alanında, izleyen özneyi sabitleyerek gösteriyi olduğu yerden çıkararak sağ, sol, ön, arka, üst alt planlara taşırıyor ve onu izleyen göze saldırgan gücün kazanabilirliğini dayatıyor. Yıkıma işaret ediyor. Dokunsal özellikli tabloların renklerinin direnç haline geldiği görülür. Şeker renklerinin bulaşıcı rahatsızlığı ve çekiciliğiyle tehdit edicilik, bozulma, birleştirilmiş, bütünselleştirilmiştir.

Kat kat bakış gerektiren resimlerin inanç öyküleri… Burada başka bir Tanrı tanımı vardır. İnancın iyilik, sevecenlik söylemine karşıt korku notaları duyarsınız. Evgani’nin tabloları tehlikeli ve bilinmezlik evrenleriyle, sabırlı ağırlıklarıyla sorular soruyorlar İnanç Fay Hattında

Koleksiyonda yer alan tablolar;

1)Farklı Geçmişlerin Ortak Yaratılış Öyküsü; Adem’in Doğumu 2)Doğurganlığın Efendisi, Kutsal Kaburga 3)Hem Canlı Hem Ölü, Aden Göçü 4)Akıl Yoluyla Algılanan Gerçeklik;Evrim 5)Terk Ediliş Sonrası Adem’in İsyanı 6)Kutsalın Kundağında, Terk Ediliş Sonrası 7)Uzam Ve Zamandaki İlk Yarık;İlk Cinayet 8)İlahi Merhametin Babası Ab-Raham’ın Sınavı 9)Yaşam Ve Ölüm Suyu; Tufan 10)Her Şey Bir Asa mı? 11)Varoluş Adına Kutsal Ensest; Lut 12)Çivilere Kadar Neredeydin? 13)Reenkarnasyon 14)Gök Kendini Topraktan Çektiğinde; Mahşer 15)Cehennemin Kime? 16)Araf’ta Ölümlüler Korosunun Son Şarkısı 17)İçinden Günah Geçen Köprü; Sırat 18)Din Bu

Bu metinde DOĞURGANLIĞIN EFENDİSİ, KUTSAL KABURGA adlı tabloyu ele alacağız.  (Teknik bir sorun nedeniyle tablonun tamamı görüntülenemeyebilir, özür dilerim. )

     Bu tablo iki kat tuval üzerine yerleştirilmiştir. Birinci, siyah zeminle ıssızlaştırılmıştır. İkinci üst zemin karışık renkler, çizik, yarık çağrışımlı fırça darbeleriyle desenlenmiştir. Gümüş renklerin öne çıktığı gözlenir. Ağır başlılığın, sessizliğin, sadakatin rengi grinin sert darbelerle göz alıcı ve birbirini kesen konumları bir kadının yaşamındaki çelişkilere işaret eder. Deforme olmuş bir kafada altın kaplama bir mask vardır. Yüz gizlidir. Altın renk yine form dışı göğüslerde ve figürü iki ayrı yerden kuşatan, engelleyen bantlarla kullanılmıştır. Gündelik yaşamın kadınca nesnesi altınla kuşatılarak tuvale sabitlenmiştir. Bu yazgıdan bakan özne ne öğrenecektir? Maddenin sahiplenilebilir oluşunu mu, maddenin sahipliğini mi? Kadın bedeni karmaşık iplikler denebilecek kabartılarla yapılandırılmıştır. Kan, doğurganlık, dişi renk kırmızıdan oluşmuştur tümüyle. Tek ayaklıdır Havva figürü. Bir kadın için daha kusursuz bir kölelik düşünülemez diye düşünürken dişi bedene bağlı büyüyen bir tohum görürsünüz. Tanrının makasından çıkmış, öteki, doğurmayan erkekten doğmuş olan tutsak kaburga kemiği! O doğurganlığın efendisidir ve tüm kuşatmalara başkaldırırcasına apayrı ve özgür bir alanda varoluşu sürdürmekte varlığıyla beslemektedir, kutsal kaburga ama doğurganlığın efendisi kadın!   125×95 cm. karışık teknik 

ANNENİ ÜZMEMELİSİN

Serap Gökalp’in Pirana Kahkahaları kitabından…

Çay bardağına tünemiş içine bakarken, annesinin başına açtığı durumu değerlendiriyordu. Anne: emekli öğretmen. Uzun yaşamanın en gerçekçi yolunun az uyuyup çok iş yapmak olduğunu söyleyen kişi. Üç çocuk yetiştirdi, ikisi kız, evliler, maskeleri pardon, meslekleri var. Ama bu oğlan (yani ben oluyorum) daha bir baltaya sap olmuş değil. Üniversite bitti gene okuyor… Okuyorum. (Muyum?) Askerliği de öteledi. (Okul zaten tecil için.) Akşam yemeklerini hala tek başına yemek zorunda oluşuna söylenmekten olup bitenin farkında değil öğretmen- anne. Oğlunun karanlık bastıktan sonra sokağa çıkmalarını işsizliğinden utanma şeklinde yorumlamakta, bu noktada yüreği burkulmaktadır. (Söylerken duydum.)  Onun zamanını bilgisayar ve “arkadaşlarla takılıyoruz” arasında bölmesi konusunda kendini çaresiz hissetmektedir. (Biliyorum.) Belli düzende aralarında şu konuşma geçmektedir: Anne, titrek bir gülüş, yalvaran bir sesle “evladım bir işe girsen,” der. Duygusal bir süngerdir o, çocuklarının sorunlarını, dinler, emer, biriktirir. Evlat, başka tarafa bakarak “arıyorum ya” diye yanıtlar. Sonrasında sesler perde perde yükselir ve bir kavganın içinde bulurlar kendilerini. Kadın kendi gerçeklerini sayıp dökerken çocuğu sarkmış boynuna ve burun deliklerine “bu baskıcı öğretmen hallerinin umurunda olmadığını” bağırır!  Pes eden öğretmen-anne olur. Titreyerek işine döner. Onun odasındaysa çıkar. Hayatın hızla geçip gittiğini genç bir insana anlatmanın neden bir yolu yoktur? Oğul onun artık bunak bir ihtiyara dönüştüğünü bile söylemiştir bir keresinde. Öz annene!

Öz anneye…

Çay kaşığını döndürdükçe oluşan burgaçta şeker parçacıkları eriyordu. Tersine karıştırmaya başladı. Şekerler eriyor, eriyor, eriyor… İş bul baskısı kabuk değiştirdi;  evlen! Çok şeker bir kız varmış…  Çaya atılacak şekeri beğenmedim dense bu girdaptan kurtulmak olası mıydı? (Böyle bir oyun seni üzmedi mi?) Olup bitenleri havada yüzerek izledin. Neyse ki görücü usulü girişim kâbusu az sonra bitecek. Uygun cümle ne olabilir? Maddi koşullarım uygun değil… Olsun derse? Kaşla göz arasında telefon numarasını veren insan… (Onu ilk gördüğümde sevmedim.)  “Üzüldü mü?” diyecek öğretmen anne. “Nazik olsaydın.” “Nazik oldum” diyeceksin. “Üzüldüğünü sanmıyorum.” “İyi ki telefonda değil yüz yüze söyledin,” diyecek anne-öğretmen. “Ayıp olacaktı. Nazik bir durum bu.”

Masanın üstüne bir yaprak düştü. Elinin tersiyle itti. ( Sabrı bitti bitecek.) Bu sırada topuklarına kadar mantosu, arkasında gizli bir kafası daha varmışçasına sarılı başı, kocaman siyah gözlüğü, eldivenli elleriyle kız dibinde bitiverdiğinde irkildi.  “Birini mi bekliyorsun?” dedi kız (Ne basmakalıp!) Kollarını aça aça söylenmiş bu cümleyle sanki bir yel değirmeni dile gelmiş oluyor. Boğazından bağlanmış örtüsü, değirmenin çatısı, koca gözlüğü iki kara penceresi.  “Başınızı neden olduğunuzdan büyük şekillendiriyorsunuz?” diyorsun. “Buraya sık gelir misin?” diyor değirmen. “Hayır, ilk geliyorum,” diyorsun. “Biliyorum,” diye kıkırdıyor gizli bir şeyden söz eder gibi. “Senin mekânın farklı.” İlgisiz bakışlarında bir kıvılcım bekledi, olmadı. Bozguna uğramış, intikamcı bir atak yaptı: “Sırrını biliyorum, tamam mı?” Karşıya bakıp çay kaşığını boşalmış bardağın içine attın: “Otursana.” “Seni ilk gördüğümde anladım,” diye üsteleyince “Hadi ya, ” diyorsun. Sesin ne öyle ne böyle. Konuyu sürdürmeyi istemiyorsun ama kız kıvrım kıvrım; “Bence bizim karşılaşmamızı kader istedi,” diyor. “Kader mi? Tanıyor muyum onu?” “ Alay etme. Bunu değerlendirmeliyiz.” “Neyi? Hiç tanımadığın insanlar görücü geliyor. Nasıl bir lüks içinde yaşadığını görüyorlar. Daha işi bile olmayan damat adayını halının altına süpüreceğine baş başa görüşmeyi istiyorsun. Değerlendirilecek ne var, bir düşünelim. Baban içgüveyi arıyor olabilir mi?” “Annen biliyor mu?” Baktın.  Tavrında soruyu anlamaya çalıştın, olmadı, hali. Neyi kast ediği besbelliydi ama mayınlı alana bir yabancıyla girmenin sırası değil. “Gizli buluşmamızı mı?” diyorsun kayıtsız. Garsona iki çay işaret ediyorsun. Gözlük çıkıyor ve kısık bakışlarla; “Biliyordur, bence biliyordur. Ben seni görür görmez anladım,” diyor.  Boş bulundun! Gerdan kırıp göz süzüşün karşısında (Saçmalayacaksın dur!) parlayan gözleri senin yılan sepetinin kapağını açtığını gösteriyor. Durumu kurtarma girişimin: “Alnımda ne yazıyor acaba?” “A, saf mısın? Şu hallerine baksana…”  Sırtını dikleştiriyorsun. “ Ne varmış hallerimde?” (Gözünün ta içine bak! ) “Bence…” diyor kız bakışını kaçırmadan “ortak bir yanımız var. Kader bizi o yüzden karşılaştırdı.” “Ortak yan?” “Bal gibi biliyorsun. İkimiz de kabuklarımızdan şikâyetçiyiz işte!” “Hadi ya! Sen de mi?” der demez elini yılan sepetinin içine sokmuş oluyorsun… (Sıçtın sus! Aman boş ver. Bir daha kim görecek bunun yüzünü?)  Miden bulanmıyor ama bulanacak diye korkuyorsun. “Evliliği siktir et!” diyor kız üstünlük taslayarak. “Bak ne diyeceğim, bana gerçek seni göstermeni istiyorum. Nerde yaşıyor, nasıl yaşıyor o?” Sessizliğin karşısında bir armağan vermeye girişiyor, cesaret payı bu : “Biliyorsun son model bir cipim olmasına rağmen istediğim yere gidemiyorum. Donuma kadar ipek giyiyorum ama dışarı çıkarken ne kadar giyinsem az. Dünya kadar yiyeceğin içinde ne zaman yiyeceğime başkaları karar veriyor. Oruç tutmam gerekiyor mesela. Ama “ halam geldiyse”  tutmamam gerekiyor. O zaman da yemek yemem ayıp.  Çünkü “halamın geldiğini” cümle âleme duyurmuş oluyorum. Gülemiyorum. Tahrik etmemeliyim. Yoksa tecavüzü, ölümü hak ederim. Verirsem günahkâr fahişe oluyorum. İstesem hoca nikâhı yapar biriyle yatarım ama bunu insan-kadın onurum reddediyor…” Eldiveni çıkarıyor. Bu bir elin ortaya çıkmasından çok tüm vücudunun çıplak kalmasını çağrıştırıyor sende. “ Özgür olmak istiyorum” diyor, alçak sesle. “Tıpkı senin gibi.”

Şişen bir susku beliriyor ansızın. Bir dikişte erkeksi bir edayla içlen çay. Eldivenin tekini dairesel bir hareketle alıp ayağa kalkış . Gözlüğü takmadan önce sert bir hadi bakışı. “Sırrını göstereceksin bana.” Bu cümle duygu katmanlarından sinsice sızıp derinlerine kadar seni çatlatıyor. (Bu ne ya !) “Ruhsal çıbanlarını götür başka yerde patlat tamam mı? Beni de pamuk niyetine kullanma! İstemiyorum! Saçmalık bu!” diye bağırıyorsun. Her an denetimsiz kalıp fışkıracak öfke etrafındakileri (Şu kızı!) küle çevirebilir…

Bekliyor…

Boyun eğiyorsun…

Sefil yeşil dehşetin fısıltısını duymazdan geliyorsun: “onu senin Pürtelaş sokağına”, evine götürmeyeceksin herhalde?

Kapı bir koridora,  dışarıdan sızan gün ışığıyla toz tabakasına açılıyor. İki dünya arasından gelirmişçesine titreşen bu sisin içinde sanki saydam varlıklar gizleniyor. Birazdan bir tanesi üstüne inip seni kaplayacak, tümüyle değiştirecek… O anda kız yüzünü dönüp düğmelerini açtı. Topuklarına dek inen mantosunun zıvanaları gıcırdadı. İçindeki yeşil ışıkta seğiren ıslak, iç organlarını gördün. Başındaki örtüyü çıkardı; ak kemikler…

Koridorun taşlarına çömelip (pusulanı tümden yitirmiş durumdasın) hüngür hüngür ağlıyorsun. Kırk yıl düşünsen aklına gelir miydi? Psikolog diplomasıyla yetinmeyip felsefe okuyan biri… Tesettürlü bir kıza görücü gidecek, ona her şeyi açıklayacak… (Neden yaptım?) Yetmedi video çekmesine izin verecek… (Şimdi ne yapacağım?) Dizlerini yüzüne daha çok çekiyorsun. Geceye dönen ışık koridorunda duvar yürüyor, dört karo tek karo kalıyor ve üstünde  bir video görüntüsü seğiriyor… Yakıcı ve şiddetli, içinden koca koca parçalar atan ağlamanla o taş kutuya bakıyorsun. Sarsıntıdan dağınık saçların sırtına beline vuruyor.  Alaca akşam şavkı gözlerinden süzülüyor, çevresindeki siyah halkalar sakalları iyice kazınmış, kozmetikle kapatılmış yanaklarına iniyor. Islak bir camın arkasından görüyorsun her şeyi. “Üzüldü mü?” diyecek annen. “Nazik olsaydın” “Nazik oldum,” diyeceksin. “Üzüldüğünü sanmıyorum. Çünkü…”  Evleneceğine sevinecek…

***

SİZİN İZİ

Serap Gökalp’in Madenci Öyküleri Yarışması 2007 ikinciliğini alan öyküsü. Tüm madencilerimiz ve emekçilerimize armağan…

Sisler içinde yitirilmiş bir gün olacağını bilemezdiniz. Yürürken apansız ayaklarınızı yitireceğinizi, arabaların hareketli bir çift ışıktan ibaret olacağını. Bu narin ve tehlikeli duvar yüzünden kıpırdamaktan korkacağınızı. Çocuklarınızı, evlerinizi, sokaklarınızı hatta rüzgârı bile yutuvereceğinden kaygılanıp, ötesini göremediğiniz pencerelerden dışarı kaygıyla bakacağınızı.

Araçların kaza yapacağını, onları aramak için yola çıkan kurtarma aracının bir elektrik direğinde ya da  yol ortasında kala kalacağını. Cankurtaranların çaresiz mavi ışıklarının sis içinde çırpınmaktan başka bir şey yapamayacağını. Belediye çukurlarında insanların öleceğini ve hırsızların bayram edip köşe bucağa saçılmışken yollarını yitirip karakollara sığınacağını. Siste ne olacağını bilemezdiniz.

Kadın şimdi  kömür galerisinin göğe bakışıyla bakıyor. Yüreği 450 metre derinlikte atıyor. Sümüksü sıcağın şlap şlap seslerini duyuyor. Vagonlar yanıp sönen raylardan karanlığın yüreğine kayıyor. Susuzluktan çatlamış dudaklarıyla küf kokulu ocak ağzı, işçileri emip yutuyor. Sonra öğüttüğü vardiyaların kara çekirdeklerini tükürüyor.

Bunca görmüş geçirmiş, üççeyrek asrı geride bırakmış Mustafa Efendi ilk olarak bir kadının bakışlarından tedirgindi. Ama itiraf etti; ondan değil, birazdan kendini yenik hissedecek, kaygısı bundan. Kasketini geri itip kafasını azıcık havalandırdı. Pandizot kenarlıklar derisine yapışmıştı. Kadın bu hareketi kaçırmadı. Bunca direnmesine rağmen yaşlı adamın çözüleceğinin işaretiydi bu şapkayı geri itmek, sonra çıkarıp tozluymuşçasına pat pat elin tersine vurmak. Adamın kırış kırış yüzünden farksız, kullanılmaktan iyice büyüyüp yıpranmış,  toprak, taş ve çimentoyla zora koşulmuş eller, kasketin gölgeliğini eğip bükerek; “Bunu yapamam hanım, benden olmayacak bir şey istiyorsun” deyip kasketi tekrar başa takan eller…

Hiç sesini çıkarmadı kadın. Bakmayı sürdürdü.

“Yaparsın,” diyordu gözleri. “Yapacaksın,” diye duruyordu sırtı. “Yap ne olur,” diye yalvardı hafifçe kabaran gözyaşları adama.

Ağaç köklerinin dibinde belli belirsiz bir sis, ansızın… Şimdilik masum gözüktüğünü, hatta sevimli olduğunu düşündü yaşlı adam, bakışlarını ondan kaçırdı. Kısa saplı madenci küreği,  sapı duvara dayanmış öylece duruyordu. Duvar maden duvarına benzedi ansızın. Tahta sap, parlak ve kaygandı, kazmanınki de öyle. Bazı ellerine tükürmesi gerekiyordu kullanırken. Dinamit patlatılmış, kayalar temizlenmişti. Tahkimler sağlamdı ama kömür damarı çok inceydi. Önce eğik çalıştık sonra ben yatarak çalışmaya başladım. İşte bu kazmayla. Kürek duvara dayalı duruyordu, aynı şekil. Sıcak. Abidin Usta eski usul, panonun üst ucunu yeryüzüne irtibatlamıştı ama soluğum havaya yapışıyor, ağzımdan içeri giremiyor, öyle hissediyorum. Çavuş canımı sıkmıştı; ver ediyordum kazmayı kömüre. Yedekte Hüseyin vardı. Burnu çelik çizmeleri zemine yapışıp koparak benim öfke parçalarımı, küfürlerimi, çavuşun orasını burasını taşıyordu dışarıya. Islak ve karaydılar. Arada tükürüyordum sinirimden. Tükürüğüm sıcak ve kara… Soluğun, yediğin, düşlerin kara olur madenciysen. Kömür bencildir, kaplar, içine işler, gözünün gördüğü tek şey kömür olmak zorundadır. Yoksa kıskanır, üstüne kapaklanır anlamazsın. Sen kendini madendeyim sanırsın çoktan imam efendiyle yalnız kalmışsındır. İmam seslenir; Makbule oğlu Mustafaaa!  Kalkmak istersin, başın tahtaya çarpınca anlarsın; burası mezardır, başındaki imam.  “Eyvah ben ölmüşüm!” dersin ama elbiselerin çoktan ölü yıkayıcısına vermişler, ayakkabılarını kapının önüne koymuşlardır. Bre aman! Yedi gün evinin etrafında dönenir durursun.

“Bunu yapamam bayan” diye mırıldandı gene ve sesi sessizliğin içinde pek fena durdu gibisine geldi. Sesi mi fena durdu yoksa sözcükler mi tam yerini bulmamıştı pek emin olamadı. Belki tüm diyeceklerini bitirmiş, tüm gözyaşlarını tüketmiş kadının suskunluğu yüzünden.   Otlar çıtırdıyor, çıtırtı sesinden nefret ederim. Karşısındakinin uzayan bekleyişinin adamı daha beter daralttığını keşfettiğinden beri sürdürüyor sessizliğini. Yaşlı adam bulundukları yerin tüm seslerini duyuyor olmasına karşın onun algıları kapalı. Ne bitkilerin kokularını ne toprağın kokusunu ne keskin ışıklı kuş seslerini… Herhangi birinin yapabileceği şeylerle oyalanmak-bir kumaş parçasını katlayıp açmak, bir söküğün ipini çekiştirmek, parmaklarını çıtlatmak- yerine paslı ayaklı bahçe sandalyesinde kaya duruşunu koruyordu.  Yüzünde hiç duygu belirtisi olmaksızın; sadece Mustafa Efendi’yi vicdan azabıyla titreten, her an taşmayı bekleyen gözyaşı buğuları… Ağlasa belki, yaşlı adam rahatça “olmaz”, diyecek ama hiçbir şey yapmıyor olması… Karnım acıkmıştı, öğlen yediğimiz elma ekmek çoktan bitmişti içimde. Sıcak. Ben ses,mes duymuş değildim. Kendi tıklamalarım ve ötekilerin toklamaları sade… Hüseyin, can havliyle koluma yapıştı. Parmakları terden, kömür tozundan kaydı kıllarımın üstünde.

“Dinle!”

“Ne var?” diye terslendim, durmak istemiyordum. Kömür öfkemi alıyordu çünkü.

“Çıtırtıyı duydun mu?” diye fısıldadı, gözleri havalandırma bacası gibi. Sıkıntıyla yere baktım; kara, sonra ona; kara.

“Yoo.”  Saçmalıyor bu velet.

“Çıtırdıyor, nasıl duymazsın!”

“Tahkimlerde mi?”

“Hayır be adam, kömürü dinle!”

Kısa saplı kürek kayıp yere düştüydü, şu kürek işte. 

“Ha s….r! dedimdi can sıkıntısıyla. Küreğin düşmesine değil de çıtırtıya.

Tam o sırada “Kaçın!” diye bağırdı biri. “Göçük geliyor!”

Madenin sakin zamanının küflü kokusu ve kudurduğu zamanki yumurta kokusunu duydu, çenesini sertçe çevirdi savuşturmak için. Kokular yok oldu.

Kadın yedi gündür her Allahın günü geliyor, onu hep uzaktan gördü. İki günden beriyse adama musallat oldu. Adı Belkıs Erk ama Mustafa Efendi bilmiyor. Belkıs Hanım diyor ki; “İstersen sen görmezden gel, ben tek başıma başarabilirim. Eğer bunu suç görüyorsan yani… Ama senin çarçabuk yapacağın iş için saatlerce uğraşmak zorunda kalacağım.  Gören olsa zararı sana… Hiç kazma kullanmış değilim çünkü kürek de. Ama olsun. Yapabilirim. Yeter ki izin ver. Dahası yardım edebilirsin. Bunu yapabilirsin. Hem emeğinin karşılığını vereceğim söz. Ne olur.” Yaşlı adam sade aklıyla bu isteğe hiç mi hiç anlam veremiyor. Kabullenmeyişin, reddedişin gerisindekileri anlamaktan çok uzakta. O çoktandır yitiriş yaşamış değil, hayli zamandır kimsesi yok, o yüzden. Rahmetliler onları çok yorduğunda, birlikte sigara içip,  tepeden aşağıları kömür madenlerini seyrettiği yardımcısı var sade, o kadar. İnsanlar onu yok mu sayar, yoksa kazanılmış bir görünmezliği mi vardır nedir, kimse Mustafa Efendiyle konuşmayı akıl etmez ki. Bir kadınla en son ne zaman konuştu sözgelimi hatırlamıyor. İki gün öncesine dek. Bu geldi ve oraya; o paslı bahçe sandalyesine temiz memiz olmasına aldırmaksızın oturdu, konuşmaya başladı.

Ona; “Ne işin var senin bu toprakla?” bunu sordu ilkin.

“Ne işim olacak? Bunda sorup soruşturacak bir şey yoktur; iş çıkar, yaparsın. Bazı günler; şu mübarek melek gün boyu hiç dinlenmedi mi? diyesin gelir yorgunluktan ama yine de toprağı kazar durursun” dedi Mustafa Efendi.

Mübarek meleği çok eskiden tanıyor. Yeraltında sık karşılaşılır. Artık madene inmem ben, bu işi yapamam, diye karar verdiğinde Hüseyin bez bebek olmuş sallanırken kollarında, başkasını bulamayıp bu işe mecbur kalacağını yine toprağı kazacağını bilmiyordu. Kazmasıyla küreği de…

Çaresizlik duyuyordu, biraz da hüzün. Bütün kapıları zorlanıyordu şu anda. İçeride sıkışıp kalmıştı, bağıramıyor ve dışarı çıkamıyordu. Hüzün bulutları ağır öbekler halinde daima bulunmuştur çevresinde, biri gelir, öteki gider. Burası büyük, çok büyük, tüm hüzün bulutlarını barındırmaya yeter…

“Şimdi o senin çocuğun olsa…” demişti durup dururken.

Kimsesi olmadığını söyledi Yaşlı adam, ayakkabısının burnunu yere vurarak.

“Sana çocuğu olmak nasıldır anlatayım.”İki gündür anlatıyor. Sesinde koyu bir siyahlık. Kaplayıcı buyurgan renk. Onun olduğu yerde diğer renklerin sesi çıkmaz. Tıpkı madende tüm renklerin suskun olması gibi. “Analar hiç yalnızlık hissetmez,” diyor inançla. “Neden biliyor musun? Çocuk yeniden doğuştur da ondan. (Gözlerini patlatıyor.) Sanki  sana bir fırsat daha verilmiştir. Keşke şunu yapsaydım falan dersin ya hani. (Örtüsünü kulaklarının arkasına sıkıştırıp öne doğru eğiliyor.) Çocuğu da öğrettin mi, o da başardı mı, keşkenin birini siliverirsin gider işte! Anladın mı?  Parmakları ölümsüzlük kapılarını açar sana. Onun çocukları da ona, anladın mı beni?  İki ayna arasında dururcasına çoğalırsın işte. Oğlumu kucaklamadan önce ne yapıyordum bilmiyorum.”

Yaşlı adam onun tüm yaşam öyküsünü, tüm duygularını biliyor şimdi. İlyas’ı da.  Yalvarmalarını, baskıcı tutumunu, yorgunluğunu biliyor. Ne denli kararlı olduğunu ve yetmiş beş yaşındaki Mustafa Efendinin onu durduramayacağını da. Ama alınanın geri verildiği nerede görülmüş? Verilmez ki… Yaşlı adam bunu biliyor. Bir de kendi vazifesini. Derinlikli duygularla işi olmaz onun, anneliği nereden bilsin?

Ona bebeğin karnında ilk seğirişini anlatıyor sonra emzirirken göğsünün üstündeki küçük bir elin, meme kaçmasın diye onu nasıl tuttuğunu, saçlarının nasıl mersin ağacına koktuğunu… Adı neden İlyas anladın mı şimdi?

Hayır, anlamış falan değil Mustafa Efendi, sessizce bakıyor. Çocuk rüyadır; kehanet doludur ve kehanetler kendini gerçekleştirebilirler,” diyor Belkıs inançla. “İlyas uyanış demektir, bunu biliyor musun peki?” Hayır, Mustafa Efendi bunu da bilmiyor… Sık nefes alıyor şimdi kadın, soluğu dar yerden çıkıyor. Durup dururken oldu , Mustafa Efendi kaygılanıyor. Uzun konuşmanın sonrasında suskunluk meydanında –öyle ortalık yerde-kala kalmış, uzaklardan bakıyor artık.

Gökyüzünden esrarengiz bir elin koparıp serpiştirmeye koyulduğu sis parçaları toprağı örmeye başlıyordu. Seğirip sürdürüyor; “Benim ömrüm o. Uzamasını yürek çarpmasıyla beklediğim. Oysa olup bitenler sis içinde kaybolmaya benziyor. Öyle şaşkınım ki, hiçbir şeyi yerine koyamıyorum. Anlıyor musun? Parmaklarımın arasından akıp duran şey yüzünden çaresizim. Üzüntümden şaşkın. Bir hata oldu, biliyorum bu düzeltilmeli. Onu arayıp bulmamı bekliyor İlyas.”

Adam lütfen yavaş olmasını istiyor. Ömrü boyunca karşılaşmadığı kadar çok duygu keskinliklerinden paramparça çünkü. Yavaş, artık kaldıracak durumda değilmiş gibisine geliyor, annenin kederinin sızıntısı iki gündür  ihtiyarı sessizce kuşatmış durumda; kurtulamayacağını ve çıkış için onun isteğini yapmak zorunda olduğunu sezinliyor yaşlı adam gene.

Onun,“Her insan kılına varan dek hayat, hayat derken,  sen burada nasıl çalışabiliyorsun?” diye çıkışmasına da; “Belki de ölümden saklanmak içindir, ne dersin?” diye yanıt veriyor. Adamın söylenenleri dikkatle dinlediğinden kuşku yok. Belki  yüzüne vurulanlar yüzünden acılar içinde kıvrandığı da söylenebilir ama yinede bu istek olağandan farklı; dahası uygunsuz geliyor.

Tamam, tut ki  yapmış olsun. Para falan da istemiyor. Tut ki yaptı, ne değişecek ki? Değişen bir şey olacak mı? O güzel kokulu saçlı oğulun büyümesini yeniden izlemeyi, vücudunun serpilişini  tekrardan yaşamayı  mı umuyor? Peki ya kahkahası rüzgâr olup evin içinde mi dolaşacak sanki ?  Hayır. Sadece gördüğün seni çıldırtacak. Bir kadın, bir ana yüreği bunu kaldıramaz ki! Neden böyle işleri kimsesiz ve ruhu kurumuş erkeklere yaptırıyorlar sanıyorsun kadın? Bir erkek dayanabilir de ondan. Hele bu duyguları bilmiyorsa… Ha mermer taşlar, ha bedenler, onun için fark eden bir şey olmaz ki.

Kadın bugün susuyor. Tüm söyleyeceklerini söyledi çünkü. Tepeden tırnağa  yakarış olmuş duruşu; başörtüsü direniyor, bakışları direniyor. Yaşlı adamınsa kavrayışının dışında bu yaşadıkları. Annesini anımsamıyor ki, bir öksüz o. Babası madende kalınca çalışmaktan ciğeri üşüyüp ölmüş anası. Ana bildiği ninesini yedi yaşında yitirdiğinde de kimse onu teselli etmedi. Olmuş bitmiş  şeyler için üzülmek boşunadır, o zaman öğrendi. Ninesini sever miydi? Şalvarının büzgüleri, pazen gömleği serindi kucakladığında. Başı yarıldığında, yaraya tütün basıp üflerken, nefesi sevgi olmalıydı. Göğsüne bastırıp hafifçe iki yana sallarken, ikisi birden beklemişti-çocuk ve ninesi- çocuğun acısının geçip gitmesini. Bu sevgi miydi?

Belkıs,  Mustafa Efendiye; “ bir delikanlıyı sabah uyandırmak için seslenirken kendi gençliğinin yataktaki kaygısız ve yepyeni, uyanması demek olduğunu… İlyas’ın”

“İyi ya, bak bunlar ne hoş kokulu anılar. Onları öylece taze korusana. Paramparça edeceksin.”

“Olmaz! Sen anlayamazsın. Mezarı açmalıyız. Biliyorum ki orada değil. Bir hata oldu ama gözümle görmeliyim, anlasana. O zaman bana onu geri verecekler. Uyanacak. “

Artık sis meraklanmış her köşe bucağı yoklamaya niyetlenmişti, yaşlı adam sigarası ağzında yavaşça kalktı. Sanki hiç direnmemiş hiç de korkmamıştı. Kullanılmaktan sapları parlamış, madenin çalışkan ikizlerini; kazmayı ve küreği aldı. Zamanını hep açık havada geçiren insanların derisindeki kavrulmuşluk vardı ellerinde. Birbirine sürten parmakları, sigara kâğıdı sesi çıkarıyordu. Rengi atmış çelik burunlu madenci botlarıyla kadının düz ayakkabıları patikada yürümeye başladılar. Pantolon diye bacaklarını saran kalın bez,diz yapmış, paçaları, kırçıllı çorapların içine tıkıştırılmıştı. Toz ve çamur yüzünden paslı bir renk almış kaba ayakkabılar; bir çift paslı havanda bir çift tokmak tıkırdıyordu yürürken. Kadının dimdikti, siyah başörtüsü sırtının ortalarına dek iniyordu, gevşekçeydi kumaş titriyordu. Adamın sırtı kamburdu,  kasketi başında, kulakları iriceydi, gözü seğiriyordu. Sigarasının dumanı, ikisinin arasından geriye doğru kayıyordu, sis ayak bileklerine.

“Hadi,” dedi kadın  sabırsızca, “Hadi, sis bastırmadan yetişmeliyiz.”

Kazma sesini saymakla başladı beklemeye, yandaki [Melek Şekercioğlu’nun ruhuna fatiha] yazan mezar taşına dayanarak. Kazmanın tahtaya değişiyle irkildi. Yaşlı adam tekrar baktı ona; belki vazgeçer diye. Vazgeçmedi, sis dizlerine dek yükselmişti. Tahtaları elleriyle aldı mezarcı, aşağı inmek için uygun şekli düşünürken son tahtayı da kenara koymuştu. Bir ürperti kalın derili ensesinden tüm omurgasına aktı; mezar boştu!  Bir anlık dalgınlıkları yüzünden içeri sis dolmuştu!

“Gördün mü?” diye haykırdı Belkıs, sevinçle. “ Sana demiştim. Artık onu geri almak için uykuya yatabilirim. Uyandığımda İlyas da yatağında uyanıyor olacak ve bütün olanlar  sis altında kalacak. Madene de inmedi ki zaten o. Hiç inmedi!” Yaşlı adamın cebine aceleyle bir tomar kâğıt para sıkıştırıp etekleriyle eşarbı savrularak mezarlıktan çıktı, sislere karıştı…

Anne uykuya yatıp İlyas’la uyanabilecek miydi, mezarcı bilmiyordu. Kendisi uyandığındaysa eliyle kazdığı mezarı,  el değmemiş olarak başucunda gülfidanıyla bulacağını da…  Hıdırellez fidanı gibi dikenlerinde siyah kumaş parçasının nereden gelmiş olabileceğini düşünüp duracağını…

            Sisler içinde yitirilmiş  bir gündü. İlkin ayaklarınızı kaybettiniz yürürken; arabalarsa tekerleklerini. Saat ilerledikçe havada yüzen kafalara dönüştü insanlar, arabalarsa iki fardan ibaret oldu. Kıpırdamaktan korkar oldunuz çünkü kimse nereye gideceğini kestiremiyordu. Hiç alışık değildiniz böyle bir ortama. Buralarda hiç sis olmaz ki. Çocuklar biraz sevinecek oldular ama anneler gözlerini çıkararak; “sakın dışarı çıkmamalarını alimallah kaybolacaklarını” söyleyince tüm keyifleri kursaklarında kaldı çocukların. Hele mezarlık neleri gizliyordu bilemezdiniz. Ay bir rüzgâr çıkıverse de süpürse şu sisi dediniz. Ama ne rüzgârla süpürülecek gibiydi sis ne de rüzgârın uyuşukluğundan kurtulacağı vardı. Ara sokaklarda sinsi sisin sesini dinlediniz sessiz… Güneş çok sonra çıktı, renkli telleri pamukların içine saplanıp kaldı bir süre. Boyasız pamuk helvalar yavaşça eriyip gecenin karanlığında kaybolduktan çok sonra bile sisli günün izlerini anlatıp durdunuz, tüm bacalarda…

-o-

Pis Fırçanın Temizliği

        

Serap Gökalp’in Tuz Saraylar adlı kitabından

İki görevli geldi. Yani görevli olduklarını söylediler. Yoksa üstlerinde başlarında bir işaret, öyle havalı bir ceket var sanılmasın.

         “Sivilim” dedi adam.

         “Tabi” dedi Yunus. (Adımın Yunus olduğunu kimse bilmez ki. Pis Fırça diye çağırırlar beni.) “Tabi buyurun, ne vardı?”

         “Seni koruma evine alacağız,” dediler. (Misafir edeceklermiş. Her zaman toplarlar. İtiraz edemezsin.) Ekip arabasına bindi. Yani üzerinde bir takım işaretler olan araca ‘bin’, dediler bindi. Okuması yazması var, var da kafası bulanık işte.

         “Kim bu çöp tenekesi gibi kokan?” dedi Şoför.

         “Bu kokuyor,” dedi öteki. Sonra ona; “Çok pis kokuyorsun” dedi. “Sokak köpekleri bu kadar kokmuyor.”

Kıkır kıkır güldü Yunus;

         “Bana Pis Fırça derler, boşuna mı?” diye övündü. Kendisini korumak için en iyi yöntem. (Gerçek adım balık ama sudan nefret ederim.)

         “Bu yıkanmadan olmaz ağabeycim. Binaya bile sokmadan yıkanmalı”  dedi öteki.

Pis Fırça, ceplerini karıştırdı. Cebinden iki karasinek çıkıp arabanın içinde uçmaya başladı.

         “Bir sigara içebilir miyim?” dedi yalvarırcasına. Nedense heyecanlanmıştı. (Tam olarak heyecan denmez aslında.) Kalbi çarpıyor. Kalbiniz iyi için de çarpar, kötü için de dikkat et diye çarpar. İyi için mi kötü için mi çarpıyor şimdi karar veremiyor…

         “Dubara!” diye mırıldandı.

         “Arabada mı içeceksin?” dedi görevli, hayatında bundan saçma bir şey duymamıştı. Pis Fırça yeniden karıştırdı ceplerini, aslında biliyordu, hiç sigarası, izmariti yoktu ama, bazen unutulur ya cepte…Cep… ten bir iki sinek daha çıktı.

Görevli gözlerini devirmiş onu izliyordu… İzliyordu ama aaa, gözlerine inanamıyordu.

         “Kaldır bakayım kolunu” dedi. Kol kalkar kalkmaz birkaç sinek daha uçup çemberler çizmeye başladı, havada.

         “Aman Yarabbim” diye mırıldandı görevli.

         Arabayı kullanan “Yahu bu sinekler neyin nesi? Cam mı açık arkada, çöp yanından mı geçtik de ben anlamadım?” diye sinirlendi, sinekler göz pınarlarına burun deliklerine tık tık yapışıp kalkıyordu. 

         “İnanmayacaksın ama bu adamın paltosunun altından ve ceplerinden çıkıyorlar” dedi arkadaşı.

         “Haad’di be!” dedi Şoför.

         “Seni bilmem ama ben ilk defa gördüm böylesini,” dedi görevli.

         “Hemen dezenfektasyona. Hatta bizi bile almalılar,” dedi şoför, tiksintiyle dudakları gerilmişti.

(E, atın beni arabadan!) Bu yeni bir uygulama olmalıydı. Onları asla temizlemeye yeltenmezler… “Ben yıkanmam!” diye açıkladı kesin bir dille. Cevap veren olmadı, sigara falan veren de.

         Her zamanki sığınma evi değildi. Araba bir kapıdan hızla içeri daldı ama Pis Fırça akşam alacasında “hastanes” kelimesini seçebildi. (Ne hastanesi? Üstelik aracı her zamanki gibi tıka basa doldurmadılar.) Bir kişiyle toplama mı olur?   “Dubara!” diye bağırdı.  Araçtan indirildi.

         “Şu ayağını da doğru bas. Bize rol yapmana gerek yok,” dedi adam ters ters.

Düzgünce yürümeye başladı Pis Fırça.

         “Bekle bur’da. Az sonra seni çağırırlar.”

         “Baksana, sigara ver’cen mi?”

         “Hay gözün kör olsun, al da zıkkımlan. Sakın içeri sigarayla gireyim deme ama.”

         “Merak etme. Bir de yedek…”

         “Ananın gözü…”

         “Tamam, tamam, kızma.” Neşeyle güldü. Sigarasını keyifli etrafına bakarak içti.  Az sonra, binadan içeri soktular. Giriş katı. Sağ kapı.

         “Üstündekileri hemen çıkarıyorsun” diye buyurdu görevli. Bu yeniydi. Getirenlerden değildi.“Paraları şu poşete, ceplerinde başka bir şey varsa şu poşete, giysiler bu poşete. Beni anladın mı? Hepsi, hepsi…”

Çıplak kaldı.

         “Utanıyor musun? Dilenmekten utanmıyorsun ama !”

         “Dubara” diye homurdandı. “Ne oluyor ya?”

Bir duş kabinine soktular onu. Kapı kapanır kapanmaz sıcak su yağmuru başladı. Önce su hiç köpürmedi ve çok kötü bir koku yayıldı. Öyle ki Pis Fırça bile tıkandı.

         “Dubara!” (İşte o yüzden ıslanmak istemiyorum. Islanınca insan kokar.) Köpüklü kokulu su akmaya başladı. Aktı, aktı, (Baloncuklar tavuk tüyleri gibi gıdıklıyor insanı) sonra duru su … Ardından bir ilaç kokusu doldurdu kabini. Biraz korktu Pis Fırça ama aldırmadı. (Ceplerimdeki sinekler yüzünden beni ilaçlıyorlar.) Su durdu, kapı şırak diye açıldı. Kareli bir hamam peştamalı.  Çıplak ayakla yürüttüler. Ayakları buruşmuştu ama tırnakları hala pis görünüyordu. Adamlar ayakkabılarının üstüne hastane torbaları geçirmişlerdi, o çıplak ayaklı… Kendini hayvan gibi hissetti. Tabanları parlak taşların üzerine şap şup yapıştıkça çok hayvan gibi…

         “Muayene olacaksın ama önce şu kıllarından kurtulman gerek” dedi adam.

İtiraz etti Pis Fırça; “Saçımı neyse ne, bıyığımı ve sakalımı katiyen olmaz!”

         “Bak sen, itiraz da ediyor. Kökü sende değil mi muhterem, istiyorsan gene uzatırsın.” Kahkahayla güldüler. Acayip bir kahkahaydı. Pis Fırça’ya öyle geldi ki … Bu gülüş… Bu ses, konuşma biçimi belki…

         “Üşürüm yahu!” dedi cılız bir sesle.

         “Bu adamda tek kıl kalmayacak” dedi onları bekleyen berbere. Sordular; içki, uyuşturucu, sigara var mı? Ne hastalık geçirdin? Hiç ameliyat oldun mu? Hiç hastaneye yattın mı? Pis Fırça, başı, vücudu, bacakları dâhil tüm kıllarından, uzun yıllardır derisinin üzerindeki kirlerinden sıyrılmış, küçülmüş, garip bir beze sarılı soruları cevapladı. Kendini ilk kez çaresiz, yalnız ve kötü hissetti.

         Hep elektrik ışığı altında olduğu için olmalı zamanını şaşırdı. Sonrasında kanıyla çişiyle, kaşı gözü neyi varsa uğraştılar. Bıkkınlıkla bağırmaya yeltendiğinde tekerlekli bir arabayla yemek veriyorlardı. Uyumasına izin vardı. Çok kez uyudu, çünkü canı sıkılıyordu. Yıkanmadığı kadar yıkanmış, yemediği kadar yemiş olan bir insan nasıl ses edebilir ki? Korktu yalnız. Çok çok derinlerde kıl kadar inceydi ama hemen farkına varırsın böylesi bir duygunun. İçgüdüsel bir irkilme de denebilir, beklenti de. Sivri ve keskin ne varsa göğüsleyiş hali. Onu durduramadığı gibi kendisine de kapıyı kapat, içeri gir diyemiyordu. 

         Uykusunda bir şey mi görmüştü, emin olamadı. Gözünü açar açmaz, karanlıkta bir lamba açıldı. Tepede.  Onu sedyeye aldılar.

         “Dubara” dedi, “Ne var?”  daha uyku sersemiydi. “Ne var?” dedi yine bön, bön. Üstünde bebek önlüğü gibi arkadan bağcıklı hastane entarisi vardı.

         “Yok bir şey” dedi biri,  “sakince yat şimdi. Az sonra bitecek zaten.” Yeşil kıyafetliydiler.

         “Ama her yerim delik zaten” dedi güçsüzce.

         “Canın yanmayacak” dedi bir başkası.

         Ama içinde, hani çok derinlerdeki o çizgi yavaşça çatırdayıp yukarı doğru gelmeye başladı; korku. Çıplak ve inanılmaz beyazlıktaki bacaklarına baktı. Onlara alışamamıştı. Kaburgaları çıkık, kireçtaşı vücuduna alışamadığı gibi. Sanki Pis Fırça bir kabuktu ve onu soymuşlar içinden bu beyaz tırtıl çıkmıştı.

         “Canımı yakmayacaksınız di’mi?” dedi gene, bir ona bir ötekine bakarak.

         “Korkma,” dediler.

         “İyi o zaman,” dedi rahatça  yattı, kıpırdamadı. Bu iş bitince ne yemek verecekler diye merak etti. Koluna bir serum taktılar.

         “Okuma yazman var mı?” dedi bir ses.

         “Var ne olacak?” diye diklendi.

         “Ondan geriye sayabilir misin?”

         “Sayabilirim ne olacak?” diye diklendi, gene. Kılsız,  kılıksız çok zavallı hissederek. (Dayanılacak gibi değil.)

         “E , say o zaman” dedi o ses.

         “10, 9, 8, 7, …”

Babür Abi

Bugün kurgu değil, tümüyle bir deneyim paylaşacağım dostlar. Kedi severler. Kedilerle ilgili yazılarımı paylaşayım diyordum, ilki bu olacakmış.

2019 yılının sıcak bir yaz günü, bayram tatilinde komşumuza gelen misafirin arabası bahçede park etti. Geldiğinden itibaren de bahçeyi bir yavru kedi miyavlaması doldurdu. Köşebucak aradık bulamadık. İkinci günün öğle sıcağında misafir aracın kaportasının içinde kedi yavrusu olduğu anlaşıldı. Şimdi onu oradan nasıl almalı? Dört beş yetişkin uğraştı didindi olmadı. Ne el giriyor, ne o yerinden kıpırdıyor, su döktük, araba altına süt koyduk, olmadı. Pes ettiler. Başka bir komşu bir de ben el atayım şu işe, deyip benden bir fener istedi, ışık tuttum, beş on dakika sonra avuçiçi kadar bir tekir yavrusunu kucağımda buldum.

Hiç bu kadar küçük bir kedi görmedim ne yalan söyleyeyim. İyi ama ne yapacağız?  Evde bizim Zeytin var, ona bakmayı nasıl olsa biliyorumdur diye komşu, şu yavruyu sen al sevaptır yoksa ölür bu, deyince ilk hissettiğim panik duygusuydu. Sürekli bağıran (belli ki aç) otomobil motorundan çıkmış birkaç günlük bir kediyle ben ne yapacağım?

Şunları yaptık.

Dolmakalemime mürekkep doldurduğum enjektörü komşu yıkadı, onunla su içirdik.

Cengiz’in pastel boyalarını koyduğu bir karışlık bir plastik kutu vardı, içine yumuşak kumaşlardan yatak yaptım, kediyi içine yerleştirdim.

Cengiz’e telefon edip anlatınca hemen eczaneden bir şeyler alacağını söylemesin mi, yani bu kedi bizim oldu belli.

Cengiz işini bırakıp hemen eczaneye koşmuş, yenidoğanlar için bir biberon, bebelac yeni doğan maması, elli derece sıcakta Bodrum’da pelüş kumaş aramalar… (Çünkü sürekli titriyor) İnternetten yavru kedi bakımı sitelerini okumalar, tanıdık kim varsa telefon telefon, tanımadık kedicilerle telefon… Müthiş yardım alıyorum ama kedi susmuyor. İki saat arayla bir parmak büyüklüğünde biberona mama hazırlıyorum, doyuruyorum (ılık ve çok koyu olmamalı) sonra karnına işaret parmağımla masaj yapıp gazını çıkartıyorum, sonra lavaboya götürüp poposunu ıslak pamukla tamboplayıp çişini kakasını yaptırıyorum. Gece gündüz iki saat arayla bu seramoni devam ediyor. Anlayacağınız yenidoğan bebek bakımına koyulduk. Yorgun düştüğüm için Cengiz’le gece nöbetleşe kalkıyoruz. Ona büyük bir karton kutu edindik, kalem kutusundan yatağını içine koyduk. Öyle küçük ki, oradan tek başına inemiyor. Zeytin olup bitenleri izliyor ama bu yaratığa sokulmuyor.

Bu bebek bakımı koşulları içinde evde hapsolduğumu söylemeye gerek yok. Kedinin mama saati, çiş saati derken evden çıkamaz olunca çözüm buluyorum. Kedi taşıma sepetinin içini gezer ev yapıp onu her gittiğim yere, toplantıymış, çarşıymış, götürüyorum. Dernekte kucaktan kucağa geziyor,  bakmaya gönüllüsü çok ve ben dinleniyorum. Evde de susması için bir çözüm buldum, mutfak önlüğü hiç kullanmayan ben, önlüğü belime bağlıyorum, göğüs cebime tekiri koyuyorum, beraber evde iş yapıyoruz, yazıyorum, kitap okuyorum. Zeytin onu koklayıp uzaklaşıyor.  Sonra yavaş yavaş onu yalayıp temizlemeye, onunla ara sıra oymamaya başladı ama arada patiliyor.

İlk günler kediye isim falan koymak istemiyoruz onu benimsemekten korktuğumuz için azıcık büyüyünce kapının önünde bakacağız, karar bu. Sonunda Cengiz, adsız kedi olmaz, adı Babür Abi olsun deyeverdi.  Peki. Babür Abi’yi barınaktaki veterinere götürdüğümüzde yaşadığına o bile şaşırdı.

Babür Abi’yle ilgili her şey yolunda fakat heyhat Zeytin depresyona girdi. Altı yıllık kızımız küçükken onunla bir süre ilgilenip tuvalet eğitimini gözümüzün önünde (bizi hayrete düşüren bir eğitim) verdi, temizlenmeyi, mama kabından yemek yemeyi, su içmeyi öğretti. Ama Babür Abi’nin evdeki varlığını özellikle benim kucağımdan inmeyişini hiç kabullenemedi. İkisinin arasında denge kurmanın imkansız olduğunu görüyor, Babür Abi’nin inanılmaz sevecenliği, Zeytin’in kıskançlığı arasında sıkışıyoruz.

Günler geçti, nefis, iri kıyım bir erkek tekir olan Babür Abi ergen olunca iş değişti. Artık Zeytin onu yakınında hiç istemiyor, tıslıyor, bize de kendini sevdirmiyordu. Babür Abi Zeytin’in tüm özel allanlarını işgal ettiği için öfkeden bize bile pati atıyor, hep evin en uzak köşelerinde vakit geçiriyordu. Daha önce bahçeye bile tasmayla çıkardığımız Zeytin evden kaçmaya başlayınca canımız sıkıldı.  Kapıdan dışarı çıkmayı reddeden Babür Abi de kızların peşinden gitmeyi istiyordu.

Tam kısırlaştıralım diye düşünürken bir gün Babür Abi bir gözünü kısmaya başladı. Bu bir göz hastalığının ilk belirtileriydi. Çok üzücü, sıkıcı, hayvana eziyet verici bir sürecin başladığının farkında değildik ama.  Üç ay boyunca türlü ilaç ve tedavi uyguladık göz kapağı dikildi ama bir türlü iyileşme gerçekleşmediği gibi sürekli dışarı kaçmasından yıldık. Veterinerlerin insafsız faturalarını geçelim.  En son teşhis göz kapaklarının içeri dönük olması nedeniyle kirpiklerinin göz küresini enfekte ettiği iltihaplanmanın ameliyat olmadan geçmeyeceği idi. Riskli bir ameliyat ve uzun bir iyileşme dönemi öngörüldüğü için beklemeye karar verdik. Bu arada Babür Abi’yi bahçede özgür gezmeye bıraktık. Bir karton kutunun içinde bebeklik pelüşünün de olduğu bir yatağı ve kendine ait bir alanı vardı.  Babür Abi çok sevecen ve yalnızlığı sevmeyen bir kedicik olduğu için hemen kendine bir tekir kedi buldu, kulübesini onunla paylaşmaya başladı.

O evin dışına çıkınca bizim  Zeytin’imizin eski sakinliği geri geldi. Artık evde salınarak rahatça geziyor, ama dışarı çıkarken kapının önünde Babür Abi olduğu için camdan girip çıkmayı yeğliyordu. Bir gün Babür Abi’nin kulübe arkadaşı tekir (ona ad koymadık) topallamaya başladı. Ön patisini araba çiğnemiş. Aman Tanrım! Oğlumun uyarısıyla  yardım almak için 444 00 48 numaralı Pet Yardım hattını aradım. Hemen ilgilendiler ve hem küçük tekiri hem  Babür Abi’yi Torba Hayvan Barına’ğına gönderdik. Tedavi edilmesi ve kısırlaştırılması için. Bir ay sonra onu almaya gittiğimizde gözleri oldukça iyi durumdaydı ama her gün gene iltihaplanıyor temizlenmesi gerekiyordu. Onu eski köpek kulübesine yerleştirdim. Yine kendi minderi, pelüşü, mama kapları, her sabah sırf onun için çıkıyorum, mamasını, suyunu veriyorum, onunla oynuyorum. (Zeytin’in pencereden pür dikkat bakışları altındayız.) Bu arada suyunu kaptan değil akan çeşmeden içmek gibi bir huyu olduğu için gün içinde de buluşmamızda ona bahçe musluğunu açıyorum. Küçük tekir geri gelmedi. Babür Abi kendine komşunun kedisi Paşa’yı arkadaş seçti. Zeytin’le oynamayı istese de bizimki yine tıslayarak “sosyal mesafeyi” korumayı yeğledi. Sabahları geç kalkarsam Babür Abi, kapının önünde bekliyor, tıkırtımı duyar duymaz dışarıdan bana sesleniyor. Bahçede oturduğumda, çalaşır asarken,  volta atarken peşimden koşuyor. Mama verdiğimde başında bekliyorum çünkü ben gidersem diye yemeyi bırakıyor benim de içim cız ediyor. Yine tüylerini fırçalıyorum, siliyorum, seviyorum ama onu eve tekrar almadığım için içim cız ediyor. Çünkü hep kafamda şöyle bir ses, “Anne beni niçin eve sokmuyorsun?”

Bu ses bazen kıyaslamalar yapıyor. “Anne  Zeytin kendini sevdirmez, ben kucağında olmak isterim, Zeytin yıkanmayı sevmez ben suya bayılırım, Zeytin oynamaz ben seninle oynamayı çok seviyorum, anne beni de al…” Biliyorum tüm bunlar saçmalık ama vicdan sızımın sesini susturamıyorum. Ama onu yeniden eve alırsam bu kere Zeytin kaçarsa diye de fena halde korkuyorum.

Bir sabah kulübeyi boş buldum. Mama kabı boş, ama mideri hiç bozulmamış. Her sabah havalandırıp düzelttiğim mindere hiç yatılmamış. Hay Allah! Bahçeyi dolaşıp seslendim. Yok.

İki gün önce bahçede otururken neşeyle oynamış, gene kucağıma tırmanmak için mırlamış, sonra güneşe yatmıştı, keyfi yerindeydi. Mamalarını  bir öğün kuru bir öğün et maması yiyordu. Babür Abi nerede? Kapıdan çıkıp karşı sokağa falan mı gitti? Sokakta da fazla gezemiyorum ki salgın yüzünden. Bekledim, gelmedi. Bugün komşu dedi ki, karşı evin bodrumunda koku olmuş, bakmışlar bir kedi ölmüş. Tariflerine göre Babür Abi, arama sen onu. Bu kadar mı? Çöp varilinin oraya koymuşlar. Zaten sokağa çıkarken maskeydi eldivendi korunmalı çıkıyoruz, bir koşu gittim belki o değildir diye. Çöp kamyonu yeni gitmiş, varil bomboştu. Kediler vedalaşmazmış öyle mi?