ÖYKÜ, SANAT VE CAN DOSTLARIMIZ

İşte hiç katlanamadığım düşünce; öykü okunmuyor, derler. Hayır efendim. Öykü insanlık tarihi kadar eskidir. Binbir gece masalları, Dekameron hikayeleri, dinsel hikayelerden tutun da her toplumda farklı adrlandırılsalar da hep “hikaye anlatıcıları” olmuştur. Anadolu’ da “Destancılar” “Dengbej”ler hep anlattılar. Meddahlar da bir tür öykü anlatıcısı değil midir? Geçmiş böyle. Ya şimdi? Şimdi de… Öykü tam da bu çağın metnidir, diye itiraz ederim, öykü okunmuyor dediklerinde. İşte hemen aklıma geliveren birkaç gerekçe.

Roman okurken verilen aralar ilgiyi dağıtabilir, değiştirebilir hatta yok edebilir. Ama öyküde yazar tüm planını hiçbir şey araya girmeyecek biçimde kurgular. Böylelikle okuma süresini ve okuyucunun duygularını denetim altına alır.

Öykünün hedefi tek bir etkidir. Bu yazar tarafından tasarlanır ve unsurları bir araya getirilir. Amacı coşku yaratmaktır ve “tasarlayarak yaratmaktır”.

Öykü yeni ve canlı bir etki bırakmak, özgün olmak için yaratılır. Romana göre içerdiği imalar, belirsizlikler ve kullanılan yazım teknikleriyle daha farklı bir okuyucu beklentisindedir. Okurun zekâsını da işe karıştırır. Bu açıdan yazar ve okur bağı çok daha farklıdır.

Öykü tekniği ve yazınsal sanatlarıyla okurun hayal gücünü ateşler.  Bir öykü metninde hiçbir şey rastlantısal değildir. Hiçbir ayrıntı atılamaz, değiştirilemez. Matematiksel bir yapı oluşturulur.

Kısa öykü küçüktür, iddiasız görünür ama devrimci bir tohumdur.

Peki sorun nedir? Öykü okunmuyor kanısı neden oluşmuştur? Öykünün okuyucuya ulaşmasındaki kanallar yeterli mi acaba?  Öyküyü edebiyat dergilerinin sayfalarından çıkarıp günlük okuma unsurlarının içine yerleştirmek gerek bence. Yerel dergiler, gazeteler sosyete sayfalarının yarısı kadar bir alanı öyküye ayırmayı düşünmeli.  Ulusal basın günlük yer ayırmalıdır. İnternet gazetelerinde, haber sayfalarında kötü haberler okumaktan bıkmadık mı? Neden öyküye yer açmazlar?  Fransa’ da sanırım, şehir içi yolculuklarda okunabilecek türden küçük şerit kağıtlara basılan, küçük paralar karşılığında otomat gibi makinelerden alınabilen öykü makineleri yapmışlar. Kim akıl etmiş, kim uygulamış bilmiyorum ama haberi okuduğumda ona yürekten bir teşekkür ve minnet gönderdim.

Beri yandan, son yıllarda öykü yazarı sayısındaki artışı nasıl açıklayabiliriz? İnternet ortamı türlü öykü metinleriyle dopdolu. Bunlar güzel gelişmeler ve yüreğimi aydınlatıyor öykü adına.

Öyküden çıktık yola, bir davet olsun, öyküye sanal dünyada günlük yaşamda daha çok yer açalım. Yalnız öyküye mi? Şiire, müziğe, müzikle, resimle ilgili yazılara, tiyatro ve sinama sanatına ilişkin yazılara yaşamımızda daha çok yer açalım. Bale, opera, tiyatroların kapılarını açalım. Konserleri özledik. Hiç düşündünüz mü, sanatçılar, olmasa toplumun düş teknelerini kim yüzdürecek tarih denizi içinde? Biz her koşulda bu tekneleri yapabilir, yüzdürebiliriz. Yeter ki ufkumuzu kapatmasınlar. Sanat herkese gerekli…

Bugün Dünya Hayvanları Koruma Günü. Sevgili can dostlarımızı kucaklamadan imzalamayayım yazıyı.Sanatsız da olmaz onlarsız da.  Sizi kedimiz Zeytin’le selamlıyoruz. Esen kalın.

Pis Fırçanın Temizliği

        

Serap Gökalp’in Tuz Saraylar adlı kitabından

İki görevli geldi. Yani görevli olduklarını söylediler. Yoksa üstlerinde başlarında bir işaret, öyle havalı bir ceket var sanılmasın.

         “Sivilim” dedi adam.

         “Tabi” dedi Yunus. (Adımın Yunus olduğunu kimse bilmez ki. Pis Fırça diye çağırırlar beni.) “Tabi buyurun, ne vardı?”

         “Seni koruma evine alacağız,” dediler. (Misafir edeceklermiş. Her zaman toplarlar. İtiraz edemezsin.) Ekip arabasına bindi. Yani üzerinde bir takım işaretler olan araca ‘bin’, dediler bindi. Okuması yazması var, var da kafası bulanık işte.

         “Kim bu çöp tenekesi gibi kokan?” dedi Şoför.

         “Bu kokuyor,” dedi öteki. Sonra ona; “Çok pis kokuyorsun” dedi. “Sokak köpekleri bu kadar kokmuyor.”

Kıkır kıkır güldü Yunus;

         “Bana Pis Fırça derler, boşuna mı?” diye övündü. Kendisini korumak için en iyi yöntem. (Gerçek adım balık ama sudan nefret ederim.)

         “Bu yıkanmadan olmaz ağabeycim. Binaya bile sokmadan yıkanmalı”  dedi öteki.

Pis Fırça, ceplerini karıştırdı. Cebinden iki karasinek çıkıp arabanın içinde uçmaya başladı.

         “Bir sigara içebilir miyim?” dedi yalvarırcasına. Nedense heyecanlanmıştı. (Tam olarak heyecan denmez aslında.) Kalbi çarpıyor. Kalbiniz iyi için de çarpar, kötü için de dikkat et diye çarpar. İyi için mi kötü için mi çarpıyor şimdi karar veremiyor…

         “Dubara!” diye mırıldandı.

         “Arabada mı içeceksin?” dedi görevli, hayatında bundan saçma bir şey duymamıştı. Pis Fırça yeniden karıştırdı ceplerini, aslında biliyordu, hiç sigarası, izmariti yoktu ama, bazen unutulur ya cepte…Cep… ten bir iki sinek daha çıktı.

Görevli gözlerini devirmiş onu izliyordu… İzliyordu ama aaa, gözlerine inanamıyordu.

         “Kaldır bakayım kolunu” dedi. Kol kalkar kalkmaz birkaç sinek daha uçup çemberler çizmeye başladı, havada.

         “Aman Yarabbim” diye mırıldandı görevli.

         Arabayı kullanan “Yahu bu sinekler neyin nesi? Cam mı açık arkada, çöp yanından mı geçtik de ben anlamadım?” diye sinirlendi, sinekler göz pınarlarına burun deliklerine tık tık yapışıp kalkıyordu. 

         “İnanmayacaksın ama bu adamın paltosunun altından ve ceplerinden çıkıyorlar” dedi arkadaşı.

         “Haad’di be!” dedi Şoför.

         “Seni bilmem ama ben ilk defa gördüm böylesini,” dedi görevli.

         “Hemen dezenfektasyona. Hatta bizi bile almalılar,” dedi şoför, tiksintiyle dudakları gerilmişti.

(E, atın beni arabadan!) Bu yeni bir uygulama olmalıydı. Onları asla temizlemeye yeltenmezler… “Ben yıkanmam!” diye açıkladı kesin bir dille. Cevap veren olmadı, sigara falan veren de.

         Her zamanki sığınma evi değildi. Araba bir kapıdan hızla içeri daldı ama Pis Fırça akşam alacasında “hastanes” kelimesini seçebildi. (Ne hastanesi? Üstelik aracı her zamanki gibi tıka basa doldurmadılar.) Bir kişiyle toplama mı olur?   “Dubara!” diye bağırdı.  Araçtan indirildi.

         “Şu ayağını da doğru bas. Bize rol yapmana gerek yok,” dedi adam ters ters.

Düzgünce yürümeye başladı Pis Fırça.

         “Bekle bur’da. Az sonra seni çağırırlar.”

         “Baksana, sigara ver’cen mi?”

         “Hay gözün kör olsun, al da zıkkımlan. Sakın içeri sigarayla gireyim deme ama.”

         “Merak etme. Bir de yedek…”

         “Ananın gözü…”

         “Tamam, tamam, kızma.” Neşeyle güldü. Sigarasını keyifli etrafına bakarak içti.  Az sonra, binadan içeri soktular. Giriş katı. Sağ kapı.

         “Üstündekileri hemen çıkarıyorsun” diye buyurdu görevli. Bu yeniydi. Getirenlerden değildi.“Paraları şu poşete, ceplerinde başka bir şey varsa şu poşete, giysiler bu poşete. Beni anladın mı? Hepsi, hepsi…”

Çıplak kaldı.

         “Utanıyor musun? Dilenmekten utanmıyorsun ama !”

         “Dubara” diye homurdandı. “Ne oluyor ya?”

Bir duş kabinine soktular onu. Kapı kapanır kapanmaz sıcak su yağmuru başladı. Önce su hiç köpürmedi ve çok kötü bir koku yayıldı. Öyle ki Pis Fırça bile tıkandı.

         “Dubara!” (İşte o yüzden ıslanmak istemiyorum. Islanınca insan kokar.) Köpüklü kokulu su akmaya başladı. Aktı, aktı, (Baloncuklar tavuk tüyleri gibi gıdıklıyor insanı) sonra duru su … Ardından bir ilaç kokusu doldurdu kabini. Biraz korktu Pis Fırça ama aldırmadı. (Ceplerimdeki sinekler yüzünden beni ilaçlıyorlar.) Su durdu, kapı şırak diye açıldı. Kareli bir hamam peştamalı.  Çıplak ayakla yürüttüler. Ayakları buruşmuştu ama tırnakları hala pis görünüyordu. Adamlar ayakkabılarının üstüne hastane torbaları geçirmişlerdi, o çıplak ayaklı… Kendini hayvan gibi hissetti. Tabanları parlak taşların üzerine şap şup yapıştıkça çok hayvan gibi…

         “Muayene olacaksın ama önce şu kıllarından kurtulman gerek” dedi adam.

İtiraz etti Pis Fırça; “Saçımı neyse ne, bıyığımı ve sakalımı katiyen olmaz!”

         “Bak sen, itiraz da ediyor. Kökü sende değil mi muhterem, istiyorsan gene uzatırsın.” Kahkahayla güldüler. Acayip bir kahkahaydı. Pis Fırça’ya öyle geldi ki … Bu gülüş… Bu ses, konuşma biçimi belki…

         “Üşürüm yahu!” dedi cılız bir sesle.

         “Bu adamda tek kıl kalmayacak” dedi onları bekleyen berbere. Sordular; içki, uyuşturucu, sigara var mı? Ne hastalık geçirdin? Hiç ameliyat oldun mu? Hiç hastaneye yattın mı? Pis Fırça, başı, vücudu, bacakları dâhil tüm kıllarından, uzun yıllardır derisinin üzerindeki kirlerinden sıyrılmış, küçülmüş, garip bir beze sarılı soruları cevapladı. Kendini ilk kez çaresiz, yalnız ve kötü hissetti.

         Hep elektrik ışığı altında olduğu için olmalı zamanını şaşırdı. Sonrasında kanıyla çişiyle, kaşı gözü neyi varsa uğraştılar. Bıkkınlıkla bağırmaya yeltendiğinde tekerlekli bir arabayla yemek veriyorlardı. Uyumasına izin vardı. Çok kez uyudu, çünkü canı sıkılıyordu. Yıkanmadığı kadar yıkanmış, yemediği kadar yemiş olan bir insan nasıl ses edebilir ki? Korktu yalnız. Çok çok derinlerde kıl kadar inceydi ama hemen farkına varırsın böylesi bir duygunun. İçgüdüsel bir irkilme de denebilir, beklenti de. Sivri ve keskin ne varsa göğüsleyiş hali. Onu durduramadığı gibi kendisine de kapıyı kapat, içeri gir diyemiyordu. 

         Uykusunda bir şey mi görmüştü, emin olamadı. Gözünü açar açmaz, karanlıkta bir lamba açıldı. Tepede.  Onu sedyeye aldılar.

         “Dubara” dedi, “Ne var?”  daha uyku sersemiydi. “Ne var?” dedi yine bön, bön. Üstünde bebek önlüğü gibi arkadan bağcıklı hastane entarisi vardı.

         “Yok bir şey” dedi biri,  “sakince yat şimdi. Az sonra bitecek zaten.” Yeşil kıyafetliydiler.

         “Ama her yerim delik zaten” dedi güçsüzce.

         “Canın yanmayacak” dedi bir başkası.

         Ama içinde, hani çok derinlerdeki o çizgi yavaşça çatırdayıp yukarı doğru gelmeye başladı; korku. Çıplak ve inanılmaz beyazlıktaki bacaklarına baktı. Onlara alışamamıştı. Kaburgaları çıkık, kireçtaşı vücuduna alışamadığı gibi. Sanki Pis Fırça bir kabuktu ve onu soymuşlar içinden bu beyaz tırtıl çıkmıştı.

         “Canımı yakmayacaksınız di’mi?” dedi gene, bir ona bir ötekine bakarak.

         “Korkma,” dediler.

         “İyi o zaman,” dedi rahatça  yattı, kıpırdamadı. Bu iş bitince ne yemek verecekler diye merak etti. Koluna bir serum taktılar.

         “Okuma yazman var mı?” dedi bir ses.

         “Var ne olacak?” diye diklendi.

         “Ondan geriye sayabilir misin?”

         “Sayabilirim ne olacak?” diye diklendi, gene. Kılsız,  kılıksız çok zavallı hissederek. (Dayanılacak gibi değil.)

         “E , say o zaman” dedi o ses.

         “10, 9, 8, 7, …”

RIFAT BEY’İN KULAKLARI

Serap Gökalp, Astak Kum Saatinde Akarken adlı kitabından

Dört evin oluşturduğu avluda rüzgar geziyor. Rıfat Bey’in çanak çömlek işliğinin de açıldığı avlu bu. Sandıklar içinde duvara yığılmış toprak kaplar zaman zaman tıkırdıyor. Düşüp kırılırlar mı diye kaygılanıyor Rıfat Bey ama dışarı çıkmaya da üşeniyor. Öte yandan kalkıp sandıklarıyla ilgilenmediği için de sinirleri bozuluyor. Rüzgara küfrediyor….

Zorla uyku uyumaya çalışıyor. Bu bozuk hava, çömleklerinin kırılma tehlikesi ve ertesi günkü duruşma, hepsi bir araya gelince uyumam mümkün değil, diye düşünüyor. Yarın nasıl gideceğim diye kaygılanıyor. Yağmur, rüzgarın var gücüyle savurmasıyla tüm köşe bucağı ıslatıyor, pencere pervazlarından içeri akıyor.

Bana yardım ettiği geceyi hatırlıyorum, iyi çocuktu. Becerikli parmakları vardı. Beni bir süre izledikten sonra, bende yapabilir miyim? diye sordu. Turistlerin bu tür işgüzarlıklarına alışığım aslında. Pansiyona da renk veriyor. Onları eğlendiriyor. Hevesini alsın diye tamam dedim. İki nefis tabak yaptı, bir tane de vazoyu boyadı. Az konuşuyordu. Çamurla öyle bir haşır neşir oluşu vardı ki daha önce sen bu işi yaptın mı yahu? diye sordum. Yo, dedi kısaca. Şimdi size bakınca özendim, bir deneyeyim dedim. Ohhoo, dedim, keyifle bir bakmakla bunu yapıyorsun, delikanlı, sen benim işimi elimden alırsın alimallah! Yok canım, dedi. Ne münasebet usta, benimkisi biraz oyalanmak, biraz yardım işte… Herkesin içip eğlendiği geceler pansiyonda garsonluk yapan Ali’nin dalgalanarak zennelik yaptığı ortamdan sıkılan bu genç adamı yadırgamıştım. Herkes çok eğleniyordu oysa. Belki yeni geldi, yol yorgunudur dedim ama, sonradan da insanların arasına pek karıştığını hatırlamıyorum. Bir kızla kırıştırmış kızı kaçırmış falan dediler ama garip hiç fark etmemişim.

Rıfat bey avludan gelen tiz bir sesle yerinden sıçradı. Yeni biçilmiş çim saha gibi saçlarını sıvazlayıp kulak kabarttı. Dayanamayıp kalktı ve dışarı baktı. Sadece karanlık görünüyordu. Alt kata inip kapının üstündeki ışığı yakıp koridordaki pencereden tekrar baktı. Dinledi,çıt çıkmıyordu. Rüzgar da birden durmuş gibiydi. Kendi kendine “bana öyle geldi galiba, yatıp uyumalı, kuruntulara başlayacağım yoksa, diye düşündü. Işığı kapattı. Pencereleri tekrar kontrol edip yatağa girdi. Bakışlarını  fosforlu saate dikti. Saatin gözleriyse yarı kapalı, uyuşuk ve bıkkın zamanı örmeyi sürdürüyor. Rıfat bey’in tüm ısrarlı ve telaşlı bakışlarını umursamaksızın bir çift yün şişinin sesini çıkarıyor; çıt-çıt, çıt-çıt…Rüzgar gene başladı ve “doğruuuu” diye ulumasını sürdürdü. Rıfat Bey”Doğru duymuşum” dedi sakince ve elleriyle kulaklarını örterek, onları yatıştırmaya çalıştı.

Rıfat Bey’in kulaklarının yine yatıştırılmaya ihtiyacı var. Şimdi  ve hemen. Arkasındaki kadının bonbon şekeri yemesine tahammül etmesi olanaksız. O yüzden kulaklarını yatıştırmak zorunda. Eski minibüsün uğultusu her zaman içerideki sesleri örtebiliyor olmasına karşın bu kere öyle değil. Kadın jelatin şeker kağıdının bükümlerini  gürültüyle açıyor; “çakırtı…” diye düşünüyor Rıfat Bey. Çakırtı çıkarıyor. Kadın kağıdı parmakları arasında büküp katlıyor ve çakırtı sesi uzadıkça uzuyor. Sonra harfleri içine çeke çeke fftü, fftü diye şekeri dili ve damağı arasında emmeye koyuluyor. Rıfat Bey dışarı gökyüzüne  bakıp dikkatini başka şeye vermeye çalışıyor.

Elektrik tellerinin arasından bir uçak geçiyor. Tek bir nota gibi yüzüyor uçak, re oluyor, mi oluyor, fa oluyor, re, mi, fa, sol, sol la… Porte çizgisi eksik. Melodinin devamı okunmuyor.

Şeker belli bir miktar inceldikten sonra kadın onu azı dişlerinin arasına yerleştirip ezmeye başlıyor. Dişlerle şeker arasındaki takırtı Rıfat Bey’e arabayı dolduruyor, gibi geliyor. Elleriyle kulaklarını örtmemek için çaba harcıyor.

Minibüsün ön camından akmakta olan yol çizgisi duruyor. Kapı açıldığında önce iki kadının telaşlı sesleri giriyor içeri.

” Cezaevi bak. Sen gene de sor” diyor,birinci kadın. Kapıdan başını uzatan diğeri ; “Cezaevine gidiyor bu araba değil mi?”

“Gider.” diyor şoför. “Adalet sarayından iki durak sonra.” Kadın şeker yiyen kadının yanına atıyor kendini. Kapı tıslayarak kapanıyor, çizgi hareket ediyor.

“Ceza evine mi gidiyorsun?” diyor şeker yiyen kadın. Rıfat Bey dikiz aynasından kadına bakıyor. Göz göze gelmelerini ve onu tehdit edici bir bakışla süzmeyi istiyor.

“Cezaevine” diyor kadın. Rıfat Bey’in omuzunu dürtüp “Parasını uzatıverir mi?” diye soruyor. Rıfat Bey paranın üstünü iade ederken şeker yiyen kadına; “Bitmedi mi şu şeker?” diye azarlayıcı bir sesle sormaya karar veriyor.

“Kimin var?” diye soruyor şeker yiyen kadın.

“Oğlum” diyor parayı veren.

“Benim de kocam” Birinci şeker biter bitmez başka şeker kağıdının sesi duyuluyor, yanındakine de ikram ediyor. Kağıt sesleri, sonra ağıza atılan bonbon şekerinin dişlere çarptığında çıkardığı sesi…

Sert bir fren. Çarpışmak üzereyken son anda duruyorlar. Herkes homurdanıyor. Dolmuşun içindekiler birden bire şoförlerinden yanalar. Ne olduğunu anlamamış olanlar bile öteki şoföre kızıyor. Karşıdaki şoförün yaptığı bu edepsizliği hepsi birden yanlarından geçerlerken onu izleyen ve dönen başlarıyla tehdit ediyorlar. Rıfat Bey para üstünü uzatıyor.

“Oğlun kaç zamandır orada?”

Rıfat Bey kadını azarlayamıyor. Çünkü ona öyle geliyor ki azarlasa haksız duruma düşecek. Üstelik az önceki bir çarpışma tehlikesinin yanında bundan söz etmek…

“Hava da ne sıcak bu gün Bir buçuk yıl oldu.” Bir şey arar  gibi çantasını karıştırıyor. Rıfat Bey”den aldığı paraları önce bir göze sonra vazgeçip başka göze…

“Benim kocam beş yıldır. Bir yıldır da burada. Sen neredensin?”

“Bur’da oturuyorum.”

“Her görüşe gidiyor musun?”

“(Cık) Daha önce kızım gitmişti. Ben ilk— Çok uzak iki vesait—

“Bana da pahalı—“ Duran ve yeni yolculara açılan kapıdan avucundaki şeker kağıtlarını dışarı atıyor kadın. Dikiz aynasından gözünü ayırmayan Rıfat bey sonunda “Tövbe estağfurullah” diye homurdanıyor. Şoförle gözleri karşılaşıyor.

Şoför ne olduğunu anlamağa çalışıyor. Rıfat Bey’in dikiz aynasından gözünü ayırmadığının farkında. “Ücretini vermeyenler lütfen” diye sesleniyor.

“Olsun” diyor şeker yiyen kadın, hızla hareket eden araba yüzünden hafifçe geri kaykılarak; “Bize de gezmek oluyor.” İki  kadın gülüşüyorlar. Sonra güldükleri şeyin garipliği gülüşlerini aniden yüzlerinde donduruyor.

“Adalet sarayında inecek var,” diyor Rıfat Bey.

“Niçin yatıyor senin oğlan?”

“Bir buçuk yıl oldu. Nüfusunu çalmışlar, saklamışlar, sonra oraya bırakmışlar. Ben yapmadım, diyor—Bir buçuk yıl oldu. “ Kıvrandığı sesinden belli. Süre ve olayın gelişimi üzerinde durarak neden yattığını örtmeye çabalıyor.

“Adalet sarayında inecekler!” diye bağırıyor şoför.

Rıfat Bey kendini dışarı atıyor. Geceki uykusuzluk üzerine dolmuştaki sıkıntı yüzünden çıldıracak . Bu mahkemeye ne maksatla  çağrıldı, ne işi var burada? Homurdanarak merdivenleri tırmanmaya başlıyor. Muhtarla kapıda karşılaşıp sessizce selamlaşıyorlar.

-0-

NEHİR ÖYKÜSÜ’NÜN BİR YAKIN OKUMASI…

Merhaba,

Biliyor musunuz, TÜİK verilerine göre Türkiye’de kız çocuklarının son 5 yılda yaptığı doğum sayısının, 84 bin 462 olduğu, son 10 yılda 16-17 yaş grubunda toplam 381 bin 418 kız çocuğu evlendiğini belirlendi.

Bunlar aklımdayken Parasız Yatılı’nın Nehir öyküsüne gitti elim.  Nisan 1970 tarihini taşıyan bu hikayeden beri hiçbir şeyin değişmemiş olması yazarın keskin bakışının göstergesi bizim de toplum olarak utancımızdır.

İşte bu yüzden Nehir… Ama ben bu trajik girişten sonra bu metnin yapıt olarak güzelliklerini keşfetmeye çağırıyorum sizi.

Bulanık, ağır, zorlayıcı güçlü bir sürükleyiştir bu hikayenin geçmesi. “Ablasını çağırmışlardı aşçı durması için ötegeçeden” ilk cümle budur. Bir hissettiriş. 46. sayfaya kadar ondan söz edilmez. Öncesinde neler vardır?

İlk paragrafta bir portre çizilir, İstanbul’da oturan evin hanımefendisi, bir eskizdir, konu ilerledikçe ayrıntılandırılır. Hanımefendinin yaşamıyla aile bağlarına götürür bizi yazar.  Hızlı darbelerle iki, üç kişinin portreleri birden çizilir. Vali bey, karısı ve kızları. Fiziksel ve psikolojik boyutlarıyla öylesine netleşir ki olup bitenlerin onlara ilişkin olduğu sanısına kapılırsınız.  Burada yazar tarafından zarafetle bırakılmış bir ileti vardır. “Nehir” dokusunun üzerine bir kuştan kopmuş, hafifçe düşen bir tüy gibi sanki. Başka bir hikâye… O ana kadar okuyup süreceğini sandığımızdan daha içe dokunan başka bir hikâye sızar … “Bana bunu nasıl yaparsınız baba?” Ailenin kızıyla ilgili kesite geçersiniz. Ama onun hikayesi de değildir.  Daha yakından bakmalıyız.. Bu tıpkı şuna benziyor, çok uzaktan belki bir dürbünle bir görüntüyü yavaşça yakalamak, sonra netleştirmek. Yakaladığımız görüntü 46. sayfadadır.  Burada hafifçe bir karakter belirmeye başlar; “Ötegeçeden bir izin dönüşü onu da getirmişti ablası buraya.” Onunla doğrudan ilgili ilk cümledir. “Ablası, iki teyzesi, kendi, serili hasırların üstünde sessizce kıpırdayarak yaşayan” biri… Mekân değişir, ağayla evlenen vali kızının oturmadığı eve ve  ağanın yaşamına yaklaşırız. Bu ağanın evinde buluruz onu. Ablası, teyzeleriyle tanımlanan “biri”. Bu da gizleme ya da yanılsama değildir. Kahramanın adsız, başkaları dolayısıyla tanımlanır oluşu özellikle simgelediği çocuk-kadın sorunuyla ilintilidir. Öylesine yok sayılır ki neredeyse saydam bir varlık olarak gezer hikâyede. Ama bu onun hacimsiz olduğu anlamını taşımaz. Tersine su gibidir. Saydam, sessiz ve ağırdır. Yoksulluk ağıtçı teyzelerden dolaştırılarak verilir. S.47’ de çok çarpıcı bir motiftir.  Bir Orta Asya geleneği; ağlayıcılık. İş olarak başkalarının cenazelerinde ağlayıcılık yaparak para kazanan ama son zamanlarda fakir düşen iki teyzeler…

Hedef çocuk-kadın trajedisini dile getirmektir. Anlatıcı, hikâye dışından bir ses olmasına karşın garip bir biçimde çocuk kadının algısına da dönüşür yer yer. Kadını eşya olarak görülmesini doğrudan eleştirmeyip kışkırtıcı bir yapılandırmayla  birey-kadının tersi bir karakterle sorun dile getirilir. Toplumsal bir yarayı deşerken alçak sesle anlatılan bir hikâyedir bu. Çaresizliğe işaret etmek içindir alçak ses. Cinsiyetsiz, duygu unsuru kullanılmaksızın üçüncü tekil şahıs… Yazarın ben rolü anlatıcıdır. Kahramanı adsızdır. Birçok adsız çocuk-kadının simgesidir.

İki anlatım ekseni kullanılır. Birinci eksen Vali Beyin kızı, ikincisi isimsiz çocuk kadındır. Kadınlık rollerinde bir kıyaslama olarak dururlar

  • Evin hanımı evinde yaşamaz, hizmetçi oradadır.
  • Evin hanımının kültür düzeyi yüksek, özgür kadındır, hizmetçi köle kadın ve cahil.
  • Hanım mal sahibidir, hizmetçi maldır.
  • Evin hanımı çocuksuz ve buna aldırmayandır, hizmetçi çocuk doğurma becerisiyle var olandır.
  •  

Tümüyle haksızlık yüklü olmasına karşın yazarın seçtiği boğucu  -su/nehir- anlatımla okuru kışkırtmak yerine sersemletir, neredeyse hareketsiz kılar. Bu anlamda okuyan öznenin hikâye kahramanıyla özdeşlemesi sağlanır. Yazar sesi aradan çekilir (özellikle final paragrafında) zaman zaman ve o çaresiz, sessiz, adsız çocuk-kadınla okur aynı düzlemde dururlar. Yarattığı duygu düzeyi öfkedir.

“Nehir” de gerçek temanın içine yerleştirilmiş ara olaylar evin hanımının aile ilişkileri, kahramanın daha önceki yaşamıdır. Her nedense ağadan fazla söz edilmez. Yazarın böyle bir erkek tipini derinleştirmemesi, yok sayması, işlediği günah yüzünden onu yok etmek için midir? Belki.

Kadının kadına düşmanlığı sezdirilir. (Ablanın kardeşini ağa için düzenli bir şekilde hazırlaması, Hansel ve Gretel masalındaki cadıya sunulacak çocukların hazır edilmesi kadar tüyler ürperticidir)  Başka çare yokmuşçasına yoksulluktan kurtulmak için  kadının bedenini kullanması gerekmektedir. Bu kolaycılık ve ahmaklığa yazıklanan bir metindir. Füruzan’ın, gerçeğin çarpık ya da görülmeyen yanını bize gösterme yetisi… Bu hikayede, toplumda “gerçek” olarak tanımlananı bozmak için algılarıyla bizi derinliklerimize geri götürür, Füruzan. Sorar; gerçek gerçek dediğiniz budur, beğeniyor musunuz?  

Şimdi Füruzan’ın kaleminden algılara geçiyorum

Özellikle bu metinde renk unsuruna algıların işlevleri ve simgeleriyle birlikte bakmayı istedim.Çok fazla var ne yazık ki seçerek aktaracağım.  

Gölgeli yeşil göz; duygusal boyuta doğru yönlendirici göz algısıdır ve renk unsurudur.

Soğuktan dalga dalga kan oturan bacaklar; cinsellik tanımı için kullanılan estetik olmayışına karşın (zıt anlamla) kışkırtıcı ve algılayıcının duygusal /cinsel açlığına işaret. (Renk kırmızı)

Çam iğneleriyle dolu sırtlar, çamlar: Göz algısı, dokunma algısı > duygu; batma hissi, rahatsızlık veren durum, renk: yeşil, kahve. Hatta ses algısı, kırılan iğne yapraklarının çıtırtısı.

Pirinç tokmak vardır bu öyküde. Pirinç tokmak. Biraz duralım. Anadolu mimari geleneğinde hayli önemli bir ayrıntı bu. Kullanımı sırasında çıkan ses, evin içinde veya avluda yankılanırken, yapının görkemini  tamamlar. Sahibiyle ilgili varlık durumu hakkında da ipuçları verir.

Bitmedi,“ev halini” ifade eden çeşitli mesajları da barındırır. (Örneğin tokmaklar arası iki kanat iple bağlıysa ev sahibi dışarıdadır. Tek tokmakta aşağı sarkan ip, “evdeyim” demektir.) 

Bir başka mesaj çift tokmaklardan büyük olanı eve gelenin erkeklerin, küçük olanın kadınların kullanımı için yapılmıştır.

Renk algıları ve simgeselliklerine devam ediyorum; İrin sarısı yüz; göz algısından renk çağrışımlı olumsuzlamayla yoksulluk betimlemesi.

Güğümden bakır leğene boşalan su: göz, kulak algısı ve yalnızca bunlara odaklı olan öznenin etrafa bakamayışını ifade edilişi.

Şimdi bir göz algısı olmakla birlikte, simgeselliğine de değinmeyi istediğim, çok zevk aldığım bir başka ayrıntı üzerinde durmak istiyorum. Tavan resimleri vardır bu öyküde, üzüm resimleri gösterir bize yazar. Dyonysos simgesi. Zenginlik bereket simgesi. Ama bizi asıl ilgilendiren şudur; antik medeniyetlerde kadın mezarlarına dair bir işarettir. Karakter gözünden görmemizin nedeni onun bir tür ölümü müdür bu yatak sahnesi acaba? Bence öyle.  Üzümlerin hatta yaprakların mor rengi, ihtişam ve lüksün son basamağının simgesidir. Yüksek sınıfı işaretlediği gibi romantizm ve tutkuyu da simgeler ama sanırım bu mekândaki anlamı tümüyle trajik bir zıtlıktır. Şimdi başka bir bakış açısı geliştirmek istiyorum. Resimler büyük olasılıkla evin kültürlü hanımı tarafından yaptırılmıştır. Böyle düşünürsek eğer, yatağın, yani saklı, en kişisel yerin bakış açısının içinde duran bir tür damga gibidir. Sabah gözünü açar açmaz, gece uyumadan önce onun varlığı duyumsanır.

Şimdi geliyorum o çarpıcı finale.

Yaşlı ağaya (“dedesi yaşında”- S.47) on üç yaşındaki kızın ikram edilmesi, (üstelik ablası tarafından) kızın sıfır noktasındaki farkındalığını vurgular. Tavandaki hanımla yataktaki hizmetçi.

Hazırlıklar ağayla abla arasındaki sessiz bir pazarlık mıdır, tümüyle ablaya ait bir plan mıdır, daha önceden açıkça konuşulmuş mudur, bunu açıklamaz yazar. Belki de hiç konuşulmamıştır. Şark usulü gizil bir dil söz konusu gibidir.

Yatak sahnesi olayın çirkinliğinin aksine son derece estetik, çok olağanmışçasına soğukkanlılıkla aktarılır.  Bu soğukkanlı dile getirişin (yaratılmak istenen tek etki) okuru adam akıllı tepkisel kılmak içindir. Katmerli bir kısıtlamanın dile getirilişi olarak yorumladığım, kapalı mekânın içinde kapalı mekân; evin içinde yatak odası seçilmiştir.

Çocuk-kadının fiziksel ve ruhsal telkinlerle hazırlanışı sonrasında metinde beyaz bir alanla boşluk bırakılır ve ağanın eylemi son derece duygusuz, yansız bir şekilde aktarılır. Burada çocuk-kadının durumu kavrayamayışıyla ilinti kurulmuştur. O sırada o bir şeyler düşünmekte ve tavandaki resimleri izlemektedir. Adsız kızın yatay konumdaki izlenimleriyle bitirilir hikâye. Sessizlik kaplar ortalığı. Nehir’e yönelir bakışlarımız.