BALIK ÇETESİ VE KURŞUN AĞBİ

Keskin bir ıslık.

-Yılmaz! 

Silobazcı Yılmaz, ıslığı ve seslenişi duyduğunu belirtir biçimde elini kaldırdı. Birbirlerine doğru yürürken bir yandan da bağırarak konuşuyorlardı.

-Kurşun Ağbi nasılsın?

-İyidir, sen nasılsın? Beni arıyormuşsun…

Tokalaştılar.

-Aradım, benim akvaryumdaki balıklar yavruladı Kurşun Ağbi. Senden küçük akvaryumunu isteyecektim ama gidip aldım bir tane, yavruları ayırdım, gördün mü?

-Gel çay içelim hem de yavruları görelim.

-Hümeyra Hanım gene fotoğraf makinesini asmış boynuna, fotoğraf çekiyor.

-Evet, niçin çekiyor bu fotoğrafları?

-Bilmiyorum ki. Ya Kurşun Ağbi, ya bizi burada niçin hep karılar yönetiyor?

-Sana kaç kere söyledim eşek herif, karı denmez!  “ Ve kadınlar / bizim kadınlarımız /
korkunç ve mübarek elleri / ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle /
anamız, avradımız, yârimiz / ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen /ve soframızdaki yeri  / öküzümüzden sonra gelen.
-Kusura bakma, unuttum. Bu ne? Ne söyledin sen şimdi?

-Nazım Hikmet’ten bir şiir okudum.

-İyi. Ama ben çok kafayı takıyorum buradaki bu duruma.

-Ne varmış durumda?

-E, işte hepsi kadın ya… O duruma…

-Erkek de var canım. Faruk’la Sadık var ya…  Gerçi kadınları yönetmek daha kolay, hele buradakiler ya bekâr ya dul. Dert çıkarmıyorlar. İzin mizin istemiyorlar. Çalış babam çalış. Bak kocaman gözlü birisi de buraya geliyor üstelik.  Akile Hanım bize çay verir misin? Şekeri de unutma.

—Kurşun Ağbi ne diyorsun seçim sonuçlarına? Sen bu sefer oy alamayacaklar bak görürsün, dedin ama nasıl oldu şimdi?

-Yılmaz, insanlar genellikle düştükleri yere bakarlar oysa önce nereye takıldıklarına bakmalılar.

-Anlamadım Ağbi?

-Biraz düşün anlarsın. Halkı küçümsemek kolay.

—Ama Ağbi bir arpa boyu yol gidemedik, sen demiyor musun?

— Diyorum, işte gene diyorum. Ekonomi büyümüşmüş, artan işsizliğe verilecek cevapları yok. Cari açık arttı, ithalat milyar dolarları aştı, borç cumhuriyet tarihinde görülmemiş boyutlara ulaştı,  yiğidin kamçısıymış. Sen, petrolde elli yıllık imtiyaz ver, yabancı getirimcilere vergi muafiyeti ver, her iş kolunu ulusal savunmaymış bilmem neymiş umursamadan yabancılara aç… Yurdu pazarladıklarını bile itiraf ettiler. Bor işine hele içim kan ağlıyor… İki binli yıllar… Türkiye….

—E abicim halk ne yapsın? Sen ben ne anlarız bu işlerden? Bizim yerimize düşünsünler diye seçmiyor muyuz biz bu meclistekileri?

—Tamam da, düşüneni mi seçiyoruz, düşüreni mi Yılmaz?  Bütün sorun yanlış seçim yapmakta. Halkın gücü yetki verdiği insanların yetenekleriyle mi sınırlı?

—Ağbi,  bak benim de aklıma bir laf geldi; “Beni bir kez kandırırsan kendinden utan. İki kez kandırabilirsen bırak ben kendimden utanayım,” demiş birisi. Nasıl buldun lafı?

Hümeyra  yanlarına geldi.

—Merhaba arkadaşlar.

—Nasılsın Hümeyra Hanım? Fotoğraf çekiyorsun gene. Şu benim çocukları da çeksen… Sahi benim çocukları gördün mü Hümeyra Hanım? Otuz tane.

—Kaç tane dedin?

Hümeyra, gerçekten bu adamın otuz çocuğu olması mümkün mü, beş karısı olsa, altışardan otuz işte diye hızlı bir hesap yaptı kafasından.

—Anasını satiim bu kadar çocuk olsa var ya, adamın çalışmasına gerek yok, Kurşun Ağbi.

—E, oldu say ne yapacaksın çocukları? Çalıştırıp paralarını mı yiyecen?

—Ne çalıştırması Ağbi. Veririm eline silah. İki manga yapsan yeter. İkişer mahalle dolaşsalar, köşesin şerefsizim.

—Ne!  der demez bu laf tamamen aptalcaydı, biliyorum diye düşündü Hümeyra.  Gözleri olduğundan da iri duruyordu şimdi.

—Soygun çetesi yapacaksın. Haraç maraç, çekmiş çükmüş- affedersiniz ağzımdan kaçtı, karşılıksızlara öyle diyorlar bu benim lafım değil valla,  bütün karanlık işler işte…

 Yılmaz’ın yüzünde ve gözlerinde kurduğu düşün utkusu Hümeyra’nın neredeyse duvara geri geri gitmesine neden olacaktı. Semirmiş ve semirmekte olan aç gözlülüğü, arsızlığı, tükenmeyen bir güçle sürdüren ve hiç yorulmazmış gibi devinen kaderciliği düşündü.

—Bazen… (Yutkundu. Uygun bir sözcük bulmaya çalışıyordu.) Burada fazlasıyla şaşırıyorum. Kulak kapaklarımızın olmamasını cidden eksiklik olarak düşünüyorum.

—Şaka yapıyor Hümeyra Hanım. Siz bakmayın ona. Balıkları yavruladı da, küçük balıklardan söz ediyor. Çay içiyorduk bize katılır mısınız?

Hümeyra kırpıştırdığı gözlerini Kurşun’a çevirdi bu kez;

—İşte bak siz de beni şaşırttınız. ‘Bize katılır mısınız?’ Burada kimse böyle cümle kurmaz. Üstelik şivesiz konuşuyorsunuz. Nerelisiniz?

—İstanbulluyum.

Hümeyra’nın yüzü ışıdı.

—Ben de. Ben Beykozluyum.

—Ailem Çengelköylüdür. Akile Hanım üç çay daha getirebilir misin?

Yılmaz, boğazını temizledi;

—Kurşun Ağbi lise öğretmenidir aslında.

Hümeyra’nın kaşları kâküllerinin içinde kayboldu.

—Ne diyorsun? Peki, neden buradasın?

Sorunun altında yatan olumsuzluk adamı gülümsetti.

—Siyasi nedenlerden Hümeyra Hanım. Ben o… günde dokuz yüz kişinin öldüğü kuşaktanım.

—Sosyalistsiniz.

—Komünistim. Öcülerden.

—Harbi öyledir, karamsar komünistlerden. Gelecekteki tehlikelere kaygılanır durur bir başına.  Halk halk der, halk onu buraya atmış işte! Anladın?  Ben mazot alıp geleyim. Nasılsa konuşmanın bu bölümünü biliyorum.

Kurşun hüzünlü gözlerini boşluğa dikti;

—İdealist bir öğretmen tanıyorum. Sürgünler, hapislerle geçen yıllar sonunda pes edip mesleği bırakıyor. Serbest çalışmaya karar veriyor…

Hümeyra’nın yüzü, Kurşun’un ne zamandır görmediği ilgi çekme isteğini coşturmuştu.

—İlkin bir kafeterya açıyor. Sonra yanındaki dükkânı kiralayıp dans okulu yapıyor. Hocalar tutuyor. Ama tango onu bozuyor. Bir kadına tutuluyor. Kazancı iyi, çocuklarını rahat okutuyor. Elinden alındığını düşündüğü yıllarını sorguluyor tango yaparken.  Karısından ayrılamıyor, sevgilisinden vazgeçemiyor. Derken Türkiye’nin bitmez tükenmez krizlerinden biri daha geldi. Tango sustu. Sevgili gitti, kafeterya iflas etti. Dibe vurdum anlayacağın. Bereket versin çocuklar okullarını bitirdi. Biri öğretmen biri mühendis. Ama ben bu yaşımda -bir tanıdık aracılığıyla- bu mikser şoförlüğü işini buldum da … Ölümcül işsizlik ortasında aşağılanmaya dönüştürülmüş işçilikle karnımız doyuyor, burada.

—Çok sigara içiyorsun. Yaşamdan az mı zevk alıyorsun?

—Belki ölmek istiyorumdur kim bilir.

—Tanrı korusun!

—Tanrıya inanıyor musun? Bak sana ne diyeceğim Hümeyra Hanım. Ernest W. Heine diye bir adam ne demiş, bilir misin? Üç tür insan varmış. Tanrıyı arayan, bulduktan sonra ona hizmet edenler, mutlu ama mantıksız olanlar. Tanrıyı arayan ama bulamayanlar; hem mutsuz hem mantıksız olanlar. İhtiyaç duymadıkları için onu aramayanlar; mutsuz ama mantıklılar…

—Sen hangisisin Kurşun?

—Üçüncüsünden. Ben Tanrı doğruluktur deyip ihtiyaç duymayanlardanım.

—Ama mutsuzsun.

—İhtiyaç duymuyorum dedim. Ama şuraya bir baksana…

Gözleriyle şantiyeyi bir baştan bir başa taradığı sırada bir süre sustu. Çok sık gördüğü düşünü anımsadı. Çok sıcak yaz ayları dışında şantiyenin bitip tükenmeyen çamuru uykusuna da bulaşıyordu. Avluda yapayalnız. Çamur ve avlu olduğundan çok daha büyük. O yüzden aşırı korkutucu. Ama onun çamur değil, yeşil, yapışkan sesli, çürük kokulu bir batak olduğunu anlıyor. Ayaklarını kurtarmak istedikçe yumuşak zemin türlü şekillere dönüşebilen bir canavar oluyor. Yeşil bambu ormanı; kayboluyor, yeşil bir göl; boğuluyor, yeşil bir masal kuşu; onu alıp kaçırıyor, yeşil bir timsah; ağzını açıp onu yutmak istiyor. Bağıramıyor, kaçamıyor, ter içinde uyanıyor… Hümeyra hapşurdu, düşündüklerinden sıyrıldı;

—Burada Tanrıya ihtiyaç var bana kalırsa, dedi ona.  Sendika yasak. Çalışmalar eksik gösteriliyor. Fazla mesailer ödenmiyor, haberin olmadan çıkış giriş yapıyorlar. Hasta olunca kızarlar. İzin istesen alamazsın. Bekçi bir tanedir. Tatil günleri sırayla tüm erkekler bedavaya bekçilik yapar. İki yıl önce girdiğim maaşla çalışıyorum. Üç yıldır aynı parayı alanlar var. Hafta sonları hiç tatil yapmadım. Sence mutlu olabilir miyim?

Hümeyra önüne baktı, sustu.

—Ama bak Hüsamettin Amca mutludur. O,  birinci türden. Hizmet edip mutlu olanlardan. Allah kabul etsin, namazını mı kıldın? Dedi, Kurşun, yanlarına gelen yaşlı adama. 

—Hoş geldiniz kızım. Ne diyor bu komünist sana?

—Laflıyorduk dereden tepeden.

—İyi adamdır. Çalışkandır. Kaytarmayı bilmez. Pek muhabbeti yoktur ama arkadaşları için canını verir. Dosdoğrudur. Bir de komünist olmasa…

Hümeyra gülümsedi;

—Komünistleri sevmiyorsun?

—Komünistlik fenadır. Dinimizce yasaktır.

— Nesi fena acaba? Hiç düşündün mü?

—Hâşâ! Düşünürsen inanç olmaz kızım. İnanç bozulur. İslamiyet ne derse o doğrudur. Neden diye düşünürsen günaha girersin.

—Ya, dedi Kurşun, iç geçirip yanmakta olan sigarasıyla yenisini yaktı. Müslümanlık sorma der. Yunan gâvurunun üstelik kilisesine Türk bankasını satarsın, soranı olmaz. Bir başbakan bir dışişleri bakanı, islamiyeti yok etmeye yemin eden bir Papa’nın heykeli önünde fotoğraf çektirir, eh vardır bir bildiği. Camiler kiliseye çevrilir, kilise ve havralar imar planında yer alır, domuz kesimlik hayvanlar arasına alınır, büyükler ne derse o… Kapkaç diye bir sektör oluştu. Zina suç olmaktan çıktı. Türk askerinin kafasına kefere çuval geçirdi çuval! Olmadı, koskoca Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı misafir olarak gelen bir arabın ayağına gitti. Hem de 10 Kasım günü… Onlar dindar ama başka türlü düşünenler, dinsiz oldu. Halk korkusundan kaygısından sokaklara döküldü, bu halk rejimlerini seçilmişlerinden korumak için uzaydan görülecek kan gölü benzeri yürüyüşler yaptı be heeeey! Yazık oluyor her şeye yazııık!

Hüsamettin Amca onun sırtına bir şaplak vurdu;

—Ulan Kurşun, günde bir kibrit çöpüyle iki paket sigara tüketmeyi beceriyorsun ya. Aşk olsun sana. Hani benim çayım?

Kurşun gidip üç bardak çay getirdi.

—Sağ ol evlat. Sen bunun dediklerine kulak asma kızım. Sen inançlı ol. İnançlı ol ki cenneti kazan. Dünyada cenneti görecek değiliz bizler. Ne demiş Hz. Muhammed? “Ben cennetin kapısında durdum. Gördüm ki cennete girenlerin çoğu darlıkta yaşayanlardı.”

Hümeyra gene gülümsedi, Kurşun’a baktı;

—Bu hadisi biliyorum, dedi. Hüsamettin Amca onaylarcasına başını salladı. Tam bir şey daha diyecekti, Hümeyra sürdürdü;

—O hadisin devamı da vardır, şöyledir; “Bu sefer cehennemin kapısında durdum, oraya girenlerin çoğu kadındı…” Sahih-i Buhari Muhtasarı ha? Söyle bana Hüsamettin amca, “ey kadınlar bana cehennem halkı gösterildi, çoğu sizlerdiniz,” denen mümin kadınlardı değil mi? İnanmayanlar zaten dosdoğru cehennemlik…

Hüsamettin amca kalktı.  Çayına elini sürmemişti, daha fazla konuşmak istemiyordu.

—Tövbe istiğfar et evladım, dedi. Siz buluyorsunuz birbirinizi zaten!

Öfkeyle aracına yöneldi.

—Nereye gidiyorsun Hüsamettin Efendi ! Kimi tövbe ettiriyorsun gene? dedi Yılmaz, tespihini bileğine geçirdi.  Kurşun, onun hafifçe kambur duruşu, ileri uzamış çenesiyle kara bir piranaya benzetti. Hüsamettin’i de hazır kıstırmışken dişleyecek… Efendi sözcüğünden saçılan hor görü ihtiyarın yüzüne yapıştı nerdeyse… Bir sandalye çekip yanlarına oturdu.

—Nesi var bu kart horozun?

—Bana kızdı, boş ver. Bu yaşta burada niye çalışıyor? Çok ağır iş.

Soru Kurşun’a sorulmuştu ama Yılmaz önce yere tükürdü sonra ;

—Şerefsiz, dedi tükürüğe bakarak. Boş ver sen onun bu derisine Hümeyra Hanım! Şimdi seninle yeni tanıştı ya ondan. Eski derisini nerede bıraktığını anlatır mı hiç?  Çalışmayıp ne yapacak? İki üç yıl önce köyde on dört yaşında kızla uygunsuz biçimde yakalanınca basmışlar tekmeyi kıçına, canını zor kurtarmış. Aç oturacak değil ya, ihtiyar teke!

Kurşun ayağa kalktı;

—Gel de şu balık çetesine bakalım Hümeyra Hanım.

Kesik El

Alacakaranlık ve çok lüks döşenmiş ofise girdiğimde kapı arkamdan kendiliğinden kapandı. Bir ağızdan içeri girmişim de yutkunması an meselesiymiş gibi hissettim.

Duvarlarda çiçek resimleri gözle görülür biçimde büyüyüp açar, sarmaşıklar çerçevelerden sarkıp oraya buraya dolanırken leylek büyüklüğünde bir kelebek uykudan uyanıp kanatlarını gerdi. Bu saatte kelebek uykusu olur mu diye düşünürken kısık müzik kulaklarıma değince gözüm istedi, gözümle gördüğüm ezgileri ağzım istedi. Kafamı kessem şu müzik yayılan tabloların içine atsam diye aklımdan geçirirken kafam bir tablonun içine giriverdi. Bekleme salonu olduğu anlaşılan bu yere çok kapıyla bölümler bağlanmış, kapılar kapanmıştı.  Kapılar gerçek miydi, yoksa onlar da birer tablo parçası mıydı bilemedim. Belki de tablonun içinden onların kapı olduğu izlenimi ediniyordum. Sarmaşıkların ve büyüyen uzayan bitkilerin, açan taç yaprakların sesleri müzik sesine karışıyor garip bir hal alıyordu. Hani rasgele renkleri birbirine karıştırdığında bulanık ve anlamsız bir boğuntu elde ederdin ya öyle.

Bekleme odasına oturmaya karar verip sarmaşık dallarından birinden kafamın geri getirilmesini rica ettim. Gövdemi sandalyeye küt diye oturttuğumda sekreter masasının üstündeki kesik eli gördüm. Karşı karşıyaydık. Uzun, sivri kırmızı tırnaklı görevli el resmi bir şekilde avucunu gösterip buyurun işareti yaptı. Nereye buyuracağım? O sırada bir deste başvuru kağıdı eteklerini hışırdatarak yanıma oturdu. Asık suratlıydı. Hayallere dalıp bu başvurunun aslında çok mutlu ve para kazanacağım bir işin kapısını açabilmesinin mümkün olduğunu, gülebilseydi eğer bu işe alınacağımın işareti olabileceğini düşündüm. Ama yine de çantamdan çıkardığım kalemimle harekete geçtim. Onu sırt üstü yatırdım, alnından başlayarak, yüzünü, boynunu, göğüslerini, karnını, katlarını ayırıp kıvrımlarının satırlarının içini doldurdum. Bittiğinde boşalmışlık hissettim. Tüm kişisel bilgilerimi, sırlarımı bunun içine akıtmak hiç de akıllıca gelmemişti ama çarem var mıydı?

Kesik ele baktım, masanın üstüne kapanmış iki parmağını tıktıklıyordu.

-0-

İş başvurusu yapmanın dördüncü boyutunu okudunuz.

RUHUMU ÖPMEYİ UNUTTUN İNCİ ARAL ÖYKÜLERİYLE BİR BULUŞMA

2017 yılında Kırmızı Kedi Yayınları’ndan tekrar basımı yapılan bu öyküler hakkında ilk basımı üzerinden Serap Gökalp’ten bir yakın okuma çalışması.

Saman Kokusu: Bir trafik kazası içeriden algı ve anlatımla veriliyor. (Alıntı: S.13 Korku beynini oyuyor, düşüncesi dayanılmaz bir yorgunluk içinde çözülüp akıyor. Daha önce hiç bulunmadığı bir yerde… ama yer diye bir şey yok artık. Her yer hiçbir yer. İçinde yalnızca o andan geriye doğru uzaklaşma arzusu, yönelecek yer bulunmayan imkansız bir kaçış duygusu var!)

Siyah Lale: Karısının trafik kazasından sonra ardından yas tutan bir adamın geçirdiği süreç. Lale’yle simgelenmiş. Karısının da adı laledir. Çiçekle eğretilemeli bir bunalım süreci. Sonra acıların unutulması. Çiçeğin kaderine terk edilmesi biçiminde anlatılmış.

Pembe Kayışlı Saat: Bir yazar konuk olduğu evde gece bir düş-gerçek deneyim yaşar. Bir yıl önce apansız ölmüş bir genç kızla iletişim kurar. Sabah yaşadığının gerçekliğini sorgularken kızın çekmecedeki pembe kayışlı saati yok olduğunu görür. (Alıntı; S.37 Kapının tam karşısındaki duvarda evin ön cephesine açıldığını sandığım küçük, yerden epey yüksek bir çatı penceresi vardı. Gidip ayaklarımın ucunda yükselerek fırfırlı perdenin ucunu kaldırdım, dışarıya baktım. Geniş bir caddeyi jilet gibi parlayan, birbirine karışmış raylarla bölen tramvay yolları,ıslak kaldırımlar, yanıp sönen trafik ışıkları, küçük dükkanlar ve karşı tarafta yan yana sıralanmış pencereleri karanlık evler görünüyordu.Cadde boştu, ortalıkta kimsecikler yoktu. Sinir bozucu turuncu ışıklar altında her şey plastikten, hava ise nemli, kaygan bir eriyikten oluşmuş gibiydi.)

Beklemek: Bir teyze motifi.  Evlenmemiş. Bir polis şefine aşık oluyor. Onu öldürüyor. Hapse giriyor. Şimdiki zamanda hapisten çıktıktan sonra yeğenle karşılaşması, geriye dönüşte her ikisinin öyküsü.

Ruhumu Öpmeyi Unuttun: Bir intihar. Sonrasında kocasının geriye dönüşü biçimiyle anlatılıyor.  Ama bu anlatımdan önce kocanın sevgilisi bir sanrı görüyor. Ölen kadının intihar biçimini.  (Alıntı. S.73 Akşamüzerlerinin en güzel olduğu mevsimdi. Yaz belli etmemeye çalışarak yavaşça sonbahara akıyordu. Balkona çıkıp oturdular. Esinti taze mısır, keten helva, karpuz ve rakı kokusu taşıyarak yüzlerini yalayıp geçti. Deniz koyu mavi, göz okşayıcı ve gizemli onlara doğru akıyordu sanki.)

Gelecek: Bir intiharın ardından. Bu çok güzel. Çok güzel.Bakış açısı çok nefis. İntihardan kurtarılmış bir adamın bellek yitimiyle çevresini gözleyişi. Karısına,çocuklarına bakışı. Tekdüze yaşamın bıktırıcılığı bu kadar mı güzel verilir?” Geleceğim gelmiş! “S.101

 Bir Anatomi Dersi: Bir tıp öğrencisinin ilk kadavra deneyimini olağanüstü bir açıyla vermiş bir öykü. Tümüyle duygusal boyutla gerçek çok başarıyla harmanlanmış.

Alıntı: Kucağındaki plastik torbasını sımsıkı tutuyordu.Bu bir eşya değil de kadının hayatının tümünü açıklayan bir şeymiş gibi göründü Hülya’ya” S.111)

Alın Yazısı: Organ mafyasının organ çalma işlemi çok başarılı bir biçimde verilmiş. Alınyazısını değiştirme ilanıyla böbreğinden olan bir adam, buna razı oluşu..

Baba: Bir mafya babasının ölüm anından ruhun bedenden ayrılışı inanılmaz bir geçişmeyle (tam bir metamorfoz) veriliyor. Adamın saydam ruhu hastane odasında gezinerek geçmişini okura anlatıyor. Başka bir bedene girmeye hazırlanırken öykü bitiyor.

Gelin: Gerçeklik anlaşması yapılarak yine gerçeküstü bir öykü. Uyuşturucu satıcısı ve kullanıcısı bir adamın sanrısı mı deneyimi mi pek anlaşılamayan öldürülmüş bir kadının gelin giysileri içinde bulunuşu, onunla birlikte oluş ve ölünün ölüm ortamına geriye dönüşü…

ANNENİ ÜZMEMELİSİN

Serap Gökalp’in Pirana Kahkahaları kitabından…

Çay bardağına tünemiş içine bakarken, annesinin başına açtığı durumu değerlendiriyordu. Anne: emekli öğretmen. Uzun yaşamanın en gerçekçi yolunun az uyuyup çok iş yapmak olduğunu söyleyen kişi. Üç çocuk yetiştirdi, ikisi kız, evliler, maskeleri pardon, meslekleri var. Ama bu oğlan (yani ben oluyorum) daha bir baltaya sap olmuş değil. Üniversite bitti gene okuyor… Okuyorum. (Muyum?) Askerliği de öteledi. (Okul zaten tecil için.) Akşam yemeklerini hala tek başına yemek zorunda oluşuna söylenmekten olup bitenin farkında değil öğretmen- anne. Oğlunun karanlık bastıktan sonra sokağa çıkmalarını işsizliğinden utanma şeklinde yorumlamakta, bu noktada yüreği burkulmaktadır. (Söylerken duydum.)  Onun zamanını bilgisayar ve “arkadaşlarla takılıyoruz” arasında bölmesi konusunda kendini çaresiz hissetmektedir. (Biliyorum.) Belli düzende aralarında şu konuşma geçmektedir: Anne, titrek bir gülüş, yalvaran bir sesle “evladım bir işe girsen,” der. Duygusal bir süngerdir o, çocuklarının sorunlarını, dinler, emer, biriktirir. Evlat, başka tarafa bakarak “arıyorum ya” diye yanıtlar. Sonrasında sesler perde perde yükselir ve bir kavganın içinde bulurlar kendilerini. Kadın kendi gerçeklerini sayıp dökerken çocuğu sarkmış boynuna ve burun deliklerine “bu baskıcı öğretmen hallerinin umurunda olmadığını” bağırır!  Pes eden öğretmen-anne olur. Titreyerek işine döner. Onun odasındaysa çıkar. Hayatın hızla geçip gittiğini genç bir insana anlatmanın neden bir yolu yoktur? Oğul onun artık bunak bir ihtiyara dönüştüğünü bile söylemiştir bir keresinde. Öz annene!

Öz anneye…

Çay kaşığını döndürdükçe oluşan burgaçta şeker parçacıkları eriyordu. Tersine karıştırmaya başladı. Şekerler eriyor, eriyor, eriyor… İş bul baskısı kabuk değiştirdi;  evlen! Çok şeker bir kız varmış…  Çaya atılacak şekeri beğenmedim dense bu girdaptan kurtulmak olası mıydı? (Böyle bir oyun seni üzmedi mi?) Olup bitenleri havada yüzerek izledin. Neyse ki görücü usulü girişim kâbusu az sonra bitecek. Uygun cümle ne olabilir? Maddi koşullarım uygun değil… Olsun derse? Kaşla göz arasında telefon numarasını veren insan… (Onu ilk gördüğümde sevmedim.)  “Üzüldü mü?” diyecek öğretmen anne. “Nazik olsaydın.” “Nazik oldum” diyeceksin. “Üzüldüğünü sanmıyorum.” “İyi ki telefonda değil yüz yüze söyledin,” diyecek anne-öğretmen. “Ayıp olacaktı. Nazik bir durum bu.”

Masanın üstüne bir yaprak düştü. Elinin tersiyle itti. ( Sabrı bitti bitecek.) Bu sırada topuklarına kadar mantosu, arkasında gizli bir kafası daha varmışçasına sarılı başı, kocaman siyah gözlüğü, eldivenli elleriyle kız dibinde bitiverdiğinde irkildi.  “Birini mi bekliyorsun?” dedi kız (Ne basmakalıp!) Kollarını aça aça söylenmiş bu cümleyle sanki bir yel değirmeni dile gelmiş oluyor. Boğazından bağlanmış örtüsü, değirmenin çatısı, koca gözlüğü iki kara penceresi.  “Başınızı neden olduğunuzdan büyük şekillendiriyorsunuz?” diyorsun. “Buraya sık gelir misin?” diyor değirmen. “Hayır, ilk geliyorum,” diyorsun. “Biliyorum,” diye kıkırdıyor gizli bir şeyden söz eder gibi. “Senin mekânın farklı.” İlgisiz bakışlarında bir kıvılcım bekledi, olmadı. Bozguna uğramış, intikamcı bir atak yaptı: “Sırrını biliyorum, tamam mı?” Karşıya bakıp çay kaşığını boşalmış bardağın içine attın: “Otursana.” “Seni ilk gördüğümde anladım,” diye üsteleyince “Hadi ya, ” diyorsun. Sesin ne öyle ne böyle. Konuyu sürdürmeyi istemiyorsun ama kız kıvrım kıvrım; “Bence bizim karşılaşmamızı kader istedi,” diyor. “Kader mi? Tanıyor muyum onu?” “ Alay etme. Bunu değerlendirmeliyiz.” “Neyi? Hiç tanımadığın insanlar görücü geliyor. Nasıl bir lüks içinde yaşadığını görüyorlar. Daha işi bile olmayan damat adayını halının altına süpüreceğine baş başa görüşmeyi istiyorsun. Değerlendirilecek ne var, bir düşünelim. Baban içgüveyi arıyor olabilir mi?” “Annen biliyor mu?” Baktın.  Tavrında soruyu anlamaya çalıştın, olmadı, hali. Neyi kast ediği besbelliydi ama mayınlı alana bir yabancıyla girmenin sırası değil. “Gizli buluşmamızı mı?” diyorsun kayıtsız. Garsona iki çay işaret ediyorsun. Gözlük çıkıyor ve kısık bakışlarla; “Biliyordur, bence biliyordur. Ben seni görür görmez anladım,” diyor.  Boş bulundun! Gerdan kırıp göz süzüşün karşısında (Saçmalayacaksın dur!) parlayan gözleri senin yılan sepetinin kapağını açtığını gösteriyor. Durumu kurtarma girişimin: “Alnımda ne yazıyor acaba?” “A, saf mısın? Şu hallerine baksana…”  Sırtını dikleştiriyorsun. “ Ne varmış hallerimde?” (Gözünün ta içine bak! ) “Bence…” diyor kız bakışını kaçırmadan “ortak bir yanımız var. Kader bizi o yüzden karşılaştırdı.” “Ortak yan?” “Bal gibi biliyorsun. İkimiz de kabuklarımızdan şikâyetçiyiz işte!” “Hadi ya! Sen de mi?” der demez elini yılan sepetinin içine sokmuş oluyorsun… (Sıçtın sus! Aman boş ver. Bir daha kim görecek bunun yüzünü?)  Miden bulanmıyor ama bulanacak diye korkuyorsun. “Evliliği siktir et!” diyor kız üstünlük taslayarak. “Bak ne diyeceğim, bana gerçek seni göstermeni istiyorum. Nerde yaşıyor, nasıl yaşıyor o?” Sessizliğin karşısında bir armağan vermeye girişiyor, cesaret payı bu : “Biliyorsun son model bir cipim olmasına rağmen istediğim yere gidemiyorum. Donuma kadar ipek giyiyorum ama dışarı çıkarken ne kadar giyinsem az. Dünya kadar yiyeceğin içinde ne zaman yiyeceğime başkaları karar veriyor. Oruç tutmam gerekiyor mesela. Ama “ halam geldiyse”  tutmamam gerekiyor. O zaman da yemek yemem ayıp.  Çünkü “halamın geldiğini” cümle âleme duyurmuş oluyorum. Gülemiyorum. Tahrik etmemeliyim. Yoksa tecavüzü, ölümü hak ederim. Verirsem günahkâr fahişe oluyorum. İstesem hoca nikâhı yapar biriyle yatarım ama bunu insan-kadın onurum reddediyor…” Eldiveni çıkarıyor. Bu bir elin ortaya çıkmasından çok tüm vücudunun çıplak kalmasını çağrıştırıyor sende. “ Özgür olmak istiyorum” diyor, alçak sesle. “Tıpkı senin gibi.”

Şişen bir susku beliriyor ansızın. Bir dikişte erkeksi bir edayla içlen çay. Eldivenin tekini dairesel bir hareketle alıp ayağa kalkış . Gözlüğü takmadan önce sert bir hadi bakışı. “Sırrını göstereceksin bana.” Bu cümle duygu katmanlarından sinsice sızıp derinlerine kadar seni çatlatıyor. (Bu ne ya !) “Ruhsal çıbanlarını götür başka yerde patlat tamam mı? Beni de pamuk niyetine kullanma! İstemiyorum! Saçmalık bu!” diye bağırıyorsun. Her an denetimsiz kalıp fışkıracak öfke etrafındakileri (Şu kızı!) küle çevirebilir…

Bekliyor…

Boyun eğiyorsun…

Sefil yeşil dehşetin fısıltısını duymazdan geliyorsun: “onu senin Pürtelaş sokağına”, evine götürmeyeceksin herhalde?

Kapı bir koridora,  dışarıdan sızan gün ışığıyla toz tabakasına açılıyor. İki dünya arasından gelirmişçesine titreşen bu sisin içinde sanki saydam varlıklar gizleniyor. Birazdan bir tanesi üstüne inip seni kaplayacak, tümüyle değiştirecek… O anda kız yüzünü dönüp düğmelerini açtı. Topuklarına dek inen mantosunun zıvanaları gıcırdadı. İçindeki yeşil ışıkta seğiren ıslak, iç organlarını gördün. Başındaki örtüyü çıkardı; ak kemikler…

Koridorun taşlarına çömelip (pusulanı tümden yitirmiş durumdasın) hüngür hüngür ağlıyorsun. Kırk yıl düşünsen aklına gelir miydi? Psikolog diplomasıyla yetinmeyip felsefe okuyan biri… Tesettürlü bir kıza görücü gidecek, ona her şeyi açıklayacak… (Neden yaptım?) Yetmedi video çekmesine izin verecek… (Şimdi ne yapacağım?) Dizlerini yüzüne daha çok çekiyorsun. Geceye dönen ışık koridorunda duvar yürüyor, dört karo tek karo kalıyor ve üstünde  bir video görüntüsü seğiriyor… Yakıcı ve şiddetli, içinden koca koca parçalar atan ağlamanla o taş kutuya bakıyorsun. Sarsıntıdan dağınık saçların sırtına beline vuruyor.  Alaca akşam şavkı gözlerinden süzülüyor, çevresindeki siyah halkalar sakalları iyice kazınmış, kozmetikle kapatılmış yanaklarına iniyor. Islak bir camın arkasından görüyorsun her şeyi. “Üzüldü mü?” diyecek annen. “Nazik olsaydın” “Nazik oldum,” diyeceksin. “Üzüldüğünü sanmıyorum. Çünkü…”  Evleneceğine sevinecek…

***

HÜZZAM MAKAMINDA BİR KİTAP: MİSKET

İnci Gürbüzatik’in Misket adlı romanının yakın okuması.

Sanatla ve edebiyatla bağının ne denli yoğun olduğunu birçok kişinin bildiği İnci Gürbüzatik’in Misket’inin, ikinci baskısından yaptığım bu incelemede öncelikle şunu söylemek isterim,  Misket’i okurken bir hazzı paylaşmış olacağız. Misket’i okurken durup durup yazarın fotoğrafına bakacağınıza ona bir çok duygunuzu göndereceğinize inanıyorum. Kuşkusuz, Türkiye’ye özgü motifleri Misket’i özgün kılıyor, ama eminim dünyanın okurları da sevecekler çünkü bir yanıyla tarihe kayıt düşen bir roman. Misket’le geçireceğiniz zamanda yüksek bir haz duygusu ve ne iyi etmiş de yazmış duygusu yaşayacağınızı garanti ediyorum.

Misket’i okurken doğrudan ve derinlikli okumaya yöneldim. Metnin gösterenlerine, toplumsal yapıyla kültürle ilişkileri ve çağrışımları çok ilgimi çekti. Alımlama yorumlama sürecinde yazarla aramızda gelişen yapıcı bir alışveriş bir etkileşim oldu, bu etkileşimi sizler de yaşayacaksınız eminim. Öznel olarak dağarcığımdan yola çıkan alımlamalarımdır. Nesnel olaraksa yapıttan hareketle bir kazı çalışmasıdır diyebilirim.  Bu kazı çalışmalarım sırasında ilkin Misket’ in zaman sıçramaları ve simgeselliği ile sınırlı bir inceleme yapma kararındaydım. Ama öyle olmadı. Birçok alan açıldı önümde. Engel olunamaz biçimde, şiddetli bir paylaşma dürtüsüyle sizinle paylaşacağım  bir sürü ayrıntı keşfettim. Bu arada  hangi yanım metnin hangi yanıyla iletişim içinde diye sorduğumda, anlatıcı kız çocuğu diyeceğim.

Zehra İpşiroğlu, iyi bir okur olmanın koşulu olarak bilinçli sezgiler arasında gelgitlerin ritmine ayak uydurarak, yazarın dünyasına adım adım girmek olduğunu belirtir. Tanıdık olaylar ve kişiler bulacaksınız ki bunlar bana göre  toplumun nabzını hissettiğimiz noktalardır, özdeşleşme noktaları. Önemli noktalardır bunlar.  Bu noktada Akşit Göktürk’e başvuracağım bir de Sözün Ötesi yapıtında“… çünkü bir sanat metnindeki, sözcüklerle tümceler gerçekte söylediklerinin ötesine yönelirler. (…) Bu tümceler kendi aralarında iç etkileşimle okurda belli bir algılama konumu, metnin daha sonrasına dönük beklentileri sürekli oluştururlar.” der. Ben ekliyorum, sanat metinlerindeki sözcükler, güneşin yapısını oluşturan füzyon olayı gibidir.  Yayılımı sırasında ışınların rastladığı her şey kendi yapısı çerçevesinde ışıkla etkileşime girer. Başkalaşım geçirerek başka anlamları üstlenerek yol alırlar metinler boyunca. “Açıklamalarım” bu ışınımların benim beynimde o andaki izdüşüm parçalarıdır. Başka yöntemlerle başka izdüşümler, başka haritalara ulaştırabilir bizi kuşkusuz. Ama sanat buradadır. Okuma hazzı buradadır. Bu hazzı yaşamanız için size ipuçları verebilmeyi arzuluyorum. Romanı okurken sık sık arkama yaslanıp ne kadar haz aldığımı düşündüm. Bu yazarı da haz alarak yazmış demektir. Hazdan gerçek duyguları tanımlıyorum. Gürbüzatik okunmak için bize yönlendiğinde karşısında bir beden bir yüz yoktur kuşkusuz. Onun karşısındaki bir birikim haznesidir, iştahla, özenle yapılmış kayıtlar… O hazneyi öyle bir yoğurup şekillendirmiş, doldurmuş, paketlemiştir ki Misket elimize ulaşmıştır, sonra da bırakıp gitmiştir. Okur önce ellerini, sonra yavaşça tüm bedenini bu haznenin içine yerleştirir. Hiç duraksamadan diyeceğim ki Misket çok mercekli duyarlılığıyla haz alacağınız bir metindir. 

Tümüyle bir göz oluşturarak 1960’lı yıllara anlatıcı öznenin çocuk gözüyle ve sıçramalarla günümüzdeki yıkımına bakar Misket. Sinestezik algılarla yapılan bu bakış sahihliği ve göz hizası duygusallığı ile bir noktadan sonra okurun algısına dönüştürür. Yazar tümüyle aradan çekilerek anlatıcı özneyle sizi baş başa bırakır.

Peki misket neyin simgesi?

Misket oyunu yaygın olarak eril olmasına karşın bir kız çocuğunun ellerindedir. Bu erkek egemen toplumda başkaldırı, bazen baskılarla baş etmenin simgesidir. Eşitlik talebi vardır. (s.20)

Misket erkek egemen toplumda dişi olmak, hakları olan, onları kullanamayan kadınlar, direngen kadınlar ve ardılı dişilere yakından bakan bir roman. Aynı zamanda çocuk-ebeveyn ilişkilerine, alınan tarih kesitinde  gerçekçi saptamalar yapar. Bu konuyu yer sınırı nedeniyle burada paylaşamadığım için üzüntü duyuyorum, ama okurken bana hak vereceğinizden eminim.

Bir dünsellik romanıdır Misket. Aynı zamanda başkaldırı, bir haykırış, hem erkek egemen toplum yapısına hem değersiz kılınan toplumsal özelliklere hem değeri bilinmeyen özelliklerimiz için bir haykırıştır. Erkek egemen toplum gösterenlerini çok önemsiyorum, işte bir iki örnek;

Kiraz meselesi 162-163

Köfte meselesi 170

Çikolata meselesi vardır. Buralarda erkek evlatlar kayırılır, kız evlatlar itilir.

Sivildelipaşa bölümündeki kahraman. Eril özellikleri üstlenmiş bir dişi deli olarak gezer romanda. O zamanlar duygularını böylesine dışa vurmak “deli olmayı gerektiriyor gibidir.

Baba açısından erkek çocuk kız çocuk ayırımı 225

Yine babanın erkek çocuğu istemesi ama kız çocuklar için anneye  “Al bunları” demesi. Bu çatışmada erkek çocuğun değerli bir nesne gibi baba tarafından ısrarlı istenişine karşılık anne tarafından inatla verilmeyişi ve bu arada kızların hiç kayda girmeyişi.

Bütün bu erkek kayırıcılığı 170. sayfada kiraz tasına ki bu tas erkek kardeştir, yönlendirilen görkemli bir öfke görürüz. Erkek üstünlüğüne isyan, eşitsizliğe isyan simgesi olarak çinko tas uzun süre belleğimizde takırdar. Bu konuya tekrar döneceğim.

Misket bakışın eril cinsiyetine sahiptir (gören olarak anlatım) ama ilginç bir sarmalle dişil seslidir, dişil duyguludur. Bu da başkaldırının bir başka yönüdür gizlice. Cinsiyetini henüz açıklamadığı sayfalarda anlatıcı özne şöyle konuşur; “Anılarım ben çözüldükçe sökülen, sardıkça küçülen bir yumak şimdi… -S.24”

Misket gerek ayrıntılarındagerekse tümüyle bakıldığında bir direnme metnidir. Nasıl mı? İşte çarpıcı ayrıntılar;

 (Erkek kardeş kızlara kirazdan tattırmaz, onların gözünün önünde yer ve tastan su alıp “kiraz tadı bulaşmış” su fışkırtır yüzlerine, sonrasında kızlardan biri (165) kiraz çekirdekleriyle üç taş oynar.

bir başka ayrıntı; 281 de “Çünkü Tanrı, çok insana mutluluğu yem olarak sunuyor, sonra da çekip alıyor elinden” saptamasını yapar)

 Ayak direme gücü, olanın ötesinde bir şeyin bulunduğu var sayımıyla hareket etmektir. Hayır dediği konularla özellikle ilgilendim, daha geniş kapsamlı ilgileneceğim sanırım, şimdi bazılarını sunacağım.

Kız ve erkek çocuk ayrımına hayır der,  hayırsız erkekler konusuna hayır der, dirençli yaman kadınlara yapılanlara hayır der, toplumsal yargılara hayır der.

Yalın basit bir konuyla girersiniz romandan içeri. Ankara’da yıkım öncesi bir yer… Misketin içine doğru yapacağınız yolculukta bu yalın konu bir avuç  misket olup ayaklarınızı tökezletir, yer yer gerilim unsurlarıyla heyecanlanır, (Kayışı kopan ayakkabıyla babayı arayış gibi)  çokça zaman mekan sıçramalarıyla , burada hemen bir parantez açalım, bu Gürbüzatik’in çok başarılı bir yanı,  temposu hiç düşmeyen bir konuşma içinde bulursunuz kendinizi.  Anlatıcı elinizi tutup sizi sürükler.

Sürükler demişken, hayaller, anımsamalar, rüyalar, beklentilerle yapar bunu ve bir kavrayış yaratır yazar. Tümgörüsel bakışı yaratmak için algıları, tarihin hayal edilmesini, anımsamaları kullanır. ANILAR VE ŞİMDİ  tek doğrultudadır.

S.55 de anlattığı Sivildelipaşa ile işi bitince “Gözlerimi kapatıyorum” der. Öznenin geçmişinden, öznenin şimdisine hızlı bir geçiş yaparız.

S.104-107 Bir kapı tokmağına vuruşta zihinde geçenler anlatılır. >>>>

S.109 da rüya yoluyla zaman sıçraması yapılır

S.153’ te ileri sıçrama yapılır “Eğer büyür de evlenirsem…” diye başlar.

S.288 de Geriden ileri (geri sarma) yoluyla zaman sıçraması kullanılır.

S.235’ te kutudaki fotoğrafları tek tek anlatıcı özneyle bakarken zaman sıçramaları vardır ve burada bir  zarafet müthiş bir duygu noktası yakalayacaksınız s.236’ da annenin fotoğrafına bakış; “Titrerken onunla göz göze gelmekten kaçındım. Fotoğrafta bile yüzüne dikkatle bakmak için cesaretim yoktu işte. Ama kağıt elimi yakarken annemi aldım avuçlarıma, Baktım yüzüne. Öptüm onu. Öptüm. Hiç öpmediğim gibi. Kokladım. Hissetti mi derinlerde, bilmiyorum.”

Burada hemen belirtmeliyim ki Misket vektöreldir, doğrultusu her yönedir. Bu şu demek;

Teyzenin evini anlatırken bir teneke kutu hakkındaki fısıltıyı duyarız. Onun sahibi Kore gazisini, Kore gazisinin cüce karısının hallerini, bu konuşmaların yapıldığı evin yıkılmasına engel olan bir çift yılanla ilgili Teyze’nin anlattıklarını bir çırpıda öğreniriz.

Her yöne oluşunu ara olaylarla sağlamıştır yazar.  Başka bir sohbet konusu olacak otuzdan fazla ara olay vardır. Sıçrama, çağrışım, gönderge ve anıştırmalarla bu çok yönlülük nefis anlatıyı örgütler, sayısız çağrışımlar yaratır. Olay örüntüsünden çok anlatısal söylem ön plandadır.  Yer yer çok güçlü, kamera algısı yaratan bilinç akışlarıyla anlatısal söylemini çeşitlendirir.

Misket metni bütüne yayılan bir uyum taşır. Tüm gösterenleri, temsil ettikleri, dolambaçları, kopmaları, estetik cümlelerinin her biri bir hedefe ulaşır. Renkli, dil doyumlu, okurun her isteğine cevap veren, sonsuz bir coşku yaratan hatta yer yer okurken soluksuz bırakan bir metin (Beni Benim Adım Anna’ydı ve İki Çırpı Kiraz Kız soluksuz bıraktı) Serap görmüş hissedebilirsiniz ama inadına elle tululurdur.

İşte bir örnek ara olay, Ayla’nın ablası Konsomtris kadını kız çocuk=anlatıcı özne çalıştığı bara götürür, eşlik eder. Bu bir erkek rolüdür, bu işten bahşiş kazanır, erkek dünyasının kapılarını yumruklamaktadır. S.38 Karşıt kodlar kullanılmıştır.

Özellikle anne baba betimlemelerinde, karşıt kodlar kullanır, bu da gerçeklik duygumuzu pekiştirir.  Ebeveynin birbiriyle ilişkisi, çocuklarıyla ilişkileri de ayrı bir inceleme konusudur.

Şiirsel ezgisel yanlarında ise durup dinlendim. İyice bir soluyup içime çektim. İşte bir örnek. “O tasın içinde biz dışındaydık.” Hayku tadındaki bu cümle. Oğlan kardeşin kızlara kirazları vermeden yeme eylemini anlatır.

Şimdi  yerimi değiştiriyorum, başka bir  alana geçiyorum. Yöntemli bakışıyla (kurgu çok başarılıdır) toplumsal bir kullanıma dönük roman imgelem perdesini de beraberinde taşıyor. Perdeyi aralarsanız yazarın size başka sürprizler hazırladığını görürsünüz. Kat kat yeni şeyler keşfedilir. Bu anlamda “Bordo Kanayan Gömlek “ bölümü gözdemdir. Bu bölüm özellikle gerilim unsuruyla çok dikkat çekicidir. Bir kız çocuğu annesi git babana açız, para iste diyor. Kızın yaşadığı iç çatışma yetmez gibi bir de ayakkabısının kayışı kopuyor. O yolu nasıl yürüyor görmelisiniz.

Beklentiyi aşan bir metindir. Okurun zaman zaman koltuğuna gömülmesini sağlar bazen de rahatını kaçırır. Tarihsel, psikolojik, kültürel dayanakları sarsar çünkü. Beri yandan çatışma unsurları tamdır, apaçık ve serttirler, ahlaksal kavramları sorgular bu çatışma unsurları. İnci kalemi kazı kalemidir. Zorlayan elini görürüz; kertikler, yarıklar açar, iz bırakır, içine yazar zamanın, kavramların ruhumuzun içine.

Uzatılmış iletiler yerleştirilmiştir. Bir tanesini paylaşacağım.

Anlatıcı evde bir büyü bulur. Sabuna saplanmış iğneler.  Muhteşem biçimde uzatır sonra 327. sayfada konuyu kapatıyor ama kimin büyü yapmış olduğunu söylemiyor, katatoni halinde bırakıyor okuru.

Yazı açısından baktığımda, kağıt kalem ötesi bir eylemden söz edeceğim. Estetik, dilsel, bireysel görünümlü toplumsal, zamana, unutmaya, hatalara, yalana karşı bir zafer bu metin. Derken

Şimdi bir dakika, Misket romanındaki algılardan beş duyu ama özellikle zincirleme algılardan söz etmezsem içimde kalır. Çünkü algılar metnin akışını şekillendirmek için kullanılmış oldukları gibi psikolojik boyuta da geçiş sağlar.  Dutu sevmem deyişi gibi.

Bunu örneklemek için S.44 e bakalım. “Beyaz dutlar olgunlaşıp…” göz algısı, kokudan, tat algısına, zincirleme geçiş yapılır ve bu anı bir duyguya bağlamıştır; “dutu hiç sevmem” 

Algı örneklerine devam ediyorum;

Menekşe Hanımı anlatırken göz kulak, tat, dokunma, koku hepsi birden kullanılmıştır. Onu Mabel sakızlarındaki kadına benzetir.  S.65 te. Mabel sakızı…Ağzımıza sığmayan karesi, tarçınlı tadını bizim beynimiz hemen imgeler, tükrük bezlerimizin çalışmasını tetikler.

Anımsama anı ile geçmiş anlar arasında bu tür canlı bağlantılar kurar. Bunu zaman mekan sıçramalarıyla ve fiil zamanlarıyla gerçekleştirir. Sonuç kıvrak bir metin!

Misket romanı geometrisi çemberdir. Yuvarlaktır.  İçten teğet, dıştan teğet çemberler, bazen spiraller, bazen küreler oluşur.

İç içe dairelere bir örnek vermek isterim. S.120-127 arası Benim Adım Anna’ydı bölümü.

Anlatıcı özne ile biri kız biri erkek kardeşi oyun oynamaktadır,

  1. Oyun anı, yüzler suluboyayla boyanmaktadır, bu makyajdır ve rol paylaşımı yapılmaktadır.
  2. Erkek kardeşin yüzü boyanırken çikolata yiyişi (anne baba kızkardeşlere yedirmez) evlatlar arası ayrımcılık, erkeğe öncelik ve şımartılma bundan doğan kıskançlıklar
  3. Evdeki yatır
  4. Yelpaze mecmuası, onu okuyan Şaziye ve diğer çocukların Yelpaze mecmuasına ilişkin tutumları ve duyguları
  5. Oyun anına geri dönüş
  6. Çocuk oyunu altındaki sadizmin verilişi
  7. Babanın umulmadık zamanda gelip onları yakalaması ve facia!

Bu dairesel yapının yanında bölümler de bir avuç misket gibi organize edilmiştir, her misket tek tek oyuna girer. Ana maddesi ortak cam, saydam, kırılgan, çarpışınca ses çıkaran, kaybolan, uzağa giden, güçlü bir darbeye maruz kalıp çukura düşen, bir cepte veya bir avuçta güvencede olan , tek kalan, benzerleriyle birlikte… Misket öznesinin yerine insanı koyarsanız…

Misket sözcük olarak doğrudan anlamı, anıştırma, tanımı güçlendirme, ikincil anlam gibi bir çok çeşitlemeler ile metnin içinde karşımıza çıkar. Bu yazarın Türkçe zenginliğine hakimiyettir.  Birkaç örnek…

İlk sayfada anlatıcı özne “zaman zıplayıp sekiyor…” der. Bu hem merak uyandırıcı, hem estetik hem de misket çağrışımlı ilk cümledir.  Bundan sonra kitabın bir çok yerinde misket değişik anlamlar, göndermeler için benzetmeler için kullanılmıştır. 25. sayfada “anılarım ve geçmişim bir avuç miskete dönüşüyor böyle zamanlarda” der.   139 şarkı oyun havası olarak misket kullanılır. 107 gıcır bir misket gibi parlayan gözler, der, 108 misketlerimi üttüler > duygu durumunu tanımlar. Evet bunlar ışık serpintileri gibidir, bir çok yerde karşılaşırız.

Şimdi gelelim finale, finalde yazar bize bir 332. sardunya saksısı gösterir. (sadunya birlik beraberlik karşılıklı destek olma hali, için rahat olsun her zaman yanındayım ) demek olan Sardunya.  Bir beklenti, bir dilek bir arayış simgesi olarak Sedoş adını almış Hicran’ın virane evinin en üst katında yapayalnızlığının içinde çiçek açar.  Koyu bir hüzün yüklüdür final ve makamı hüzzamdır. 

Annemin Çalılıklarında

Serap Gökalp’in Kulak Misafiri kitabından

T.C.

…… Emniyet Müdürlüğü

……… Polis Karakolu

ŞİKÂYETÇİ (MAĞDUR)19… Osmanbey doğumlu Orhan kızı, Hikmet’ten olma Gonca Ünal, Selçuk Mah. Alp Sok. Tunç Ap. 26/A D.1 adresinde ikamet eder. Ethem, Fikret, Gazanfer adlı üç çocuk annesi.
ZANLI19… Bucak doğumlu Mahmut oğlu Fatma’dan doğma Selçuk Mah. Alp Sok. Tunç Ap. 26/A D.1 adresinde ikamet eder adresinde oturur Turhan Yaşar.
ŞİKÂYET KONUSUGonca Ünal’la  Turhan Yaşar’ın 24.6.19.. günü 03.oo-04.oo saatlerindeki kavgalarının komşuları tarafından ihbarı üzerine olay yerine gidilmiştir. 155 polis ekibi eve girmişlerdir. Mağdur Gonca Ünal, yaralı olarak………Devlet Hastanesine nakledilmiş, kendisine10 gün iş göremez raporu verilmiştir. Doktor müdahalesi sonrasında söz konusu kişiler… Polis karakoluna ifadeleri alınmak üzere getirilmişlerdir.  

            Tutanağı yazan polis memuru bir sigara yakıyor. Gözü çocuğa ilişiyor. En küçük çocuk. Parkı gören odanın penceresinden dışarı bakıyor. Tırnaklarını ve tırnaklarının etrafındaki etleri koparıp tükürerek bakıyor parka.

         Etlerinin tadı bu gün iyi değil. Ne zaman ellerini yıkadığını anımsamıyor çünkü. Zaten biri ona söylemedikçe sabun ve suyla pek işi olmuyor. Çünkü üstünü ıslattı diye dayak yemek istemiyor. Yalnız sabun kokulu tırnakları ve etleri kemirmenin onda başka duygular uyandırdığının bilincinde. Bazen eline bulaşıp kalmış başka tatları da sonradan algılıyor. Yaşamında bir şeylerin ters gittiğini duyumsadığı için buraya geldiğinden beri kalbi çarpıyor. Pek güvende hissetmiyor şu an kendini. Annesinin yanına gitmeyi ister ama takırdayıp duran makineden çıkacak kancalı bir kolun kendisini ensesinden yakalayıp eski yerine koyacağından çekiniyor. Bu arada ensesindeki etleri de koparabilir. Annesinin yüzünden etleri kopmuş mu olduğu sonucunu tam çıkaramıyor. Parmaklarındaki et kopmasının baştan acıdığını biliyor. Bu kanca – ki ucu dişli bir maşa gibi olmalı- dişlerinin bir birine vurmasına bakılırsa köpek balığı kadar çok diş olduğu düşünülebilir- daha çok parça koparabiliyor olmalı. Yani daha fazla acı…

            Park kırık dökük parmaklıklarıyla kocaman bir ağız olmuş haykırıyor; camdan bakarken onu çağırıyor. İlgisiz sesler çocuğun kulağına kaçıyor; bir kapı kapanması, yolda araba üzerine düşen top, bir hınkırma, camdaki karasineğin kanat vuruşları, annesinin sigara üflerken çıkardığı ses (konuşması değil) parmaklarıyla kulak kepçelerini tıkaçlıyor.

MAĞDURA SORULDUOlay nasıl oldu?
Dün gece eve geldiğimde saat 3.3o  civarıydı. Turhan’la para yüzünden tartışmaya başladık…  

            Sönük konuşuyor olmasına karşın ifadeyi alan Polis memuru da yazan memur da  öfkeleniyorlar. Örselenmiş birinin ezikliği yok onda. Tam tersine darbelerin etkisini kinetik enerjiye dönüştürüp saldırma becerisi var. Ağzı bozuk bir kadın ve sigaranın birini söndürüp birini yakıyor.      Bacaklarını açıp oturmasında bir erkeksilik var. Belki bir tür korunma şekli. Bakışlarındaki düşmanlık kalıcı. Sesinin tınısındaki tetikte saldırganlık da öyle. Şişmiş alt dudağı tam ortadan yırtılmış, bu zavallı görünüme, dudağının kenarında arada sırada filtresini çiğnediği sigara engel oluyor ve tam tersi saldırgan görünüyor.  Gözünün biri adam akıllı kötü, kapanmak üzere. Sağlam gözünden ve yüzünün hasar almamış kısmından güzel bir kadın olduğu anlaşılıyor. Güzelliğine dayağın gölgesi vurmuş olmasına karşın sağlam gözünde hep ukala bir pırıltı duruyor.

 … Benim ondan para saklamadığımı ama kendisinin çalışırsa hayatımızın daha iyi olacağını, söyledim. O bana benim üç tane piçime bakmak zorunda olmadığını, onlar yüzünden parasız kaldığımızı söyledi. Onları benim de bakmaya hevesim olmadığını ama bir süre daha hepsine, kendisi de dâhil katlanmak zorunda olduğumu söyledim.  

         “Yazık şu çocuklara yahu, tatlı uykularından etmişsiniz” diyor Polis. Kadın şimdi aklına gelmiş gibi yanıtlıyor;

            “Bu çocuklara bakamayacağım ben zaten ” diyor. Dişleri arasından sözcükleri değil çocukları çiğneyerek. “Param yok. Bazen hiç olmuyor. Onların bana gözlerini devirip aç, aç bakmaları sinirimi bozuyor. Köpek encikleri!”

            “Nasıl yani?” diyor Polis.

            “Bu çocukları devlet baksın. Ben sokak kadınıyım. Onların bedensel ve ruhsal gelişimine zararlı bu.”

            “Senin değil mi bunlar? Devlet niye bakıyormuş?” Sonra dönüp büyük çocuğa bakıyor: “Bu sizin anneniz değil mi?”

Ama çocuk şimdi konuşamaz. Dünden bu yana yaşadıkları ve yedi yıllık dağarcığı yüzünden sözcükler çok diplerde. Üstelikutanıyor. Annesinin en gözde bebeği olmanın, annesi sokak kadını bir çocuk olmanın utancını yaşamak zorunda olan büyük oğul bu.

            Kardeşlerinin bu yüzden kendisine sıklıkla hainlik ettiğini biliyor. Dişlerini gıcırdattığı için de utanıyor ayrıca. Annesi bu huyunu bırakmazsa tez vakitte dişsiz bir dedeye dönüşeceğini söylediğinden beri aniden her tarafının kırışıp dişlerinin döküleceği günü bekliyor. Her sabah kalkar kalkmaz ilkin aynaya bakması bu yüzden. Ama tüm olup bitenlerin sorumlusu olan annesi(onu doğuran yani, doğurmak terk eden, yani) ama terk ettiğini hiç kabul etmeyen şu kadın; terk ettiğinden beri de derisinin üstünde sıvı kötülüğü öfkesiyle buharlaştırıp havaya karıştırıyor sürekli. Bu kötü koku da çevresindeki herkesin burnundan beynine girip insanların kötü davranmasına neden oluyor, çocuğa göre.  Annesiyle yaşamış ve yaşamakta olan herkesin kirlenmiş olduğunu düşünüyor. Şu an herkes onun sarsılmış olduğunu düşünüyor. Oysa o olabildiğince uzakta durarak bu kötü kokudan kaçmaya ve temiz kalmaya çaba gösteriyor. Sözcüklerinin diplerde kalması da bu yüzden.

            Polis Memuru kadına tekrar dönüyor; “Yani sen çocukları Çocuk Esirgeme’ye vereceksin. Doğru anladım değil mi?”

            “Ne var bunda? Ben de yetiştirme yurdunda büyüdüm.”

            Koparılmış yaşamını geri isterdi istemesine ama nereden koparıldığını bilmediği gibi geri yapıştırılmasının olanaksızlığının da bilincinde kadın. O yüzden hıncını bu çocuklardan almayı deniyor. Yetiştirme yurdu sözcükleriyle belleğindeki birçok anı fırlayıp konuşmasında ve tavırlarında kararıp görünmeye başlıyor. Tuvaletlerdeki koku, yemekhanedeki çocukların arsızlıkları, tıraşlanmış kafalar, yatak çarşaflarının parmaklardaki izleri, gece susayıp içememek; ateşliyken ağzındaki tat ve tek başına revir tavanını seyretmek… Tehlikeli bir durum ve tekrar yerlerine tıkıştırılacak gibi değiller.

            “Bu çocuklar gerçekten senin yani.”

            “Benim ne olacak?”

            “Yahu hiç olur mu? Sen annesin çocuklarının başında olsana. El kadar çocuklar yapayalnız hayatta…”

            “Boş ver. Yalnızlıktan zarar gelmez. Kimseye borcun olmaz fena mı? Ben hep yalnızdım. Canımı sıkacak kimim kimsem de olmadı. Olmasını da istemem zaten.”

            “Babalarına ver o zaman.”

            “Babaları mı?” diyor, göz ucuyla çocuklara bakıyor. Ağlayan giysileri ve içindeki zavallılar diş kamaşması gibi bir duygu yaratıyor kadında. Bu yansımayla polise bakıp; “Üçünün de babası başka” diyor. “Hem üçü de ben istemeden oldu.” Yine çocuklardan yana düşmanca bakıp; “Eldiven yâda çorabın tekini kaybedince ne yapacağını bilemezsin ya,  diyor. “Yenidir, çöpe atılmaz, eksiktir kullanılmaz. Çekmece diplerinde manasız saklanır. Onları ne yapacağımı bilmiyorum. Verin Çocuk Esirgeme’ye. Çocuk -mocuk istemiyorum.”

Kucağına oturmak isteyen çocuğu rengi solmuş penyesinden tutup ileri itiyor. Sonra parmaklarındaki hayali tozu sepeliyor.

            Sesinden kötü bir koku mu yayılıyor, yoksa bir annenin kavram kalıbına tam aykırılığı mı içini daraltıyor polisin? Pencereleri ardına kadar açmak; yarı beline kadar sarkmak itkisi tüm benliğini kaplıyor. “Devam edelim” diyor ama.

 … Bana bu çocukları derhal evden yok etmemi ve derhal sakladığım paraları ona vermemi, söyledi. Vermeyeceğimi, söyleyince almasını bilirim, deyip dövmeye başladı. Çocuklar olayı gördü. Kavgayı başlatan ben değilim. Turhan’dır.  Karşı dairede oturan Sıdıka Hanım’da tanıktır. On günlük iş göremez raporum vardır, şikâyetçiyim, dedi.

            “Okula gidiyor mu bu çocuklar?”

            “Hayır, en büyüğü yedi yaşında zaten.”

            “Ne yapıyorlar tüm gün, kim bakıyor onlara?”

            “Evde oturuyorlar.”

            “Ne yapıyorsunuz oğlum siz?” diyor ortancaya.

            “Hava kötü değilse sokakta oynuyoruz, kışın evde…” Çocuk bisküviyi çaya batırıp ucunu emiyor. Onun için şu anda birincil iş polislerin verdiği bisküvilerden payına düşeni bitirmek.

            Aç o. Ama bunun sindirim sistemiyle değil annesiyle ilgisi var. Annesinin onu doğduğundan beri görmezden gelmesi yüzünden aç. Sözgelimi şu anda annesinin elini ensesinde hissetmek için neler vermez… Ama annesi hiçbir zaman ensesini tutmuş değil. O yokken gizlice elbiselerini kokladığını da hiçbir zaman bilmiyor. Ortaya çıkan şu; annesi orası burası sökülmüş-bir keresinde yırtılmıştı- elbiseleri bulunca, ne vakit ve nasıl olduğunu hiçbir zaman anımsamıyor. Bunu kendisiyle ilgilenmesi için ortancanın yaptığını bilmiyor. Gece su istediğinde ona uykusundan uyanıp su getirenin her zaman ortanca oğlu olduğunu bilmediği gibi.

            Şu anda tüm ilgisini çeken çayla ıslatılmış bisküviler olmasına karşın geldiğinden beri hiç yerinde durmadı. Bu şekilde davranması içgüdüsel olarak bulup geliştirdiği bir tür yatsıma ve savunma biçimi. İnsanların onun yapıp ettikleriyle yorulup bıkması sayesinde kendisini üzecek bir şey yapmaya fırsatları olmadığını keşfetmiş çünkü.

            Oyun oynarken kimsenin ona sataşmaması-oyuna almaması da-bu yüzden. Ama tüm bu çabaları annesinin ilgisini ona yöneltmeye yetmiyor.

Bütün geceyi uykusuz geçirmiş bir çocuk olarak acarlığından  bir şey kaybetmiş değil. Mahalleye gidince emniyet müdürlüğünün kaçıncı katında olduğunu anlayamadı ama bilmem kaçıncı katını nasıl alt üst ettiğini, polislere nasıl kafa tuttuğunu, üvey babasının polislere nasıl yalakalık yaptığını, annesine nasıl bir prenses gibi davrandıklarını anlatacak. Saçları ve sakalları kirpi gibi esmer bir adamın -kafasını ters çevirsen, ne tarafı saç ne tarafı sakal imkânsız anlayamazsın-kendisine bakan kanlı gözlerine nasıl dil çıkardığına dair hikâyelerini kurguluyor ve nasıl hava atacağını düşünüyor. Polisin sesiyle kendine geliyor;

            “Sen okula gitmiyor musun?”

            “Cık.”

            “Hiç?”

            “Cık.”

            “Kardeşin?”

            “O da.”

            “Ne yiyip ne içiyorsunuz peki?”

Sustu çocuk. Uzunca bir süre elindeki ısırılmış bisküviye baktı. Polis olmayacak şeyler gördüğünü düşünüyor. Olmayacak parçalar olmayacak biçimde bir kolaj olup karşısında duruyor.

ZANLIYA SORULDU26.6.19..gecesi 04.3o’ da Gonca eve geldi. Param olmadığı için ondan borç istedim. Bana türlü hakaretler ederek tahrik etti. Sarhoş olduğum için kendimi kontrol edemeyerek bir tokat vurdum.

            Az konuşan, alacakaranlık gözlükleriyle tamamen kaplanmış, vuran öküz gibi gezen genç bir adam. Bıyıklarını ha bire çekiştirip duruyor.

“Şu gözlükleri çıkar” diyor polis buyurgan.

            Nereden bilecekler, salla gitsin. Zaten bıktım bu karıdan. Süsünden püsünden para ayırıp bir sigara parası bile verdiği yok. Ne yaparsın böylesini? Nasılsa yatıp kalkacak bir yer bulurum. Hem bakarsın bu veletleri alırlar, ev bana kalır. Halı yeni. İsmail’den iyi bir para kopartırım. Televizyonu da okuturum eskici Nurettin’e. O fark edene kadar evden ele gelir epey malı kaldırırım. Yok, böyle giderse katil olup hapislere düşeceğim, bana yazık olacak.

            Polisin ‘Ne zamandır bu kadınla birliktesin?’ sorusuyla düşünceleri birden bire kayboluyor ve dingin bir sesle “İki yıldır” diyor. Az önceki durumuyla hiçbir ilgisi kalmamış görünüyor. Kış gecesinde yatıp bahar çiçekleriyle uyanmaya benzer bir şaşkınlık yaşatıyor Poliste. Bu anında değişim aksesuarlarını neresinde taşıyordu ki bu adam, diye aklından geçiriyor polis ve “Ne iş yaparsın sen?” diyor.

            “İşsizim Ağbi.”

            “Mesleğin ne yani?”

Acındırmak için boynunu kırıp; “Ortadan terkim. Bir ara otopark bekçiliği yapıyordum,”diyor.

            “Bu kadına müşteri falan buluyor musun?”

            “Yok. O kendi çalışır.”

            “Bu çocukların hiç biri senden değil mi?”

            “Yok. Sonuncusu bir ihtimal ama sanmam. Öyle olsa hissederdim.” Gene değişiyor, yalaka bir sesle ; “Vallahi komiserim ben dövmedim. Geldiğinde zaten dayak yemişti. Ağzı burnu kaymıştı. Sarhoştu da. Sorun bakalım kendinde miydi, geldiğinde? Ben onun çocuklarını kanatlarımın altına almışım, bakıyorum…”

            “Neyle bakıyorsun? Kazancın var mı?”

            “Canım söz temsili yani. Şimdi işsizim ama elbet bir iş bulacağım.”

            “Yani sen şimdi diyorsun ki bu kadını bu hale ben getirmedim. Öyle mi?”

            “Ağbi valla…”

            “Tamam, kes.”

 …. Darp izleri bana ait değildir. Eve geldiğinde sarhoştu ve zaten dayak yemişti. Ben onun çocuklarına bakıyorum, gururumla oynamıştır, şikâyetçiyim, dedi.  

            Büyük çocuk şöyle hissediyor; koca bir cama bir taş gelmişti. Kuşkusuz küçük bir çıt sesiydi. Ama sözcüklerin açtığı delikten sayısız çatlaklar dallanıyordu şimdi.

Şu an koşarak kaçmayı istiyor, kardeşlerini de hadilemeyi…  Tehlikeli bir karar. Olsun. Yeni bir belaya ne kadar yakın, bilmiyor. Kaçmakla kurtulacak mı, kurtulacaklar mı belli değil. Olsun. Yaklaşan bela neye benziyor, bilmiyor. Olsun. Arkana bakmadan kaçmak… Koşarken parçalanıp döküleceklerini hissediyor. Olsun. Yitikler umurunda değil şimdi. Annesinin hayatından çıkınca bisküvi paketindeki çizgi imler kadar incelmiş olacak ve markettekilere benzer sayısız optik okuyucunun ışıkları onları kavuracak… Olsun.

            İki bayan kapıyı tıklatıp odaya giriyor. Kayıp işlemleri yaptırmak istiyorlar. Yüzü gözü yara bere içindeki kadına, çocuklara ve adama şaşkınlıkla bakıyorlar. İfadeyi yazan polis “Hanım siz bitişik odaya 27 numaraya gideceksiniz” diyor. Özür dileyip çıkıyorlar. 27 numaralı odaya, kayıp kız kardeşlerinin işlemlerini başlatmak üzere dilekçe veriyorlar. Az önce karşılaştıkları kadının, kardeşleri olduğunu, hiçbir zaman bilemiyorlar ve onun izine hiçbir zaman rastlayamayacaklarını…

            Yaşam içinde oradan oraya savrulan çocuklarsa besbelli annelerinin çalılıklarında barınmaktan bezmiş ve kararlarını vermişler. Dikenleri ellerine batan düşlerini başkalarına verecekler. Yalazları saçlarını tutuşturan bu sevgiyi de… gülüşleriyle birlikte; sen tut demeye karar veriyorlar polise… Birbirlerine sokuldukları köşeden verilmiş bu kararı ağabey açıklıyor; “Siz” diyor. “En iyisi bizi çocuk yurduna gönderin. Annem bizi istemiyor.”

-o-

RIFAT BEY’İN KULAKLARI

Serap Gökalp, Astak Kum Saatinde Akarken adlı kitabından

Dört evin oluşturduğu avluda rüzgar geziyor. Rıfat Bey’in çanak çömlek işliğinin de açıldığı avlu bu. Sandıklar içinde duvara yığılmış toprak kaplar zaman zaman tıkırdıyor. Düşüp kırılırlar mı diye kaygılanıyor Rıfat Bey ama dışarı çıkmaya da üşeniyor. Öte yandan kalkıp sandıklarıyla ilgilenmediği için de sinirleri bozuluyor. Rüzgara küfrediyor….

Zorla uyku uyumaya çalışıyor. Bu bozuk hava, çömleklerinin kırılma tehlikesi ve ertesi günkü duruşma, hepsi bir araya gelince uyumam mümkün değil, diye düşünüyor. Yarın nasıl gideceğim diye kaygılanıyor. Yağmur, rüzgarın var gücüyle savurmasıyla tüm köşe bucağı ıslatıyor, pencere pervazlarından içeri akıyor.

Bana yardım ettiği geceyi hatırlıyorum, iyi çocuktu. Becerikli parmakları vardı. Beni bir süre izledikten sonra, bende yapabilir miyim? diye sordu. Turistlerin bu tür işgüzarlıklarına alışığım aslında. Pansiyona da renk veriyor. Onları eğlendiriyor. Hevesini alsın diye tamam dedim. İki nefis tabak yaptı, bir tane de vazoyu boyadı. Az konuşuyordu. Çamurla öyle bir haşır neşir oluşu vardı ki daha önce sen bu işi yaptın mı yahu? diye sordum. Yo, dedi kısaca. Şimdi size bakınca özendim, bir deneyeyim dedim. Ohhoo, dedim, keyifle bir bakmakla bunu yapıyorsun, delikanlı, sen benim işimi elimden alırsın alimallah! Yok canım, dedi. Ne münasebet usta, benimkisi biraz oyalanmak, biraz yardım işte… Herkesin içip eğlendiği geceler pansiyonda garsonluk yapan Ali’nin dalgalanarak zennelik yaptığı ortamdan sıkılan bu genç adamı yadırgamıştım. Herkes çok eğleniyordu oysa. Belki yeni geldi, yol yorgunudur dedim ama, sonradan da insanların arasına pek karıştığını hatırlamıyorum. Bir kızla kırıştırmış kızı kaçırmış falan dediler ama garip hiç fark etmemişim.

Rıfat bey avludan gelen tiz bir sesle yerinden sıçradı. Yeni biçilmiş çim saha gibi saçlarını sıvazlayıp kulak kabarttı. Dayanamayıp kalktı ve dışarı baktı. Sadece karanlık görünüyordu. Alt kata inip kapının üstündeki ışığı yakıp koridordaki pencereden tekrar baktı. Dinledi,çıt çıkmıyordu. Rüzgar da birden durmuş gibiydi. Kendi kendine “bana öyle geldi galiba, yatıp uyumalı, kuruntulara başlayacağım yoksa, diye düşündü. Işığı kapattı. Pencereleri tekrar kontrol edip yatağa girdi. Bakışlarını  fosforlu saate dikti. Saatin gözleriyse yarı kapalı, uyuşuk ve bıkkın zamanı örmeyi sürdürüyor. Rıfat bey’in tüm ısrarlı ve telaşlı bakışlarını umursamaksızın bir çift yün şişinin sesini çıkarıyor; çıt-çıt, çıt-çıt…Rüzgar gene başladı ve “doğruuuu” diye ulumasını sürdürdü. Rıfat Bey”Doğru duymuşum” dedi sakince ve elleriyle kulaklarını örterek, onları yatıştırmaya çalıştı.

Rıfat Bey’in kulaklarının yine yatıştırılmaya ihtiyacı var. Şimdi  ve hemen. Arkasındaki kadının bonbon şekeri yemesine tahammül etmesi olanaksız. O yüzden kulaklarını yatıştırmak zorunda. Eski minibüsün uğultusu her zaman içerideki sesleri örtebiliyor olmasına karşın bu kere öyle değil. Kadın jelatin şeker kağıdının bükümlerini  gürültüyle açıyor; “çakırtı…” diye düşünüyor Rıfat Bey. Çakırtı çıkarıyor. Kadın kağıdı parmakları arasında büküp katlıyor ve çakırtı sesi uzadıkça uzuyor. Sonra harfleri içine çeke çeke fftü, fftü diye şekeri dili ve damağı arasında emmeye koyuluyor. Rıfat Bey dışarı gökyüzüne  bakıp dikkatini başka şeye vermeye çalışıyor.

Elektrik tellerinin arasından bir uçak geçiyor. Tek bir nota gibi yüzüyor uçak, re oluyor, mi oluyor, fa oluyor, re, mi, fa, sol, sol la… Porte çizgisi eksik. Melodinin devamı okunmuyor.

Şeker belli bir miktar inceldikten sonra kadın onu azı dişlerinin arasına yerleştirip ezmeye başlıyor. Dişlerle şeker arasındaki takırtı Rıfat Bey’e arabayı dolduruyor, gibi geliyor. Elleriyle kulaklarını örtmemek için çaba harcıyor.

Minibüsün ön camından akmakta olan yol çizgisi duruyor. Kapı açıldığında önce iki kadının telaşlı sesleri giriyor içeri.

” Cezaevi bak. Sen gene de sor” diyor,birinci kadın. Kapıdan başını uzatan diğeri ; “Cezaevine gidiyor bu araba değil mi?”

“Gider.” diyor şoför. “Adalet sarayından iki durak sonra.” Kadın şeker yiyen kadının yanına atıyor kendini. Kapı tıslayarak kapanıyor, çizgi hareket ediyor.

“Ceza evine mi gidiyorsun?” diyor şeker yiyen kadın. Rıfat Bey dikiz aynasından kadına bakıyor. Göz göze gelmelerini ve onu tehdit edici bir bakışla süzmeyi istiyor.

“Cezaevine” diyor kadın. Rıfat Bey’in omuzunu dürtüp “Parasını uzatıverir mi?” diye soruyor. Rıfat Bey paranın üstünü iade ederken şeker yiyen kadına; “Bitmedi mi şu şeker?” diye azarlayıcı bir sesle sormaya karar veriyor.

“Kimin var?” diye soruyor şeker yiyen kadın.

“Oğlum” diyor parayı veren.

“Benim de kocam” Birinci şeker biter bitmez başka şeker kağıdının sesi duyuluyor, yanındakine de ikram ediyor. Kağıt sesleri, sonra ağıza atılan bonbon şekerinin dişlere çarptığında çıkardığı sesi…

Sert bir fren. Çarpışmak üzereyken son anda duruyorlar. Herkes homurdanıyor. Dolmuşun içindekiler birden bire şoförlerinden yanalar. Ne olduğunu anlamamış olanlar bile öteki şoföre kızıyor. Karşıdaki şoförün yaptığı bu edepsizliği hepsi birden yanlarından geçerlerken onu izleyen ve dönen başlarıyla tehdit ediyorlar. Rıfat Bey para üstünü uzatıyor.

“Oğlun kaç zamandır orada?”

Rıfat Bey kadını azarlayamıyor. Çünkü ona öyle geliyor ki azarlasa haksız duruma düşecek. Üstelik az önceki bir çarpışma tehlikesinin yanında bundan söz etmek…

“Hava da ne sıcak bu gün Bir buçuk yıl oldu.” Bir şey arar  gibi çantasını karıştırıyor. Rıfat Bey”den aldığı paraları önce bir göze sonra vazgeçip başka göze…

“Benim kocam beş yıldır. Bir yıldır da burada. Sen neredensin?”

“Bur’da oturuyorum.”

“Her görüşe gidiyor musun?”

“(Cık) Daha önce kızım gitmişti. Ben ilk— Çok uzak iki vesait—

“Bana da pahalı—“ Duran ve yeni yolculara açılan kapıdan avucundaki şeker kağıtlarını dışarı atıyor kadın. Dikiz aynasından gözünü ayırmayan Rıfat bey sonunda “Tövbe estağfurullah” diye homurdanıyor. Şoförle gözleri karşılaşıyor.

Şoför ne olduğunu anlamağa çalışıyor. Rıfat Bey’in dikiz aynasından gözünü ayırmadığının farkında. “Ücretini vermeyenler lütfen” diye sesleniyor.

“Olsun” diyor şeker yiyen kadın, hızla hareket eden araba yüzünden hafifçe geri kaykılarak; “Bize de gezmek oluyor.” İki  kadın gülüşüyorlar. Sonra güldükleri şeyin garipliği gülüşlerini aniden yüzlerinde donduruyor.

“Adalet sarayında inecek var,” diyor Rıfat Bey.

“Niçin yatıyor senin oğlan?”

“Bir buçuk yıl oldu. Nüfusunu çalmışlar, saklamışlar, sonra oraya bırakmışlar. Ben yapmadım, diyor—Bir buçuk yıl oldu. “ Kıvrandığı sesinden belli. Süre ve olayın gelişimi üzerinde durarak neden yattığını örtmeye çabalıyor.

“Adalet sarayında inecekler!” diye bağırıyor şoför.

Rıfat Bey kendini dışarı atıyor. Geceki uykusuzluk üzerine dolmuştaki sıkıntı yüzünden çıldıracak . Bu mahkemeye ne maksatla  çağrıldı, ne işi var burada? Homurdanarak merdivenleri tırmanmaya başlıyor. Muhtarla kapıda karşılaşıp sessizce selamlaşıyorlar.

-0-

Bugün Bekle Beni!

Serap Gökalp’in Kulak Misafiri adlı kitabından.

Masanın üstündeki matruşka gülümsüyordur. -Hani şu Anadolu Medeniyetleri müzesinden ‘bak bu sana benziyor’ diye beni kızdırıp sonra da  kopyasını aldığın-  eski tunç devrinden gümüş kadın heykeli, gözlerini akvaryumun kabarcıklarına dikmiştir. Şimdi çalışma masanda, döner koltuğunda oturuyorsundur. Zamanın hiç mi hiç farkında değilsindir. Geleceğimi bilsen, kaloriferin ısısını yükseltirdin. Pencereden dışarı bakıp, hiçbir şey görmeden, kafanın içinden çıkamadan,camdaki lekeye ya da dağlara doğru uçan kuşlara… Apansız içeri dalacağım. Beni hizmetçi karşılayacak. Parmağımı dudağıma değdirip ona susmasını işaret edeceğim. Bu yüzden, odanın kapısı açıldığında dönüp bakmayacaksın:

“Çay mı getirdin Sahare, kahve mi?”

Gerçekte umurunda olmayacak. Çünkü o sırada, iki üç hafta sonra gideceğimiz geziyi düşünüyor olacaksın… Yanına kadar görünmeden sokulacağım. İşte o zaman çeneni kaldıracaksın. Yüzünü hemen çevirmeyeceksin. Beklediğini karşında bulamama korkusu içinde, kendi tıraş losyonundan farklı o kokuyu arayacaksın. Yavaşça, döner koltuğunu geri kaydıracak, masadan uzaklaşacaksın. Sahare, fincanı bıraksın diye her zaman böyle yaparsın. Ama gerçekte, gerçekte… Fırsat bilip kucağına atlayacağım. Hayır, hayır, hayır ipek bir şal nasıl akarsa öyle, kollarına akacağım; saçını, gözlerini, burnunu, dudaklarını, yüzünü, boynunu kaplayacağım. Beni görünce inanmazlıkla şimdi, şu an kayaktan yeni gelmiş yüzümü düşündüğünü söyleyeceksin. Çok şaşıracaksın çok.

“İçime mi doğdu ne? Seni düşledim, hayır istedim. Bugünün isteği oldu,”dediğini, zor duyacağım. Ama bedenimden geri durmaya çalışacaksın.

“Ah elbette, elbetteee,” diye inanmayacağım.

“Biliyor musun? Sahra Çölü’ne, belki gelirsin diye pişirdiği barbunyadan ayırmasını istedim.‘Birini mi bekliyoruz Zafer Bey? Kısır da, ayırayım mı?’ dedi, ‘Yok, yalnızca barbunyadan, kısır bekletilince kötü olur,’ dedim.”

“Sahare’ye neden Sahra Çölü deyip duruyorsun?” diyeceğim. “Alınmıyor mu?”

“Yo, niye alınsın? Bunca yıldır burada çalışıyor. Aynı evin insanıyız. Kötü mü? Sana da isim düşündüm ama bulamayıp vazgeçtim. Hiç ele avuca gelmiyorsun ki. Hayır, yani insan, senin için budur diyemiyor ki… Her dakika şaşırmamak için tetikteolmak… Islak sabunu tutamazsın fırlar kaçar, öyle …”

“Sabun mu? Ben sabun muyum? Bu kadarcık mı senin için anlamım? Ben Pınarım, benimle yıkanmanı istiyorum, beni içmeni…” Sözcüklerimin arasına edepsiz kahkahalar girecek.

“Sus rica ederim, gene başlama!” diye kızacaksın. Gözlerini kapatıp; ”Nasıl oluyor da lafı böyle çeviriyorsun?” diyesoracaksın.

“Ama sen dedin. Acaba Freud sabunu nasıl…”

“Tamam keselim. Senin ağzının ölçüsü yok.”

Dereden tepeden konuşmaya başlayacağız. Ben hep konuyu şakaya vuracağım, olup bitenleri nefes nefese anlatırken düşeceğimi sanacaksın. Belimden tutmak zorunda kalacaksın. Dokunur dokunmaz sırtımdan fışkıran teri yoklayıp; ”Terledin mi sen?” diyeceksin. Sözde konu buymuş sen de benim terlememle ilgileniyormuşsun gibi davranacaksın. Moher kazağın pek güzel durduğunu söyleyeceksin, pek de yumuşak.

“Bu kazakların en güzel yanı sıcak tutuyor olması, içime çamaşır giymeme gerek kalmıyor.”

Hata ediyormuşum.

Büyükannemi anımsattığını söyleyeceğim. “Ne yani, böylesi daha kolay ulaşılabilir değil mi?”

Ah, ah hasta olmamdan kaygılanmana; fısıltıyla “Yalansın,” diye sataşacağım. “Ninemin yatağında bir kurt! Umurunda sanki” kahkahamın ağırlığından başım geriye sarkacak.

“Elbette umurumda. Yakası da çok açık. Nasıl kazak bu yahu?” derken, kaşların çatılacak. Senden kaçarken arkaya doğru devrileceğim, yine belimden tutmak zorunda…

“Rahat dur Pınar bacaklarım acıyor, koltuk da devrilebilir.”

“Aman ne zararı var? En fazla yere düşeriz.”

“Ben bu vücutla seni incitirsem diye…”

Susacaksın. Gözlerine iki yıldız düşecek;

“Yarın daha erken gelmelisin, sana doyamıyorum” diyeceksin.

Göz rengin nasıl oluyor da kimi zaman saydamlaşıyor bilmiyorum, ama o sırada saydamlaşacak kuşkum yok. Bunu demeliyim, çünkü bayılıyorum o savrulan, yanan hançer ışıltısına… Sonra heyecanla koşarak geldiğimden, otobüsten indiğimde -aksilik işte- Orhan’la karşılaştığımı… Onu anımsıyor musun? Bizi önceki yıl “Krem Pub”da görmüştü de daha yeni buluşmaya başlamıştık o zamanlar hani, sonradan dedikodu eder diye henüz kaygı duymadığımız günlerde. Ne aptalca. Bilirsin her şeyi çok merak eder, bayıltana kadar sorar da sorar. Yalan söylemek zorunda kaldım elbette. Yok canım, Zafer’e gidiyorum der miyim?”

Tutunacak yer bulana kadar kıpırdanıp sırtımı masanın kenarına dayayacağım. İyice yerleşince gömleğinin yakasını düzelteceğim. Parmaklarıma direnen düğmelere küfredecek tenin ve dudaklarımın yaklaşması, öpmesi için tüylerin ürperecek, yanıp tutuşacak etin. Sırtımdaki parmaklarını çekip koltuğun kolçaklarını yakalayacaksın. Heyecanlı konuşmamı sürdüreceğim; buraya gelmenin kalbimi yerinden oynattığını… Galiba haklısın, koltuğun tekerlekleri kırılabilir…”

“Bırak kırılsın,” diye dişlerini gıcırdatacaksın.

“Ne diyordum? Orhan’dan kurtulur kurtulmaz, önce hızlı adım, sonra koşarak sana geldiğimi. Çünkü yolda senin öğlenden sonra, belki dışarı çıkmayı düşündüğünü anımsayınca, korkuya kapıldığımı.- Geçen hafta telefonda söyledin.-Bütün şaşırtmaca bozulacak, öyle ya… Bu yüzden caddeyi neredeyse koşarak -trafik ışıkları yeşil olsun Tanrım!- Sokağı kıvrılınca da, okullu kızlar kadar sabırsız koşarken, fren yapıp savrulduğumu, kahkahalarım arasında… -aaa, bak saç tokam da düşmüş- merdivenleri tıkanacağıma, aldırmayıp koşarak çıktığımı…

Sen ilgiyle, kaşlarını kaldıracaksın. İnanmayan göz ışıklarıyla (9)bana yeniden dokunmayı isteyip -aman aman hayır- korkarak gülümseyişine saklanacaksın.

Neyse ki gelmeden önce, koca bir paket çikolata yediğimi, bu soğuk havada koşacak enerjiyi bulduğumu, tadının hâlâ dudaklarımda ve dilimde olduğunu bak…

* * *

… tım, gözlerim pencerenin dışında durmaktan donmuşken, sonunda iki serçe kapıp götürdü onları. Televizyondan taşan kaza, terör, cinayet böceklerinin saldırısına rağmen geri gelmiyorlardı.

            Bugün onunla konuşmalı. Pınar’ın sağlam beyaz dişleri arasındaki dili; “Söylemeye çalıştığını anlamıyorum canım ama pek iyi bir şey değil sanırım. Çünkü kalbim çarpmaya başladı,” diyecek. Nasıl başlamalı? “Bir süredir canım sıkkın-Nasıl desem, sabrımı taşıran bir şeyler var Pınarcığım.” (Giderek ondan nefret edecek, hırçınlaşacağım, kendimi tanırım. Böyle olmasını istemiyorum.) Sahra Çölü’nün getireceği iki bardak çay mı? Belki sütlü kahveli, dereden tepeden konuşmalı, hava durumlu, seni iyi gördümlü, dolandırılmış bir konuşmayla mı başlamalı? Dolambaçların, burgaçların içinde yolunu yitirmeden yürünebilecek mi? Pınar’ın mat kahverengi gözlerinin altında kalmadan. (Sinirime dokunuyor artık!) “Ne yazık ki şekerim… Elbette böyle olmasını istemezdim.” Bu şekerim lafı epey derin bir vadi işlevini üstlenmiş oluyor. İyi oluyor. Hatta tatlım da denebilir. Onu en uzak yere fırlatan bir vurguyla; “Evet tatlım, şekerim, arzularımın kırıntılarını şu kuşlara attım sen gelmeden önce gözlerimle birlikte ne yapabilirim?” Mat kahverengi gözler; hayır anlamıyorum.

İçimdeki acılık gerçekten sevebileceğim birinin hiçbir zaman karşıma çıkmaması yüzünden! Serçeler gözlerimi sonunda geri getirdiler. Ekrana yapıştırıp gittiler. Şehir içinde ölümcül bir kaza. Freni patlayan belediye otobüsü-neyse ki yolculara bir şey olmamış-ama ne yazık ki… diyor sunucu… “Karşıya geçmekte olan biri –yeşil yanıyormuş- kaçamamış…” Yavaşça doğruldum. Belli ki o aptal kutusuna girmem gerekiyor. Freni patlayan belediye otobüsünden yayılan benzin kokusunu duymalıyım. Kazada ölen kişinin nüfus cüzdanı ekranı, hayır duvarı, hayır tüm evi kapladığı sırada sunucu adını söyledi; Vouvouvouv. Uzun süre yolun kenarındaki kirli ve taşlaşmış kar yükseltilerinde tökezleyerek dolandım. Yerdeki o kabartıyı örten gazetenin kare bulmacaları, kara kutularına baktım. Ve kan birikintisi içine saplanmış tampon kırığına… İçimde bir tel koptu. Apansız. Metalik bir sesle boğazımdan dışarı fırlayıp titredi. Canım acıyacak mı, diye bedenimi dinledim: hayır. Hayır, batmadan ötürü rahatsızlık duygusu. Basit bir duygu. Tutup çektim teli, rahatladım. Bir bakıma konu kendiliğinden çözüldü. Azıcık kırgınlığı yutkunup sindirebilirsin oğlum Zafer. Vay canına! Bugünün isteği oldu; şimdi gelmeyecek ha? Sıkıcı konuşmalar yapılmayacak.

Sahare “Zafer Bey!” diye çılgınca odaya girdiğinde, gözlerim onu durdurmuş olmalı.

“Duydunuz demek!”

-o-

IŞIKTA UYUYAN TAKMA SAÇLAR

Serap Gökalp’in Pirana Kahkahaları kitabından

Sağlıklı yaşam merkezinin dev duvar afişinden yumuşak bir sıçrayışla inseydi… Ancak bu kadar dikkat çekici olabilirdi.

Hayranlık uyandıran dişi bir beden… Ensesinde simit yapılmış, her an tokadan kurtulmaya hazır saçı, emprime desenli askılı elbisesi ve parfümüyle bir çiçek demeti, belediye otobüsünden inip insanların yanından geçiyor.  Omzuna kondurduğu hafif heybesi her adımda zıplıyor.  Makyajla, takılarla kalabalıklaşmamış, güneş yanığı kesintisiz cildiyle, öylesine yalın ki çevresinde her şey gereksizleşip eriyor.

Köşedeki kiraz ve kaysı satıcısına caddenin adını sorarken meyvelere doğru neşeli küçük çanlar serpiyor.  Satıcı arkasından derin bir nefes alıyor. Adı olsa olsa Su olabilirdi.

Çıplak algısı yaratan iki ince atkının tuttuğu sandaletler sessiz, çevik kedi yürüyüşüyle hızla yol alıp 101 kapı numaralı apartmanın önünde duruyor.

Kullanılmaktan parlamış, kayganlaşmış mozaik basamaklardan çıkarken otomatik aydınlatma düğmesini bulamadı ama havalandırma penceresinden giren ışık onu buldu.  Az ışık. Olsun.  Yürürken göz ucuyla havalandırma boşluğuna baktı. Eski tip kara tuğladan örülmüş, derisi yüzülmüş, varisli su borularıyla kaplı bina… Sıkıcı…  Derken 6 numaralı kapı, zile basmadan aralandı. Yeryüzüyle tamamen barışık, dimdik omurgası, bu karanlık apartmanda tehlikeleri karşılamak için tetikte konuk;

−Saat on dört randevusu, dedi, aralık kapıya ve kokuya…

−Evet buyurun.

Müşterinin şaşkın bakışına hemen bir açıklama geldi;

−Ayak sesinizi duydum. Kulaklarım olağandan iyidir.

Nur Peruk tabelalı kapıyı açan, eklemleri şiş, plastik eldiven beyazlığındaki el, havayı geri doğru yararak davet ederken, uzun tırnaklı parmaklar bir birine çarptı.  Kapı antika bir gümüşlüğe neredeyse değecekken içindeki makas ve neşter koleksiyonuna ışık vurdu. Bekleme salonunda hiç kimse yoktu. 

Kadın yine, konuk sormadan;

−Müşterilerime tek tek , özenle hizmet vermek isterim, dedi.

−Ceyda sizin çok müşteriniz olduğunu söylemişti de…

Vardı. Müşteri denen, paradan daha önemli bir tutkuyu keşfedene kadar. Kendini daima ve koşulsuz sahip olmanın kışkırtmasına bırakana kadar… Hazdan başın dönüp çıldırarak, insan beyninin en karanlık, en batak noktasına yaptığın yolculuklardan mutluluk yıkıntısıyla döndüğünde pişman, pişman, pişman…

−Elbette, elbette. Kalabalıkta huzurlu çalışamam. Yabancı zaten almam. Ceyda Hanım çok eski müşterimdir. O söyledi mi, akan sular durur, Bengisu hanım.

−Adım Bengisu değil Mine.

−Ah özür dilerim. Sanırım duruşunuzdan etkilendim. Ölümsüzlük suyuna beziyorsunuz. Hiç… Yaşlanmayacak gibi…

−Teşekkürler. Başlayalım, fazla zamanım yok.

−Kaygılanmayın.

Duvarları kaplayan sayılamayacak kadar askı ve rafa, takma saçlar, sakallar, bıyıklar dizilmişti. Büyüklü küçüklü sehpaların üzerinde kanı çekilmiş  manken kafaları gülümseyerek konuğa bakıyordu.

Dükkân sahibinin çeyizinden kalma ev eşyaları duygusu uyandıran bekleme grubuna inat, aşırı çağdaş saç tasarım alanındaki aydınlatmalar düğme sesleriyle yandı. Aynalar göz kamaştırırken Su, Bengisu, Mine, tüm güzelliğiyle ışıkların, Nur Peruğun gözbebeklerinin içine, kırmızı koltuklardan birine sere serpe oturdu.

Nur Peruk tokayı açtı. Düz saçlar yay boşalmasıyla kıvrılarak kızın boynundan aşağı düştü. Dolgun bir tutam, avuçlara alınıp okşandı. Uzun tırnaklar çıtırdadı.

−Çok güzel saçlar…

Sarkık yanaklar titredi.  Eller, aynanın önünden aldığı tarakla taramaya başladı. Müşteri, bu sırasız, bir tür kışkırtmayla gerçekleşen okşama eğilimli davranışı anlamaya çalıştı. Kadından yayılan garip kokunun ne olduğunu da…

Ter kokusu değil. Tütsü mü? Hayır. Bitkisel bir şey sanki. Belki kimyasal.

Aynanın içinden bakışta tüm yüzeyleri kaplayan saçlar, sakallar bıyıklar… Aynanın çerçevesine iliştirilmiş fotoğrafları o zaman gördü. Tanıdık duygusu üzerine biraz düşünseydi… Şaşı bakışlı müşterininki özellikle.  

Hadi canım. Alışıldık kuaför fotoğrafları işte. Polaroid.

−Güzel saçlar değil mi? Şu resimdeki saçlar demek istiyorum. Onlara bakıyorsunuz da…

Soru da tarakla birlikte kayganca sorulmuştu. Yukarıdan aşağıya, şakaklardan geriye, perçemlere ayrılıp bölüm, bölüm, sonra tekrar, tekrar…

−Yüzleri çok tanıdık geliyor nedense.

− Bakımlarını uzun süre ben yaptım.

−Ceyda’nın tanıdıklarından mı acaba?

−Tıpkı sizinki gibi…

−Yüz belleğim çok iyidir aslında. Kesinlikle anımsıyorum. Şu ikisini.

Tarağın saça değerken çıkardığı ses. Kadının arada tırnaklarını tarak gibi kullanarak saçları havalandırması… Ama daha çok okşaması, dokunması, kendini alamaması…

Fotoğraflarda bir yıl öncesinin tarihi vardı. Kadından yayılan koku her nedense belleğini zorluyordu ve yüzen, uçan takma saçları çağrıştırıyordu…

−Bana daha önce saç bakımı yaptırdığınızı sanmıyorum.

−Hayır.

−Kesinlikle unutulacak saçlar değil.

Çekmecelerden birini açmak için arkasını döndüğünde kız onun kendisini gözetlediği duygusuna kapıldı ve evet paralel aynada,  o ceviz kabuğu gülümsemeyle göz göze geldi.

Aslında kaşları var.  Var ama ilkin  sarı gözlerinin çevresini algılıyorsun.

Önlük; temiz kokulu plastik, havada kanat sesi çıkararak belirsiz bir şekil çizdi, müşterinin boynuna dolandı. Yine saçlara dokunuldu. Sonra paravanın arkasından küçük şişeler ve kavanozlarla dolu tekerlekli bir raf getirildi.

Cam seslerinden sonraki sessizliği doldurmak için bir çaba…

−Bu hanımlar size hala saç bakımı yaptırıyorlardır herhalde. Adlarını…

−Hatırlamaz olur muyum? Esmer olan Leyla’ydı. Saçları muhteşemdi. Kumral olansa… (Durdu. Bakışlarıyla ortamı araştırdı,) bana hep ortaçağ tablolarındaki tombul Hıristiyan meleklerini… hatırlatmıştır. Beni hiç bırakmadılar, diye bitirdi cümlesini.

Mavi beyaz porselen bir kavanozdan, kızıla bakan portakal renkli parçaları altıgen bir havana aktardı.

− Nedir onlar?

−Bu bir blu blanc kavanoz canım. Kutsal bitki fungus deseni, uzun hayat ve ölümsüzlüğün simgesidir. Bu ise bir agat havan. Değişik, özel koşullarda oluşmuş bir kuvars. Turuncu, kırmızı, kahve renkli harelerinden ötürü ateş taşı diyorlar. Ya da gezgin taşı… Özel karışımlar hazırlamak için kullanılır.

Kız,  sorusu kapları amaçlamamış olmasına karşın, sesini çıkarmadı. Tokmağın yumuşak dairesel hareketleriyle parçacıkların, toz haline getirilişini izledi.

−Ceyda’yla uzun zamandır görüşmemişsiniz. Umarım kapatılmamıştır, diyerek aradı telefonunuzu.

Kapatılmıştım. Ama tutkunun çağrıları hiç susmadı. Af çıkmasaydı… Saçlara dönmek… Kimsesiz perukçunun dönüp dolaşıp geleceği yer perukçu dükkânı…

Paslı bir kahkaha attı apansız.

−Dönüp dolaşıp geleceğimiz yer kürkçü dükkânı değil midir?

−Nereden dönüp dolaşıp geldiniz?

−Bakım süreniz üzerine hiç konuşmadık.

−İki haftada bir demişti, Ceyda. Bugün Salı değil mi?

−Evet.

−Saçma Salı!

− Saç masalı mı? Ne hoş…Evet tam da saç masalı…

Kızın göz bebekleri aşırı ışıktan küçülmüştü. Aynadan Nur Peruğa bakıyordu; Beykoz opalin bir kâse vardı şimdi elinde. Kızılımsı portakalımsı tozu ona aktardı.  Sonra Beykoz billurdan bir ecza şişesinden boşalttığı sıvıyla, duyulur duyulmaz seslerle karıştırıp bulamaç hazırladı.  Kumlu camların üzerine kazıma tekniğiyle yapılmış desenlerin altın yaldızları parlıyordu.

−Hiç olur mu? Her hafta. Saç ihmale gelmez bebeğim. Hep özen ister. Kaç yaşındasınız siz?

−Yirmi yedi.

− Tam zamanı. Onlar da sizin yaşınızdaydı zaten. Saçları konusunda hiçbir şey olmadı.

−Ne olmadı dediniz?

−Canlılığını yitirmedi demek istiyorum. Hazırladığım karışım sayesinde…

−Ha evet.

Sustular.

Kadın yıkama teknesini koltuğun arkasına yerleştirdi. Saçları yumuşak hareketlerle yaydı.

−Bize daha önce gelmemiştiniz değil mi?

−Hayır.

Sonra garip kokulu bulamacı yelpaze biçimli bir fırçayla saç derisine sürmeye başladı. Bilek eklemlerinden çarpışan misket sesi geliyordu.

−Sonuç memnuniyet verici olacak kesinlikle. Başınızı geriye verin. Yıkanırken olduğu… biçimde.

Acıbadem kokusu… Kız o an anımsadı; belli belirsiz yayılan koku buydu işte. Onun ellerine ameliyat eldiveni giymiş olduğunu o zaman fark etti.

Kadın:

−Siz kendinizi rahat bırakın yavrum, dedi, aynadan onu süzerek.

Kız denileni yaptı. Gözlerini kapattı. Konuşmaları bu kadar savruk izlemeseydi…

Bunu bekleyen, ışıkta uyumakta olan peruklar, süzülerek duvardan raflardan ona doğru akmaya başladı. ‘Acıbadem neyin kokusuydu?’ dedi bir takma saç kıkırdayarak. ‘Bilmiyor, bilmiyor,’ dedi bir bıyık hızla uzaklaşarak. ‘Resimleri de anımsamadı,’ dedi uzun bir sakal, esintisi kızın yüzüne değdi. ‘Gazetelerde ekranlarda radyolarda kaybolan kızları,’ dedi uzun kıvırcık bir vampir saçı, tam üzerinde zınk diye durmuş ona bakıyordu…

O sırada kızın birkaç metre sağında hazeran paravanla ayrılmış işlikte takma saç olmayı bekleyen sarı bir saç kümesi seğirirken…

Güneş ve Çiçek

Serap Gökalp’in Tuz Saraylar kitabından

         “Kaplamaları kesiyor musunuz oğlum? “ Bağırdı Nuri Usta, sesi kerestelere çarptı. 

         “Ben kesiyorum, Bekir de kaplama bandı çekiyor,” dedi Selami.

         “Su yönlerine dikkat ediyorsunuz değil mi? O âşık hergele ters yapıştırmasın ben de onu ayağından tavana ters asarım bilmiş olun!”

Bekir alınmıştı. Kaplama bandıyla yapıştırıp etrafına siyah filatoyla çerçeve yaptığı parçayı gözlerini devirerek getirip gösterdi;

“Usta valla kalbimi kırdın şimdi.”

         “Bantlaması biten parça var mı peki?”

         “Tabi.” Bekir her cümlesinden sonra -havalı göründüğünü sandığından- ağzını sucuk gibi halkalayıp açık bekletmeyi huy edinmişti. Sonra ayaklarını sürüyerek – bu onun çok mutsuz olduğunun işaretiydi- gidip bantlanmış bir tane getirdi. Nuri Usta çocuğu azarladığına pişman olmuştu; şu bön haline de sinir oluyordu ya… (ŞİMDİ SIRASI DEĞİL!)

         “Kim bantladı bunu?” Yine sesi sinirli çıkmıştı. Hâlâ kalbi kırık Bekir azarın devam edeceğini düşünerek çatallı bir ses ve asık suratla ;   

         “Ben,”

         “İyi,” dedi Nuri Usta kafasını sallayarak, “İyi olmuş, eline sağlık.”

Bekir cevap vermeyip işinin başına döndü, Nuri de arka tarafa geçti. Bıçkıdan aldığı parçaların yüzünü tek tek planyadan geçirip gönyelerini ayarlamaya başladı.

(BAŞIM BELAYA GİRECEK. İÇİME DOĞUYOR.) Saate baktı, ama kaç olduğunu algılayamadı.(BENİ YOK SAYIN DİYECEĞİM.- DİYEMEZSİN!-OLMUŞ BİTMİŞ BİR ŞEY YOK, DERİM.- ÇOK GEÇ!)

         O sırada işliğin önünde duran arabanın tanıdık motor sesini, Nuri Usta’nın duyarlı kulakları ayırt etti.  Bacak kaslarının istemsiz bir şekilde kaçmak için gerildi.

         İşte! Birden ter bastı, tulumunun koluyla alnını sildi, yutkundu. Kapı açıldı. Akan gün ışığı, planyanın dibindeki talaşları tutuşturdu.  Aynı anda çırak, elindeki bantlarını söküp tinerli bezle sildiği parçayı bıraktı. Tanıdıkları kadın parfümü , erkeklerin, ter, reçine, tiner ve ağaç kokularına saldırdı. Nuri’nin ense tüyleri kabardı. “Hoş geldiniz,” dedi, sırnaşık bir sesle çırak çocuk. Nuri Usta kalınlık makinesini çalıştırdı.

         “Nasılsın Levent?”

         “İyiyim. Sizi gördüm daha iyi oldum. Çoktandır gelmiyorsunuz.”  Otuz iki dişi meydandaydı Levent’in. 

(BU GÜN NE DİYECEKSEM DEMEM LAZIM. HAYIR, DİYECEĞİM.- SENİ BİTİRİRLER.)

Onlar görmeyecek şekilde baktı. Doktor Şemsi şimdi girmişti içeriye. Levent’e bir şeyler söyledi. Çırak güzel kadınla konuşmasının bittiğini kabullenmiş bir biçimde dükkânın dışına çıktı. Arabayı kontrol etmeye gönderdiler, diye düşündü Nuri. Makinenin devrini artırdı. Gürültünün altına saklanılabilseydi…  (BURAYA GELİYORLAR!)

Döşemeye vuran gölgesi huzursuzca kıpırdandı. (SÖYLEMELİYİM. ÖLÜM YOK YA UCUNDA.-VAR! HEM DE ÖYLE BİR VAR Kİ…) Az sonra bir gölge daha belirdi hemen yanı başında; Lale Hanım. Kışkırtıcı parfümünü duydu adam.

         “Kolay gelsin, Nuri.”

         Başını kaldırdı; “Eyvallah Lale Hanım”

         “Kolay gelsin Nuri Usta.”  Alaycı ses; Doktor Şemsi.

         Nuri Usta’nın kalbi çarpıyordu. “Siz yazıhaneye buyurun, hemen geliyorum”. Ağzı kurumuştu, yeniden yutkundu. Makineyi kapattı. Ellerini tulumunun bacaklarına sürüp temizledi. (OYALANMAK GEREK…)

         Selami’yi çağırdı; “Bunlara kırlangıç diş açacaksınız. Presten çıkanların kaplama bantlarını elle söktür. Elle söksünler ama! Tinerli bezle silinsin, bırakın. Ben yarın hepsini kontrol edeceğim. Numuneyi işkencede bıraktım. Yarın ona da bakacağız. Beğenirsek müşteriye göndereceğiz. Siz her zamanki saatinizde çıkabilirsiniz. Yazıhaneye kimse girmesin.” (ARTIK ZORUNDASIN, GİRMEK ZORUNDASIN! )

         İçeri girdi. Kadın koltukta kahve içiyor, Doktor Şemsi akvaryumdaki balıkları kedi gözleriyle izliyordu.  Aynı kedi gözleriyle, az önce dişlerinin arasından ıslıklı bir sesle kadını arzuladığını, delirmek üzere olduğunu söylemişti. Kadın tahrik olmuş, onu kaçıklıkla suçlamış, kendine bir kahve söylemiş, lâf uzamış, kavganın en can alıcı anında Nuri gelmişti. İçini derin bir haz duygusu kaplamış kadın, bunu anımsıyor, dudağının kahve köpüğüne dokunmasından ürperiyor ve fincanın üstünden adamlara bakıyordu. Bu kötü bir bakış olmakla birlikte Nuri’ye daha önce konuşulmuş konuyla ilgili cevap beklediğini hatırlatıyor, Doktor Şemsi’nin beklentisini de karşılıyordu. Doktor, konuşmayı bir hafta öncesinden değil bir iki dakika öncesinden sürdürüyormuş gibi;

         “Belediye onları kalabalık gruplar halinde toplayıp barınağa getiriyor” dedi Nuri’ye.        

“Buna alışkınlar. Biz de aynı yöntemi izleyeceğiz. Böylece mesele çıkmayacak.”

Doktorun kıvıl kıvıl bakışı, kadının fincanı tutan parmaklarında, bileğinde, dirseğinde, geniş oyuntulu bluzun kol altlarında ve göğüslerinde gezdi. Bu bakışlardan alev alan kumaş, kadını bir anda çıplak bıraktı. Ama o bir tenis topunu karşılarcasına, rahatsız olmadan karşıladı bu bakışı ve az sonra ezip parçalayacağı incire bakar gibi yanıtlayıp bacaklarını kıpırdattı. Her an fırlayacak bedenlerini sabırla karşılıklı oturtmuşlardı.

         Doktor; “Onları toplayıp tesise getiririz. Gerekli tetkikler ve temizleme için,” dedi Nuri’ye.

         Kadın ; “Bertrand Russel ne demiş biliyor musun Nuri? Dünyanın gerçek problemi, aptalların kendinden fazla emin, zekilerin ise kuşkucu olmasıymış.”

         “Bertrand Russel’in paranoyasını yanıtlayacak bir başka özdeyiş gelseydi keşke aklıma Nuri Usta. Ama bu duyguyu tatmak isterim,” dedi Doktor Şemsi, Nuri’ye.

“B” harflerini olduğundan fazla sıkıştırıyordu. İnce dudaklarından ukala patlamaları olarak duyulan “b” ler en fazla “ben” sözcüğü olarak havaya saçılıyordu. Ama Lale’nin devriydi ve o ne derse o olacaktı. Allah için dedesinden sonra ele aldığı hiçbir işi kötü yönetmemişti, Doktor sadece bir iş makinesi sayılırdı.

         “Söylesem tasviri yok, sussam gönül razı değil,” dedi Doktor.

         Sigara dumanının ebruları içinde kızıl lale desenli sinsi bir gülüş yayıldı; “Bırak bu Fuzulî lafları sen,” dedi kadın “Tatmak istediğin her duygunun peşinden gitmenin tehlikeli olduğunu kimse sana söylemedi mi Nuri?”

         “Bu duyguyu tatmak için ellerim hazır bekliyor Nuri,” dedi Doktor. Kadının sinsi gülüşlü dudaklarını, kendi boynunda, vücudunda düşledi, nedensiz biçimde korktu, ama erkeksi bir arsızlıkla, ihtiras ve yağma tutkusuyla da hayalinde elini kadının eteğinin altına soktu. Tam bu sırada karşılaştı bakışları ve Nuri onların birbirlerini yok etmek için fırsat kolladıklarını düşündü. Sonra;  “numunenin işkencesini yeterince sıkıştırdım mı?- Delirmiş elleri kahve fincanlarına koltuk kollarına tutunuyor sanki” diye aklından geçirdi.

          “Sıcak bir kalbin parmaklarımın arasında seğirmesini istiyorum.” Doktor Şemsi, bunları söylerken, havada bir şey yakalamış, kayıp gitmesin diye parmaklarını kısmıştı. Nuri’nin gözlerinin önünde kanlı bir yürek blup, blup yapmaya başladığı için yutkundu. Sözün arasına girme çabasıyla baş ve işaret parmağıyla o da hayali bir ipi tutup öne doğru uzattı.

         “Korkuyorsun” dedi, Doktor, Nuri’ye bir şey söylemesine fırsat vermeden, koltuğun kolçaklarını, parmaklarını pençe yapıp kavradı.

         “Ne münasebet!” diye bağırdı Lale Nuri’ye.

         “Bal gibi korkuyorsun!” diye ısrar etti adam. Nuri, Allah biliyor ya geberiyorum, diye düşündü.

         Kadın; “Bir daha bu saçma lafı söylersen seni öldürürüm!” dedi. Çok ciddiydi, doğrudan Şemsi’ye söylemişti.

         “Beni dinle,” dedi Doktor. “Sana hiç güvenmiyorum aslında biliyor musun? Birden-bire bizi yarı yolda bırakacakmışsın gibi bir duygu var içimde.”

Nuri; ne zamandır başını bir ona bir ötekine çevirmek dışında hareketsiz kalmış çekirge,  savunma yapmak için uzun tırtıklı bacaklarını azıcık öne sürüdü.

         “ Nuri benimle ilk kez çalışmıyor, yarım bırakılmayacak işler vardır, o

bilir,“ diye tısladı Lale. “Sen kafanı yorma böyle şeylere Doktor! Altından kalkarsın Nuri.”

Nedense ne zaman böyle dense, Nuri’nin gözü hep ayakkabılarına takılır ve onlara bağırası gelir; kaçın! Ama ev sahibi… Ev sahibi, paslı menteşe bakışıyla, bir adım geri gitti tekrar ve hiç ilginç bir şey olmadığı halde, anlamlı anlamlı köşelere, tavana baktı, burayı bir kadın tutup temizletmeli, diye düşünüp konuşma sırasının gelmesini bekledi. Güzel kadının ışıldaklarının kendisine yöneldiğini hissetti.

         “E, Nuri ne diyorsun ?”

         Nuri ağır göz kapaklarını indirip korunmaya çalışarak cevap verdi.  Ben yokum, demek istiyordu; “Öyle hemen olmaz, kafamıza göre toplarsak olmaz,” dedi.

         “Nasıl anlayamadım?”

         “Bir herif var, kendine Kethüda dedirtiyor. Biraz kafadan kontaktır. Bunları o topluyor. İşi öğretiyor. Onun elinden geçmeden kimse bu işe giremiyor. Hariçten yapamıyor.”

         Kadın; “Onun elinden geçmek…” sesini giderek hafifletti ve cümlesini yarım bıraktı. Bu onun soru sorma biçimiydi. Nuri yarım bırakılmış cümleyi yavaşça aldı, hafif sesten normal sese doğru yükselterek yanıtladı; “Onun elinden geçmek demek mesleğe uygun hale gelmek yani.”

         Doktor;”Aslında benim istediğim o, mesleğe uygun hale getirmeden fazlaları değerlendirmek,” dedi. “Nasıl olsa -Kethüda mıydı?- hizmete aldıklarının kullanım süreleri uzun. Kabul etmeli ki kaynakları gereğinden fazla artıyor.”

         Nuri: “Kendi aralarında üreme yoluyla da çoğalıyorlar. Kontrol edilmeyince başkalarının eline geçiyor, ya da bağımsız olmayı istiyorlar. Bu Kethüda’nın da canını sıkıyor. Kendisi dışında bu işe kalkışanlar için bir çözüm arıyor, biliyorum” dedi.

         “Niçin oturmuyorsun?” Lale kanepede yanındaki boş yeri okşadı.

         “Yok, iyi böyle” dedi Nuri, âdem elması çıkıp indi.

         Doktor; ” O çözüm biziz işte,” dedi. “Yaşamı uzatmak, yaşamı güzel kılmak için Tanrı’nın bize gönderdiği bu olanakları değerlendirmemiz gerekiyor.” Alaylı, abartılı bir ses ve tiyatromsu geniş kol hareketleri…

         Nuri, görünüşte iş alanlarını genişletmek için bu karşılıklı akıl yürütmeden boğulmak üzereydi. Bu durdurulamaz tutuşma, sarhoşluk yüzünden bir an önce kaçmak istiyordu.

         “Tamam,” dedi güzel kadın, onu birden bire ne razı etmişse, kahve fincanı bir elinde, tabak içinde dururken öteki elini kaldırdı. Dışarıdan vuran ışık uzun tırnaklarını geçirgen gösteriyordu. “Tamam, deneyeceğiz. Önce küçük bir deneme,” dedi, Nuri’ye.

         Nuri yutkundu ve tam da o sırada Lale Hanımın kendisine tamam demesinin, aslında doktora tamam demek olduğunu anlayıverdi. İş, kadının umurunda değildi.

Güzel kadın, kahvesinin son yudumunu da alıp fincanı tabağa ters çevirdi; fal kapattı. Sonra yanındaki sehpaya bırakışı denetimi bırakış, zevke tırmanmak üzere birine görülmek için, etin yolunu buluşuydu, bir ilk adım. Ayağa kalkıp, ağaç kokusunu derin derin içine çekti; “Buranın kokusunu çok seviyorum yahu, çok erkeksi bir koku…” diye mırıldandı.

         Gittiler, işçiler çoktan çıkmıştı. Nuri ortalığı kontrol edip, apar topar dışarıda,  karşı kaldırımda çiçek satan kadına sert bir baş hareketi yapıp çağırdı. Gelir gelmez, işliğin kapısını hızla sürgüleyip şalvarını elinin tek hareketiyle indirdi.

         “Ne oluyor be!” dedi kadın, yarı korkmuş yarı meydan okur.

         “Kes sesini” dedi adam sinirle.  (Şimdi gidip Kethüdayı bulmalı, hay ben bu fermuarın, ona planı anlatmalı.)

          “Lan çok pis kokuyorsun be hiç yıkanmıyor musun?” (Zaten hayır diyecek hali mi var?)

         “Çüş! Ya ne bu? Hayvan mısın nesin?”dedi kadın.

         “Kes-se-si-ni-de-dim-de-dim.” (Bu işe karışmayı istemiyorum. Ama artık yapacak bir şey yok. Boğazıma kadar… Çok pis kokuyor… Benim karı beni görse… Lale şimdi… Bir daha bu… Bu işler insanın aklını alıyor, neyse artık oldu bir kere, herkesin aklı fikri donunun içinde zaten, yeri zamanı yok. Canım rakı istedi be… Kadınlar kokmamalı… Burasını temizletmeli. Beni temizleyecekler böyle giderse. Ön-ce bir de-ne-me-ya-pa-ca-ğım… Son-sonnnra… )

          “Kâğıt mendilin var mı kız?”

         Kadın küskün bir küfür savurdu. Toparlanmaya çalıştı. Başını eski kurt yenikli masanın kenarına vurmuş, dudağını ısırıp patlatmıştı. Elinin tersiyle kanayan yeri sildi, parasını aldı. Çıkıp gitti.

         Tavana yakın pencerelerden giren akşam alacası yere sarkan tozdan tüllere vurmuştu.

ÇİÇEK

         “Kaplamaları kesiyor musunuz oğlum? “ Bağırdı Nuri Usta, sesi kerestelere çarptı. 

         “Ben kesiyorum, Bekir de kaplama bandı çekiyor,” dedi Selami.

         “Su yönlerine dikkat ediyorsunuz değil mi? O âşık hergele ters yapıştırmasın ben de onu ayağından tavana ters asarım bilmiş olun!”

Bekir alınmıştı. Kaplama bandıyla yapıştırıp etrafına siyah filatoyla çerçeve yaptığı parçayı gözlerini devirerek getirip gösterdi;

“Usta valla kalbimi kırdın şimdi.”

         “Bantlaması biten parça var mı peki?”

         “Tabi.” Bekir her cümlesinden sonra -havalı göründüğünü sandığından- ağzını sucuk gibi halkalayıp açık bekletmeyi huy edinmişti. Sonra ayaklarını sürüyerek – bu onun çok mutsuz olduğunun işaretiydi- gidip bantlanmış bir tane getirdi. Nuri Usta çocuğu azarladığına pişman olmuştu; şu bön haline de sinir oluyordu ya… (ŞİMDİ SIRASI DEĞİL!)

         “Kim bantladı bunu?” Yine sesi sinirli çıkmıştı. Hâlâ kalbi kırık Bekir azarın devam edeceğini düşünerek çatallı bir ses ve asık suratla ;   

         “Ben,”

         “İyi,” dedi Nuri Usta kafasını sallayarak, “İyi olmuş, eline sağlık.”

Bekir cevap vermeyip işinin başına döndü, Nuri de arka tarafa geçti. Bıçkıdan aldığı parçaların yüzünü tek tek planyadan geçirip gönyelerini ayarlamaya başladı.

(BAŞIM BELAYA GİRECEK. İÇİME DOĞUYOR.) Saate baktı, ama kaç olduğunu algılayamadı.(BENİ YOK SAYIN DİYECEĞİM.- DİYEMEZSİN!-OLMUŞ BİTMİŞ BİR ŞEY YOK, DERİM.- ÇOK GEÇ!)

         O sırada işliğin önünde duran arabanın tanıdık motor sesini, Nuri Usta’nın duyarlı kulakları ayırt etti.  Bacak kaslarının istemsiz bir şekilde kaçmak için gerildi.

         İşte! Birden ter bastı, tulumunun koluyla alnını sildi, yutkundu. Kapı açıldı. Akan gün ışığı, planyanın dibindeki talaşları tutuşturdu.  Aynı anda çırak, elindeki bantlarını söküp tinerli bezle sildiği parçayı bıraktı. Tanıdıkları kadın parfümü , erkeklerin, ter, reçine, tiner ve ağaç kokularına saldırdı. Nuri’nin ense tüyleri kabardı. “Hoş geldiniz,” dedi, sırnaşık bir sesle çırak çocuk. Nuri Usta kalınlık makinesini çalıştırdı.

         “Nasılsın Levent?”

         “İyiyim. Sizi gördüm daha iyi oldum. Çoktandır gelmiyorsunuz.”  Otuz iki dişi meydandaydı Levent’in. 

(BU GÜN NE DİYECEKSEM DEMEM LAZIM. HAYIR, DİYECEĞİM.- SENİ BİTİRİRLER.)

Onlar görmeyecek şekilde baktı. Doktor Şemsi şimdi girmişti içeriye. Levent’e bir şeyler söyledi. Çırak güzel kadınla konuşmasının bittiğini kabullenmiş bir biçimde dükkânın dışına çıktı. Arabayı kontrol etmeye gönderdiler, diye düşündü Nuri. Makinenin devrini artırdı. Gürültünün altına saklanılabilseydi…  (BURAYA GELİYORLAR!)

Döşemeye vuran gölgesi huzursuzca kıpırdandı. (SÖYLEMELİYİM. ÖLÜM YOK YA UCUNDA.-VAR! HEM DE ÖYLE BİR VAR Kİ…) Az sonra bir gölge daha belirdi hemen yanı başında; Lale Hanım. Kışkırtıcı parfümünü duydu adam.

         “Kolay gelsin, Nuri.”

         Başını kaldırdı; “Eyvallah Lale Hanım”

         “Kolay gelsin Nuri Usta.”  Alaycı ses; Doktor Şemsi.

         Nuri Usta’nın kalbi çarpıyordu. “Siz yazıhaneye buyurun, hemen geliyorum”. Ağzı kurumuştu, yeniden yutkundu. Makineyi kapattı. Ellerini tulumunun bacaklarına sürüp temizledi. (OYALANMAK GEREK…)

         Selami’yi çağırdı; “Bunlara kırlangıç diş açacaksınız. Presten çıkanların kaplama bantlarını elle söktür. Elle söksünler ama! Tinerli bezle silinsin, bırakın. Ben yarın hepsini kontrol edeceğim. Numuneyi işkencede bıraktım. Yarın ona da bakacağız. Beğenirsek müşteriye göndereceğiz. Siz her zamanki saatinizde çıkabilirsiniz. Yazıhaneye kimse girmesin.” (ARTIK ZORUNDASIN, GİRMEK ZORUNDASIN! )

         İçeri girdi. Kadın koltukta kahve içiyor, Doktor Şemsi akvaryumdaki balıkları kedi gözleriyle izliyordu.  Aynı kedi gözleriyle, az önce dişlerinin arasından ıslıklı bir sesle kadını arzuladığını, delirmek üzere olduğunu söylemişti. Kadın tahrik olmuş, onu kaçıklıkla suçlamış, kendine bir kahve söylemiş, lâf uzamış, kavganın en can alıcı anında Nuri gelmişti. İçini derin bir haz duygusu kaplamış kadın, bunu anımsıyor, dudağının kahve köpüğüne dokunmasından ürperiyor ve fincanın üstünden adamlara bakıyordu. Bu kötü bir bakış olmakla birlikte Nuri’ye daha önce konuşulmuş konuyla ilgili cevap beklediğini hatırlatıyor, Doktor Şemsi’nin beklentisini de karşılıyordu. Doktor, konuşmayı bir hafta öncesinden değil bir iki dakika öncesinden sürdürüyormuş gibi;

         “Belediye onları kalabalık gruplar halinde toplayıp barınağa getiriyor” dedi Nuri’ye.        

“Buna alışkınlar. Biz de aynı yöntemi izleyeceğiz. Böylece mesele çıkmayacak.”

Doktorun kıvıl kıvıl bakışı, kadının fincanı tutan parmaklarında, bileğinde, dirseğinde, geniş oyuntulu bluzun kol altlarında ve göğüslerinde gezdi. Bu bakışlardan alev alan kumaş, kadını bir anda çıplak bıraktı. Ama o bir tenis topunu karşılarcasına, rahatsız olmadan karşıladı bu bakışı ve az sonra ezip parçalayacağı incire bakar gibi yanıtlayıp bacaklarını kıpırdattı. Her an fırlayacak bedenlerini sabırla karşılıklı oturtmuşlardı.

         Doktor; “Onları toplayıp tesise getiririz. Gerekli tetkikler ve temizleme için,” dedi Nuri’ye.

         Kadın ; “Bertrand Russel ne demiş biliyor musun Nuri? Dünyanın gerçek problemi, aptalların kendinden fazla emin, zekilerin ise kuşkucu olmasıymış.”

         “Bertrand Russel’in paranoyasını yanıtlayacak bir başka özdeyiş gelseydi keşke aklıma Nuri Usta. Ama bu duyguyu tatmak isterim,” dedi Doktor Şemsi, Nuri’ye.

“B” harflerini olduğundan fazla sıkıştırıyordu. İnce dudaklarından ukala patlamaları olarak duyulan “b” ler en fazla “ben” sözcüğü olarak havaya saçılıyordu. Ama Lale’nin devriydi ve o ne derse o olacaktı. Allah için dedesinden sonra ele aldığı hiçbir işi kötü yönetmemişti, Doktor sadece bir iş makinesi sayılırdı.

         “Söylesem tasviri yok, sussam gönül razı değil,” dedi Doktor.

         Sigara dumanının ebruları içinde kızıl lale desenli sinsi bir gülüş yayıldı; “Bırak bu Fuzulî lafları sen,” dedi kadın “Tatmak istediğin her duygunun peşinden gitmenin tehlikeli olduğunu kimse sana söylemedi mi Nuri?”

         “Bu duyguyu tatmak için ellerim hazır bekliyor Nuri,” dedi Doktor. Kadının sinsi gülüşlü dudaklarını, kendi boynunda, vücudunda düşledi, nedensiz biçimde korktu, ama erkeksi bir arsızlıkla, ihtiras ve yağma tutkusuyla da hayalinde elini kadının eteğinin altına soktu. Tam bu sırada karşılaştı bakışları ve Nuri onların birbirlerini yok etmek için fırsat kolladıklarını düşündü. Sonra;  “numunenin işkencesini yeterince sıkıştırdım mı?- Delirmiş elleri kahve fincanlarına koltuk kollarına tutunuyor sanki” diye aklından geçirdi.

          “Sıcak bir kalbin parmaklarımın arasında seğirmesini istiyorum.” Doktor Şemsi, bunları söylerken, havada bir şey yakalamış, kayıp gitmesin diye parmaklarını kısmıştı. Nuri’nin gözlerinin önünde kanlı bir yürek blup, blup yapmaya başladığı için yutkundu. Sözün arasına girme çabasıyla baş ve işaret parmağıyla o da hayali bir ipi tutup öne doğru uzattı.

         “Korkuyorsun” dedi, Doktor, Nuri’ye bir şey söylemesine fırsat vermeden, koltuğun kolçaklarını, parmaklarını pençe yapıp kavradı.

         “Ne münasebet!” diye bağırdı Lale Nuri’ye.

         “Bal gibi korkuyorsun!” diye ısrar etti adam. Nuri, Allah biliyor ya geberiyorum, diye düşündü.

         Kadın; “Bir daha bu saçma lafı söylersen seni öldürürüm!” dedi. Çok ciddiydi, doğrudan Şemsi’ye söylemişti.

         “Beni dinle,” dedi Doktor. “Sana hiç güvenmiyorum aslında biliyor musun? Birden-bire bizi yarı yolda bırakacakmışsın gibi bir duygu var içimde.”

Nuri; ne zamandır başını bir ona bir ötekine çevirmek dışında hareketsiz kalmış çekirge,  savunma yapmak için uzun tırtıklı bacaklarını azıcık öne sürüdü.

         “ Nuri benimle ilk kez çalışmıyor, yarım bırakılmayacak işler vardır, o

bilir,“ diye tısladı Lale. “Sen kafanı yorma böyle şeylere Doktor! Altından kalkarsın Nuri.”

Nedense ne zaman böyle dense, Nuri’nin gözü hep ayakkabılarına takılır ve onlara bağırası gelir; kaçın! Ama ev sahibi… Ev sahibi, paslı menteşe bakışıyla, bir adım geri gitti tekrar ve hiç ilginç bir şey olmadığı halde, anlamlı anlamlı köşelere, tavana baktı, burayı bir kadın tutup temizletmeli, diye düşünüp konuşma sırasının gelmesini bekledi. Güzel kadının ışıldaklarının kendisine yöneldiğini hissetti.

         “E, Nuri ne diyorsun ?”

         Nuri ağır göz kapaklarını indirip korunmaya çalışarak cevap verdi.  Ben yokum, demek istiyordu; “Öyle hemen olmaz, kafamıza göre toplarsak olmaz,” dedi.

         “Nasıl anlayamadım?”

         “Bir herif var, kendine Kethüda dedirtiyor. Biraz kafadan kontaktır. Bunları o topluyor. İşi öğretiyor. Onun elinden geçmeden kimse bu işe giremiyor. Hariçten yapamıyor.”

         Kadın; “Onun elinden geçmek…” sesini giderek hafifletti ve cümlesini yarım bıraktı. Bu onun soru sorma biçimiydi. Nuri yarım bırakılmış cümleyi yavaşça aldı, hafif sesten normal sese doğru yükselterek yanıtladı; “Onun elinden geçmek demek mesleğe uygun hale gelmek yani.”

         Doktor;”Aslında benim istediğim o, mesleğe uygun hale getirmeden fazlaları değerlendirmek,” dedi. “Nasıl olsa -Kethüda mıydı?- hizmete aldıklarının kullanım süreleri uzun. Kabul etmeli ki kaynakları gereğinden fazla artıyor.”

         Nuri: “Kendi aralarında üreme yoluyla da çoğalıyorlar. Kontrol edilmeyince başkalarının eline geçiyor, ya da bağımsız olmayı istiyorlar. Bu Kethüda’nın da canını sıkıyor. Kendisi dışında bu işe kalkışanlar için bir çözüm arıyor, biliyorum” dedi.

         “Niçin oturmuyorsun?” Lale kanepede yanındaki boş yeri okşadı.

         “Yok, iyi böyle” dedi Nuri, âdem elması çıkıp indi.

         Doktor; ” O çözüm biziz işte,” dedi. “Yaşamı uzatmak, yaşamı güzel kılmak için Tanrı’nın bize gönderdiği bu olanakları değerlendirmemiz gerekiyor.” Alaylı, abartılı bir ses ve tiyatromsu geniş kol hareketleri…

         Nuri, görünüşte iş alanlarını genişletmek için bu karşılıklı akıl yürütmeden boğulmak üzereydi. Bu durdurulamaz tutuşma, sarhoşluk yüzünden bir an önce kaçmak istiyordu.

         “Tamam,” dedi güzel kadın, onu birden bire ne razı etmişse, kahve fincanı bir elinde, tabak içinde dururken öteki elini kaldırdı. Dışarıdan vuran ışık uzun tırnaklarını geçirgen gösteriyordu. “Tamam, deneyeceğiz. Önce küçük bir deneme,” dedi, Nuri’ye.

         Nuri yutkundu ve tam da o sırada Lale Hanımın kendisine tamam demesinin, aslında doktora tamam demek olduğunu anlayıverdi. İş, kadının umurunda değildi.

Güzel kadın, kahvesinin son yudumunu da alıp fincanı tabağa ters çevirdi; fal kapattı. Sonra yanındaki sehpaya bırakışı denetimi bırakış, zevke tırmanmak üzere birine görülmek için, etin yolunu buluşuydu, bir ilk adım. Ayağa kalkıp, ağaç kokusunu derin derin içine çekti; “Buranın kokusunu çok seviyorum yahu, çok erkeksi bir koku…” diye mırıldandı.

         Gittiler, işçiler çoktan çıkmıştı. Nuri ortalığı kontrol edip, apar topar dışarıda,  karşı kaldırımda çiçek satan kadına sert bir baş hareketi yapıp çağırdı. Gelir gelmez, işliğin kapısını hızla sürgüleyip şalvarını elinin tek hareketiyle indirdi.

         “Ne oluyor be!” dedi kadın, yarı korkmuş yarı meydan okur.

         “Kes sesini” dedi adam sinirle.  (Şimdi gidip Kethüdayı bulmalı, hay ben bu fermuarın, ona planı anlatmalı.)

          “Lan çok pis kokuyorsun be hiç yıkanmıyor musun?” (Zaten hayır diyecek hali mi var?)

         “Çüş! Ya ne bu? Hayvan mısın nesin?”dedi kadın.

         “Kes-se-si-ni-de-dim-de-dim.” (Bu işe karışmayı istemiyorum. Ama artık yapacak bir şey yok. Boğazıma kadar… Çok pis kokuyor… Benim karı beni görse… Lale şimdi… Bir daha bu… Bu işler insanın aklını alıyor, neyse artık oldu bir kere, herkesin aklı fikri donunun içinde zaten, yeri zamanı yok. Canım rakı istedi be… Kadınlar kokmamalı… Burasını temizletmeli. Beni temizleyecekler böyle giderse. Ön-ce bir de-ne-me-ya-pa-ca-ğım… Son-sonnnra… )

          “Kâğıt mendilin var mı kız?”

         Kadın küskün bir küfür savurdu. Toparlanmaya çalıştı. Başını eski kurt yenikli masanın kenarına vurmuş, dudağını ısırıp patlatmıştı. Elinin tersiyle kanayan yeri sildi, parasını aldı. Çıkıp gitti.

         Tavana yakın pencerelerden giren akşam alacası yere sarkan tozdan tüllere vurmuştu.