Keskin bir ıslık.
-Yılmaz!
Silobazcı Yılmaz, ıslığı ve seslenişi duyduğunu belirtir biçimde elini kaldırdı. Birbirlerine doğru yürürken bir yandan da bağırarak konuşuyorlardı.
-Kurşun Ağbi nasılsın?
-İyidir, sen nasılsın? Beni arıyormuşsun…
Tokalaştılar.
-Aradım, benim akvaryumdaki balıklar yavruladı Kurşun Ağbi. Senden küçük akvaryumunu isteyecektim ama gidip aldım bir tane, yavruları ayırdım, gördün mü?
-Gel çay içelim hem de yavruları görelim.
-Hümeyra Hanım gene fotoğraf makinesini asmış boynuna, fotoğraf çekiyor.
-Evet, niçin çekiyor bu fotoğrafları?
-Bilmiyorum ki. Ya Kurşun Ağbi, ya bizi burada niçin hep karılar yönetiyor?
-Sana kaç kere söyledim eşek herif, karı denmez! “ Ve kadınlar / bizim kadınlarımız /
korkunç ve mübarek elleri / ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle /
anamız, avradımız, yârimiz / ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen /ve soframızdaki yeri / öküzümüzden sonra gelen.
-Kusura bakma, unuttum. Bu ne? Ne söyledin sen şimdi?
-Nazım Hikmet’ten bir şiir okudum.
-İyi. Ama ben çok kafayı takıyorum buradaki bu duruma.
-Ne varmış durumda?
-E, işte hepsi kadın ya… O duruma…
-Erkek de var canım. Faruk’la Sadık var ya… Gerçi kadınları yönetmek daha kolay, hele buradakiler ya bekâr ya dul. Dert çıkarmıyorlar. İzin mizin istemiyorlar. Çalış babam çalış. Bak kocaman gözlü birisi de buraya geliyor üstelik. Akile Hanım bize çay verir misin? Şekeri de unutma.
—Kurşun Ağbi ne diyorsun seçim sonuçlarına? Sen bu sefer oy alamayacaklar bak görürsün, dedin ama nasıl oldu şimdi?
-Yılmaz, insanlar genellikle düştükleri yere bakarlar oysa önce nereye takıldıklarına bakmalılar.
-Anlamadım Ağbi?
-Biraz düşün anlarsın. Halkı küçümsemek kolay.
—Ama Ağbi bir arpa boyu yol gidemedik, sen demiyor musun?
— Diyorum, işte gene diyorum. Ekonomi büyümüşmüş, artan işsizliğe verilecek cevapları yok. Cari açık arttı, ithalat milyar dolarları aştı, borç cumhuriyet tarihinde görülmemiş boyutlara ulaştı, yiğidin kamçısıymış. Sen, petrolde elli yıllık imtiyaz ver, yabancı getirimcilere vergi muafiyeti ver, her iş kolunu ulusal savunmaymış bilmem neymiş umursamadan yabancılara aç… Yurdu pazarladıklarını bile itiraf ettiler. Bor işine hele içim kan ağlıyor… İki binli yıllar… Türkiye….
—E abicim halk ne yapsın? Sen ben ne anlarız bu işlerden? Bizim yerimize düşünsünler diye seçmiyor muyuz biz bu meclistekileri?
—Tamam da, düşüneni mi seçiyoruz, düşüreni mi Yılmaz? Bütün sorun yanlış seçim yapmakta. Halkın gücü yetki verdiği insanların yetenekleriyle mi sınırlı?
—Ağbi, bak benim de aklıma bir laf geldi; “Beni bir kez kandırırsan kendinden utan. İki kez kandırabilirsen bırak ben kendimden utanayım,” demiş birisi. Nasıl buldun lafı?
Hümeyra yanlarına geldi.
—Merhaba arkadaşlar.
—Nasılsın Hümeyra Hanım? Fotoğraf çekiyorsun gene. Şu benim çocukları da çeksen… Sahi benim çocukları gördün mü Hümeyra Hanım? Otuz tane.
—Kaç tane dedin?
Hümeyra, gerçekten bu adamın otuz çocuğu olması mümkün mü, beş karısı olsa, altışardan otuz işte diye hızlı bir hesap yaptı kafasından.
—Anasını satiim bu kadar çocuk olsa var ya, adamın çalışmasına gerek yok, Kurşun Ağbi.
—E, oldu say ne yapacaksın çocukları? Çalıştırıp paralarını mı yiyecen?
—Ne çalıştırması Ağbi. Veririm eline silah. İki manga yapsan yeter. İkişer mahalle dolaşsalar, köşesin şerefsizim.
—Ne! der demez bu laf tamamen aptalcaydı, biliyorum diye düşündü Hümeyra. Gözleri olduğundan da iri duruyordu şimdi.
—Soygun çetesi yapacaksın. Haraç maraç, çekmiş çükmüş- affedersiniz ağzımdan kaçtı, karşılıksızlara öyle diyorlar bu benim lafım değil valla, bütün karanlık işler işte…
Yılmaz’ın yüzünde ve gözlerinde kurduğu düşün utkusu Hümeyra’nın neredeyse duvara geri geri gitmesine neden olacaktı. Semirmiş ve semirmekte olan aç gözlülüğü, arsızlığı, tükenmeyen bir güçle sürdüren ve hiç yorulmazmış gibi devinen kaderciliği düşündü.
—Bazen… (Yutkundu. Uygun bir sözcük bulmaya çalışıyordu.) Burada fazlasıyla şaşırıyorum. Kulak kapaklarımızın olmamasını cidden eksiklik olarak düşünüyorum.
—Şaka yapıyor Hümeyra Hanım. Siz bakmayın ona. Balıkları yavruladı da, küçük balıklardan söz ediyor. Çay içiyorduk bize katılır mısınız?
Hümeyra kırpıştırdığı gözlerini Kurşun’a çevirdi bu kez;
—İşte bak siz de beni şaşırttınız. ‘Bize katılır mısınız?’ Burada kimse böyle cümle kurmaz. Üstelik şivesiz konuşuyorsunuz. Nerelisiniz?
—İstanbulluyum.
Hümeyra’nın yüzü ışıdı.
—Ben de. Ben Beykozluyum.
—Ailem Çengelköylüdür. Akile Hanım üç çay daha getirebilir misin?
Yılmaz, boğazını temizledi;
—Kurşun Ağbi lise öğretmenidir aslında.
Hümeyra’nın kaşları kâküllerinin içinde kayboldu.
—Ne diyorsun? Peki, neden buradasın?
Sorunun altında yatan olumsuzluk adamı gülümsetti.
—Siyasi nedenlerden Hümeyra Hanım. Ben o… günde dokuz yüz kişinin öldüğü kuşaktanım.
—Sosyalistsiniz.
—Komünistim. Öcülerden.
—Harbi öyledir, karamsar komünistlerden. Gelecekteki tehlikelere kaygılanır durur bir başına. Halk halk der, halk onu buraya atmış işte! Anladın? Ben mazot alıp geleyim. Nasılsa konuşmanın bu bölümünü biliyorum.
Kurşun hüzünlü gözlerini boşluğa dikti;
—İdealist bir öğretmen tanıyorum. Sürgünler, hapislerle geçen yıllar sonunda pes edip mesleği bırakıyor. Serbest çalışmaya karar veriyor…
Hümeyra’nın yüzü, Kurşun’un ne zamandır görmediği ilgi çekme isteğini coşturmuştu.
—İlkin bir kafeterya açıyor. Sonra yanındaki dükkânı kiralayıp dans okulu yapıyor. Hocalar tutuyor. Ama tango onu bozuyor. Bir kadına tutuluyor. Kazancı iyi, çocuklarını rahat okutuyor. Elinden alındığını düşündüğü yıllarını sorguluyor tango yaparken. Karısından ayrılamıyor, sevgilisinden vazgeçemiyor. Derken Türkiye’nin bitmez tükenmez krizlerinden biri daha geldi. Tango sustu. Sevgili gitti, kafeterya iflas etti. Dibe vurdum anlayacağın. Bereket versin çocuklar okullarını bitirdi. Biri öğretmen biri mühendis. Ama ben bu yaşımda -bir tanıdık aracılığıyla- bu mikser şoförlüğü işini buldum da … Ölümcül işsizlik ortasında aşağılanmaya dönüştürülmüş işçilikle karnımız doyuyor, burada.
—Çok sigara içiyorsun. Yaşamdan az mı zevk alıyorsun?
—Belki ölmek istiyorumdur kim bilir.
—Tanrı korusun!
—Tanrıya inanıyor musun? Bak sana ne diyeceğim Hümeyra Hanım. Ernest W. Heine diye bir adam ne demiş, bilir misin? Üç tür insan varmış. Tanrıyı arayan, bulduktan sonra ona hizmet edenler, mutlu ama mantıksız olanlar. Tanrıyı arayan ama bulamayanlar; hem mutsuz hem mantıksız olanlar. İhtiyaç duymadıkları için onu aramayanlar; mutsuz ama mantıklılar…
—Sen hangisisin Kurşun?
—Üçüncüsünden. Ben Tanrı doğruluktur deyip ihtiyaç duymayanlardanım.
—Ama mutsuzsun.
—İhtiyaç duymuyorum dedim. Ama şuraya bir baksana…
Gözleriyle şantiyeyi bir baştan bir başa taradığı sırada bir süre sustu. Çok sık gördüğü düşünü anımsadı. Çok sıcak yaz ayları dışında şantiyenin bitip tükenmeyen çamuru uykusuna da bulaşıyordu. Avluda yapayalnız. Çamur ve avlu olduğundan çok daha büyük. O yüzden aşırı korkutucu. Ama onun çamur değil, yeşil, yapışkan sesli, çürük kokulu bir batak olduğunu anlıyor. Ayaklarını kurtarmak istedikçe yumuşak zemin türlü şekillere dönüşebilen bir canavar oluyor. Yeşil bambu ormanı; kayboluyor, yeşil bir göl; boğuluyor, yeşil bir masal kuşu; onu alıp kaçırıyor, yeşil bir timsah; ağzını açıp onu yutmak istiyor. Bağıramıyor, kaçamıyor, ter içinde uyanıyor… Hümeyra hapşurdu, düşündüklerinden sıyrıldı;
—Burada Tanrıya ihtiyaç var bana kalırsa, dedi ona. Sendika yasak. Çalışmalar eksik gösteriliyor. Fazla mesailer ödenmiyor, haberin olmadan çıkış giriş yapıyorlar. Hasta olunca kızarlar. İzin istesen alamazsın. Bekçi bir tanedir. Tatil günleri sırayla tüm erkekler bedavaya bekçilik yapar. İki yıl önce girdiğim maaşla çalışıyorum. Üç yıldır aynı parayı alanlar var. Hafta sonları hiç tatil yapmadım. Sence mutlu olabilir miyim?
Hümeyra önüne baktı, sustu.
—Ama bak Hüsamettin Amca mutludur. O, birinci türden. Hizmet edip mutlu olanlardan. Allah kabul etsin, namazını mı kıldın? Dedi, Kurşun, yanlarına gelen yaşlı adama.
—Hoş geldiniz kızım. Ne diyor bu komünist sana?
—Laflıyorduk dereden tepeden.
—İyi adamdır. Çalışkandır. Kaytarmayı bilmez. Pek muhabbeti yoktur ama arkadaşları için canını verir. Dosdoğrudur. Bir de komünist olmasa…
Hümeyra gülümsedi;
—Komünistleri sevmiyorsun?
—Komünistlik fenadır. Dinimizce yasaktır.
— Nesi fena acaba? Hiç düşündün mü?
—Hâşâ! Düşünürsen inanç olmaz kızım. İnanç bozulur. İslamiyet ne derse o doğrudur. Neden diye düşünürsen günaha girersin.
—Ya, dedi Kurşun, iç geçirip yanmakta olan sigarasıyla yenisini yaktı. Müslümanlık sorma der. Yunan gâvurunun üstelik kilisesine Türk bankasını satarsın, soranı olmaz. Bir başbakan bir dışişleri bakanı, islamiyeti yok etmeye yemin eden bir Papa’nın heykeli önünde fotoğraf çektirir, eh vardır bir bildiği. Camiler kiliseye çevrilir, kilise ve havralar imar planında yer alır, domuz kesimlik hayvanlar arasına alınır, büyükler ne derse o… Kapkaç diye bir sektör oluştu. Zina suç olmaktan çıktı. Türk askerinin kafasına kefere çuval geçirdi çuval! Olmadı, koskoca Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı misafir olarak gelen bir arabın ayağına gitti. Hem de 10 Kasım günü… Onlar dindar ama başka türlü düşünenler, dinsiz oldu. Halk korkusundan kaygısından sokaklara döküldü, bu halk rejimlerini seçilmişlerinden korumak için uzaydan görülecek kan gölü benzeri yürüyüşler yaptı be heeeey! Yazık oluyor her şeye yazııık!
Hüsamettin Amca onun sırtına bir şaplak vurdu;
—Ulan Kurşun, günde bir kibrit çöpüyle iki paket sigara tüketmeyi beceriyorsun ya. Aşk olsun sana. Hani benim çayım?
Kurşun gidip üç bardak çay getirdi.
—Sağ ol evlat. Sen bunun dediklerine kulak asma kızım. Sen inançlı ol. İnançlı ol ki cenneti kazan. Dünyada cenneti görecek değiliz bizler. Ne demiş Hz. Muhammed? “Ben cennetin kapısında durdum. Gördüm ki cennete girenlerin çoğu darlıkta yaşayanlardı.”
Hümeyra gene gülümsedi, Kurşun’a baktı;
—Bu hadisi biliyorum, dedi. Hüsamettin Amca onaylarcasına başını salladı. Tam bir şey daha diyecekti, Hümeyra sürdürdü;
—O hadisin devamı da vardır, şöyledir; “Bu sefer cehennemin kapısında durdum, oraya girenlerin çoğu kadındı…” Sahih-i Buhari Muhtasarı ha? Söyle bana Hüsamettin amca, “ey kadınlar bana cehennem halkı gösterildi, çoğu sizlerdiniz,” denen mümin kadınlardı değil mi? İnanmayanlar zaten dosdoğru cehennemlik…
Hüsamettin amca kalktı. Çayına elini sürmemişti, daha fazla konuşmak istemiyordu.
—Tövbe istiğfar et evladım, dedi. Siz buluyorsunuz birbirinizi zaten!
Öfkeyle aracına yöneldi.
—Nereye gidiyorsun Hüsamettin Efendi ! Kimi tövbe ettiriyorsun gene? dedi Yılmaz, tespihini bileğine geçirdi. Kurşun, onun hafifçe kambur duruşu, ileri uzamış çenesiyle kara bir piranaya benzetti. Hüsamettin’i de hazır kıstırmışken dişleyecek… Efendi sözcüğünden saçılan hor görü ihtiyarın yüzüne yapıştı nerdeyse… Bir sandalye çekip yanlarına oturdu.
—Nesi var bu kart horozun?
—Bana kızdı, boş ver. Bu yaşta burada niye çalışıyor? Çok ağır iş.
Soru Kurşun’a sorulmuştu ama Yılmaz önce yere tükürdü sonra ;
—Şerefsiz, dedi tükürüğe bakarak. Boş ver sen onun bu derisine Hümeyra Hanım! Şimdi seninle yeni tanıştı ya ondan. Eski derisini nerede bıraktığını anlatır mı hiç? Çalışmayıp ne yapacak? İki üç yıl önce köyde on dört yaşında kızla uygunsuz biçimde yakalanınca basmışlar tekmeyi kıçına, canını zor kurtarmış. Aç oturacak değil ya, ihtiyar teke!
Kurşun ayağa kalktı;
—Gel de şu balık çetesine bakalım Hümeyra Hanım.