BALIK ÇETESİ VE KURŞUN AĞBİ

Keskin bir ıslık.

-Yılmaz! 

Silobazcı Yılmaz, ıslığı ve seslenişi duyduğunu belirtir biçimde elini kaldırdı. Birbirlerine doğru yürürken bir yandan da bağırarak konuşuyorlardı.

-Kurşun Ağbi nasılsın?

-İyidir, sen nasılsın? Beni arıyormuşsun…

Tokalaştılar.

-Aradım, benim akvaryumdaki balıklar yavruladı Kurşun Ağbi. Senden küçük akvaryumunu isteyecektim ama gidip aldım bir tane, yavruları ayırdım, gördün mü?

-Gel çay içelim hem de yavruları görelim.

-Hümeyra Hanım gene fotoğraf makinesini asmış boynuna, fotoğraf çekiyor.

-Evet, niçin çekiyor bu fotoğrafları?

-Bilmiyorum ki. Ya Kurşun Ağbi, ya bizi burada niçin hep karılar yönetiyor?

-Sana kaç kere söyledim eşek herif, karı denmez!  “ Ve kadınlar / bizim kadınlarımız /
korkunç ve mübarek elleri / ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle /
anamız, avradımız, yârimiz / ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen /ve soframızdaki yeri  / öküzümüzden sonra gelen.
-Kusura bakma, unuttum. Bu ne? Ne söyledin sen şimdi?

-Nazım Hikmet’ten bir şiir okudum.

-İyi. Ama ben çok kafayı takıyorum buradaki bu duruma.

-Ne varmış durumda?

-E, işte hepsi kadın ya… O duruma…

-Erkek de var canım. Faruk’la Sadık var ya…  Gerçi kadınları yönetmek daha kolay, hele buradakiler ya bekâr ya dul. Dert çıkarmıyorlar. İzin mizin istemiyorlar. Çalış babam çalış. Bak kocaman gözlü birisi de buraya geliyor üstelik.  Akile Hanım bize çay verir misin? Şekeri de unutma.

—Kurşun Ağbi ne diyorsun seçim sonuçlarına? Sen bu sefer oy alamayacaklar bak görürsün, dedin ama nasıl oldu şimdi?

-Yılmaz, insanlar genellikle düştükleri yere bakarlar oysa önce nereye takıldıklarına bakmalılar.

-Anlamadım Ağbi?

-Biraz düşün anlarsın. Halkı küçümsemek kolay.

—Ama Ağbi bir arpa boyu yol gidemedik, sen demiyor musun?

— Diyorum, işte gene diyorum. Ekonomi büyümüşmüş, artan işsizliğe verilecek cevapları yok. Cari açık arttı, ithalat milyar dolarları aştı, borç cumhuriyet tarihinde görülmemiş boyutlara ulaştı,  yiğidin kamçısıymış. Sen, petrolde elli yıllık imtiyaz ver, yabancı getirimcilere vergi muafiyeti ver, her iş kolunu ulusal savunmaymış bilmem neymiş umursamadan yabancılara aç… Yurdu pazarladıklarını bile itiraf ettiler. Bor işine hele içim kan ağlıyor… İki binli yıllar… Türkiye….

—E abicim halk ne yapsın? Sen ben ne anlarız bu işlerden? Bizim yerimize düşünsünler diye seçmiyor muyuz biz bu meclistekileri?

—Tamam da, düşüneni mi seçiyoruz, düşüreni mi Yılmaz?  Bütün sorun yanlış seçim yapmakta. Halkın gücü yetki verdiği insanların yetenekleriyle mi sınırlı?

—Ağbi,  bak benim de aklıma bir laf geldi; “Beni bir kez kandırırsan kendinden utan. İki kez kandırabilirsen bırak ben kendimden utanayım,” demiş birisi. Nasıl buldun lafı?

Hümeyra  yanlarına geldi.

—Merhaba arkadaşlar.

—Nasılsın Hümeyra Hanım? Fotoğraf çekiyorsun gene. Şu benim çocukları da çeksen… Sahi benim çocukları gördün mü Hümeyra Hanım? Otuz tane.

—Kaç tane dedin?

Hümeyra, gerçekten bu adamın otuz çocuğu olması mümkün mü, beş karısı olsa, altışardan otuz işte diye hızlı bir hesap yaptı kafasından.

—Anasını satiim bu kadar çocuk olsa var ya, adamın çalışmasına gerek yok, Kurşun Ağbi.

—E, oldu say ne yapacaksın çocukları? Çalıştırıp paralarını mı yiyecen?

—Ne çalıştırması Ağbi. Veririm eline silah. İki manga yapsan yeter. İkişer mahalle dolaşsalar, köşesin şerefsizim.

—Ne!  der demez bu laf tamamen aptalcaydı, biliyorum diye düşündü Hümeyra.  Gözleri olduğundan da iri duruyordu şimdi.

—Soygun çetesi yapacaksın. Haraç maraç, çekmiş çükmüş- affedersiniz ağzımdan kaçtı, karşılıksızlara öyle diyorlar bu benim lafım değil valla,  bütün karanlık işler işte…

 Yılmaz’ın yüzünde ve gözlerinde kurduğu düşün utkusu Hümeyra’nın neredeyse duvara geri geri gitmesine neden olacaktı. Semirmiş ve semirmekte olan aç gözlülüğü, arsızlığı, tükenmeyen bir güçle sürdüren ve hiç yorulmazmış gibi devinen kaderciliği düşündü.

—Bazen… (Yutkundu. Uygun bir sözcük bulmaya çalışıyordu.) Burada fazlasıyla şaşırıyorum. Kulak kapaklarımızın olmamasını cidden eksiklik olarak düşünüyorum.

—Şaka yapıyor Hümeyra Hanım. Siz bakmayın ona. Balıkları yavruladı da, küçük balıklardan söz ediyor. Çay içiyorduk bize katılır mısınız?

Hümeyra kırpıştırdığı gözlerini Kurşun’a çevirdi bu kez;

—İşte bak siz de beni şaşırttınız. ‘Bize katılır mısınız?’ Burada kimse böyle cümle kurmaz. Üstelik şivesiz konuşuyorsunuz. Nerelisiniz?

—İstanbulluyum.

Hümeyra’nın yüzü ışıdı.

—Ben de. Ben Beykozluyum.

—Ailem Çengelköylüdür. Akile Hanım üç çay daha getirebilir misin?

Yılmaz, boğazını temizledi;

—Kurşun Ağbi lise öğretmenidir aslında.

Hümeyra’nın kaşları kâküllerinin içinde kayboldu.

—Ne diyorsun? Peki, neden buradasın?

Sorunun altında yatan olumsuzluk adamı gülümsetti.

—Siyasi nedenlerden Hümeyra Hanım. Ben o… günde dokuz yüz kişinin öldüğü kuşaktanım.

—Sosyalistsiniz.

—Komünistim. Öcülerden.

—Harbi öyledir, karamsar komünistlerden. Gelecekteki tehlikelere kaygılanır durur bir başına.  Halk halk der, halk onu buraya atmış işte! Anladın?  Ben mazot alıp geleyim. Nasılsa konuşmanın bu bölümünü biliyorum.

Kurşun hüzünlü gözlerini boşluğa dikti;

—İdealist bir öğretmen tanıyorum. Sürgünler, hapislerle geçen yıllar sonunda pes edip mesleği bırakıyor. Serbest çalışmaya karar veriyor…

Hümeyra’nın yüzü, Kurşun’un ne zamandır görmediği ilgi çekme isteğini coşturmuştu.

—İlkin bir kafeterya açıyor. Sonra yanındaki dükkânı kiralayıp dans okulu yapıyor. Hocalar tutuyor. Ama tango onu bozuyor. Bir kadına tutuluyor. Kazancı iyi, çocuklarını rahat okutuyor. Elinden alındığını düşündüğü yıllarını sorguluyor tango yaparken.  Karısından ayrılamıyor, sevgilisinden vazgeçemiyor. Derken Türkiye’nin bitmez tükenmez krizlerinden biri daha geldi. Tango sustu. Sevgili gitti, kafeterya iflas etti. Dibe vurdum anlayacağın. Bereket versin çocuklar okullarını bitirdi. Biri öğretmen biri mühendis. Ama ben bu yaşımda -bir tanıdık aracılığıyla- bu mikser şoförlüğü işini buldum da … Ölümcül işsizlik ortasında aşağılanmaya dönüştürülmüş işçilikle karnımız doyuyor, burada.

—Çok sigara içiyorsun. Yaşamdan az mı zevk alıyorsun?

—Belki ölmek istiyorumdur kim bilir.

—Tanrı korusun!

—Tanrıya inanıyor musun? Bak sana ne diyeceğim Hümeyra Hanım. Ernest W. Heine diye bir adam ne demiş, bilir misin? Üç tür insan varmış. Tanrıyı arayan, bulduktan sonra ona hizmet edenler, mutlu ama mantıksız olanlar. Tanrıyı arayan ama bulamayanlar; hem mutsuz hem mantıksız olanlar. İhtiyaç duymadıkları için onu aramayanlar; mutsuz ama mantıklılar…

—Sen hangisisin Kurşun?

—Üçüncüsünden. Ben Tanrı doğruluktur deyip ihtiyaç duymayanlardanım.

—Ama mutsuzsun.

—İhtiyaç duymuyorum dedim. Ama şuraya bir baksana…

Gözleriyle şantiyeyi bir baştan bir başa taradığı sırada bir süre sustu. Çok sık gördüğü düşünü anımsadı. Çok sıcak yaz ayları dışında şantiyenin bitip tükenmeyen çamuru uykusuna da bulaşıyordu. Avluda yapayalnız. Çamur ve avlu olduğundan çok daha büyük. O yüzden aşırı korkutucu. Ama onun çamur değil, yeşil, yapışkan sesli, çürük kokulu bir batak olduğunu anlıyor. Ayaklarını kurtarmak istedikçe yumuşak zemin türlü şekillere dönüşebilen bir canavar oluyor. Yeşil bambu ormanı; kayboluyor, yeşil bir göl; boğuluyor, yeşil bir masal kuşu; onu alıp kaçırıyor, yeşil bir timsah; ağzını açıp onu yutmak istiyor. Bağıramıyor, kaçamıyor, ter içinde uyanıyor… Hümeyra hapşurdu, düşündüklerinden sıyrıldı;

—Burada Tanrıya ihtiyaç var bana kalırsa, dedi ona.  Sendika yasak. Çalışmalar eksik gösteriliyor. Fazla mesailer ödenmiyor, haberin olmadan çıkış giriş yapıyorlar. Hasta olunca kızarlar. İzin istesen alamazsın. Bekçi bir tanedir. Tatil günleri sırayla tüm erkekler bedavaya bekçilik yapar. İki yıl önce girdiğim maaşla çalışıyorum. Üç yıldır aynı parayı alanlar var. Hafta sonları hiç tatil yapmadım. Sence mutlu olabilir miyim?

Hümeyra önüne baktı, sustu.

—Ama bak Hüsamettin Amca mutludur. O,  birinci türden. Hizmet edip mutlu olanlardan. Allah kabul etsin, namazını mı kıldın? Dedi, Kurşun, yanlarına gelen yaşlı adama. 

—Hoş geldiniz kızım. Ne diyor bu komünist sana?

—Laflıyorduk dereden tepeden.

—İyi adamdır. Çalışkandır. Kaytarmayı bilmez. Pek muhabbeti yoktur ama arkadaşları için canını verir. Dosdoğrudur. Bir de komünist olmasa…

Hümeyra gülümsedi;

—Komünistleri sevmiyorsun?

—Komünistlik fenadır. Dinimizce yasaktır.

— Nesi fena acaba? Hiç düşündün mü?

—Hâşâ! Düşünürsen inanç olmaz kızım. İnanç bozulur. İslamiyet ne derse o doğrudur. Neden diye düşünürsen günaha girersin.

—Ya, dedi Kurşun, iç geçirip yanmakta olan sigarasıyla yenisini yaktı. Müslümanlık sorma der. Yunan gâvurunun üstelik kilisesine Türk bankasını satarsın, soranı olmaz. Bir başbakan bir dışişleri bakanı, islamiyeti yok etmeye yemin eden bir Papa’nın heykeli önünde fotoğraf çektirir, eh vardır bir bildiği. Camiler kiliseye çevrilir, kilise ve havralar imar planında yer alır, domuz kesimlik hayvanlar arasına alınır, büyükler ne derse o… Kapkaç diye bir sektör oluştu. Zina suç olmaktan çıktı. Türk askerinin kafasına kefere çuval geçirdi çuval! Olmadı, koskoca Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı misafir olarak gelen bir arabın ayağına gitti. Hem de 10 Kasım günü… Onlar dindar ama başka türlü düşünenler, dinsiz oldu. Halk korkusundan kaygısından sokaklara döküldü, bu halk rejimlerini seçilmişlerinden korumak için uzaydan görülecek kan gölü benzeri yürüyüşler yaptı be heeeey! Yazık oluyor her şeye yazııık!

Hüsamettin Amca onun sırtına bir şaplak vurdu;

—Ulan Kurşun, günde bir kibrit çöpüyle iki paket sigara tüketmeyi beceriyorsun ya. Aşk olsun sana. Hani benim çayım?

Kurşun gidip üç bardak çay getirdi.

—Sağ ol evlat. Sen bunun dediklerine kulak asma kızım. Sen inançlı ol. İnançlı ol ki cenneti kazan. Dünyada cenneti görecek değiliz bizler. Ne demiş Hz. Muhammed? “Ben cennetin kapısında durdum. Gördüm ki cennete girenlerin çoğu darlıkta yaşayanlardı.”

Hümeyra gene gülümsedi, Kurşun’a baktı;

—Bu hadisi biliyorum, dedi. Hüsamettin Amca onaylarcasına başını salladı. Tam bir şey daha diyecekti, Hümeyra sürdürdü;

—O hadisin devamı da vardır, şöyledir; “Bu sefer cehennemin kapısında durdum, oraya girenlerin çoğu kadındı…” Sahih-i Buhari Muhtasarı ha? Söyle bana Hüsamettin amca, “ey kadınlar bana cehennem halkı gösterildi, çoğu sizlerdiniz,” denen mümin kadınlardı değil mi? İnanmayanlar zaten dosdoğru cehennemlik…

Hüsamettin amca kalktı.  Çayına elini sürmemişti, daha fazla konuşmak istemiyordu.

—Tövbe istiğfar et evladım, dedi. Siz buluyorsunuz birbirinizi zaten!

Öfkeyle aracına yöneldi.

—Nereye gidiyorsun Hüsamettin Efendi ! Kimi tövbe ettiriyorsun gene? dedi Yılmaz, tespihini bileğine geçirdi.  Kurşun, onun hafifçe kambur duruşu, ileri uzamış çenesiyle kara bir piranaya benzetti. Hüsamettin’i de hazır kıstırmışken dişleyecek… Efendi sözcüğünden saçılan hor görü ihtiyarın yüzüne yapıştı nerdeyse… Bir sandalye çekip yanlarına oturdu.

—Nesi var bu kart horozun?

—Bana kızdı, boş ver. Bu yaşta burada niye çalışıyor? Çok ağır iş.

Soru Kurşun’a sorulmuştu ama Yılmaz önce yere tükürdü sonra ;

—Şerefsiz, dedi tükürüğe bakarak. Boş ver sen onun bu derisine Hümeyra Hanım! Şimdi seninle yeni tanıştı ya ondan. Eski derisini nerede bıraktığını anlatır mı hiç?  Çalışmayıp ne yapacak? İki üç yıl önce köyde on dört yaşında kızla uygunsuz biçimde yakalanınca basmışlar tekmeyi kıçına, canını zor kurtarmış. Aç oturacak değil ya, ihtiyar teke!

Kurşun ayağa kalktı;

—Gel de şu balık çetesine bakalım Hümeyra Hanım.

Kesik El

Alacakaranlık ve çok lüks döşenmiş ofise girdiğimde kapı arkamdan kendiliğinden kapandı. Bir ağızdan içeri girmişim de yutkunması an meselesiymiş gibi hissettim.

Duvarlarda çiçek resimleri gözle görülür biçimde büyüyüp açar, sarmaşıklar çerçevelerden sarkıp oraya buraya dolanırken leylek büyüklüğünde bir kelebek uykudan uyanıp kanatlarını gerdi. Bu saatte kelebek uykusu olur mu diye düşünürken kısık müzik kulaklarıma değince gözüm istedi, gözümle gördüğüm ezgileri ağzım istedi. Kafamı kessem şu müzik yayılan tabloların içine atsam diye aklımdan geçirirken kafam bir tablonun içine giriverdi. Bekleme salonu olduğu anlaşılan bu yere çok kapıyla bölümler bağlanmış, kapılar kapanmıştı.  Kapılar gerçek miydi, yoksa onlar da birer tablo parçası mıydı bilemedim. Belki de tablonun içinden onların kapı olduğu izlenimi ediniyordum. Sarmaşıkların ve büyüyen uzayan bitkilerin, açan taç yaprakların sesleri müzik sesine karışıyor garip bir hal alıyordu. Hani rasgele renkleri birbirine karıştırdığında bulanık ve anlamsız bir boğuntu elde ederdin ya öyle.

Bekleme odasına oturmaya karar verip sarmaşık dallarından birinden kafamın geri getirilmesini rica ettim. Gövdemi sandalyeye küt diye oturttuğumda sekreter masasının üstündeki kesik eli gördüm. Karşı karşıyaydık. Uzun, sivri kırmızı tırnaklı görevli el resmi bir şekilde avucunu gösterip buyurun işareti yaptı. Nereye buyuracağım? O sırada bir deste başvuru kağıdı eteklerini hışırdatarak yanıma oturdu. Asık suratlıydı. Hayallere dalıp bu başvurunun aslında çok mutlu ve para kazanacağım bir işin kapısını açabilmesinin mümkün olduğunu, gülebilseydi eğer bu işe alınacağımın işareti olabileceğini düşündüm. Ama yine de çantamdan çıkardığım kalemimle harekete geçtim. Onu sırt üstü yatırdım, alnından başlayarak, yüzünü, boynunu, göğüslerini, karnını, katlarını ayırıp kıvrımlarının satırlarının içini doldurdum. Bittiğinde boşalmışlık hissettim. Tüm kişisel bilgilerimi, sırlarımı bunun içine akıtmak hiç de akıllıca gelmemişti ama çarem var mıydı?

Kesik ele baktım, masanın üstüne kapanmış iki parmağını tıktıklıyordu.

-0-

İş başvurusu yapmanın dördüncü boyutunu okudunuz.

RUHUMU ÖPMEYİ UNUTTUN İNCİ ARAL ÖYKÜLERİYLE BİR BULUŞMA

2017 yılında Kırmızı Kedi Yayınları’ndan tekrar basımı yapılan bu öyküler hakkında ilk basımı üzerinden Serap Gökalp’ten bir yakın okuma çalışması.

Saman Kokusu: Bir trafik kazası içeriden algı ve anlatımla veriliyor. (Alıntı: S.13 Korku beynini oyuyor, düşüncesi dayanılmaz bir yorgunluk içinde çözülüp akıyor. Daha önce hiç bulunmadığı bir yerde… ama yer diye bir şey yok artık. Her yer hiçbir yer. İçinde yalnızca o andan geriye doğru uzaklaşma arzusu, yönelecek yer bulunmayan imkansız bir kaçış duygusu var!)

Siyah Lale: Karısının trafik kazasından sonra ardından yas tutan bir adamın geçirdiği süreç. Lale’yle simgelenmiş. Karısının da adı laledir. Çiçekle eğretilemeli bir bunalım süreci. Sonra acıların unutulması. Çiçeğin kaderine terk edilmesi biçiminde anlatılmış.

Pembe Kayışlı Saat: Bir yazar konuk olduğu evde gece bir düş-gerçek deneyim yaşar. Bir yıl önce apansız ölmüş bir genç kızla iletişim kurar. Sabah yaşadığının gerçekliğini sorgularken kızın çekmecedeki pembe kayışlı saati yok olduğunu görür. (Alıntı; S.37 Kapının tam karşısındaki duvarda evin ön cephesine açıldığını sandığım küçük, yerden epey yüksek bir çatı penceresi vardı. Gidip ayaklarımın ucunda yükselerek fırfırlı perdenin ucunu kaldırdım, dışarıya baktım. Geniş bir caddeyi jilet gibi parlayan, birbirine karışmış raylarla bölen tramvay yolları,ıslak kaldırımlar, yanıp sönen trafik ışıkları, küçük dükkanlar ve karşı tarafta yan yana sıralanmış pencereleri karanlık evler görünüyordu.Cadde boştu, ortalıkta kimsecikler yoktu. Sinir bozucu turuncu ışıklar altında her şey plastikten, hava ise nemli, kaygan bir eriyikten oluşmuş gibiydi.)

Beklemek: Bir teyze motifi.  Evlenmemiş. Bir polis şefine aşık oluyor. Onu öldürüyor. Hapse giriyor. Şimdiki zamanda hapisten çıktıktan sonra yeğenle karşılaşması, geriye dönüşte her ikisinin öyküsü.

Ruhumu Öpmeyi Unuttun: Bir intihar. Sonrasında kocasının geriye dönüşü biçimiyle anlatılıyor.  Ama bu anlatımdan önce kocanın sevgilisi bir sanrı görüyor. Ölen kadının intihar biçimini.  (Alıntı. S.73 Akşamüzerlerinin en güzel olduğu mevsimdi. Yaz belli etmemeye çalışarak yavaşça sonbahara akıyordu. Balkona çıkıp oturdular. Esinti taze mısır, keten helva, karpuz ve rakı kokusu taşıyarak yüzlerini yalayıp geçti. Deniz koyu mavi, göz okşayıcı ve gizemli onlara doğru akıyordu sanki.)

Gelecek: Bir intiharın ardından. Bu çok güzel. Çok güzel.Bakış açısı çok nefis. İntihardan kurtarılmış bir adamın bellek yitimiyle çevresini gözleyişi. Karısına,çocuklarına bakışı. Tekdüze yaşamın bıktırıcılığı bu kadar mı güzel verilir?” Geleceğim gelmiş! “S.101

 Bir Anatomi Dersi: Bir tıp öğrencisinin ilk kadavra deneyimini olağanüstü bir açıyla vermiş bir öykü. Tümüyle duygusal boyutla gerçek çok başarıyla harmanlanmış.

Alıntı: Kucağındaki plastik torbasını sımsıkı tutuyordu.Bu bir eşya değil de kadının hayatının tümünü açıklayan bir şeymiş gibi göründü Hülya’ya” S.111)

Alın Yazısı: Organ mafyasının organ çalma işlemi çok başarılı bir biçimde verilmiş. Alınyazısını değiştirme ilanıyla böbreğinden olan bir adam, buna razı oluşu..

Baba: Bir mafya babasının ölüm anından ruhun bedenden ayrılışı inanılmaz bir geçişmeyle (tam bir metamorfoz) veriliyor. Adamın saydam ruhu hastane odasında gezinerek geçmişini okura anlatıyor. Başka bir bedene girmeye hazırlanırken öykü bitiyor.

Gelin: Gerçeklik anlaşması yapılarak yine gerçeküstü bir öykü. Uyuşturucu satıcısı ve kullanıcısı bir adamın sanrısı mı deneyimi mi pek anlaşılamayan öldürülmüş bir kadının gelin giysileri içinde bulunuşu, onunla birlikte oluş ve ölünün ölüm ortamına geriye dönüşü…

ANNENİ ÜZMEMELİSİN

Serap Gökalp’in Pirana Kahkahaları kitabından…

Çay bardağına tünemiş içine bakarken, annesinin başına açtığı durumu değerlendiriyordu. Anne: emekli öğretmen. Uzun yaşamanın en gerçekçi yolunun az uyuyup çok iş yapmak olduğunu söyleyen kişi. Üç çocuk yetiştirdi, ikisi kız, evliler, maskeleri pardon, meslekleri var. Ama bu oğlan (yani ben oluyorum) daha bir baltaya sap olmuş değil. Üniversite bitti gene okuyor… Okuyorum. (Muyum?) Askerliği de öteledi. (Okul zaten tecil için.) Akşam yemeklerini hala tek başına yemek zorunda oluşuna söylenmekten olup bitenin farkında değil öğretmen- anne. Oğlunun karanlık bastıktan sonra sokağa çıkmalarını işsizliğinden utanma şeklinde yorumlamakta, bu noktada yüreği burkulmaktadır. (Söylerken duydum.)  Onun zamanını bilgisayar ve “arkadaşlarla takılıyoruz” arasında bölmesi konusunda kendini çaresiz hissetmektedir. (Biliyorum.) Belli düzende aralarında şu konuşma geçmektedir: Anne, titrek bir gülüş, yalvaran bir sesle “evladım bir işe girsen,” der. Duygusal bir süngerdir o, çocuklarının sorunlarını, dinler, emer, biriktirir. Evlat, başka tarafa bakarak “arıyorum ya” diye yanıtlar. Sonrasında sesler perde perde yükselir ve bir kavganın içinde bulurlar kendilerini. Kadın kendi gerçeklerini sayıp dökerken çocuğu sarkmış boynuna ve burun deliklerine “bu baskıcı öğretmen hallerinin umurunda olmadığını” bağırır!  Pes eden öğretmen-anne olur. Titreyerek işine döner. Onun odasındaysa çıkar. Hayatın hızla geçip gittiğini genç bir insana anlatmanın neden bir yolu yoktur? Oğul onun artık bunak bir ihtiyara dönüştüğünü bile söylemiştir bir keresinde. Öz annene!

Öz anneye…

Çay kaşığını döndürdükçe oluşan burgaçta şeker parçacıkları eriyordu. Tersine karıştırmaya başladı. Şekerler eriyor, eriyor, eriyor… İş bul baskısı kabuk değiştirdi;  evlen! Çok şeker bir kız varmış…  Çaya atılacak şekeri beğenmedim dense bu girdaptan kurtulmak olası mıydı? (Böyle bir oyun seni üzmedi mi?) Olup bitenleri havada yüzerek izledin. Neyse ki görücü usulü girişim kâbusu az sonra bitecek. Uygun cümle ne olabilir? Maddi koşullarım uygun değil… Olsun derse? Kaşla göz arasında telefon numarasını veren insan… (Onu ilk gördüğümde sevmedim.)  “Üzüldü mü?” diyecek öğretmen anne. “Nazik olsaydın.” “Nazik oldum” diyeceksin. “Üzüldüğünü sanmıyorum.” “İyi ki telefonda değil yüz yüze söyledin,” diyecek anne-öğretmen. “Ayıp olacaktı. Nazik bir durum bu.”

Masanın üstüne bir yaprak düştü. Elinin tersiyle itti. ( Sabrı bitti bitecek.) Bu sırada topuklarına kadar mantosu, arkasında gizli bir kafası daha varmışçasına sarılı başı, kocaman siyah gözlüğü, eldivenli elleriyle kız dibinde bitiverdiğinde irkildi.  “Birini mi bekliyorsun?” dedi kız (Ne basmakalıp!) Kollarını aça aça söylenmiş bu cümleyle sanki bir yel değirmeni dile gelmiş oluyor. Boğazından bağlanmış örtüsü, değirmenin çatısı, koca gözlüğü iki kara penceresi.  “Başınızı neden olduğunuzdan büyük şekillendiriyorsunuz?” diyorsun. “Buraya sık gelir misin?” diyor değirmen. “Hayır, ilk geliyorum,” diyorsun. “Biliyorum,” diye kıkırdıyor gizli bir şeyden söz eder gibi. “Senin mekânın farklı.” İlgisiz bakışlarında bir kıvılcım bekledi, olmadı. Bozguna uğramış, intikamcı bir atak yaptı: “Sırrını biliyorum, tamam mı?” Karşıya bakıp çay kaşığını boşalmış bardağın içine attın: “Otursana.” “Seni ilk gördüğümde anladım,” diye üsteleyince “Hadi ya, ” diyorsun. Sesin ne öyle ne böyle. Konuyu sürdürmeyi istemiyorsun ama kız kıvrım kıvrım; “Bence bizim karşılaşmamızı kader istedi,” diyor. “Kader mi? Tanıyor muyum onu?” “ Alay etme. Bunu değerlendirmeliyiz.” “Neyi? Hiç tanımadığın insanlar görücü geliyor. Nasıl bir lüks içinde yaşadığını görüyorlar. Daha işi bile olmayan damat adayını halının altına süpüreceğine baş başa görüşmeyi istiyorsun. Değerlendirilecek ne var, bir düşünelim. Baban içgüveyi arıyor olabilir mi?” “Annen biliyor mu?” Baktın.  Tavrında soruyu anlamaya çalıştın, olmadı, hali. Neyi kast ediği besbelliydi ama mayınlı alana bir yabancıyla girmenin sırası değil. “Gizli buluşmamızı mı?” diyorsun kayıtsız. Garsona iki çay işaret ediyorsun. Gözlük çıkıyor ve kısık bakışlarla; “Biliyordur, bence biliyordur. Ben seni görür görmez anladım,” diyor.  Boş bulundun! Gerdan kırıp göz süzüşün karşısında (Saçmalayacaksın dur!) parlayan gözleri senin yılan sepetinin kapağını açtığını gösteriyor. Durumu kurtarma girişimin: “Alnımda ne yazıyor acaba?” “A, saf mısın? Şu hallerine baksana…”  Sırtını dikleştiriyorsun. “ Ne varmış hallerimde?” (Gözünün ta içine bak! ) “Bence…” diyor kız bakışını kaçırmadan “ortak bir yanımız var. Kader bizi o yüzden karşılaştırdı.” “Ortak yan?” “Bal gibi biliyorsun. İkimiz de kabuklarımızdan şikâyetçiyiz işte!” “Hadi ya! Sen de mi?” der demez elini yılan sepetinin içine sokmuş oluyorsun… (Sıçtın sus! Aman boş ver. Bir daha kim görecek bunun yüzünü?)  Miden bulanmıyor ama bulanacak diye korkuyorsun. “Evliliği siktir et!” diyor kız üstünlük taslayarak. “Bak ne diyeceğim, bana gerçek seni göstermeni istiyorum. Nerde yaşıyor, nasıl yaşıyor o?” Sessizliğin karşısında bir armağan vermeye girişiyor, cesaret payı bu : “Biliyorsun son model bir cipim olmasına rağmen istediğim yere gidemiyorum. Donuma kadar ipek giyiyorum ama dışarı çıkarken ne kadar giyinsem az. Dünya kadar yiyeceğin içinde ne zaman yiyeceğime başkaları karar veriyor. Oruç tutmam gerekiyor mesela. Ama “ halam geldiyse”  tutmamam gerekiyor. O zaman da yemek yemem ayıp.  Çünkü “halamın geldiğini” cümle âleme duyurmuş oluyorum. Gülemiyorum. Tahrik etmemeliyim. Yoksa tecavüzü, ölümü hak ederim. Verirsem günahkâr fahişe oluyorum. İstesem hoca nikâhı yapar biriyle yatarım ama bunu insan-kadın onurum reddediyor…” Eldiveni çıkarıyor. Bu bir elin ortaya çıkmasından çok tüm vücudunun çıplak kalmasını çağrıştırıyor sende. “ Özgür olmak istiyorum” diyor, alçak sesle. “Tıpkı senin gibi.”

Şişen bir susku beliriyor ansızın. Bir dikişte erkeksi bir edayla içlen çay. Eldivenin tekini dairesel bir hareketle alıp ayağa kalkış . Gözlüğü takmadan önce sert bir hadi bakışı. “Sırrını göstereceksin bana.” Bu cümle duygu katmanlarından sinsice sızıp derinlerine kadar seni çatlatıyor. (Bu ne ya !) “Ruhsal çıbanlarını götür başka yerde patlat tamam mı? Beni de pamuk niyetine kullanma! İstemiyorum! Saçmalık bu!” diye bağırıyorsun. Her an denetimsiz kalıp fışkıracak öfke etrafındakileri (Şu kızı!) küle çevirebilir…

Bekliyor…

Boyun eğiyorsun…

Sefil yeşil dehşetin fısıltısını duymazdan geliyorsun: “onu senin Pürtelaş sokağına”, evine götürmeyeceksin herhalde?

Kapı bir koridora,  dışarıdan sızan gün ışığıyla toz tabakasına açılıyor. İki dünya arasından gelirmişçesine titreşen bu sisin içinde sanki saydam varlıklar gizleniyor. Birazdan bir tanesi üstüne inip seni kaplayacak, tümüyle değiştirecek… O anda kız yüzünü dönüp düğmelerini açtı. Topuklarına dek inen mantosunun zıvanaları gıcırdadı. İçindeki yeşil ışıkta seğiren ıslak, iç organlarını gördün. Başındaki örtüyü çıkardı; ak kemikler…

Koridorun taşlarına çömelip (pusulanı tümden yitirmiş durumdasın) hüngür hüngür ağlıyorsun. Kırk yıl düşünsen aklına gelir miydi? Psikolog diplomasıyla yetinmeyip felsefe okuyan biri… Tesettürlü bir kıza görücü gidecek, ona her şeyi açıklayacak… (Neden yaptım?) Yetmedi video çekmesine izin verecek… (Şimdi ne yapacağım?) Dizlerini yüzüne daha çok çekiyorsun. Geceye dönen ışık koridorunda duvar yürüyor, dört karo tek karo kalıyor ve üstünde  bir video görüntüsü seğiriyor… Yakıcı ve şiddetli, içinden koca koca parçalar atan ağlamanla o taş kutuya bakıyorsun. Sarsıntıdan dağınık saçların sırtına beline vuruyor.  Alaca akşam şavkı gözlerinden süzülüyor, çevresindeki siyah halkalar sakalları iyice kazınmış, kozmetikle kapatılmış yanaklarına iniyor. Islak bir camın arkasından görüyorsun her şeyi. “Üzüldü mü?” diyecek annen. “Nazik olsaydın” “Nazik oldum,” diyeceksin. “Üzüldüğünü sanmıyorum. Çünkü…”  Evleneceğine sevinecek…

***

KENDİNİ ÖLÜME BAĞLAYAN KADIN

Serap Gökalp’in Astak Kum Saatinde Akarken kitabından bir kadın öyküsü… Çaresizliğinden ölümün kapısından geçerek kurtulmaya çalışan bir kadın… Ressam Cengiz Çeliker’in çizgileriyle

SİZİN İZİ

Serap Gökalp’in Madenci Öyküleri Yarışması 2007 ikinciliğini alan öyküsü. Tüm madencilerimiz ve emekçilerimize armağan…

Sisler içinde yitirilmiş bir gün olacağını bilemezdiniz. Yürürken apansız ayaklarınızı yitireceğinizi, arabaların hareketli bir çift ışıktan ibaret olacağını. Bu narin ve tehlikeli duvar yüzünden kıpırdamaktan korkacağınızı. Çocuklarınızı, evlerinizi, sokaklarınızı hatta rüzgârı bile yutuvereceğinden kaygılanıp, ötesini göremediğiniz pencerelerden dışarı kaygıyla bakacağınızı.

Araçların kaza yapacağını, onları aramak için yola çıkan kurtarma aracının bir elektrik direğinde ya da  yol ortasında kala kalacağını. Cankurtaranların çaresiz mavi ışıklarının sis içinde çırpınmaktan başka bir şey yapamayacağını. Belediye çukurlarında insanların öleceğini ve hırsızların bayram edip köşe bucağa saçılmışken yollarını yitirip karakollara sığınacağını. Siste ne olacağını bilemezdiniz.

Kadın şimdi  kömür galerisinin göğe bakışıyla bakıyor. Yüreği 450 metre derinlikte atıyor. Sümüksü sıcağın şlap şlap seslerini duyuyor. Vagonlar yanıp sönen raylardan karanlığın yüreğine kayıyor. Susuzluktan çatlamış dudaklarıyla küf kokulu ocak ağzı, işçileri emip yutuyor. Sonra öğüttüğü vardiyaların kara çekirdeklerini tükürüyor.

Bunca görmüş geçirmiş, üççeyrek asrı geride bırakmış Mustafa Efendi ilk olarak bir kadının bakışlarından tedirgindi. Ama itiraf etti; ondan değil, birazdan kendini yenik hissedecek, kaygısı bundan. Kasketini geri itip kafasını azıcık havalandırdı. Pandizot kenarlıklar derisine yapışmıştı. Kadın bu hareketi kaçırmadı. Bunca direnmesine rağmen yaşlı adamın çözüleceğinin işaretiydi bu şapkayı geri itmek, sonra çıkarıp tozluymuşçasına pat pat elin tersine vurmak. Adamın kırış kırış yüzünden farksız, kullanılmaktan iyice büyüyüp yıpranmış,  toprak, taş ve çimentoyla zora koşulmuş eller, kasketin gölgeliğini eğip bükerek; “Bunu yapamam hanım, benden olmayacak bir şey istiyorsun” deyip kasketi tekrar başa takan eller…

Hiç sesini çıkarmadı kadın. Bakmayı sürdürdü.

“Yaparsın,” diyordu gözleri. “Yapacaksın,” diye duruyordu sırtı. “Yap ne olur,” diye yalvardı hafifçe kabaran gözyaşları adama.

Ağaç köklerinin dibinde belli belirsiz bir sis, ansızın… Şimdilik masum gözüktüğünü, hatta sevimli olduğunu düşündü yaşlı adam, bakışlarını ondan kaçırdı. Kısa saplı madenci küreği,  sapı duvara dayanmış öylece duruyordu. Duvar maden duvarına benzedi ansızın. Tahta sap, parlak ve kaygandı, kazmanınki de öyle. Bazı ellerine tükürmesi gerekiyordu kullanırken. Dinamit patlatılmış, kayalar temizlenmişti. Tahkimler sağlamdı ama kömür damarı çok inceydi. Önce eğik çalıştık sonra ben yatarak çalışmaya başladım. İşte bu kazmayla. Kürek duvara dayalı duruyordu, aynı şekil. Sıcak. Abidin Usta eski usul, panonun üst ucunu yeryüzüne irtibatlamıştı ama soluğum havaya yapışıyor, ağzımdan içeri giremiyor, öyle hissediyorum. Çavuş canımı sıkmıştı; ver ediyordum kazmayı kömüre. Yedekte Hüseyin vardı. Burnu çelik çizmeleri zemine yapışıp koparak benim öfke parçalarımı, küfürlerimi, çavuşun orasını burasını taşıyordu dışarıya. Islak ve karaydılar. Arada tükürüyordum sinirimden. Tükürüğüm sıcak ve kara… Soluğun, yediğin, düşlerin kara olur madenciysen. Kömür bencildir, kaplar, içine işler, gözünün gördüğü tek şey kömür olmak zorundadır. Yoksa kıskanır, üstüne kapaklanır anlamazsın. Sen kendini madendeyim sanırsın çoktan imam efendiyle yalnız kalmışsındır. İmam seslenir; Makbule oğlu Mustafaaa!  Kalkmak istersin, başın tahtaya çarpınca anlarsın; burası mezardır, başındaki imam.  “Eyvah ben ölmüşüm!” dersin ama elbiselerin çoktan ölü yıkayıcısına vermişler, ayakkabılarını kapının önüne koymuşlardır. Bre aman! Yedi gün evinin etrafında dönenir durursun.

“Bunu yapamam bayan” diye mırıldandı gene ve sesi sessizliğin içinde pek fena durdu gibisine geldi. Sesi mi fena durdu yoksa sözcükler mi tam yerini bulmamıştı pek emin olamadı. Belki tüm diyeceklerini bitirmiş, tüm gözyaşlarını tüketmiş kadının suskunluğu yüzünden.   Otlar çıtırdıyor, çıtırtı sesinden nefret ederim. Karşısındakinin uzayan bekleyişinin adamı daha beter daralttığını keşfettiğinden beri sürdürüyor sessizliğini. Yaşlı adam bulundukları yerin tüm seslerini duyuyor olmasına karşın onun algıları kapalı. Ne bitkilerin kokularını ne toprağın kokusunu ne keskin ışıklı kuş seslerini… Herhangi birinin yapabileceği şeylerle oyalanmak-bir kumaş parçasını katlayıp açmak, bir söküğün ipini çekiştirmek, parmaklarını çıtlatmak- yerine paslı ayaklı bahçe sandalyesinde kaya duruşunu koruyordu.  Yüzünde hiç duygu belirtisi olmaksızın; sadece Mustafa Efendi’yi vicdan azabıyla titreten, her an taşmayı bekleyen gözyaşı buğuları… Ağlasa belki, yaşlı adam rahatça “olmaz”, diyecek ama hiçbir şey yapmıyor olması… Karnım acıkmıştı, öğlen yediğimiz elma ekmek çoktan bitmişti içimde. Sıcak. Ben ses,mes duymuş değildim. Kendi tıklamalarım ve ötekilerin toklamaları sade… Hüseyin, can havliyle koluma yapıştı. Parmakları terden, kömür tozundan kaydı kıllarımın üstünde.

“Dinle!”

“Ne var?” diye terslendim, durmak istemiyordum. Kömür öfkemi alıyordu çünkü.

“Çıtırtıyı duydun mu?” diye fısıldadı, gözleri havalandırma bacası gibi. Sıkıntıyla yere baktım; kara, sonra ona; kara.

“Yoo.”  Saçmalıyor bu velet.

“Çıtırdıyor, nasıl duymazsın!”

“Tahkimlerde mi?”

“Hayır be adam, kömürü dinle!”

Kısa saplı kürek kayıp yere düştüydü, şu kürek işte. 

“Ha s….r! dedimdi can sıkıntısıyla. Küreğin düşmesine değil de çıtırtıya.

Tam o sırada “Kaçın!” diye bağırdı biri. “Göçük geliyor!”

Madenin sakin zamanının küflü kokusu ve kudurduğu zamanki yumurta kokusunu duydu, çenesini sertçe çevirdi savuşturmak için. Kokular yok oldu.

Kadın yedi gündür her Allahın günü geliyor, onu hep uzaktan gördü. İki günden beriyse adama musallat oldu. Adı Belkıs Erk ama Mustafa Efendi bilmiyor. Belkıs Hanım diyor ki; “İstersen sen görmezden gel, ben tek başıma başarabilirim. Eğer bunu suç görüyorsan yani… Ama senin çarçabuk yapacağın iş için saatlerce uğraşmak zorunda kalacağım.  Gören olsa zararı sana… Hiç kazma kullanmış değilim çünkü kürek de. Ama olsun. Yapabilirim. Yeter ki izin ver. Dahası yardım edebilirsin. Bunu yapabilirsin. Hem emeğinin karşılığını vereceğim söz. Ne olur.” Yaşlı adam sade aklıyla bu isteğe hiç mi hiç anlam veremiyor. Kabullenmeyişin, reddedişin gerisindekileri anlamaktan çok uzakta. O çoktandır yitiriş yaşamış değil, hayli zamandır kimsesi yok, o yüzden. Rahmetliler onları çok yorduğunda, birlikte sigara içip,  tepeden aşağıları kömür madenlerini seyrettiği yardımcısı var sade, o kadar. İnsanlar onu yok mu sayar, yoksa kazanılmış bir görünmezliği mi vardır nedir, kimse Mustafa Efendiyle konuşmayı akıl etmez ki. Bir kadınla en son ne zaman konuştu sözgelimi hatırlamıyor. İki gün öncesine dek. Bu geldi ve oraya; o paslı bahçe sandalyesine temiz memiz olmasına aldırmaksızın oturdu, konuşmaya başladı.

Ona; “Ne işin var senin bu toprakla?” bunu sordu ilkin.

“Ne işim olacak? Bunda sorup soruşturacak bir şey yoktur; iş çıkar, yaparsın. Bazı günler; şu mübarek melek gün boyu hiç dinlenmedi mi? diyesin gelir yorgunluktan ama yine de toprağı kazar durursun” dedi Mustafa Efendi.

Mübarek meleği çok eskiden tanıyor. Yeraltında sık karşılaşılır. Artık madene inmem ben, bu işi yapamam, diye karar verdiğinde Hüseyin bez bebek olmuş sallanırken kollarında, başkasını bulamayıp bu işe mecbur kalacağını yine toprağı kazacağını bilmiyordu. Kazmasıyla küreği de…

Çaresizlik duyuyordu, biraz da hüzün. Bütün kapıları zorlanıyordu şu anda. İçeride sıkışıp kalmıştı, bağıramıyor ve dışarı çıkamıyordu. Hüzün bulutları ağır öbekler halinde daima bulunmuştur çevresinde, biri gelir, öteki gider. Burası büyük, çok büyük, tüm hüzün bulutlarını barındırmaya yeter…

“Şimdi o senin çocuğun olsa…” demişti durup dururken.

Kimsesi olmadığını söyledi Yaşlı adam, ayakkabısının burnunu yere vurarak.

“Sana çocuğu olmak nasıldır anlatayım.”İki gündür anlatıyor. Sesinde koyu bir siyahlık. Kaplayıcı buyurgan renk. Onun olduğu yerde diğer renklerin sesi çıkmaz. Tıpkı madende tüm renklerin suskun olması gibi. “Analar hiç yalnızlık hissetmez,” diyor inançla. “Neden biliyor musun? Çocuk yeniden doğuştur da ondan. (Gözlerini patlatıyor.) Sanki  sana bir fırsat daha verilmiştir. Keşke şunu yapsaydım falan dersin ya hani. (Örtüsünü kulaklarının arkasına sıkıştırıp öne doğru eğiliyor.) Çocuğu da öğrettin mi, o da başardı mı, keşkenin birini siliverirsin gider işte! Anladın mı?  Parmakları ölümsüzlük kapılarını açar sana. Onun çocukları da ona, anladın mı beni?  İki ayna arasında dururcasına çoğalırsın işte. Oğlumu kucaklamadan önce ne yapıyordum bilmiyorum.”

Yaşlı adam onun tüm yaşam öyküsünü, tüm duygularını biliyor şimdi. İlyas’ı da.  Yalvarmalarını, baskıcı tutumunu, yorgunluğunu biliyor. Ne denli kararlı olduğunu ve yetmiş beş yaşındaki Mustafa Efendinin onu durduramayacağını da. Ama alınanın geri verildiği nerede görülmüş? Verilmez ki… Yaşlı adam bunu biliyor. Bir de kendi vazifesini. Derinlikli duygularla işi olmaz onun, anneliği nereden bilsin?

Ona bebeğin karnında ilk seğirişini anlatıyor sonra emzirirken göğsünün üstündeki küçük bir elin, meme kaçmasın diye onu nasıl tuttuğunu, saçlarının nasıl mersin ağacına koktuğunu… Adı neden İlyas anladın mı şimdi?

Hayır, anlamış falan değil Mustafa Efendi, sessizce bakıyor. Çocuk rüyadır; kehanet doludur ve kehanetler kendini gerçekleştirebilirler,” diyor Belkıs inançla. “İlyas uyanış demektir, bunu biliyor musun peki?” Hayır, Mustafa Efendi bunu da bilmiyor… Sık nefes alıyor şimdi kadın, soluğu dar yerden çıkıyor. Durup dururken oldu , Mustafa Efendi kaygılanıyor. Uzun konuşmanın sonrasında suskunluk meydanında –öyle ortalık yerde-kala kalmış, uzaklardan bakıyor artık.

Gökyüzünden esrarengiz bir elin koparıp serpiştirmeye koyulduğu sis parçaları toprağı örmeye başlıyordu. Seğirip sürdürüyor; “Benim ömrüm o. Uzamasını yürek çarpmasıyla beklediğim. Oysa olup bitenler sis içinde kaybolmaya benziyor. Öyle şaşkınım ki, hiçbir şeyi yerine koyamıyorum. Anlıyor musun? Parmaklarımın arasından akıp duran şey yüzünden çaresizim. Üzüntümden şaşkın. Bir hata oldu, biliyorum bu düzeltilmeli. Onu arayıp bulmamı bekliyor İlyas.”

Adam lütfen yavaş olmasını istiyor. Ömrü boyunca karşılaşmadığı kadar çok duygu keskinliklerinden paramparça çünkü. Yavaş, artık kaldıracak durumda değilmiş gibisine geliyor, annenin kederinin sızıntısı iki gündür  ihtiyarı sessizce kuşatmış durumda; kurtulamayacağını ve çıkış için onun isteğini yapmak zorunda olduğunu sezinliyor yaşlı adam gene.

Onun,“Her insan kılına varan dek hayat, hayat derken,  sen burada nasıl çalışabiliyorsun?” diye çıkışmasına da; “Belki de ölümden saklanmak içindir, ne dersin?” diye yanıt veriyor. Adamın söylenenleri dikkatle dinlediğinden kuşku yok. Belki  yüzüne vurulanlar yüzünden acılar içinde kıvrandığı da söylenebilir ama yinede bu istek olağandan farklı; dahası uygunsuz geliyor.

Tamam, tut ki  yapmış olsun. Para falan da istemiyor. Tut ki yaptı, ne değişecek ki? Değişen bir şey olacak mı? O güzel kokulu saçlı oğulun büyümesini yeniden izlemeyi, vücudunun serpilişini  tekrardan yaşamayı  mı umuyor? Peki ya kahkahası rüzgâr olup evin içinde mi dolaşacak sanki ?  Hayır. Sadece gördüğün seni çıldırtacak. Bir kadın, bir ana yüreği bunu kaldıramaz ki! Neden böyle işleri kimsesiz ve ruhu kurumuş erkeklere yaptırıyorlar sanıyorsun kadın? Bir erkek dayanabilir de ondan. Hele bu duyguları bilmiyorsa… Ha mermer taşlar, ha bedenler, onun için fark eden bir şey olmaz ki.

Kadın bugün susuyor. Tüm söyleyeceklerini söyledi çünkü. Tepeden tırnağa  yakarış olmuş duruşu; başörtüsü direniyor, bakışları direniyor. Yaşlı adamınsa kavrayışının dışında bu yaşadıkları. Annesini anımsamıyor ki, bir öksüz o. Babası madende kalınca çalışmaktan ciğeri üşüyüp ölmüş anası. Ana bildiği ninesini yedi yaşında yitirdiğinde de kimse onu teselli etmedi. Olmuş bitmiş  şeyler için üzülmek boşunadır, o zaman öğrendi. Ninesini sever miydi? Şalvarının büzgüleri, pazen gömleği serindi kucakladığında. Başı yarıldığında, yaraya tütün basıp üflerken, nefesi sevgi olmalıydı. Göğsüne bastırıp hafifçe iki yana sallarken, ikisi birden beklemişti-çocuk ve ninesi- çocuğun acısının geçip gitmesini. Bu sevgi miydi?

Belkıs,  Mustafa Efendiye; “ bir delikanlıyı sabah uyandırmak için seslenirken kendi gençliğinin yataktaki kaygısız ve yepyeni, uyanması demek olduğunu… İlyas’ın”

“İyi ya, bak bunlar ne hoş kokulu anılar. Onları öylece taze korusana. Paramparça edeceksin.”

“Olmaz! Sen anlayamazsın. Mezarı açmalıyız. Biliyorum ki orada değil. Bir hata oldu ama gözümle görmeliyim, anlasana. O zaman bana onu geri verecekler. Uyanacak. “

Artık sis meraklanmış her köşe bucağı yoklamaya niyetlenmişti, yaşlı adam sigarası ağzında yavaşça kalktı. Sanki hiç direnmemiş hiç de korkmamıştı. Kullanılmaktan sapları parlamış, madenin çalışkan ikizlerini; kazmayı ve küreği aldı. Zamanını hep açık havada geçiren insanların derisindeki kavrulmuşluk vardı ellerinde. Birbirine sürten parmakları, sigara kâğıdı sesi çıkarıyordu. Rengi atmış çelik burunlu madenci botlarıyla kadının düz ayakkabıları patikada yürümeye başladılar. Pantolon diye bacaklarını saran kalın bez,diz yapmış, paçaları, kırçıllı çorapların içine tıkıştırılmıştı. Toz ve çamur yüzünden paslı bir renk almış kaba ayakkabılar; bir çift paslı havanda bir çift tokmak tıkırdıyordu yürürken. Kadının dimdikti, siyah başörtüsü sırtının ortalarına dek iniyordu, gevşekçeydi kumaş titriyordu. Adamın sırtı kamburdu,  kasketi başında, kulakları iriceydi, gözü seğiriyordu. Sigarasının dumanı, ikisinin arasından geriye doğru kayıyordu, sis ayak bileklerine.

“Hadi,” dedi kadın  sabırsızca, “Hadi, sis bastırmadan yetişmeliyiz.”

Kazma sesini saymakla başladı beklemeye, yandaki [Melek Şekercioğlu’nun ruhuna fatiha] yazan mezar taşına dayanarak. Kazmanın tahtaya değişiyle irkildi. Yaşlı adam tekrar baktı ona; belki vazgeçer diye. Vazgeçmedi, sis dizlerine dek yükselmişti. Tahtaları elleriyle aldı mezarcı, aşağı inmek için uygun şekli düşünürken son tahtayı da kenara koymuştu. Bir ürperti kalın derili ensesinden tüm omurgasına aktı; mezar boştu!  Bir anlık dalgınlıkları yüzünden içeri sis dolmuştu!

“Gördün mü?” diye haykırdı Belkıs, sevinçle. “ Sana demiştim. Artık onu geri almak için uykuya yatabilirim. Uyandığımda İlyas da yatağında uyanıyor olacak ve bütün olanlar  sis altında kalacak. Madene de inmedi ki zaten o. Hiç inmedi!” Yaşlı adamın cebine aceleyle bir tomar kâğıt para sıkıştırıp etekleriyle eşarbı savrularak mezarlıktan çıktı, sislere karıştı…

Anne uykuya yatıp İlyas’la uyanabilecek miydi, mezarcı bilmiyordu. Kendisi uyandığındaysa eliyle kazdığı mezarı,  el değmemiş olarak başucunda gülfidanıyla bulacağını da…  Hıdırellez fidanı gibi dikenlerinde siyah kumaş parçasının nereden gelmiş olabileceğini düşünüp duracağını…

            Sisler içinde yitirilmiş  bir gündü. İlkin ayaklarınızı kaybettiniz yürürken; arabalarsa tekerleklerini. Saat ilerledikçe havada yüzen kafalara dönüştü insanlar, arabalarsa iki fardan ibaret oldu. Kıpırdamaktan korkar oldunuz çünkü kimse nereye gideceğini kestiremiyordu. Hiç alışık değildiniz böyle bir ortama. Buralarda hiç sis olmaz ki. Çocuklar biraz sevinecek oldular ama anneler gözlerini çıkararak; “sakın dışarı çıkmamalarını alimallah kaybolacaklarını” söyleyince tüm keyifleri kursaklarında kaldı çocukların. Hele mezarlık neleri gizliyordu bilemezdiniz. Ay bir rüzgâr çıkıverse de süpürse şu sisi dediniz. Ama ne rüzgârla süpürülecek gibiydi sis ne de rüzgârın uyuşukluğundan kurtulacağı vardı. Ara sokaklarda sinsi sisin sesini dinlediniz sessiz… Güneş çok sonra çıktı, renkli telleri pamukların içine saplanıp kaldı bir süre. Boyasız pamuk helvalar yavaşça eriyip gecenin karanlığında kaybolduktan çok sonra bile sisli günün izlerini anlatıp durdunuz, tüm bacalarda…

-o-

Fadime Hanımın Işığı

Serap Gökalp’in, Kulak Misafiri Kitabından, Petrol İş Sendikası Kadın İşçi Öyküleri Yarışması 2007 birinciliğini alan öyküsü.

Fadime Hanımın Işığı

            Fadime Demircan, gecekonduların çürük dişler gibi dizildikleri yamaçtan çakılları saçıp sıçratarak aceleyle yürüyor. Aslında bir gün önce hava fena değildi. Birtakım belirtiler vardı ama artık o  belirtilerle hava tahmini yapmaktan eski denizciler bile vazgeçmek üzere. Batı tarafta bulutlar tortulanıp bulanmaya başlayınca denizin üstüne bir gölge vurur. Bu gölge hayra alamet değildir. Sahildeki şemsiyelerin toplanması gerekir. Gel gelelim son yıllarda bu bulutların içine dalıveren yün şişleri; güneş ışıklarının (bir iki saat sonra,  bilemedin öğlenden sonra) yün yumağını örüp, gök kuşağına çevirerek başka taraflara çekip götürdüğü de olmuştur. Ne olursa olsun insanda bungunluk yaratıyor bu sıçan rengi bulutlar.

Kendi gölgesi sayesinde arkasından yavaşça akan sabah güneşini hissediyor. Ama ne sarı toprak ne yoldaki çakıllar bu sabah içini coşkulandırmıyor. Yağmur kokusu var havada… Rüzgârın aşındırdığı kayalar arasında kuş yuvasına benzer tek tük evler, sisler içinde erirken… Denizin içine bıçak olup girmiş kara,  sağlam ve sarsılmaz dururken, denizin öfkeli dalgalarıyla yıkanıp parlıyor. Ak köpük şeritlerinin tüm dolanma çabaları karaya vız geliyor. Çünkü hiç susmaksızın gemicilere seslenen deniz feneri onun omuzlarında.

Fadime Demircan’ın yamaçtan aşağı ayakları tökezleyerek yürümesinin nedeni aklını evde bırakması.  Oysa buralarda gözü kapalı bile yolunu bulur. Başını öne eğip,  –aklı evde ama- zeytin ağaçlarını kokluyor ve mantosunun ceplerinin içindeki dikişleri tırnaklıyor.

Bu yoldan tüm kasaba ve liman görünüyor ama o asık yüzü ve patikaya diktiği düşmanca bakışlarını bu görüntüye çevirmiyor. Hem aklı evde hem de bir tür savunma içgüdüsü. Yol biraz ıssız.  Denizden bir karayel esiyor ki uzanıp -çelik tellere tutunurcasına- değebilirsin  rüzgâra.  Tellerin birbirine çarparkenki sesi kıyıdan taa yukarılara kadar uzanıyor. Evlere ağaçlara, insanlara saplanıp kalıyor. Kümeslerde tavuklar, yumurtaları üşüyecek diye kaygılanıyor. Kangal bekçi köpekleri aldırmıyor olabilir yalnızca. Rüzgâra karşı durup ense tüyleri ters döndükçe, havayı koklayıp usulca dolanıyorlardır ortalıkta. Koyunlar birbirlerine sokulmuşlardır; gübre kokusunu hiçbir ağılda tutmayan rüzgâr denizin kokusunu dağlara taşıdığı gibi koyunların kokusunu da kim bilir nerelere alıp götürüyordur. Yaprakları çarpıntıya yakalanmış meşeler, çayırlarda otlar ve yabanıl çiçekler, heyecan içindeler. Öyle bir kanat vuruşu dolaşıyor ki kasabanın üzerinde, bu fırtınadan kimsenin korunması olası değilmiş gibi duruyor. Tabelalar, çatılar, çitler, çekirgeler tehlikedeydi.  Rüzgâr gazoz şişesinden fırlayıp patlayan denize doğru gürlüyor, geriliyor, sonra dönüp Fadime’nin lastik çizmelerinin üstünde marullanmış pazen eteklerini çekiştirip kaçıyor.

İçine pazen iç donu, yün çorapları ve patiklerini giydi yine.Bütün gün su içinde çalışan birinin bunlara dikkat etmesi gerek. Aynı örnek patiklerden kızına da ördü. Bu sabah ona da güzelce giydirdi.

Her şey bir yana, aklı kızında. Çünkü altı yaşında bir çocuğun tek başına bütün bir günü evde geçirmesini ürküntü verici buluyor. Yemeklerini ve ihtiyacı olabilecekleri mutfak masasının üzerine bıraktı. Çaydanlığı bir havluya sardı. Çünkü çocuğun ocakla uğraşmasını istemiyor ve içecek olabildiğince sıcak tutulmalı. Çok kötü öksürüyor. Ihlamur, ada çayı ve zencefil kaynatıp bundan arada bir içmesini tembihledi. Çok ateşli çocuk, okula gidecek gibi değil. Okulda olsaydı aklı onda kalmazdı. Komşusu ilgileneceğini söyledi, arada yoklarım, dedi. Çorba da pişirecekmiş ama okulda olsa içi daha rahat edecek. Ateş yüzünden başına bir hâl gelirse öğretmeni ilgilenir ya evde yalnızken fenalaşırsa?

Balıkhanenin tanıdık kokusu düşüncelerini sekteye uğratıyor. Rüzgâr yüzünden gevşemiş başörtüsünü sıkıştırıp çevreye kulak kabartıyor. Duvarlarına çarpıp sıçrayan insan sesleri, hortumlardan fışkıran su fısırtıları, kap kacak gürültülerinin içinde bir demet gibi duruyor. Biletilen bıçaklarsa sivri sivri ayrılıyor bunların içinde. Tahta balık sandıklarının beton zemine değerkenki sesi başkadır, üst üste konduğunda başka ses duyarsın. Kasalar dolusu balık gelmiş yine…

Balıkların solungaçlarının hava içinde tıkanırken geniş geniş açılıp kapanmalarını artık kafasına takmıyor; çok uzun zamandır. Ama ya kızı öksürürken tıkanır da boğulursa balık misali? Öyle bir öksürüyor ki… Küçücük vücudundan hırıltılar yaşlı ve kof bir ağaç sesi olup çıkıyor. Yaşlı zeytinler böyle öksürür herhalde.

Yeni gelmiş balıklar nefes nefese. Çok yorgunlar. Koca koca açtıkları ağızlarından giren insan havası onları her dakika biraz daha öldürüyor ama bu umutsuz devinimden vazgeçmiyorlar. Bazıları böyle kala kalır; ağzı bir karış açık. Fadime temizlerken en son ne hissetmiş olabileceklerini anlamaya çalışır. Bıçak saplanmasına benzer bir acı mı? Balon patlaması mı yoksa? Dumlupınar denizatlısında kalakalan leventler de bu balıklar gibi mi hissetmiştir? Sıklıkla düşünmeden edemez.

Üstünü değiştiriyor. Dışarlıklı giysilerine balık kokusunun sinmesini istemiyor. Yalnız ellerinden atamıyor bu kokuyu. Plastik önlüğünü güzelce bağlayıp balık sandıklarının arasında görünmez olmuş tezgâha geçiyor. Yosunları kokluyor, çakıl seslerini duyuyor ıslak ıslak.

Küçük balıkları temizlerken solungaçlara baş ve işaret parmaklarını sokup, tutup çekince karnı kendiliğinden yarılır iç organlarını bir kerede çıkarırsın, rahatça. Büyükler için bıçak kullanmak gerekir. Dil balıklarını temizlemeyi sevmez. Onların balık olarak çağrılmaları bile Fadime’ye pek akla yakın gelmez. Parmaklarının arasında duruşu yapaylık hissettirir. Bu sabah kızının kolları da soğuk soğuktu. Alnı yanıyordu ama. Ne yapacağını bilmiyor Fadime. Yok, aslında elbette biliyor; çocuğun bir doktora gösterilmesi gerek. Ama şimdi balıkhaneye haber vermeden işe gelmezse patron hemen yerine başkasını koyar ve işte o zaman… Kocası balıktan dönmüş olsaydı belki o götürürdü hükümet doktoruna. Şimdilik aspirin ve çaydan başka çare yok.

İlkin lokantalara gidecekleri temizliyorlar. Ötekiler temizlenmeden sandıklanıyor. Burası kalabalık ve gürültülü, Fadime rahatça düşünemiyor kimi zaman. Kalabalık ve balıkların seğirmeleri engel oluyor. Rüzgâr giderek artıyor. Tavana yakın camlardaki pervanelerin içinde ıslık öttürüp duruyor. Denizin uğultusu buraya ulaşmıyor ama binlerce gazoz şişesinin patlayıp su taneciklerini oraya buraya fırlattığından, martılar ve karabatakların bu havada aç aç dolandıklarından kuşkusu yok.

Dönen balıkçılar arasında kocası var mı diye bakıyor; yok. Çocuğa baban bugün döner dediğine pişman şimdi. Eve bir telefon bağlatmamış olmasına da üzülüyor. Telefon şirketinin yamaçlara kablo çekmeye niyeti de yok. Daha aşağılarda olsa belki. Sahildeki evler de pahalı . Eski olanların bile kirası verilecek gibi değil…

Aniden bastırdı yağmur! Son yıllarda hep böyle oluyor. Evden çıkarken güneş gözünü yakıyorken, yarı yolda surat asıyor gökyüzü. Kasaba meydanındaki anıtın önünde gökyüzünün  kırbaç seslerini duyuveriyorsun! Tepeden tırnağa birden ıslanıyorsun. Canın sıkılıyor. Şemsiye almadığına ya da hava raporunu dinlemediğine değil, bu yağmurun belirtisiz kopup gelmesine sinirleniyorsun. Ütülü elbiseler buruşuyor, saçlarda bir koku, otobüslerin içinde buğular, yerlerde halka halka yağmurlar.  Apansız saplanan bir bıçak yüzünden boydan boya çatırdayarak ayrılan gökyüzü tehlike yaratıyor. Çocuklar kırmızı renkli şeylerden uzak durmaları gerektiğini söylüyorlar birbirlerine ve ağaç altlarının tehlikesini. Çatıların altına tek sıra diziliyor insanlar. Kaldırımla yol arasında anında ırmak olup oluklara saldıran yağmuru durdukları yerden kaygıyla izliyorlar; ya geçen ilkbahardaki gibi sel baskını olursa? Dükkân sahipleri ikide bir kapı önüne çıkıp suyun kaldırımın neresine yükseldiğini kontrol ediyor. Kovaları, süpürgeleri hazır etmek lazım, iyiye alamet değil bu yağmur. Kapıya da bir eşik yaptırmayı ihmal ettik geçen yıldan beri. Şu aşağıdaki malları yükseğe kaldıralım neme lazım, su bu, aniden gürler dalar içeri. Su neyse de bir de çamur olmuyor mu, temizle temizleyebilirsen. Şimdi çukur yerler çoktan su altında kalmaya başlamıştır. Bodrumlar, zemin katlardaki depolar. Bu cam vitrin sence dayanır mı usta? Oğlum sen ne diyorsun? Vapurla mı gezeceğiz caddelerde? Vitrin camı kırılırsa zaten… Toparlayamayız kendimizi alimallah.  Her şey tarumar olur anladın mı? Öyle bet bet konuşup adamın canını sıkma tamam mı çırak? Ayaklarındaki lavabo pompalarına bakıp “Üşüyorum” diyor, çırak. “Benim ayakkabılar artık hayır etmez, caddenin tüm suyunu emdi çünkü.”

Her çatırdamada yürekler ağızlara geliyor; yıldırım nereye düşmüş olabilir? Islanan ayakkabılar yüzünden ayaklar kaşınmaya başlıyor. İşportacılar bir süre tezgâhlarının üstünü naylonlarla sıkıca kapayıp direnmeyi deniyorlarsa da bu havada kimsenin bir şey alacak hali olmayacağını anlayınca başlarına geçirdikleri poşetlerle tezgâhlarına dönüp olabildiğince ıslatmadan mallarını topluyorlar. Çoğunun ayakları çıplak ve paçaları sıvanmış, yine de çamurdan kurtulmak mümkün olamıyor. Ortalığı yağmurun sesi kaplıyor, yollar sessiz, taşıtlar çok yavaş ilerliyor. Trafik lambasının borusunun içinden bir serçe başını uzatıp dışarıyı kolaçan ediyor.

Serçenin yiyecek sıkıntısı yok.  Onu gören Fadime’nin de yok. Balık bol. Et yemiyorlar ama olsun. Yazın herkes bahçesinde sebze yetiştiriyor. Pazarda satan bile var. Ama Fadime ancak kendisine yetecek kadar yetiştirebiliyor. Çocuk iyi besleniyor. O yüzden aslında sağlıklı. Nasıl oldu da böyle üşüttü kendini? Keşke onu dinlemeyip okula gönderseydi. Yüksek ateşten baygın düşmesin sakın? Yok canım, komşu bakarım dedi; bakar. Çocuğu doktora götürmek gerek. Akşama onu zeytinyağlı, karabiberli sarımsak ezmesiyle bir yağlasa belki üşük çıkar. Ama bu sefer de muayene ederken, çocuk buram buram sarımsak kokacak, adam tiksinip iyi muayene etmeyecek… Of, başı ağrımaya başladı. Odun kömür için ayırdıkları paradan doktor ve ilaçların parasını ödeyebilirler. Kocası bugün gelse… Ama evi iyi ısıtmayınca ya çocuk daha kötülerse? Geçen hafta geceleri sobayı yakmadılar, kömür azdı, belki de o yüzden üşüdü. O zaman üşümüş olmalı. Çocuk bu, bilmiyor ki, uyurken üstünü açınca… Bir de korkuyor; kömürden zehirlenmeleri duydukça. Ya rüzgârdan tüter de gündüz gündüz çocuk zehirlenirse?  Yok, akıllı kızdır o, ben söyledim, arada kalk kapıyı aç ki havalansın içerisi, dedim. Sobayı da karıştırma sakın.  Sakın kapaklarını açıp içine öteberi atmaya kalkışma. Bazen odunlar mı, kömürler mi, belki kozalaklardandır aniden parlıyor ateş.

Kozalakları sonbaharda çalışmadığı günlerde topladı, kızıyla, Fadime Demircan… Çuvallayıp bodruma koydular. Kıştan önce her şeyi hazır edince enikonu keyiflenir . Savaşa hazırlanır gibi hazırlanır her yıl; erişte, tarhana, közlenmiş biber, patlıcan kurusu, reçeller, sebze konserveleri, kompostolar, salçalar. Odunu yağmurlar başlamadan alırlar. Kocası buna dikkat eder. Kiler tarafı dolduğunda Fadime nasıl rahatlıyorsa kocası da odunluk dolunca nefes alır. Kış için balık hazırlamak da kocasının işidir, zeytinler ve zeytinyağı da öyle. Masraflarını olabildiğince kısmaya çalışıyorlar çünkü okul var artık. Onun okuması lazım. Çocuk onların ışığı… Derslerini yapmasını tembihledi. Bugünküler için yapılacak bir şey yok, çünkü evleri kasabadan hayli uzakta. Ne bir arkadaşı gelebilir, ne kızı çıkabilir. Fadime’nin balıkhaneden dönmesiyse akşam karanlığı. Öğretmen çoktan gitmiş olur. Buna aldırmıyor. Onun canını sıkan çocuğun evde yalnız olması. Komşusu bakacak ama onda da beş tane var. İşinden başını kurtarıp seninkine bakabilir mi? Gidip şu adama yalvarsam; bir gün olsun izin vermez mi ki? Git, der sessizce ve yarın geldiğinde, tamam, der elemana ihtiyaç yok. Yemek yemesem de öğle paydosunda bir koşu gidiversem… Yetişemem  ki… Ya da lokantalardan birine balıkları ben götüreyim, diyeyim. Kaçıp kızıma bir bakıp geleyim. Ah içimdeki şu sıkıntıdan kurtulayım, ondan korkuyorum. Sakın ona bir şey olmasın! Yok canım. Anneler hisseder ama! Durup dururken ne olacak? Çocuk evde. En güvenli yer. Her şeyi tembihledim. Rüzgâr da çok arttı. Soba tütecek, zehirlemesin? Zehirlenmez. Arada odanın kapısını aç havalandır, dedim. Bunu biliyor. Kapıyı… Biri gelirse kapıyı açmamasını söylemiştim. Ama ya kurnazca aldatılırsa? Yok bir şey. Vesvese etmeyeyim. Sadece komşunun sesini duyunca aç dedim, dinler o sözümü. Dedim değil mi? Dedim, dedim, hatırlıyorum. Yabancılara kapı açılmayacağını bilir benim kızım zaten. Ama sobanın içine çöp atmaya bayılır. Üst kapağı açıp… Maşayı tutmayı beceremezse elinin üstüne kapak düşebilir, Allah korusun! Kâğıtları çabuk davranıp atıvermezse bir uçtan tutuşur, ateş yüzüne harlar! Hadi, hadi, durup dururken, ne kâğıdı yakacak? Benimki de laf şimdi. Televizyon seyrediyordur o.  Yatakta oturmuştur. Her şeyi ayarladım. Sobayla, ocakla işi yok.  Bir kalıyor kapıya dayanacak bir serseri. Son zamanlarda kasabada bir sürü yabancı türedi zaten.  Kimdirler, nereden gelirler bilen yok. Bizim işlerimizin etrafında dört dönüyorlar. Hırsızlık arttı. Ama onlar kasabada geziyorlar. Bizim onlara gitmezler. Fakir olduğumuz besbelli. Ne çalacaklar ki? Televizyon bile eski model. Bizim eve giden miden olmaz. Ama ya çocuk çalan cinsten insanlarsa? Hani şu dilenci yapanlardan, ya da organlarını çalanlardan?  Geçen sene olmadı mı? Biraz soruştursan bilgi toplarsın; kadın balıkhanede çalışıyor. Sabah altı buçukta açılır orası. Akşam da yedide ancak evinde olur. Babası balıkçı; teknelerde çalışıyor, kendi teknesi yok. Çalışıyor sade, haftalıkla. Kız ilkokula gidiyor. Komşununkilerle birlikte çıkıyorlar sabah. Bugün evde yalnız galiba. Babası balıktan dönmedi. Okula gitmemiş. Bunları kolaycacık öğrenir. Sonra sessizce rüzgâra karışıp eve yönelir, kapıyı çalar. Yavrum ilkin cevap vermez. Ama tut ki postacıyım derse… Küçücük şey inanmaz mı? Bizim postacılık işimiz yok diye akıl etmez ki. Postacı amcalar iyi insanlardır, kapı açılmalıdır. Sonradan anlar ama iş işten geçer. Filmlerdeki gibi adam ağzına bir çaput tıktı mıydı, haydi bakalım. Komşu, evin kapısını açık görünce hasta hasta dışarıda mı geziyor, diye kontrol etmeye gelir. Bir de bakar ki ev boş! Kapılar ardına dek açık! Kızımın yere düşen terliğini çevirir. ( Ters terlik uğursuzluk getirir, der hep) Ama kız nerede? Döner dolanır, dövünmeye başlar. Seslenir ama boşuna. İçine kaygı sel gibi akar.  Bir şeyler, kötü bir şeyler… Koş, der büyük oğluna, koş, Fadime Teyzene haber ver. Ayşe ortada yok. Annesinin yanına mı gitti acaba? Gider mi ki? Gitmez. İzinsiz yapmaz öyle şey. Koş, çabuk bisikletle git. Hızlı git, dikkatli ol ama. Oğlan annesinin sözünü ikiletmeden bisikletine koşar. Heyecandan gene sorar; “Ne diyecektim Anne, unuttum.”

“Fadime Teyze, Ayşe evde yok. Ev boş. Annem bakmaya gitti kız yok. Annem hemen gelsin diyor, diyeceksin.”

“Tamam” der çocuk, yarılasıya bisiklet kullanır. Yamaçtan dönemeci alırken bir ayağını arada yere sürtüp destek yapması gerekir. Balıkhanenin önüne gelir gelmez bir yandan bağırır; “Fadime Teyze’yi görmem lazım!”

Patron; “Ne var?” der. O nefes nefese olan biteni anlatır. Ben içerideyimdir ama bir şey duymuyorumdur. Hele şu Şerafettin’in koca sesiyle şarkı tutturması yok mu? Hava saldırısı olsa, su altındaki balık kadar sağırız. İşte ben de durmuyorumdur ve patron bağırır…

Fadimeeee!

Büyük bir hangardan bozma balıkhanenin büyük camlarından biri o sırada patladı. İçeri dolan rüzgârdan eşyalar korku filmlerini aratmayacak şekilde oradan oraya savruldu. Şangırtının içinde adı belli belirsizdi. Emin olamadı. Kaygılarının kendisini yanılttığını düşündü. Patron yine seslendi; “Fadime gelsin çabuk!”

Fadime’nin dizlerinin bağı çözüldü. “ Ah, karanlıkları susturabilsem, diye geçirdi aklından Fadime Demircan, “Işığım korkuyor çünkü…” Önce elindeki bıçak düştü ve suya sessizce dalan bir balık gibi yere yığıldı, kıvrıldı. Yüreği seğirdi de öyle sustu Fadime, ışıklar cansız kaldı, canı ışıksız…

“Ne oldu” dedi öfke ve telaşla gelen Patron.

Bu adam hiçbir zaman anlatmak istedikleri için doğru sözcük bulamaz. Dağarcığına rasgele elini daldırır,  bir avuç dişli sözcüğü aldığı gibi sağa sola saçar. Onun betimlemesiyle konuşmadır. Ama onu anlamak, kişinin bu sözcüklerin sivri köşelerinden korunmasında gösterdiği başarıdır.  Kalın bir kafası ya da sağlam bir çenesi yoksa onunla kimse anlaşamaz.

“Bilmiyorum” dedi Şerafettin. “Sen seslendin ya, o zaman kayıverdi. Sen niye çağardın onu can alıcı gibi?”

“Yahu şu Denizkızı lokantasının siparişini götürüversin, diyecektim. Şoför mal boşaltıyor, aşçıları da acele ediyor. Şimdi ayılıp doğrulana kadar ohoooo! Hay ben … Fadime Hanım! Fadimeee!”

DÜŞ OLANLARIN GÖRDÜĞÜ ÇOCUK

Serap Gökalp’in Tuz Saraylar adlı kitabından

           Çimenlerin üstündeki kuş tüyü, rüzgârdan iç çekti. Fazlasıyla zavallı duruyordu. Hangi? Bir guguk kuşu tüyü, olsa olsa özgür olayım derken yalnız kalmıştır. Niye? İşte. Hiçbir yere ait olmak istemediğinden… Babam elini enseme koyup hiç bir zaman “aferin oğlum” demedi ki…

 Gözlerini yavaşça kapadı; boşlukta, kalın taş saplı, parlak sarı renkli, ateş gibi yanıp sönen bir çiçek gördü. Gözünü açınca birden kayboluyordu. Elini uzatıp kenarları karanlığın içinde incelerek titreşen çiçeğe dokunmak istedi ama kıpırdayamadı.

            Yanından gelip geçen ayakları gördü. Gece miydi gündüz mü anlayamadı, çiçeğin orada durduğunu, ışığından aldanmış olabileceğini düşündü. Ayakkabılara karşı çok büyük bir dostluk hissetti.  Onların çevresinde olması içini güvenle doldurdu, beri yandan kaldırımın üstüne düşüp kalkan bu tokmakların, onu sarımsak dişi sanıp ezmesi de içten bile değildi… Birden öfkeye kapıldı! Onları tek tek avlayıp gebertmek, bu havanın dibine atmak ve kendisi tokmak olmak, onları cırt, cırt! Annem diye biri var mı? Bir fotoğraf ya da bir mezar taşı olsun. Yoldan kopan uğultu üstüne saldırıyordu.

Vazgeçti…

            Bin bir zorlukla dönüp yaslandığı ağacı okşadı. Kabuğun sırtını acıttığı yerden içine güven sızıyordu. Bu nedenle ona dokunarak okşadı ve teşekkür etti. Kimsesinin olmayışı umurunda değildi şimdi. “İrfan demek,  gerçeğe ulaştırıcı güçlü seziş demektir,” demişti Ninesi. “Bir de varış demektir. Adın rehberin olsun.” Ağacı sevgiyle kucaklayan beş altı metre boyundaki kollarının midesi bulanmaya başlamıştı.

            Kıkır kıkır güldü. Gülüşünden dört bir yanı ses oldu. Kollarının midesi olmadığını biliyordu ama bulanıyordu işte, çünkü ikisi de öyle diyorlardı,  midesinin duygularını ödünç aldıklarını söylüyorlardı… Hareketsiz kalsa belki…

Zorlukla döndü…

            Sırtını yine ağacına yaslayıp toprağın üzerine kıvrıldı. Nerede olduğunu unuttu ama bildik geliyordu şu kıvrılıp yattığı… Toprağın kavram olarak ne olduğunu unutmuştu. Bir süre boş ceplerini merakla araştırır gibi belleğini araştırdı.

            Vazgeçti…

            Çiçeğini görmek için gözlerini kapattı. Yoktu. Tekrar gözünü açtığında tiner torbası da yok olmuştu, çiçek gibi. Ağacının altındaydı ama kalabalık gitmişti.

            Önemsiz bunlar…

Yalnızca, evden aceleyle çıkarken aklınıza takılan yersiz kuşkular gibi bir şey; neyi unuttum, duygusu… Zaten artık bir evi de yoktu.

Buna hiç takılmaz…  Başka bir şey anımsamadı… Çiçeğini de unutmuştu.

Tam o sırada parlak çizgiyi gördü. Yavaşça doğruldu, kendi kendine inanamadığı bir dinginlikle çizginin kenarına kadar geldi. Yok, bu bir çizgi değildi. Duru bir su seriliydi önünde. Öylesine parlıyordu ki İrfan’ın gözlerinin kökü sızladı. Buralarda hiç böyle bir su olduğunu bilmediğini düşündü. Dönüp ağacına baktı. Güzelce yerinde duruyordu ama çevresi asfalt değil çimenlerle kaplıydı şimdi ve bu tarafta ulu ağaçların arasındaki rüzgâr durmuştu. Ayakkabılarını yitirmişti, çıplak ayaklarından tüm gövdesine bir ürperti fışkırdı. Korktu ama ağzından gülme sesi çıktı.

            Suya doğru yürüdü…

            Çimenlerden gıdıklanan ayakları az sonra çakıllardan rahatsız oldu. Kafasının su kadar berrak olmasını yadırgadı. Çok çok uzun zamandır böyle hissetmemişti.

            Adını duydu…

            Oysa boş ve ıssız bir yerde olduğunu sanıyordu. Çimenlerden, ağacından başka bir de parlak su vardı. Karşılara baktı, suyun kıyıyla birleştiği yere… Ninesi… Suyun öte tarafından adını gönderen o muydu? Onun da ayakları çıplaktı. Ama çimenlere basmıyor gibiydi. Nasıl oluyor, diye mırıldandı, adı anlama, bilme olan İrfan anlayamadan. Aklı hiçbir zaman olmadığı kadar duruydu oysa.

            Suya girdi…

            Onun su değil gümüşsü bir jöle olduğunu o zaman anladı. Ayakları, yavaşça bu maddeye girmişti. Durmadı. Aydınlıktı artık kafası, tinere bulaşmadığı zamanki kadar aydınlık. Nasıl olduğunu bilmiyordu ama apansız… O madde-neyse artık- yürüdükçe bulaşmaz oldu ayaklarına. Rahatça koşabiliyordu ve…

Ninesi gibi ayakları yere basmaz oldu bir an sonra… O zaman bir hafiflik duygusu… “Onunla git,” dedi bir ses. “Şimdi.” Arkasını dönmedi, bunu çok istemesine karşın, dönmedi.

            Tam şuradaydı; adı gerçeğe ulaştırıcı güçlü seziş anlamına geliyordu. Varış demekti aynı zamanda. Böcek kabuğu duruşuyla şu ağacın dibindeydi. Elinde plastik bir torba, saçları tarazlanmış, kir içinde. Yüzünde- katılıp kalmış- tanımsız bir duygunun- çatlak solgun -ağaç kabuğu maskesi. Sırtı ağaca dayalı. Yaşamda ve ayakta hiçbir dayanağı olmayan İrfan. Tinerci Fan diye çağrılan o çocuk işte yaşarken olduğu gibi şimdi de bir ağaca yaslanmıştı.

            İlk deneme oydu; İrfan. Bir cankurtaran geldi, sedyeye aldılar ve gittiler. Cebinden bir iki tane metal para tekerlendi ağacın dibine. Hiç zor olmadı. Kimse adının İrfan olduğunu bilmiyordu.  Düş görüyordu o sıra o ve düşler de, düş olmuşlar da onu görüverdiler sonra.

Serap Gökalp’in kaleminden SABAHATTİN ALİ öykücülüğü.

Sırça Köşk’e ilişkin daha önceki ayrıntılı incelemeden sonra şu soruyu sorabilir miyiz acaba? Sabahattin Ali, öyküsü diye bir tanım yapabilir miyiz? Yanıt, evettir. Öykülerinde imzası sayılacak izler vardır. Benim bulduklarımı sizinle paylaşmak isterim.

Kahramanları için ad ve soyad kullanır. Söz gelimi  Portakal ’da gemici Musa Denizer,  Beyaz Bir Gemi’ de ressam Tevfik Aravurgun.

Betimleme ilginçlikleri vardır.

Beyaz Bir Gemi-Ressam Tevfik, dün akşam rıhtımda gezerken tasarladığı -Fındıklı’da kömür kayıkları tablosunun, bütün cazibesini kaybettiğini ve -yelkenlerinde kızıl hareler oynaşan, gölgelerinde karanlık ummanların ruhu buğulanan- Tevfik bir hayli de şairdi- bu taka bozması motörlerin, yüzüne vuran ustalıklı projektör ışıkları kesildiği, vücudunu tatlı bir sır gibi saklayan tül sırtından çekildiği zaman sarkmış etleri ve sarı yeşil çehresiyle perişan bir hal alıveren bir eski dansöz gibi, karpuz kabuklarıyla kedi ölülerinin arasında ağır ağır çalkalandıklarını görünce, yüzünü buruşturdu.

Katil Osman – Osman’ın yüzü kâğıt gibiydi. Gözleri ufalmış ve kanlanmıştı, çenesiyle şakaklarındaki seyrek tüyler büyümüş gibiydi. Uzayıp incelmiş hissini veren çehresi, sivri burnu, yarı açık ağzında görünen ufak sarı dişleri ve etrafa şaşkın şaşkın bakan gözleri ile, kedinin ağzına düşmüş canlı bir fareye benziyordu.

Kimi öyküsünde kıssadan hisseye benzer final cümlelerine rastlanır.

-Bu dünya böyledir işte, kimi adam öldürdüğü için katil diye anılır, kimi adı katile çıktı diye adam öldürür.-Katil Osman

Çoğu zaman konuya doğrudan girer : Hapishanede Çallı Halil Efe’ye hep sorardım: “Sana ne diye yüz bir sene verdiler? Ne haltlar karıştırdın?” – Candarma Bekir’in giriş cümlesi.

Öykülerini inanılır gerçekler üzerine kurar. Simgesel Sırça Köşk bile bir kurmaca anlaşmasıyla yazılmaya başlamıştır. Ama biz bu anlaşmanın var olan bir gerçeklikten türetildiğini pekâlâ biliriz.)

Öykülerinde ekseri son satır şoku yaratır. Tipiktir. “Candarmalar yanına koştular. Ağzından ince bir çizgi halinde kan geliyordu. Gözlerini açtı: “Süleyman Ağa’nın bir şeyden haberi yok…” dedi. Başı yana düştü. Ağzından tekrar ve çok kan geldi. Tekrar gözlerini açarak.”Benim de…” dedi. Gözlerini bir daha kapayamadan hafifçe gerildi. Olduğu yerde dimdik kaldı. – Bir Firar’ın finali.

Şimdi lütfen Sabahattin Ali öykülerinde gezintimizi sürdürelim. Öykü metinlerinin temel unsurlarını nasıl kullandığına bakmak istiyorum. Bu unsurları kimi zaman tümüyle kimi zaman seçerek kullanıyor.

İnsan unsurunun yoğun kullanılışına örnek  Katil Osman

Devinimin kullanılışına örnek    Kanal

Duygusallığı   Sarhoş öyküsünde

Çatışkı (paradoks)   Portakal’da

Şaşkınlık yaratıcı unsur kullanımına örnek Kazlar öyküsünde kullanır.  Son paragrafta bir de ileri sıçrama yapar.

Toplum düzenindeki aksaklıklar   Böbrek, Portakal

Döneme Tanıklık  Böbrek,  Portakal

Öykünün olmazsa olmazı “tek etki” Sabahattin Ali öykülerinde çok görkemlidir. İnsanları iyi gözlemleme ve onları ilginç kılma becerisini, hedeflediği, amaçladığı tek etki için kullanır.

Evet tüm bunlar onun üslubunu tanımlar. Göstergebilimci Ronald Bahts buna nüansların Türkçesi ince ayrımların yazılı pratiği diyor. Tek etkiden ve göstergebilim bakış açısından söz etmişken eklememiz gereken bir iki ayrıntı daha olduğunu düşünüyorum. Öykünün isyancı ve militan bir yanı vardır. Kışkırtıcı olmayı hedefleyen öyküde, ( ki S.Ali öykülerinin tümü kışkırtıcıdır) tek etkiyi önemser. “İşte bu!” dedirten bir çığlık noktası vardır. Okurken sizin artık soluksuz kaldığınız bir nokta vardır. Diyecek lafınız yoktur okur olarak. Artık başka bir şeye ihtiyaç da yoktur. Yazar size bir “töz” armağan etmiştir, deyim uygun olursa.

Sarhoş öyküsüne bakalım.

Karısı pencerenin önünde diz çökmüş, başı dışarıda, duruyordu. Kamil kırılan ve aşağı düşen camın farkına varmadı. Fakat yerde biriken kanları gördü. Bu kanlar pencerenin kenarından başlıyor ve duvarda bir nehir gibi kıvrıntılar yaparak iniyordu. Kamil hiç sesini çıkarmadı: yavaş yavaş geri çekildi, içinde kirli çamaşırlar bulunan bir sepetin üstüne oturarak o tarafa doğru uzun uzun baktı… Sabaha kadar öyle oturdu ve baktı…(1933)

Sabahattin Ali bize başka armağanlar da verir. Küçük sahneler verir;

İsmail her seferden dönüşte bir Köroğlu (Burhan Cahit Morkaya’nın çıkardığı mizah dergisi)alır, eve gidip yıkandıktan sonra onu karısına uzatır, kendisi mindere kurularak, dinlerdi.- Portakal’dan

Toplumsal bir şemalar verir:

Beyaz Bir Gemi öyküsünün başından bir sahne;

-Lord Cenapları pek müteessir olacaklar. Gemide bulunup sizi kendileri kabul etmeyi herhalde pek isteyeceklerdi. Sanatınızı bizzat takdir etmek fırsatını kaçırdıklarına sahiden çok üzülecekler- diyordu.

Öykünün içinden başka bir sahne:

-Ne yatı ulan? Serseri misiniz nesiniz? Buraya alaya mı  geldiniz? Şimdi o resimlerinizi başınıza geçiririm!- Sonra orada kımıldamadan duran uzun burunlu tayfaya döndü:

-Ne bekliyorsun be? Atsana bunları dışarı!- dedi.

Görüldüğü gibi, toplumsal şemayı vermek için karakterlerini kullanır.

Karakterlerin ve mekânın ortak paydası inandırıcılığıdır. Gerçeklik duygusunu gerçekçiliği amaçlayan yazar her iki unsurla bunu her öyküsünde yine yeniden sağlar.

KAZLAR öyküsüne bakalım lütfen;

Dudu mektubu öğretmenin elinden çekip aldı. Koynuna iyice yerleştirdi. Bu esnada öğretmen dudu’nun göğsündeki gölgeli yolu biraz daha aşağılara kadar kakip etmek imkânını buldu. Dudu okulun kenarındaki gübrelikte yuvarlanan oğluHüsnü’yü elinden tutarak düşünceli düşünceli evine döndü, ne yapacağını bilmiyordu.

Gerçeklerle ilgilidir dedik. Okurundan bu gerçekliklerin içine girmesini bekler. Beklenti kimi yazarda kapalı anlatımla olur. S.Ali’de tersine ayrıntılı açıklamalarla bizi öyküye katıştırmak ister. Portakal’da verilen ticari ayrıntıları anımsayalım.

Gerçeklikle bu denli koşutluk kurmasının nedeni biraz da yaşadığı zamanın insanlarına eğitim amaçlı işaretler vermek midir? Belki. Bak bu davranış ne kadar iyi, bu davranış ise nelere mal oluyor demek ister gibi gelir bana.

Bu noktada biraz Sabahattin Ali öykülerini nasıl örgütlüyor ona bakmak isterim.

Bildiğimiz üzere METİN 1)İÇERİK  2)ANLATIM’ dan oluşur.

İÇERİK; Bir şeyler olmuş, der. ÖYKÜ: Ne olmuş , sorusunun yanıtını verir. S.Ali. Bunu önemser. Merak unsurunu kullanmayı sanırım akışkanlık için var eder. GERİLİM=SPAZM ZAMANINA beni çok etkileyen şu örneği vereceğim.  Sarhoş öyküsünden. Birdenbire durdu; odadaki sessizlik onu şaşırttı. Karısı bağırmıyor, gelip saçını başını yolmuyordu… Garip bir korkuyla yerinden doğruldu… (Üç noktalara dikkat)

Yine içerikle ilgili bir başka unsur OLAY ÖRGÜSÜ: Nasıl olmuş? Sorusunu yanıtlar. S. Ali olay örgüsünü de kullanır. Şaşırtmacaları sever.  Hatta bizi, okuru, kasılma halinde bırakıp gittiği öyküleri vardır. Sarhoş, Böbrek, Cankurtaran, bunlara iyi birer örnektir. Olay sıralarını kimi kere doğrusal biçime yerleştirir. Kimi kere de anlatısal hareketlilikleri ileri sıçramalarla veya geri dönüşlerle sağlar. Kanal öyküsünde, anlatıcı ağzından kahramanlarının ne denli yakın olduklarını bize şöyle aktarır;

Dedemköylü Mehmet’le Zağar Mehmet kapı bir komşuydular. Aralarında yaş farkı da yoktu. Küçükken köyün harman yerinde beraber emeklemişler, sokağın gübreli tozlarında beraber yuvarlanmışlar, sıska inekleri, ellerinde boylarında büyük bir değnekle köyün kıyısından geçen sığırtmaca beraber götürmüşler, kanalda beraber kurbağa tutmuşlardı…

Olay örgüsünü anlatırken belirimden çok betimlemeyi önemsediğini düşünüyorum. Bazen oyalama teknikleri kullanır. Böbrek öyküsünde hastanın başına gelenler tekrarlı hatalar içimize fenalık getirir.  Sanırım betimsel oyalamaların işlevi okur-kahraman özdeşleşmesi yaratmaktır. Okur dağarcığına iletiler gönderir, onun da kolaylıkla yapacağı eylemler olduğunu vurgular. Bir yemek anlatır, çay içme anını anlatır vs.  Kimi betimlemelerini mekan canlandırma işlevi nedeniyle kullanır.

Mekân/ortam canlandırma için kullandığı betimlemelerine şöyle bir bakalım isterseniz;

Portakal öyküsü bu konuda doğru bir seçim olabilir bana göre.

Coğrafi boyut: Tanrısal bakış da dediğimiz boyut“Vapur Doğu Akdeniz limanlarından birine yaklaştığı zaman ortalık kararmaya başlamıştı. Güneşin biraz evvel battığı, denizle bulutların birbirine karıştığı yerde katmer katmer turuncu yığınlar, bunun karşısında,” Topografik boyut(derinlik duygusu) “Torosların üzerinde ise, karlı tepeleri saran al al tüller vardı.” Sıra dağlardan söz edilmesi nedeniyle derinlikten genişliğe geçiş hissettirişi vardır.

Sonraki paragrafta göz hizası boyuta geçilir, yanımızdan geçiyor duygusu vermek için “Vapur kısa, kalın bir şeydi. Kıçı pek suya batmış, burnu pek havaya kalkmış gibi yürüyordu.” Tarihsel boyuta geçer: “Elli beş yaşındaki makine, kendisiyle aynı yaşta olan tekneyi, sıtmaya tutulmuş gibi zangır zangır titretiyordu.”

Tarihsel boyut sürer, fiziksel tanım eklemlenir.” Yarım asırdan beri fırçalanıp silinmekten yarı yarıya incelmiş ve aralarındaki zifti dökülmüş olan güverte tahtaları, sıcakta yan yatıp hızlı hızlı soluk alan sıska bir köpeğin kaburgaları gibi, kımıldayıp duruyordu.”

Adeta kamera merceğini gezdirircesine okurun gözlerini denetler ve dümenciye bakmamızı sağlar. “Bir saatten beri dümen vardiyası tutan vinççi İsmail, bacakları bir arşın kadar birbirinden ayrı, çıplak ayakları devetabanı gibi sımsıkı güverteye, elleri dümene, gözleri limana yapışmış, hiç kımıldamadan duruyordu. Görenler onun sanki nefesi kesilmiş bir halde çok mühim bir hadiseyi, mesela karşıda taş evlerinin camları parlayan şehrin bir infilakla uçuvermesini yahut denizden büyük bir canavar çıkıp gemiyi birden yutuvermesini beklediğini sanırlardı.” Psikolojik boyuta geçmiştir.

Hem bu boyutlarla hem de kimi zaman öyle anlar, öyle yaşam veya duygu kesitleri bulur ki duyarlılığımızda canlı kalmasının da nedenlerinden biridir. Belki hala sevgiyle okunmasının sırrı da budur.

EDEBİ KİŞİLİĞİNE İLİŞKİN BİR KAÇ NOKTA

Selim İleri Türk Öykücülüğünün Genel Çizgileri başlığını taşıyan yazısında Sabahattin Ali’yi Sait Faik’le birlikte 1935-45 yılları arasında iki büyük çağcıl öykücümüz diye tanımlar. Sabahattin Ali’nin daha ilk yapıtı Değirmen’de “Kanal” öyküsüyle tutumunu belirlediğine dikkat çeker. Bu tutum şudur; Ülkeyi, ekonomik yapısı içinde kavrama ve yansıtma tutkusu.  Giderek hırçınlaşan, coşan bir anlatımla da bu tutumunu sürdürdüğünü belirtir. “Yazarın ülke gerçeklerini, ne pahasına olursa olsun, korkusuzca haykırdığını görürüz,” diye yazar Selim İleri.

Bir yanda savaş vurguncusu zenginler ve kişisel çıkarlarını her şeyden üstün gören ahlâksız aydınlar, beri yanda “namus” “kara sevda” gibi töresel değerlere bağlı köy, kasaba insanını izlerken Sabahattin Ali seçimini yalın yurttaştan yana yapmıştır.

Acımasız, yüreksiz, insanlık dışı yöneticilerin karşısına toplumun dört bir yanından kopup gelmiş kumpanya tiyatrolarını, şarkıcı kadınları, değerleri, horlanmış erkek oyuncuları, hatta ezilmiş fahişeleri çıkartır okurun karşısına. Bütün bu insanlar, toplumun genel yargılarını altüst edercesine namuslu, erdemli kişilerdir. Toplumun maddî yaşamına koşut gelişen ahlâk değerleri, Sabahattin Ali’nin toplumcu dünya görüşünde, başka bir yaşama biçiminin çağrılarını taşır.

Öykücülüğü acıdan, toplumsal çıkmazlardan, yürek sesinden kaynaklanan, horlanmış, ezilmiş, sömürülen insanlara ama özellikle kadınlara saygıyla, sevecenlikle yaklaşır.
Hastahanelerdeki doktorları, kasabalara iş için giden mühendisleri, avukatları, küçük kentlerin dedikoducu yaşamasına kapılmış öğretmenleri kuşkucu bir gözle imler. Bilgisiz köylüler, yoksul işçiler, sömürülen emekçiler, Sabahattin Ali’nin öykülerinde erdemsel doruğu oluştururlar.

Selim İleri, yine Sabahattin Ali’yle Sait Faik dünya görüşleriyle, öykücülük tutumlarıyla, yazış biçimleriyle çağcıl Türk öyküsünün başlıca yönleri olduğuna değinerek,

Ülkenin köylüsüne, emekçisine eğilen bir öykücülük anlayışının Sabahattin Ali’den sonra yaygınlık göstermiş olduğunu belirtir.  Ardılları olarak da Orhan Kemal, Kemal Tahir, Kemal Bilbaşar, Cevdet Kudret, Samim Kocagöz ve 1950’den sonraki çalışmalarıyla Yaşar Kemal’i söyler.

“Toplumun genel gidişinin zorlamasıyla doğmuş ve toplumun aksayan yanlarına eğilmiş,

Cumhuriyet dönemi öykücülüğünün Sabahattin Ali, Sait Faik, Orhan Kemal gibi üç büyük ustası, çağcıl Türk öyküsünün doğmasına yol açmıştır,” der. “Ancak ne yazık ki  Sabahattin Ali’nin açtığı yol ağır ağır tıkanmış olduğunu”, da ekler.

Yazı yaşamına şiirle başlamış, hece vezniyle yazdığı ve halk şiirinin açık izleri görülen bu ürünlerini Balıkesir’de çıkan ve Orhan Şaik Gökyay tarafından yönetilen Çağlayan dergisinde yayımlamıştır (1926). Servet-i Fünun, Güneş, Hayat, Meşale gibi dergilerde de yazan (1926 – 1928) Sabahattin Ali, bu arada öykü de yazmaya başlamış, ilk öyküsü “Bir Orman Hikâyesi” Resimli Ay’da yayımlanmıştır (30 Eylül 1930). Toplumsal eğilimli bu öyküyü Nazım Hikmet, şu sözlerle okurlara sunmuştur: “Bu yazı, bizde örneğine az tesadüf edilen cinsten bir eserdir. Köylü ruhiyatının bütün muhafazakâr ve ileri taraflarını, iptidaî sermaye terakümünü yapan sermayedarlığın inkişaf yolunda köylülüğü nasıl dağıttığını ve en nihayet, tabiatın deniz kadar muazzam bir unsuru olan ormanın muğlak, ihtiraslı hayatını, kımıldanışların zeki bir aydınlık içinde görüyoruz”.

Sabahattin Ali, af yasasından yararlanarak hapisten çıktıktan sonra, özellikle Varlık dergisinde yayımladığı “Kanal”, “Kırlangıçlar”, “Arap Hayri”, “Pazarcı”, “Kağnı” (1934 – 1936) gibi öyküleriyle dikkati çekmiştir. Anadolu insanına yaklaşımıyla edebiyata yeni bir boyut kazandırmıştır. Ezilen insanların acılarını, sömürülmelerini dile getirmiş, aydınlar ve kentlilerin Anadolu insanına karşı takındıkları küçümseyici tavrı eleştirmiştir. 1937’de yayınlanan Kuyucaklı Yusuf romanı, gerçekçi Türk romanının en özgün örneklerinden biridir.

Sabahattin Ali’nin halk şiirinden esinlenerek yazılmış şiirlerini içeren Dağlar ve Rüzgâr (1934) adlı kitabı yazın çevrelerinde ilgi uyandırmıştır. Yaşar Nabi, Hakimiyeti Milliye’de  övücü satırları yazmıştır. Ancak, Sabahattin Ali, bu kitabından sonra şiirle ilgilenmemiş, yalnızca öykü ve roman yazmıştır. ‘Leylim Ley’, ‘Aldırma Gönül’ gibi halk dilinden yararlanarak yazdığı şiirler herkes tarafından bilinir.

KİRPİ

Hz.Süleyman, veziri Asaf Berhiya ile yeşil bitki örtüsü üzerinde tahtında uçarken, Ruhban Dağının en yüksek tepesinde durur ve “Şu geniş ovada bir büyük şehir olsaydı ne güzel olurdu” diye buyurur.

O sırada yanında bulunan cinler ve devler şöyle der; “ Ey Peygamber, Nuh tufanından önce burada büyük bir şehir ve bir kale vardı. Can kavminin yaptığı söylenirdi. Biz buraya askerle geldik, alamayıp döndük. Tufanda bu kale battı, adı sanı da kayboldu.

Hz. Süyelman’ın emriyle periler o yerin taşını toprağını temizler. Burçlar ve bendler ortaya çıkar. Hz. Süleyman’ın buyruğuyla şiddetle esen lodos, eski kalenin kapı ve duvarlarını ortaya çıkarır. Susayan peygamber su istediğinde periler ona Ruhban Dağı’nın suyundan getirirler. İçtiği suyun lezzetine doyamayan Süleyman, beğenisini dile getirince, cinlerden biri ; “Ey Peygamber, Ruhban Dağı’nın karlarının ve sularının içinde asırlardır Zülâl denen bir yaratık yaşamaktadır. Suya bu lezzeti bu yaratığın verdiğine inanılır, bu içtiğin ab-ı Zülâl’dır” der. Ve Hz. Süleyman oraya büyük bir şehir yaptırır. Belkıs’a armağan eder. Ve Peygamber, her yıl Belkıs’la gelip bu şehirde zevk-ü safa eder. (Evliya Çelebi)

Kentin altını bir uçtan bir uca dolaşan esrarengiz dehlizlerse zamanın tanecikleri arasında unutulur gider…

***

Bir kirpinin dikenleriyle kaplı dehlizlerde yürüyordu. Ayakları çok acıyordu ve daha ileriye gitmemesi gerektiğini söylüyordu bir ses ama duramıyordu. Kızıl ateşin dili onu çekiyordu. Duvarlar, tavanlar ve yerlerdeki kirpi dikenleri kıpkızıldı. Çok sıcaktı…

Uyandı.

Yatağın içinde çenesini dizlerine dayayıp karabasanın uzaklaşırkenki ayak seslerini dinledi. Ama geri gelir korkusuyla bir daha uyuyamadı. Güneş doğup, ufuk terlemeye başladığında yaşlı Cevriye’ye gitti.  Kendisine adını veren , ebe annesi, üfürükçü ve en büyük falcı rüyasını dinlediğinde mor siyah, kedibastı kadife kadar kırışık yüzünü adam akıllı kararttı;

“Hayırlara karşı” dedi hayır olması imkânsız diyen bir sesle.  “Kırmızı renk tez olacak demek. Ateş seni çok üzecek demek, hatta başın derde girecek. Ayaklarına batan kirpi dikenleri; kıskançlık demek. Kıskançlık yüzünden olacak her şey. Dehlizler, yani bu yaşadığını kimselere bildiremeyeceksin, büyük bir sırrın olacak. Kötü rüya; çok kötü. Hemen bir horoz kestir, etini bir dul kadına ver. Belki olacakları biraz hafifletirsin. Ama engelleyecek bir şey bilmiyorum. Şimdi git buradan…” diye homurdanarak  ayağını yere vurdu… Dehlizler inim inim inledi.  Eski kent merkezinin kurulu olduğu kalenin sınırları içinde kalan, toprak altından kaleyi bir uçtan bir uca dolaşan  dehlizler şimdi sid alanı. İçine girilmesi yasak olduğu gibi hiçbir ölümlünün de bunu deneme düşüncesi bu güne dek olmamıştı. Kayıtlara göre mağaracılar ve dağcılar birkaç kez denemiş olmalarına karşın cesaretlerinin boyutları bu örümcek ağını andıran dehlizlerin tamamını keşfetmeye kadar varmıyordu. Ya geri döndüler ya da dehlizler tarafından yutuldular. Tüm girişleri koca asma kilitler ve demir parmaklıklarla kapalı bu galerilerin bir tanesi, şehrin güneyinde dağlara açılanı, dikkatli gözlerden bile kaçmıştı. Yaşlı çingenenin ayağının altında uğuldayan dehliz buydu… Ve genç çingenenin rüyasına giren de…  Belkıs, (bu onun takma adıydı, gerçek adı Cevriye’ydi) “adında O harfi bulunan çok yakışıklı bir adamı,  üç vakte kadar bu esrarengiz ve antik dehlizlerden birine götüreceğini” de henüz bilmiyordu.

***

Asfalt ırmakların içinde uluyan yaratıklar, boğulmamak için debelenirken acı elektrik ışıklarının damlaları altında yürüdüler. Sarhoş ve vurdumduymazdılar.   

Dehlizin kocaman biçimsiz ağzından içeri girdiklerinde geniş alanda sesler ve duygular dağılır oldu. Belkıs’ın elindeki fener dipte, devcileyin görmez iki göz olup duran iki ayrı yolu aydınlattı. Solundakine yürüyüp tarihin ve zamanın belleğine kayarak ilerlediler. Sesler fısıltı bile olsa buz kristalleri gibi soğuyup yerlere saçılıyor, duvarlara çarpıyordu.

Bu yeni buluşma noktası Osman Bey’in ilgisini fazlasıyla çektiği gibi, böylelikle o eritici ve ezici soruyu da geçiştirme umudu veriyordu. Soru, daha doğrusu sorun şuydu;  erkek, uzun bir süredir gerekçesiz olarak ortadan kaybolmuş, sonra geri dönmüş ve hiçbir şey olmamışçasına ilişkisine devam etmek istiyordu. Oysa kadın beklediği açıklamayı bulamayınca kendisi araştırmış ve o geleneksel gerçekle karşılaşmıştı; ihanet. Adam kadının bildiğini biliyor olabilir miydi? Yoksa sadece hesap vermek mi işine gelmiyordu? Bu Belkıs’ın umurunda değildi. Rutubetli mağarada yaktığı kocaman ateşin kenarında oturdular. Mağaranın zemininde bir mezar derinliğinde, havuz büyüklüğündeki çukurda neşeli bir ateş belki bu tatsız geceyi ılık kılabilirdi. Osman Bey bunu umuyordu.

“Ateşi ne zaman yaktın?” dedi adam, keyifliydi.

“Manolya sokağına gelmeden önce. Burada ateş olmazsa soğuktan ve rutubetten durulmaz çünkü.” Sevecendi kadının sesi.

Geleceğini nasıl olup da tahmin ettiğini soramadı adam, çünkü buradan neredeydin bunca zamandır konusuna geçime tehlikesi sezildiği gibi, kadının büyücülüğünü de hesaba katıyordu. Onun yerine;

“Seni rahatça soyabilirim o zaman” dedi. Alevin şavkı mıydı gözlerindeki yoksa içindeki ateşin mi, kadını yakıyordu.

Belkıs bu akşam Manolya sokağının ta başındayken görmüştü onu ve gözlerinde şimdiki aynı bakış vardı. Her zaman olduğu gibi, sokaklara taşmış içki masalarının arasından çalgıcılarıyla beraber şarkılarını söyleyerek geçmiş, durup istek şarkılarını seslendirmişti.  Adam her zamanki masasında oradan yüzyıllardır hiç kalkmamışçasına rakısını içiyordu. İlk karşılaştıkları gibi hiç konuşmadan birbirlerine baktılar. Adam şarkıcı kadına rakı ikram etti gözleriyle yiyerek, kadın bir dikişte içti. Nedense bu “her zamanki gibi” durumu kadını incitti, içini acıttı. Ama adamın merhabasız “seni çok özledim” diye inleyen sesine “bu gece farklı bir yere gidelim” diye cevap verdi.  Adam onun peşinden cehenneme bile gideceğini söyledi, dişlerinin arasından, tutkuyla.  Kadın bu lafa sadece güldü ve rakı bardağını yere fırlatıp kırdı. Osman Bey yerde paramparça olan dayanma gücüne baktı. “Geç kalma” diye kolunu sıktı.

Sezen Aksu sesli, Türkan Şoray görüntülü kadın Zeki Müren’in Bir Demet Yasemen şarkısını söyleyerek kalabalık sokağın renklerine ve kokularına karışmıştı.

Şimdi buradaydılar, ateşin başında. Gündüzleri kalaycılık, büyücülük, falcılık, geceleri şarkıcılık yapan çok güzel bir çingene kadınla kentin saygın iş adamlarından biri.

Kaldırım kenarlarında su, elektrik direklerinin dibinde sarhoş birikintileri. Yeni ayakkabılarım. Yeni ayakkabılarımı korumalıyım. Ama pek şansları yok. Bir hafta on güne kalmaz yeni olduklarını onlar da unutur ben de. Pek şansım yok. Hiç şansım yok. Kaybedeceğini bile bile girdin sen bu işe. Kıskanıyorsun üstelik. Parasını da kıskanıyorsun, öteki kadınlarını da… Üçüncü sınıf otel odalarıyla yetinmelisin, evinin yatak odası çok uzak. Teknesi de varmış. Ayaklarım ağrıyor. Ayakkabısı ayakkabılarımın yanında nasıl duruyordu? Dibinde. Şeytan diyor ki; git şu Kadir’e “Tamam ulan çalışacağım senin pavyonda!” de. Hödük yeri. Esir gibi bir şey olmak için. Güzel elbiseler giyilen. Sesim güzel benim; ben sahne için… Pörsütene kadar bırakmazlar seni. Sonrası filmlerdeki gibi; çöp bidonu gölgesi ya da helâ bekçiliği… Dişlerinin arasında kıtır kıtır çiğnedi seni işte. O masadan bir kalkışı vardı beni görünce; ağır, gözleri çakmaklı. Çene kemikleri kıpır kıpır, özledim deyişi, yarı kapalı gözleri. Hiç şansın yok. Hiç şansım yok. Ama her zamanki masasında oturur görünce onu; aktın. Bunca zamandır ortalıkta görünmeyişi, aramayışı, ne şu ne bu… Ne güzelliğin ne güçlerinin bir işe yaradığı yok. Pöf güçmüş. Bir işe yarasa bari. Yalnızca onun yalan söylediğini fısıldıyorlar. İnanmalısın, inan inan… Bunları bilmen için falcı olmana gerek yok ya neyse… Birini sevebilirsin ama anlayamazsın. Anlayabilirsin ve o yüzden nefret edebilirsin. Nefretine rağmen sevginden vaz geçemezsin. Bu iki “şey” aynı kapta yağ ve su gibi duruyor ve yakında paramparça olacağım…

“Bu ateşi aslında kirpi pişirmek için hazırladım, dedi kadın. Hiç kirpi eti yedin mi sen?”

“Hayır,” dedi adam, sarhoş ve mutluydu.

“Çok severim. Dikenlerinin batmaması için killi toprakla güzelce her tarafını kaplarsın. Kor halindeki ateşin üstüne koyup üstünü de taşla kapattın mı yavaş yavaş pişer. İki üç saat sonra pişmiş toprak kırılınca dikenleri ve derisi ayrılır, lop et yemeğe hazırdır.

“Canlı canlı ateşe atılıyor.”

“Canlı, canlı…”

“Anlıyorum.”

“Kirpiler çok kıskanç hayvanlardır. Tek eşlidirler. Eşlerden biri ihanet ederse öteki onu öldürür. “

Yalan söylüyor bu çingene, dedi içinden adam, yorgunluktan ve içkiden halsizleşmişti.  Dili de peltekleşmiş; “Kirpiler, katiller…” diye mırıldandı.  “Kirpi eti yiye, yiye sen de kıskanç olmuşsundur. Kıskanç mısın?” dedi.

“Öldürecek kadar.”

“Beni kıskanıyor musun?”

Şaka mı yapıyordu bu herif? Dalga mı geçiyorsun, der gibi çarpık bir gülümseme ve göz ucuyla baktı adama.

Gündüz ne yapıyordu mesela? Kaç kadınla görüşüyordu? Kaç tanesiyle ilgili o biçim hayaller kuruyordu? Bir sürü kadınla görüşüyordu adam. Ama hayallerini bile kıskanan bu kadına yemin etti; sadece Belkıs’ı seviyordu. O biçim hayallerinde bile sadece o vardı. Bu yeminini bir sürü sözcükle süsleyip onu ikna etti.

“Peki, benden başka sevgilin var mı?” dedi kadın.

“Ne münasebet? dedi Osman Bey, o kaçınılmaz sorunun yaklaştığını hissederek.

“Peki, bir haftadır beni aramadın neden?” dedi kadın.

“Bu çok özel bir şey” dedi adam kaçacak bir delik arayarak.

“Özel mözel, seviyorum diyorsun ama aklına estikçe ortadan yok oluyorsun çingeneler gibi!”

Kahkahalarla güldü adam, sonra ona saldırır gibi aniden uzandı: “Sen nesin peki?”

Kadın kaçtı; “Çingeneyim. Sen çingene değildin yani. Demek ist…”

“Konuşma gel buraya…”

“Neden konuşmayayım? İşine gelmedi de ondan tabi!”

“Çünkü sen böyle cadaloz konuştukça daha çok canım çekiyor seni, yabani, kıskanç güzel ve pis çingene!”

Kadın küstü: “”Pis değilim ben” dedi.

“Kokuyorsun.”

“Nasıl kokuyormuşum canım?”

“Kızışmış kısraklar gibi kokuyorsun.”

“Aygırlar bu kokuyu seviyor ya sen ona bak !”

“Rahat dur dedim!”

Kadın uzun boynunu açığa çıkaracak şekilde saçlarını geriye devirip mırıltılı bir sesle teslim oldu; “Bu mağaralara girmek iyi değil derler biliyor musun?” dedi

“Hiç duymadım, neden?” dedi adam umurunda bile değildi mağara falan.

“Çünkü girenlerin hiç biri çıkamamış. Bir keresinde bir kırk pınar şampiyonu girmiş. Bir sürü meşale götürmüş içeriye ve geçtiği yerlere işaret olsun diye bırakmış, dönüşte de yakıp gelirim diye düşünmüş; gidiş o gidiş. Çok daha eskiden bir lağımcı denemiş. Benim işim zaten dehliz açmak demiş, o da yolunu yitirmiş, günler sonra ölüsünü bile bulamamışlar. “

Belkıs yalancının tekiydi.

Vay a…. Çingenesi, nasıl da kafa tutuyor! Kim inanır? Bununla her şey tepe taklak oluyor zaten. Piyasa borçları, personel maaşları, vergi kaçakları… Zaman kaçakları… Zamanı kaçırıyorum, asıl mesele bu. Rakamların ayakları altında can veriyor zamanlar. Kadının canı cehenneme! Güzel bir yosma ama zamana tutunmama faydası yok. Zamanı tepetaklak etmeye yarıyor sade.  Yüreğimi çepe çevre saran tipiyi hiçbir şey durduramaz ki, bu ne yapsın? Ne işim var benim burada? Sanki takvim yaprakları hala uçmuyor mu? Bu yosma yalancının teki. Hiç doğru lafı yoktur ki! Hala genç olduğumu sanmama yarıyor. Yarıyor mu? Belkıs. Hangi salak koymuş bu adı ona? Bir söylence prensesinin adını bir çingeneye vermek çingene aklı işte. İstediği kadar güzel olsun, kaç para eder! Tüm çingenelerin canı cehenneme! Eve gidince küvetin içine yatacağım ve bu pis yerin kokusu burnumdan arınana kadar içinden çıkmayacağım. Yarınki işlerin de canı cehenneme. Ayşen beni bekliyordur şimdi. Ben Allah’ın cezası herifin tekiyim. Çok sarhoşum, eve gitmeliyim.

Belkıs… Kömür karası saçları başından aşağı ışıltılarla akarken gözünü dikmiş adama bakıyordu. Belkıs yalancının tekiydi. Bu kadının karşılıksız sevgisi adama yüktü.

“Yok, canım bu çingeneler için de mi geçerli? “ dedi kadına, düşünceleriyle ilgisi olmayan bir sesle. “Kirpi kadar kıskanç, masal prensesleri kadar güzel çingeneler de mi çıkamıyor?”

“Çingeneler çıkabiliyor.”

“Beni de çıkarır mısın çıkarken?”

Hiçbir şey demedi kadın, iri kara gözleriyle sadece baktı adama.

“Gel bana gene…” diye mırıldandı adam.

Kadın onunla bir kere daha sevişti. Üstelik giysilerinin yırtılıp parçalarının orada burada kalmasını, ya da bir şekilde kirlenmesini istemiyordu.  Sonra kenarda duran bir kütükle adamın ensesine tek bir darbe indirdi. Osman Bey’in hiç sesi çıkmadı. Yumuşak toprak zemine çıplak uzandı. Belkıs sessizce gezinerek bir haftadır hazırlığını yaptığı işe başladı.

“Kirpi gördü bütün olanları. ” dedi hareketsiz yatan adama.  “Gördün değil mi kirpi?-Gördüm. Bir öğrenci kızın falına bakıyordum. Güzel bir hayat çizgisi vardı ve ben onun geleceğine akarken seni genç ve sarman kediyi andıran bir kadınla gördüm. Beni tanımayasın diye dikenlerimin içine saklandım.  Yok, tanımayasın diye değil, çok utanmıştım. Allah için kadın güzeldi.”

Bir kenarda yığılmış dalları kaldırıp ıslak bir kil tepeceğini ortaya çıkardı. Yerde yatan adamın ellerini ve ayaklarını bileklerinden sıkıca bağladı sonra üstünü kalın bir kil tabasıyla kaplamaya başladı. Baygın adamla konuşmasını sürdürdü;

“Ertesi gün gene gittim oralara. Yaşlı bir kadın çeyizinden kalma bakır kaplarını kalaylatmak için çağırdı beni. Kapıcının anasıymış. Tüm vücudu sıtmalı gibi titriyordu. Ellerinde ölüm izleri vardı. Ürperdim. “Sen,” dedim ona, “birinin yaşamını söndürmüşsün, ellerin öyle diyor.” Her yanı titrek kadının gözleri buz gibi süzdü beni; “Öc almak tatlı bir duygu. Sonsuza dek cehennem ateşinde yansan bile bu zevkten uzak kalamıyorsun, yoksa kahkahasız ongunluklar, puslu güzellikler, suskun duvarlar içinde,  tutsak oluyor ışıklar,”dedi.  “Sonra gene gittin oraya değil mi kirpi? – Gittim. Her keresinde gözlerimle gördüm, dikenlerimle örtündüm. Erkeklerin bunu niçin yaptığını düşündüm. Sence niçin yapıyorlar?- Bilmiyorum kirpi inan bana hiç bilmiyorum. ”

Yorulmuş ve terlemişti. Sıvadığı killer bir yandan hızla katılaşıyordu. İşini bitirdiğinde ne olduğu anlaşılamayan dev bir koza yapmıştı. Onu bin bir zorlukla yuvarlayıp ateş çukuruna attı.

“Bir dileğim vardı; birinin ömrümce ve yeryüzünde tek bir kişinin beni benim istediğim gibi sevmesi” dedi, taşlarla toprak kozayı sıkıştırdı, ateşi güçlendirdi.

“Boş laf bunlar” dedi kirpi. “ Boş laf ve boş beklenti.” Kirpi susmuştu.

Osman Bey bilinci yerine geldiğinde hissettiği aşırı sıcaklığa anlam veremedi. Ama içgüdüsel bir tepkiyle bir şeylerin mantık dizgesine uymadığını algıladı. Beyni ve içgüdüleri, kaçması için komut verdi ve bağırmasını emretti. Ama ağzına doldurulmuş kil bağırmasına,  vücudunu kaplayıp taşlaşmış çamur koza,  kıpırdamasına izin vermedi.

Belkıs’ı düşündü; çıplak ve güzeldi, asıl adının Cevriye olduğunu bilmiyordu. Yarınki işlerini aklından geçirdi, masasının üzerinde bıraktığı telefon numaraları kaybolmasaydı bari. Evini düşündü; çiçeklerini sulamayı unutmamalıydı.  Sevdiği kadının peşinden cehenneme gideceğini söylerken, bunun gerçekleşeceğini hiç bilemezdi. Çiçeklerini düşündüğü sırada aşırı ısı, belleğini ve bedenini bir kâğıt gibi kaplayıp kavurmuştu. Isı kadar şiddetli bir acıyla tüm vücudu kavrulurken ve gözleri patlayıp atarken beyni de durdu.

Cevriye sabaha kadar orada bekledi. Ateş soğuyup ruhlar ve dumanlar dehlizlerce tamamen yutulduğunda çukuru iyice kapatıp bir yılanın kuyruğu kadar sessiz orayı terk etti.

Manolya sokağına uzun süre gitmedi ve kimseyle görüşmedi. O yüzden de kent gazetelerinde, yerel radyo ve televizyonlarda kentin önemli kişilerinden mali müşavir Osman Koral’ın bir haftadır kayıp olduğu haberini duymadı. Kızı Ayşe Hanım tatilini geçirmek üzere yanına geldiği babasının bir akşam yemeği için Cuma günü evden çıktığını ve bir daha kendisinden haber alınamadığını söyleyerek yaşlı gözlerle kameralara bakıyordu. Ama Cevriye bunları hiçbir zaman bilemedi. Kehanet gibi rüyalar görürüm korkusuyla da günler geceler boyu uyuyamadı.