YAZARIM İŞ ARIYORUM Yazarlığın taşlı dikenli yolları…

Bir yetişkin olmadan önce yazmak daha kolaydı. Hem zamanımı kendim düzenliyordum hem bugün ne pişireceğim gibi bir “sorunsalım” yoktu. (Pişirmek için almak, almak için para kazanmak, para için iş bulmak, iş bulmak için sayısız engeli aşmak… Bunlar listemde henüz yoktu.) Gençliğin sonsuz hayal gücü, sınırsız merakı, geniş bir ufuk, hiç kırılmamış-biçilmemiş taze hevesler tarlası… Yazmak için her şey hazırdı. Okumak ve yazmaktan başka bir şey düşünmüyordum ve diğer tüm insanların bu eylemleri yapmamasını anlamak olanaksızdı.

Sonra yetişkin oldum. İş bulmak, para kazanmak, rekabete girmek, işini korumak, işini kaybetmek, alışverişle cüzdan arasındaki uçurumlara ip merdivenler, köprüler atmak gerekti. Pişirmek, pişirdiğini yemek, yedirmek, bitenlerin yerine yenisini yetiştirmek, atıklar, kirliler… Yetişkin olmak bu sarmalın içine girmekti. Bir yetişkin karnını doyurmak zorundadır, evet. Ah, işte yazmak ve okumak zorlaşmaya başladı. On iki saat işte çalıştıktan sonra evin düzenini korumak, çocuğunla günün özlemini gidermekten arta  kalan zamanlara aktarıldı. Aktarıldı mı? Sıkıştırıldı! Bu arada gerek iş alanında, gerek edebiyat alanında sosyalleşmek zorunluluğu vardı. Ama insanların okumaya ve yazmaya neden zaman ayırmadıklarını hala anlayamıyordum. Uyku saatlerini azaltmak, makarna suyu kaynarken okumak, kuyrukta, serviste okumak derken gün içinde ne çok okuma zamanı yaratılabiliyordu oysa… Bunu geçelim. Bu benim formülüm çünkü. Başkalarına uymaması çok olağan.

Yetişkin olarak karşılaştığım bir konu da şuydu, “son ütücüyüm, iş arıyorum” “overlokçuyum iş arıyorum”ilanı verebilirdiniz ama “yazarım iş arıyorum” ilanı olamazdı. (Elinizde satışa hazır malınız olsa bile.) Bir kitap yazmak için yetişkin koşulları göz önünde bulundurulursa, en az bir yıl, bilemedin iki yıla gereksinmeniz vardır. Stres süresi ise yazdıklarınız rafa çıktıktan sonra bile bitmez. Bu iş akışına,  yayıncı bulmak, anlaşmak için belirsiz bir süreyi koymanız gerekir. (İlk kitabımı iki yıl boyunca bekletip olumlu, olumsuz hiç cevap vermeyen yayıncımın kulakları çınlasın. Sonunda randevu alıp gitmiş, yüz yüze konuşmak zorunda kalmıştım. Öykülerim iyiymiş ama… Bu üç nokta yayıncıya aittir ve  devamında hangi cümleler vardı hiçbir zaman öğrenemedim. Kitap basıldı. Hem ne en iyi şekilde.) Evet, ne diyorduk? Basılma süresi altı aydan başlar. (Tutsaklık süresi gibi geliyor değil mi?) Size gıcır ilk baskı örneklerinden iki üç tanesini, basın bülteni örneğini, sizin kitabınızın da olduğu yeni yayınevi kataloğunu, telif hakkı olarak yüzde on hayalini verirler.Paranız yoktur ve bu telif asla ödenmez. Bu arada hala karnımı doyurma zorunluluğunum vardı. Yazarım iş arıyorum ilanı vermeden malı satmıştım da heyhat karşılığı girdi eksideydi. Satış fiyatı üzerinden payınız 10.-TL nin yüzde onu 1.-TL dir. Vergiyi peşin olarak devlete ben ödemiştim.- Kesinti listesi öyle diyordu ama son zamanlarda sanırım bu vergi kaldırıldı.- Bin tane basılmış olsa alacağınız bin TL dir. İyi bir yayıncıya rastladıysanız size bol bol kendi kitabınızı indirimli verir, imzalayıp satar, parayı ona gönderirsiniz. Bu son yıllardaki uygulama sanırım. Telif? Hadi canım sen de! Günlük kazancınız kaç TL ye gelir artık onu siz hesaplayın. Bir temizlikçinin günlük kazancıyla kıyaslayıp  bunalıma girmeye gerek yok. Yazmak, esas olan yazmaktır. Bir kıdemli yazar arkadaşım bana böyle der hep. Bu moral cümlesiyle ben beni yeni bir kitaba yönlendiririm. Hoş, bir türlü Barbara Cartland gibi bir yazar olamadım ama kendimi bir yazma , bir dil tiryakisi ve sözcük terbiyecisi olarak tanımlarım. Pahalı mücevherlerim, otriş falan aksesuarlarım, şık giysilerim, yaldızlı koltukta mı olur, bir masada mı,  bileğimi büküp çenemi elime dayamışım, öyle pahalı bir fotoğrafım olmadı,  zenginlik akan bir fotoğraf… Gerçi o bir mavi kandı, aile serveti olmalı. Kitap gelirlerinden yaptığı servet  (700 aşk romanı yazmış bu arada) yalnızca köpeklerinin mamasına yetmiştir o da ayrı konu. Olamadık…  Özeniyorum (!) yalan değil. Herhalde yazar deyince Barbara Cartland’ı bilen bir iş adamı bana kitabımdan kaç para kazandığımı sormuştu ve verdiğim yanıt yüzünden, niçin yapıyorsun bu işi o zaman, demişti. İş adamı: yazma eylemine –ve tüm eylemlere-  para deliğinden bakan biri… Gerçi konfor yazarların değil (Barbara Cartland’ı ayrı tutuyorum) onların hakkı oluyor da… Otuzbeş yıl sonra bu soruyu hala soruyorum. Cevap şu, tüccar olamadığım için.

Türkiye’de kadın yazar olmak konusuna gelince. Yazmaya koyulmuşken, kocanızın komşunun tabağına kabak tatlısı koyup, bunu götürüver, diye tutturduğu bir durumdur. Bu da başka bir yazının konusu olsun.

-0-

Köyden Uzakta

Tuz Saraylar kitabımdan Cilt II

Sıcak havada eski model bir minibüsle rampa çıkmak, içinde hava sıkışmış enjektörde ilaç olmaya benzer. Sıcağı severim gerçi, askerliğimi de Kıbrıs’ta yaptım. Ama duvarlaşmış hava tabakasıyla enjektör pompası arasında kalmış minik yaratıklara dönüşmüştük sanki. Çözülebilir bir sorun gibi gözükse de havalandırma donanımı çalışmayan minibüs ayağınızı vuran ayakkabı kadar bezdirici olabilir. Ön koltukta, şoförün yanında tek başıma oturuyor, kitabımı okuyordum. Sağ dirseğim, sağ yanağım kavrulurken derviş sabrı gerekiyordu ya olsun.

            Arkadakiler ise  ısıl işlemden geçmekte olan cam kaplar olarak fena halde tıngırdıyorlardı. Gördüren Turizm şirketinin ele alınmadık bir köşesinin kalmamasına özen gösteriliyor, temsilcisi olarak şoförün ensesine haykırılıyordu. Zavallı adam kötü laflardan korunmak için kamburlaşmış, ensesini kısmış, gayretle arabayı sürüyor,  duymazlıktan gelip benimle konuşmaya çalışıyor, öfke selinin yatışmasını umuyordu.

            Şanssızlığı, benim kitap okuyor olmamdı. Geçiştirdiğim, duymadığım sözlerine alınganlık göstermemesine rağmen kitabımı kapatır kapatmaz:

            “Bitirdin galiba,” diye rahatladı.

            “Bitirdim,” dedim.

            “Bitirmeden rahat etmeyecek gibiydin. Ne kitabı o?”

            Bu cümleyi arabanın içindeki yakınmalar, hım hım arabesk şarkı, pencereden gelip geçen böcek, sinek vızıltıları, kuş sesleriyle birlikte algılıyordum. Kasetteki adam sesini genzinden inletiyor, “n” harflerini diliyle damağı arasında yamyassı yapıp şarkıyı çiğniyordu. Mum gibi titrettiği “m” ler, bungun sözlerin gölgelerini uzatıp duruyordu.  Dikiz aynasından sarkan  nazarlık ve bir çift bebek patiği fena halde sarsılıyordu. Güneş dışarıda akan görüntüleri titreştirir, terletirken minibüsümüzün ön camındaki eşyaları da macun kıvamına getirmeye çalışıyordu. Her nedense kâğıt peçete kutusu alev alacak gibime geliyor, ikide bir kartonu elimle yokluyordum.

            “Alacaksan al” dedi şoför, çenesiyle işaret edip.

            “Yok” dedim. “Ondan değil, güneş var ya…”

            “Eee” dedi. “Güneş varsa mendile ne?”

            “Tutuşacak gibime geliyor, nedense” diye zoraki güldüm, kendimi salak yerine koyduğumun farkındaydım.

            “Heee,” dedi. “Cam mercek gibi şeyderse diye… E, çekiver or’dan, koy torpidoya, madem rahat edemedin. Ne kitabı o?”

            “Öykü kitabı. “

            “Neyden söz ediyor?” “s” leri baloncuklu söylüyor, yok tam öyle değil, dilinin ucu kesik de bu sesi çıkaramıyor sanki.

            “Çok şeyden söz ediyor. Ama kitabın tamamı ne diyor dersen, dilencileri toplayalım organlarını, organ bekleyen yararlı insanlar için alıp, onları da çöpe atalım” diyor.

            “Nasıl yani?”

            “Bir doktor var, hastalarına organ temin etmesi gerekiyor, bir zabıta müdürü var, bu dilencilerden bıkmış usanmış. Bol miktarda da dilenci… İyi doktorlar da var ama. “

            “Heee” dedi şoför, koyun gibi bakarak, alt dişleri görünmüştü. “Çete mi bunlar yani? Ne yapıyorlar? Dilencilerin şeylerini; dalak, barsak söküp zenginlere mi satıyorlar? Ha?”

            “Değil öyle. Buradaki fikir dilencilik denen işin keskin bir kararla ortadan kaldırılması anlıyor musun?”

            “Dilenciliğin mi, dilencilerin mi?”

            “Eee, her ikisinin de elbette…”

            “E, nerde olmuş bu olay dedin?”

            Alnıma bir şaplak indirdim; “Daha çok yolumuz var mı?” dedim.

            “Bir saat, bilemedin bir saat, on beş dakika,” dedi.

            “Ve güneş ısırıkları,” dedim.

            “Ve yolcuların ensemdeki lakırdıları” dedi.

            “O zaman sana köy imamını anlatayım,” dedim.

            “Ne yapıyor? Soyun da muskayı göbeğine mi yazayım diyor kadınlara?”

            “Yok, öylesi değil. “

            “Hikâye mi esastan mı?”

            “Gerçek olay canım.” Elimle geniş bir hareket yaptım; “Güzel yurdumun bir köşesinden, benim köyümden esas bir olay.”

            “Çember sakalı var mıydı?” dedi arkadan biri.

            “Bu sakalsız,” dedim.

            “Asriymiş.”

            “Hem de nasıl, ütülü giysiler, kravat filan.”

            “İmamlardan nefret ederim” dedi bir kadın. “Din eğitimi alırlar, nefsini terbiye etmeyip, canım çekti ne yapayım, ben de insanım deyip bütün kuralları çiğnerler…”

            “Bütün imamları tanıyorsun galiba “ dedi sinirli biri.

            “Sen gözümden kaçmışsın” dedi kadın kavgacı.

            “Anadolu imamı yani. Hilafet kaldırıldığında destekleyen. Ezanı, kitabı Türkçe okuyan cinsinden.”

            “Hani ner’de öyle imam kaldı mı ki?”

            “Hadi sen anlat” dedi Şoför. “Anlat ki sussunlar.”

            “Köylü imamı sevmiyordu tamam mı? Bütün köy demek istiyorum. Oldu bitti öğretmenlerle takışırdı. Doğuştan kadın düşmanı…Asık suratlı adamın tekiydi. Yolumuza çıkacak da selam vermek zorunda kalacağız, sonra da konuşacağız, konuşunca artık başımıza ne gelecek diyeee, diye korkardık. Ne yaptılar, ne ettiler imamı gönderdiler. Ramazan’a yedi gün kala yeni imam geldi. Herkes rahatlamıştı. Eskisinin cemaati camiye çağırıp durmasından, her yakaladığına cehennem tehditli vaazlar vermesinden bıkkınlık gelmişti. Bizim köylü, namaza cumadan cumaya gitmeyi sever, tamam mı? Sair zamanda tarlada işi, kahvede piştiyi bırakmayı istemez. E, bir de takmıştı kadınlara, yok şöyle yapsınlar, yok böyle giyinsinler… Kadınlar sinir oluyor… Neyse. Yeni imam kuru mu kuru, biraz da tarçın renkli. -sinirceli sanki- Hani ilk görüşte diyorsun ki eyvah. Ama yüzünde hiç eksik olmayan bir gülümseme var ki hemen fikrin değişiyor, ne mülayim adam diyorsun… Cuma vaazını da kısa kesti. Öyle hazır gelmişken cehennemin dört bucağını anlatayım şu kâfirlere hesabıyla insanları geldiğine geleceğine pişman etmeyecek gibiydi tamam mı? Etmeyecekti ya eski imamı mumla arayacaklarını nereden bilsinler?”

            “Niye?”

            “Anlatacağım şimdi. Caminin bitişiğindeki imam evine yerleşti. Bekâr adam tabi, işi çabuk bitti, geldiği günün akşamı köy kahvesine çıktı. Herkesle tek tek tokalaştı, tanıştı. O an orada olmayanların adını kareli küçük cep defterine ince uçlu kalemiyle not aldı. Sonra; ‘Mübarek Ramazan ayının malum önümüzdeki hafta sonra başlayacağını,’ söyleyerek söze başladı. ‘Ramazan boyunca herkesin, kadınları da,  mecbur değiller ama teravih namazına gelmelerini rica ediyorum.’ Böyle dedi tamam mı?”

            “Tabi o güne dek imamı gördüğü yerde kaçan kadınlar camide toplu namaz daveti alınca ne diyeceklerini bilemediler. Kasap Hakkı’nın babası Basri Usta, gelmedi. İmam yoklama yapmıştı; haber gönderdi; “Basri Usta’yı camiye bekliyoruz, kutsal günlerde birlikte olunması, ibadet ve sohbet edilmesi sevaptır,” diyerekten.

            Basri Usta’nın camide işi olmaz. Susuz rakıyı lââk, lââk çekmeyi, sonra lüüük diye cam indirmeyi bilir. Ramazan dersin, benim köyün köprüsü kırık uğramıyor, der. Der de yeni imam cemaatin önünde Basri Ustayı bir güzel utandırdı ki Ramazan boyunca ne o, ne cemaatten tek kişi teravih namazını aksatmadı.”

            “Bak topluma kabul budur. Belki adam iki laf edecek kimse bulamıyordu.”

            “Kim? Basri Usta mı? E, bilmiyorum artık. Neyse ne Basri Usta selamsız Basri Usta’yken herkesle konuşur oldu. Bırakın şimdi onu.  İmam arife günü sabah namazından sonra kimseyi salmadı, tamam mı?  Cemaati üçer beşer böldü, çocukları yanlarında olmayan yaşlıların evlerinin temizliğini, onarımını yaptırdı. Yetmedi herkes evlerini, bahçelerini toparlatıp tertipleyecek, dedi.  Bayram namazına, keyifle gittiler. Hiç böyle düzen yapmadıklarını pek de iyi olduğunu itiraf ettiler. Hele vaazın on dakika olması köylüyü pek memnun etti. İmam teşekkür edip şimdi kabristana gidilmesi gerektiğini söyledi. Köylü sevinçle kabul etti, zaten onlar da öyle yapıyordu. Ama bu alışıldık ziyaretlerden olmadı.  Bayramlıklar evde bırakıldı, çıkarken kazma ve kürekler, su testileri alındı, herkes kendi yakınlarının mezarlarının bakımını yaptı. İşini erken bitiren kimsesi olmayan mezarların bakımını üstlenen imama yardım etti.  Kötü durumdaki mezarlar yüzünden bazıları azarlandı, bayram sonrası için talimatlar verildi. Sonra topluca dualarını okudular.”

            “Bu işleri bitirip de dönen erkekler ‘Kabristana çeki düzen verilmesi gerekiyor. Bizim yeni imama dedim ki, bir imece daha yapalım toparlayalım şurayı günaha giriyoruz yoksa…’ Herkes imamın dediklerini kendi demiş gibi… Öyle havaya girildi.“

            “ Bayramın ikinci günü davulcu Hikmet’i köyde Ramazan davuluyla gümbür gümbür gezdirdi. Toplu bayramlaşma olacak, herkes meydana… Şenlik gibi bir şey oldu. Neden bu işi hiç akıl etmemişlerdi? Kadınlar keyifle ayran yetiştirdiler, isteyene çay. Bir sürü baklava açılmıştı zaten. ‘Bak böyle pek güzel oldu. Hidayet Dayı benim baklavanın da tadına bak, darılırım valla. Yok canım, ne tansiyonu, çakı gibisin maşallah!’ Sohbet gırla tamam mı?”

            “Köylüyle işi biten imam, peşine ihtiyar heyetiyle muhtarı takıp Jandarma binbaşısına bayramlaşmaya gitti. Giderken de bayram öncesi kadınlara börek, ayran, etli pilavla baklava ısmarlamış meğerse onları götürdüler. Jandarma karakol komutanı da Mehmetçikler de şaşa kaldılar. Onlar baba evlerini anımsayıp yutkunurken, köylü de kendi askerliğini, oğlunu, torununu anımsayıp gözleri nemlendi.”

            “Ramazandı bayramdı sabreden köylü artık rahata erdim sandı. Yaptıklarıyla şaşkınlık ve gurur duyuyorlar beri yandan da bu adamı nereden başımıza sardık diyorlardı. “

            “Hiç böyle imam duymadım” dedi şoför.

            “Ben olsam, uğraşmam böyle insanlarla ya” dedi, yolculardan biri. “Anadan doğma tembel olur bazıları. Ne yapsan boş.”

            “Ölü toprağı serpilmiş gibi.”

            “Ha yaşa onu diyecektim de lafı getiremedim.”

            “Boş versene, nerde böyle imam? Hepsi birbirinden beterdir. Konuşma becerisi yoktur bir kere, ne iletişim anlamında ne topluma sesleniş anlamında. Hele böyle sevk ve idare becerisi olacak, milleti iyiden yana peşinden sürükleyecek…Fitne fücuru vardır ancak onların. Boş ver bunları.”

            “Hem zaten böyle imamları olduğunu bilseler alıp temizlik işlerine rapor yazıcısı yapar, barındırmazlar.”

            “Sizin köyde öğretmen yok muydu kardeşim? Bu işler öğretmenin işleri.”

            “Vardı, vardı ya, o ayrı hikâye. Ev, ev gezdi okuma yazma kursu için ikna edemedi köylüyü garibim. Eski imam haber gönderirmiş; ‘fazla ortalıkta geziyor bu kız, ne lazımsa bakkal işlerini falan çocuklar görsün… Öyle evlerde mevlerde gezmesin, başına bir hal gelecek…’diyesiymiş.  De..bir gün köy kahvesinin kapısı dran diye açılmasıyla içeri yıldırım gibi birinin girmesi bir oldu, tamam mı? (Ben de oradayım.) Elinde hala tebeşir duruyordu. Okuldan fırlayıp gelmiş olmalıydı. ‘Şu imam kimdir, gösterin bakayım bana!’ diye bağırdı, nutku tutulmuş erkeklere doğru. Kahveye kadın girmesi imkânsız ya bir de orada ellerini beline koyup imam kimdir diye sorman hepten meydan okumak… ‘Nap’cen sen imamı,’ dedi imam. Eskisi demek istiyorum yani. ‘Sen misin?’ Uzun boylu bir kızdır. Bizim köydeki erkeklerin boyunda hani. Dolgun da.. Ko’du mu oturtur yani…

‘Hee benim,’ dedi imam.  Tebeşir onun alnına doğru yöneldi. ‘Geldiğimden beri bana talimatlar gönderen sensin öyle mi? Bundan böyle bana ne yapmam gerektiğini söylemeye kalkarsan, seni ibreti âlem için bacağından ha bu çınara asacağım bilesin! Kubilay’ın ruhu da beni izleyecek. Burada donla gezeceğim ve sen ağzını açmayacaksın! Evleri de, köyün dört bir bucağını da gezeceğim ve sen asla o karınla bana haber göndermeyeceksin! Hele öğrencilerimin kafalarını yok kadındır, yok çok gezerse kocası dövebilir, kocası yoksa everelim laflarıyla kesinlikle bulandırmayacaksın! Anladın mı koca nallı!’ diye gürledi. Koca nallı onu anladı, doğrudan saldırmaktan vazgeçti ama türlü sinsi oyunlarla oyalamaktan da geri durmadı. Tabi karşısında Çalıkuşu değil, 21. yy ın en belalı feministlerinden bir fırtına var.  Kız ben buraya görev yapmaya geldim diyor da başka şey demiyor. Her saldırıyı da usulüyle cevaplıyordu. Yeni imamsa öğretmenle birlik olmuştu. İkisi de ayrı ayrı evleri gezip okuma yazma kurslarını duyurdular. Kadınlarını göndermeyen köylüyü imam rezil etti. Kurs üç kere baştan başladı. Adamlar korkularından karıları istemese de zorla gönderir olmuşlardı. Öğretmen yetmiyor gibi şimdi imam da ısrarcı olmuştu. ‘Yarın öbür gün sen öldün’, diye başlıyordu imam. ‘Sen öldün bu kadın kaldı bir başına. Ne yapacak? Olmuyor mu? Oluyor. Çocuklar dökülecek. Okuma yazma bilmeyen hakkını hukukunu ne bilsin? Çocukların rızkını tavukların yumurtalarıyla çıkaramazsın bu vakitte! Ne yapacak? Kadıncağız ne yapacak ha söyle?’

Tabi, dedi köylü. Bu zamanda okuma yazma bilmemesi kişinin ayıp.

‘Yalnız ayıp mı? Ayıp mı yalnız?’ diye ısrar ediyordu imam ‘O filmlerde kadınlar kötü yola nasıl düşüyor sanıyorsunuz? Okuma yazma yok, meslek yok, ne yapıyor?  Hafazanallah, kötü yola düşüyor. Şimdi haftada bir gün köye dikiş öğretmeni de gelecek. Öğretmen hanım (sağ olsun) kaymakamlıktan, Halk Eğitimden ayarladı, giyimmiş, perdeymiş, çeyizmiş öğretecek. Mecbur etmiyorum ama kadın milleti akıllı olur, bunun ne kadar işe yarayacağını anlar…’  Böyle deyip de dikiş günlerinde de erkeklerin yakasına yapıştı mı? Köy kahvesinde çalışmaya koyuldular. Duvar nasıl örülecek; Kasap Hakkı’nın babası Basri Usta öğretti. Boya badanayı imamın kendisi. Marangozluk işlerini biri üstlendi. Kahveci Selami çıldırmak üzere tamam mı? Kahvehane oldu işlik. Kâğıtlar, tavlalar, taşlar tümden kalktı, Selami’de surat bir karış.”

            “İşte böyle. Öğretmenle imam köyde terör estiriyorlardı sizin anlayacağınız. Muhtar canından bezmişti. Bir şey diyemiyor, hasta köpek bakışlarıyla ortalıkta geziyordu. Böyleyken ne yaptı ne etti o da iki hafta arayla bir pratisyen doktor getirmeyi başardı. Şimdi köylü başlarına kendi elleriyle sardığı bu belaya sevinsin mi üzülsün mü bilemiyor. Her dakika tetik, her dakika bir işle uğraşılması gerek. Buna alışkın değiller. Ama domino taşlarına da engel olamıyorlar tamam mı? Tertiplilik bakımlılık ve yeni şeyler öğrenmek herkesin içine işledi bir kere.  Sonra efendim, imam, gün geldi tayinim çıktı diye bavulunu toplamaya başladı. İnanmazsın, köylü yolunu kesti, müftülüğe falan gidimkâr oldular. O, ‘olmaz,’ dedi. ‘Gideyim başka gaflet uykusundakileri uyandırayım. Öte dünya yüzünden hayatını boşa geçiren tembellerin günaha girmesine engel olayım,’ dedi ve gitti.”

            Yok, olayın sonunu anlatmamıştım daha. Tam bizim gönüllü hemşire ve ebeden söz edecektim; ‘gönüllü olarak’ dedim, cümlenin burasında arkadan biri ‘oh esti biraz’ dedi. Anlattıklarımdan çok hava akımıyla ilgileniyordu ve sanki o haber vermezse ötekiler hava akımından yararlanamayacaklardı. Hızlanmış, rampa aşağı iniyorduk. Apansız kısa bir fren yaptık ve ben kafamı ön cama vurdum. Başımla camın çarpışmasından tok bir ses çıktı, alnımda yanma hissettim.  Yarım saatten az zaman kalmıştı varış noktasına. Yolun üstündeki barikatı gördüm. Yeni kesilmiş bir ağaç,  başkasını keserken yarım bırakmışlar, taşlar. İçimden ‘eyvah’ dedim, ama ‘fren, fren!’ diye bağırdım. Bir naylon poşetin hışırtısı oldu. Şoförün aniden fışkıran ter kokusunu duydum. ‘Adnan, Adnan!’ diye bağırdı bir kadın. Sesler ve çığlıklar fren hunisinin içinden kulağıma doldu.  ‘Bir şey attılar!’ dedi boğuk sesle başkası. Başımı vurunca dilimi ısırmış olmalıyım, ağzıma kan tadı geldi, feci canım yandı. ‘Bomba! Bomba!’ diye haykırdı adamın teki. El freni dev bir konserve kapağını açarcasına arabayı durdurdu. Kapının koluna yapıştım. Tırnağım, döşemesini yırttı sanırım, sonra tutunamayıp sıcak havayı kavrayan avuçlarım… Sıcağa, şoföre, dünyaya kızdım. Yerden kalkan toz kokusu, arabanın içini dolduran o yabancı koku, sesleri duyamayışım, temiz hava kokusu, çimen kokusu. Otların avuç içlerime doluşu. Hah, dedim, enjektördeki ilaç fışkırdı bak. Enjektör de paramparça, tüm cam kaplar da. Hava sıcak mı sıcak. Hani otların üstüne uzanınca serinlik hissetmen gerek, yok öyle bir şey. Toprak, otlar, bulutlar, gözünün gördüğü her şey ıslanmamış güllaç yufkalarını hatırlattı birden. Dokunsan ufalanacak. Kıpırdamaya korkuyorum, ben de ufalanacakmışım sanki. Bu fikir beni alt üst etti. Kıtır kıtır parçalarım…”

            “Çok dar açıdan gördüğüm; yolun karşısından bu yana gelen, ayakkabılar! Tüfeklerin aşağı sarkan namluları, otların üzerinde tek ayağı kopuk seken çekirge, çimen yaprağının tırtıklı kenarları, asfaltı geçen ayakkabılar, burnuma değen papatyanın hoş kokusu. Kımıldayamıyordum. Soluğum kesilmiş, kalp atışlarım yavaşlamıştı. E, dedim içimden bu da mı tura dâhil? İmamın tayini çıkıp da gitmeye kalkınca, gideyim, başka gaflet uykusundakileri uyandırayım, dediğini söylememiştim daha galiba… Yoksa söylemiş miydim?  Öte dünya yüzünden… Burada tembelleşen… Köyün onun yolunu nasıl kestiğini… Köylünün yani… Kimseyi görmedim. Bir sürü ayakkabı otların üstünde yürüyordu. Hepsi başka başkaydı ama. Hiç konuşmadılar bana kalırsa. Yok belki ben duymadım. Çünkü kulaklarım feci çınlıyordu. Pencereden ne atıldı onu da görmüş değilim. Şimdi çok başım ağrıyor, izin verirseniz…”

544 ve 545 SOLUCANLARI

Tuz Saraylar’ın ilk bölümü Günahlar’dan üçüncü öykü, 544-545 Solucanları. Öykü adını dilencilikle ilgili yasa maddesinden alıyor. Bu bölümün ilk öyküsü Güneş ve Çiçek’tir.  İkinci öyküsü Fil Sami’dir. Bir yap bozun parçaları şeklinde dilenci mafyasını farklı açılardan ele alan Günahlar bölümündeki öykülere devam edeceğiz. Kethüda’yı merak edenler biraz daha bekleyecekler. Şimdi birinci öyküdeki patron Lale Hanım’ın avukatı girip çıkacak öyküye. Önerisi ise… Okur tahmini bekleyen öyküler… Tuz Saraylar…

undefined

Osman Bey, canı sıkılarak başını çevirdi. (Her köşe başına, bunlardan bir tane yapışmış durumda. Çirkin, pis, sakat ! Alt geçitler, üst geçitler, cami avluları, kutsal günler, kutsal olmayan günler bu kahverengi solucanların saldırısı, kuşatması altında! Bütün ömrüm bunları küremekle geçti gibime geliyor !.)

         “Bütün ömrüm bunları küremekle geçti Şükrü!”

          “Haklısınız amirim, bizim de olacağımız o…”

            (Bu kıvıl kıvıl şeyler kimi daha kürekteyken kayıp gidiyormuş, kimi koyduğum kutudan kaçıyormuş… Oysa bana daima azalıyorlarmış gibi gelmişti. Gençtim demek ki. Derken arkamı döndüm, emekli olurken hayal kırıklığı!  Üstelik üremişler, üstelik evrim geçirmişler! )

         “Bu ne biçim şey yahu! Hani biz zenginleştik, geliştik?  Birinci Cihan Savaşında, Kurtuluş Savaşından sonra bile bu kadar sefil süfelayı sokakta bulamazdın, biliyor musun Şükrü? Çünkü o zaman insanlarda gurur vardı, gurur! Şimdi her şey naylon!”

         “Doğrudur amirim.”

            (Hiçbir şeye saygıları yok aslında. Duygusuz ak gözlerle akla gelmedik duaları, bedduaları peş peşe sıralayıp insanların kulaklarından gözlerinden girip beyinlerinde yer ediyorlar. Sonra bizim yufka yürekli insanımızın vicdanı dile gelip vır vır etmeye başlıyor. Sınava gireni, bir dileği olanı, başına bir şey gelmesin diye korunmak isteyeni… Bu yamuk, çarpıkların, bu miskilerin dualarından hayır bekliyor… Solucanlar ! )

         “Onun böyle bir yeteneği olsa kendine hayrı olur a cahil!”

         “Ne buyurdunuz amirim?”

         “Kendilerine hayırları yok kime ne hayırları olacak be Şükrü! Allah için para ediniyorlar ama. Sen ben ay sonunu zor getiriyoruz, o öğrenci simit parasını veriyor ama onların altıncıkları artıyor ha artıyor…”

         “Valla doğru efendim.”

         Şapkasını sinirle masaya fırlattı. Üniformasının düğmelerini açıp kaygılı ve sinirli ellerini beline koydu. (İnsanların gezindiği her yerde barınıyorlar. Gözlerinin aklarını göstere göstere dilleri dışarıda,  yerlerde sürünenlerini mi ararsın, kolunu kırmış öyle gezenini mi, ağzından salyasını akıtanını mı? Yok, efendim kan kanseri olanı mı?)

         “Ne senaryolar,  akıl alır gibi değil yahu! Hatırlıyor musun, sivil gezerken bizi tanımayıp da oğlum kan kanseri, raporu var, diye yanımıza yaklaşmışlardı da güneş gözlüklerimizi çıkarınca donup kalmışlardı.”

         “Bilmez miyim amirim, karı koca olmadıkları gibi, çocuk da kiralıktı… Herkes enayi, bir onlar akıllı…”

          “Ama ne.”

         “Yalnız amirim, lâf aramızda hâlâ ortalığı dolandırıyorlar, bilmiş olun…”

         “Yok canım, hâlâ mı?”

         “Emin olun efendim. Şimdi iş yerlerine gidiyorlarmış. Bir yolunu bulup patronların yöneticilerin adlarını öğreniyorlarmış. Sonra illâ ki bilmem kim beyle görüşmeye geldik, biz memleketlisiyiz falan filân bilirsiniz işte…”

         “Sen ne karıştırıyorsun onu?”

         “Aletin zoruna bak ya, bu düğmede bir şey var herhalde…”

         “Alet deme şuna Şükrü!”

         “Pardon Amirim.”

            (Ah bu bana kendimi çok yorgun hissettiriyor! Hayatım başıboş bir uçurtmaymış ama haberim yokmuş. Bir uçurtma ne işe yarar ki? Eğlencelik! Rüzgârın, çocukların maskarası. İpini tutar havalandırırsın. O uçtuğunu sanır. Belki kuşgillerden sanır kendini. Ama ipini sarıp aşağı çekiverirler. Yahut rüzgâr ondan sıkılır.  Ama Tanrı biliyor, bugün ipimi koparmak isteyen bir uçurtmayım… Yakalayıp kayıt altına aldığın kaç kişi? Ailecek, köycek bu işi yapan var. Adam mı var elimizde tesis mi?)

         “Mahkemeye çıkarıyorsun; valla billa yapmayacağım, diyor salıveriliyor.”

         “Yapmayın müdürüm, sizin bir suçunuz varmış gibi aaa.”

            (E, o zaman mahkemeye çıkartmaya ne lüzumu var? Bizim çocuklar da böyle düşünüyor zaten. Yargıç ne yapacak? En fazla 544–545 den bir hafta, bilemedin bir ay hapis verebilir.  Hapis etsen ne olacak, alıp ıslah ediyor musun? Yooo. Salıyoruz sokağa. Olmadı şehir sınırına bırakıyoruz! Yazık harcadığımız benzine, yazık koşturup duran adamlarımın nefesine yahu!)

         “Yazık bize Şükrü! Benzin parasına yazık!”

         Şükrü amirini sakinleştirmek gereği duydu; “Amirim içecek bir şey ister miydiniz?”

         “Sen en fazla kaç para saydın, söyle bana Şükrü?”

         Şükrü sustu. Soru beklenmedik anda geldiyse altından bir sıkıntı çıkabilirdi. Ya da kendisini cezalandırmak için amir bazı konuları şahsa doğrulatır, sonra açıklayıcı konuşurdu. Büyük miktar söylese, başı derde girebilirdi, az dese, altında ne var bilmiyor ki… Nasıl bir sorun vardı da konuya buradan giriliyordu?

         “Saydın mı derken Amirim?”

         “Bırak maaşını, o bir şey etmez. Hayatında eline alıp sıcak sıcak saydığın en yüksek para ne kadar, diyorum. Böyle bir para geçti mi eline?” 

Osman Bey, amaçsızca ceplerini karıştırıp durdu.

         “Eee, şey hayır.”

         “Ya, gördün mü, kaç yıllık zabıta memurusun?”

         “On yıl.”

         “İşini sever misin?”

         “Amirim, bana bir şey anlatmak istiyorsunuz ya, hata edi’cem diye…”

         “Etmezsin, etmezsin. Bunların her biri senden benden fazla kazanıyorlar Şükrü! Kusurlu, aramızda olmaması gereken, hastalıklı bir güruh! Ama sağlıklı, dürüst çalışan insanların ekmeklerinde gözleri var! Onların da onları çalıştıranların da!”

         “Evet Amirim. Ama siz çok sinirlendiniz bugün. Tansiyonunuz falan şeydicek diye korkuyorum efendim. Aman lütfen. Tam emekli olacağınız rahat edeceğiniz zamanda …”

         “Sen ne demek istiyorsun?”

         “Hastalıkla uğraşmayın demek istiyorum efendim.”

         “Haa, öyle söyle.”

         “Siz ne anladınız ki?”

         “Boş ver!”

            (Git diyor mafya, senin yerin şu, ondan sonra şu kadar da para getir akşama. Parayı denkleştiremedin vay haline. Ağır işkence. Naylon eritip damlatıyorlarmış naylon!)

         “Hatırlıyor musun Şükrü, bir gün çöp sahasında birini bulmuşlardı. Kimlik falan da yok. Geçmiş olsun. Tabi para denklesinler diye her yolu deniyorlar. Olmadı sırf gözdağı vermek için cırt, öldürüveriyorlar! Tam bir suç makinesi işte! Naylon eritip damlatıyorlarmış etlerine böyle böyle biliyorsun sen…”

Şükrü gülmeye başladı. Kendini tutamıyordu. Osman Bey ters ters;

          “Sinirin mi bozuldu ne Şükrü?” dedi.

         “Adamın kimliği tespit edildiydi amirim.  Şu çöptekinin. Adı Hayati Kopya’ydı.”

Osman Bey, gerdanını ve yanaklarını sarsarak. “Hadi canım,” dedi.

         “Valla Amirim.” Boğazını kazıyıp öksürdü, toparlandı.

         Osman Bey, masanın üstünde duran ağaç oyma kalemlik, pirinç isimlik, dosyalar ve evrakları bilinçsizce yokluyor, kaldırıyor, başka yere koyuyor bir yandan durmadan düşünüyor ve düşüncesinin devamında konuşuyordu. Onun elini izleyen Şükrü, pirinç isimliğe doğru eğilip bıyıklarına düzgün mü diye baktı;

         “98’deydi sanırım. Sonra da suç geometrik olarak artıyor zati. ” Anlamsız konuştuğunun farkındaydı ama Osman Bey’in kendisini duymadığından emindi.

Müdür, geometrik sözcüğünü yakalamış, bu ona bir araştırmayı çağrıştırmıştı. (Üniversitelerden biri araştırdı işte, bunların dünyasında dolaşan para tekstil sektörüne denk. Toplayıp salıyorsun, toplayıp salıyorsun! Gönder bakayım taş kırmaya! Zaten çoğu sağlam, sakat numarası yapıyor. Anında düzelip tövbeden gelmezlerse ben bu üniformayı çıkarırım! Adamlar mesaiye gider gibi pöh!)

         “ Adamlar mesaiye gider gibi arabalı, dağıtılıyor, bırakılıyor Şükrü! Bu nedir yahu?! Bulabildiniz mi şimdiki yerlerini?”

         “Yok, bulamadık Amirim.”

Sustular. Sonra Osman Bey; “Felçli, doğuştan sakat olanları ailelerinden kiralarken iki misli ücret veriyorlarmış!”dedi birdenbire.

         “Doğrudur Amirim.”

         “Hay Yarabbim, bunlar da ana baba işte!”

(Şimdi de bu kiralanan, satın alınan, kaçırılan dilenciler yetmezmiş gibi başka ülkelerden de geliyorlar! Bu kadar itip kakma, taciz, sonra ne oluyor? Öööc, öç diye ulumaya başlıyorlar!  Öcünü gidip seni pazarlayandan alsana! Toplumdan alıyor! Çanağına sıçan cinsi bu yani! )

         “Çanağına sıçanlar bunlar anlıyor musun? Tam da araştırmacıların dediği gibi ‘en üst düzeyde öç alıyorlar’ diye yazmışlar, okudun mu o raporu sen?

         “Yok, Amirim şey’demedim. Şey raporunu dediniz değil mi?”

         “İki saattir burada sosyeteyi konuşuyoruz sanki Şükrü! Ben ne yapıyorum? Araçlarla toplayıp kampa getiriyorum, kimlik bilgilerini al, cebindeki paraya valilik kasası adına el koy, onları kadın ayrı erkek ayrı odalara tık! Efendim? Odayı kokut, aç kapıları sal dışarı! Önemsiz işler yüzünden ömrümü çar çur ediyorum!”

       “Artık üstlerinde fazla para da çıkmıyor Amirim. Gözetleyiciler alıp alıp gidiyorlarmış.”

         “Pöh, sen de o toplama odalarını kokuttuğunla kalıyorsun, hadi temizlet, ilaçlat! Yazık bu memlekete yazık Şükrü! Bu iş böyle olmaz Şükrü. Bu işin önünü kesmeli. Adamlarımın hayatlarının anlamı kalmıyor bir, ayakaltında bir sürü pis insan iki, millet Allah Allah derken, hiç çalışmadan ceplerini dolduruyorlar bu da üç! Bu işe bir çare… “ Durdu. Sonra; “ İnsanların yakasına yapışıp bu yaratıkları beslemeyin, diye avaz avaz bağırasım geliyor! Bunlar ıslah mıslah olmaz kardeşim!”

(İşe yarar organlarını dokularını alıp kalanı tahtalıköye posta! Bir tinercinin ıslah edilmişinden ne olur? Ha? Cinayet işliyorlar, soygun yapıyorlar, eee sonra? Kendinde değilmiş… Al parçaları, bitir işi… En iyisi bu!)

Memur amirini giderek ışığı sönen bir yağ kandili gibi görmeye başlamıştı ki yağ kandili aniden parladı; “Bir çaresi olmalı!”

Şükrü yerinden fırladı; “Emredin amirim!”

         Tam o sırada kapı tıkladı, şık takım elbiseli, uzun mu uzun boylu, şişman, gâvur dağı heybetiyle yabancı biri içeri girdi:

         “Osman Bey, randevusuz geldim, özür dilerim.”

Osman Bey, kendi, kendine konuşmasını ve Şükrü’yle konuşmasını kesmek zorunda kaldığı için hiddetle; “Eveee?” dedi.

Daha “t” harfine sıra gelmeden misafir ona;

“Şu dilenciler konusunda size bir önerim olacaktı” dedi.

Osman Bey bir an donup kaldı. Adam, bu suskunluğu sözüne devam et şeklinde yorumladığından; “Ben bu kentin güzelleştirilmesi ve… Temsil ettiğim grup, ah adım Sami, Avukatım.”  Kartvizitini uzattı.  “Yalnız görüşmemiz mümkün müydü?”

Sanki Tanrı Osman Bey’i duymuştu ve bu misafiri Avukat Şişko Bey Sami’yikapısına bırakıvermişti. (Bu kadar olur!)

         “Elbette, “dedi keyifli ve özenli bir sesle. “Size ne ikram edeyim?”

Yürüyen dağ büyük misafir koltuğunu tamı tamamına doldurarak büyük bir bardak su, bir bardak da meyve suyu istedi.

FİL SAMİ

Serap Gökalp’in Tuz Saraylar kitabından…

Delikanlı olacaklardan habersiz sessizce bekliyor. Parmakları, kirli sarı saçlarını çalımla tarayıp gömleğinin yakasını toparlıyor.

            Yüzündeki meydan okuyuşa karşın gözleri testekerlek. Fil Sami’nin neler düşündüğünü anlamaya, beklemeyi ve sessizliği kısa, kesik hareketlerle doldurmaya çalışıyor. Bilmediği Fil Sami’nin de delikanlının ne düşündüğünü hesaplamaya çalıştığı… Ama onun sessizlikle herhangi bir sorunu yok besbelli.

İçeri girmeden önce ona ayakkabılarını çıkartmışlar, mavi hastane naylonları giymesini söylemişlerdi. Ve sakın hiçbir yere oturmamasını. Yere bile. Şimdi delikanlı, fötr şapkası ve takım elbisesi olmaksızın adamın yaşlı durduğunu düşünüyor. Yaşlı, yani güçsüz. Adamsa karşısındaki delikanlıya bakıyor ve kendi gençliğini görüyordu. Babasının karşısında duruşu tam da böyleydi. Şimdi ikiye bölünmüş ruhuyla iki Sami karşılıklı duruyordu. Bir yarısı şimdiki Fil Sami’nin kılıfında babası, diğer yarısı bu kayış gibi çocuğun kılıfında genç Sami. Sıkı çocuk ve Fil Sami onun aklını okumuştu evet; kendisini yaşlı bulduğunu anlamıştı. Bu onu sinirlendirdi. Giysilerinin avantajından yoksunken kendini rahat hissetmezdi.  Gözünü delikanlıdan ayırmaksızın kurutulmuş meyvelerle dolu tabağa elini daldırdı, birkaç zencefil şekerlemesini ağzına attı. Eski Yeşilçam filmlerinin kötü adamlarından biri… Ağız şapırtısı, sinir bozucuydu. Yumuşak, kaplayıcı bir canavarın koca bir koltukta yayılmış oturması delikanlının içini daraltıyordu. Bir yandan kaçınılmaz olarak ağzının sulandığını hissediyor ve sıklıkla yutkunuyordu. Yumuşak bir duygu asılı kalmıştı. Yumuşak ve yıldırıcı.

            Bir süre sonra kuru incirler, kaysılar, zencefiller ve –delikanlı bilmiyor işte- bitti, Fil Sami, kâğıt bir mendille ellerini temizledi. Vücuduna göre küçük, mayalı hamurlara benzeyen ellerini, etleri içine gömülmüş tırnaklarını dikkatle inceledi. Hiç acele etmiyordu.  Kendini kaptırdığı, ruhun ayrılıp uzak yerlere gitmesi, görünmezlikle her şeyi ve herkesi gözetleyebilme yetisine benzer bir duyguyla babasını ve kendi gençliğini izliyordu.  

Delikanlı yine yutkundu. Tırnağını taktırıp kazımaktan kendini alamayıp yüzündeki bir sivilceyi kopardı. Sonra daha önceden yolunmuş yerlerin kabuklarını kopardı. Bazıları kanadı, farkında değildi, içindeki daralmaya çözüm bulmaya çalışıyordu. Ama bu saçmaydı. Birini harcamak isterlerse doğrudan harcarlardı, niye çağırıp konuşsun ki? “Fil Sami aslında kötü biri değildir. Kimseyi öldürttüğü falan duyulmuş değil… Adam avukat…”

            Sokakları polo şapka, kötü kokulu giysiler ve yumuşak ayakkabılar olarak her zaman hızla arşınlamaya alışkın delikanlı yerinde durmakta zorlanıyordu. Yine adamın yaşlı ve güçsüz göründüğünü düşündü. Fil Sami onun ne düşündüğünü yine anlamış olmalıydı. Ayağa kalkıp ellerini arkadan bağlayarak pencere önünde durdu, boy ve kilonun yararını geri aldı. Işık içine gömüldü şimdi ve nedense çocuk kör olacağını düşünüp kolunu gözüne siper etti. Fazlasıyla aydınlıktı oda bu yüzden… Karanlığa, şapka gölgeliğine ve gözlüklere alışkın birinin tüm koruma güdülerini paramparça ediyor ve kendini çaresiz hissettiriyordu.  Fil Sami’nin iki metreye yakın boyu ve yüz kilodan fazla karaltısı da bu duyguyu perçinliyordu. .

            Kapı yavaşça açıldı. Yer çekimine direnemeyen zavallı kaşları ve yanaklarıyla başörtülü bir kaz odaya girip iş yapmaya başladı. Kapı pervazlarından eğilerek geçen adamı da onun karşısında Cin Ali gibi kalan çocuğu da görmemiş gibiydi. Boş tabağın yerine koca bir tabak kurutulmuş meyve daha bıraktı. Küllükleri temizledi, cam masanın üstünü ıslak bezle sildi. Hizmetçi kaz beyaz giysileri ve portakal rengi terlikleriyle çıkıp gidince sessizlik yine oraya buraya çarpmaya başladı. Zorlu bir korunma isteği oluştu delikanlıda; “Böyle deli sessizliklerin sana ne zaman çarpacağını seni ne zaman sessizleştireceğini bilemezsin,” diye düşünürken telefon ziliyle irkildi ve kalp atışları arttı. 

            Fil Sami tekrar çalışma masasına döndü. Koltuğunu arkaya yatırdı;

             “Efendim Lale Hanım?” derken gözlerini delikanlıya dikmişti. Duydukları yüzünden karşısındakini lime lime etmeye hazırlanıyordu.  Homurtular dışında hiçbir şey konuşmadı ve telefonu kapatıp dilinin üstüne yapıştırdığı kürdanı parmaklarının arasına alıp geviş getirmeye yarayan, kalın, sağlam ve sarı dişlerini karıştırdı. Hiç beklenmedik bir anda; “ Sen kiralıklardan mısın?” dedi. Normal sesle sorulmuş olmasına karşın bu sözler delikanlıyı irkiltti. Avukat yarattığı etkiden memnundu. 

“Evet.”  

Kendi başına çalışıyormuşsun he?”

            Gencin duyduğu, söylenen cümlenin kendisi değildi. Söylenişi, bekletilmesi, odanın çıldırtıcı aydınlığı, pahalı eşyalar,  kaza benzeyen hizmetçinin onlar sanki saydam yaratıklarmış gibi odaya girip işini tamamlayıp çıkıp gitmesi, tüm boşlukları dolduran sessizlik, sessizliğin içinde çekiç sesine dönüşen ağız şapırtıları… Bu cümledeki vurguyla birlikte dehşet olup içine fışkırmıştı. Fil Sami ona bakıyordu. Bu bakışın hayırlı bir bakış olmadığını söyledi içinin sesi ve delikanlı kıpırdandı. Bir şeyler söylemesi gerekiyordu;

             “Yok abi, valla billa yalan. Kim çıkarıyor bu lafları? Ben ne kazanıyorsam… Hem zaten üç kişiyiz… Öyle bir şey olsa… Hem niçin yapa…” Hızla ve çaresizce birbirinin ardına dizilmiş sözcükler derin suskunluğa çarptıkça, yerlere dökülüp paramparça oluyordu. Bunu anladığı anda dehşet geri tepti ve beynine yapıştı.             Fil Sami onu kesinlikle ciddiye almadığını gösteren bir mimikle; dudaklarını iki yana ve aşağıya yayarak: ”Kes!” dedi kısaca.     Sustu. Adam bir erik kurusu, alıp fırlattı.

            “Kaç para buldun bunun üstünde ?” dedi. O ana kadar sessiz bekleyen Parmaksız, sarı benizinden umulmayan çevik bir hareketle kuru yemişi tuttu.

            “En son bir kadın çantası getirmişti” dedi.

            “Paraları tamı tamına Mehmet’le sayıp vermedik mi?” diye atıldı delikanlı. Şakaklarındaki hardal rengi saçlar terden parlıyordu.

            “Paralara dokunmamış. Ziynetleri iç etmiş.”

            Fil Sami, çukur porselen tabağa elini daldırdı. “He?” dedi, öyle mi, anlamında,  ağzını doldurdu tekrar.

            “Ya Parmaksız Abi, yanlışın var bak. (Yalan söylüyorsun diyemiyordu) Yanlış biliyorsun bak. Ziynet filan kim uyduruyor bunları?”

Parmaksız ona hiç bakmadı. Erik kurusunu dişleyip; “Dört bilezik, bir tek taş yüzük, bir çift pırlanta ve elmaslı küpeyi kuyumcu Adnan’a götürmüş.”

Fil Sami ağzındakileri bitirdi tekrar tabağı avuçladı; “Adnan’ı ne biliyor?”

            “Bir kere mal götürmüştü,”dedi Parmaksız.  Çekirdeği koyacak yer aradı, bulamadı,  avucunda tuttu, sonra da cebine koydu: “Adnan demiş ki, Parmaksız’ın haberi var mı? Var, demiş bu. Ben birini gönderirsem haber veriyorum ya. Öyle dank diye gidince… Cesaret edemez diye de düşünmüş… Allah’tan bana sordu…”

            Fil Sami: “Kayış gibi, kayış gibi de bizi de kayışa getirmeye kalkıyor ha?” dedi sarı dişlerinin arasından. Bu cümle delikanlıyı artık yere kıvrılıp bırakılmış bir kayışa döndürdü.

            “Ben sana diyeyim Parmaksız, o yanındaki zurnayla peşrev olmaz tamam mı? Ben adamı gözünden anlarım. Ben insan sarrafıyım. ”

            Doğru söylüyordu. Avukatlığının dışında yaptığı işi; “Akdeniz ülkelerine ulaşmak isteyen Afrikalı, Asyalı kardeşlerimize yardımcı oluyoruz” diye övünerek söylerdi.Sonra kıyı korumanın işi çok sıkı tutmasıyla bunu yapmaktan vazgeçtiğini açıkladı ve o günden beri fakir ailelerin çocuklarına dadandı. Yaşı, cinsiyeti fark etmiyordu.  Adana pamuk tarlaları için bir zamanlar oluşturulmuş çocuk pazarını dâhice buluşuyla geliştirmişti. “Çünkü buranın insanları çok ürüyor kardeşim,” diyordu şişman dudaklarını şişirerek. Onlara, kulaklarından tutup havaya kaldırılmış tavşanlara bakar gibi bakıyordu. “Eleman bol. Devamı da var. Eeee, o zaman bu durumu değerlendirmek lazım. Avrupalı yapmıyor mu sanki…”             Çocukları kiralıyor, satın alıyor, olmazsa kaçırtıyordu. Topladıklarının içinden ilkin sağlam, çevik olanları Parmaksız denilen usta yankesici için ayırıyordu. Bir kısmı sokaklarda sakız mendil satar görünümünde para karşılığı habercilik, ispiyonculuk yapıyordu. Fuhuş için kız ve erkek çocuklar, genç kadınlar da ayrılınca geriye Kethüda’ya verilecekler kalıyordu.

            Sağ elinin başparmağı cebe girip çıkarken takılmasın diye zamanında ustası tarafından kesilen Parmaksız, teslim aldığı çocukların her şeyinden sorumluydu. İhanetlerinden de… Yine sessizlik balon olup şişmeye başladı ve yine Fil Sami kuru meyvelerini dikkatle ağır, ağır yedi bitirdi. Yine ellerini temizledi ve bıkkınlıkla iç geçirerek kısık bir sesle kararını bildirdi; “Kethüdaya verin bunu.”

            Çocuk kalbine bıçak saplanmış gibi haykırdı;

“Hayır! Bu çok fazla! Bunca zamandır size dünyanın parasını kazan…”

YAZAR DENEN PİRAMİT VE YAPIT DENEN TAYFIN HİKAYESİ

“Öykü düşler dilinin güçlü kız kardeşidir” der Clarissa Estes. Şimdi, düşler dilinin kız kardeşiyle buluşmak üzere buradayız. Onun tanımının yanına kendi tanımımı da iliştirmek isterim, yazar kristal bir piramittir ve üzerine vuran ışığı becerisi doğrultusunda tayflara ayırır.

Clarissa Estes, şair, psikanalist, psikoloji doktoru, öğretmen, kadın üzerine araştırmacı, yazar, radyo program yapımcısı kartvizitlerini taşıyor. Bunların dışında bugün bizim için önemli bir niteliği daha var. Kendisi bir Cantadora. Latin geleneğinde öyküleri toplayıp saklayan ve anlatan kişi demekmiş.  Estes; “Sanat yalnızca kendimiz için değildir, peşimizden gelenler için bir haritadır” diyor. Öykü/öyküleme en eski sanatlardan biridir. Bizler Dede Korkut geleneğinden gelen insanlarız. Anadolu toprakları da bu sanatın zengin yataklarındandır. Eski uygarlıklarda öykü anlatıcılarının cinlerin etkisine girip bir tür vecd haline geçtikleri söylenirmiş. Meddahların cinleri var mıydı bilinmez ama çok sevildikleri gerçektir.

Bu metinde “ben” zamirini belirgin veya gizli çok kullanmak zorunda kalacağım. Lütfen bağışlayın. Çünkü kişisel deneyimlerimi paylaşacağım sizlerle. Bu paylaşım sizi sihirli değnek dokunmuşçasına yazar yapmayacaktır. Ama kemiklere şarkı söylemek için istek uyandırabilmeyi umuyorum. İçinizdeki Kurt kadın La Loba kemiklere şarkı söylemek için ellerini havaya kaldırabilir… Kimdir bu La Loba?

La Loba, Latin Amerika geleneğinde çöldeki yaşlı kemik koleksiyoncusudur. Kemiğin tahrip edilemez gücü, kolaylıkla teslim olmayışı, yanması zor, ezilip toz haline getirilmesi neredeyse olanaksızlığın simgesidir. Ruhu çökertebilir ve eğebilirsiniz. İncitip derin yara izleri oluşturabilirsiniz. Üzerinde hastalık lekeleri, korku ürünü yanık işaretleri bırakabilirsiniz. Ama o ölmez, çünkü alt dünyadaki La Loba tarafından korunur. La Loba kemikleri bulur ve yaşatır. Nasıl yaşatır?

La Loba çölde, dağlarda ve kurumuş dere yataklarında kemikler toplar. Ama asıl kurt kemikleriyle ilgilenir. Bir iskeleti tamamladığında, yaratığın son kemiğini de yerine yerleştirdiğinde ateşin yanına oturur ve hangi şarkıyı söyleyeceğini düşünür. Karar verdiğinde kollarını kaldırır ve şarkıya başlar. Şarkı boyunca kemikler ete kemiğe bürünmeye başlar. Kürkle kaplanır, kuyruk kabarır ve güçlü bir şekilde yukarı kıvrılır. Soluk almaya başlar. Şarkı sürer. La Loba’nın sesinden çölün zemini sarsılır, kurt gözlerini açar. Ayağa fırlar, ufka doğru koşar. Gözden kaybolur. Koşunun bir yerinde, bazen hızı, kimi kere yolunun bir nehre düşmesi veya güneşten ya da aydan gelen bir ışıktan tam yerine denk gelmesiyle birdenbire özgürce koşan kahkahalar atan bir kadına dönüşür.

Ben burada size kendi şarkımı anlatacağım. Sizinkinin nasıl bir şarkı olacağı kendi kararınız. Her öykücü kendi içgörü bıçağını kullanır. Tutkulu hayatın alevlerinden tek başına geçer, bakışlarını kaçırmadan gördüklerine dayanma cesaretini kazanır, beynin ve ruhun güzel kokusunu okuruna sunar.Öykü katlanmış, çok katlanmış küçültülmüş bir metindir. Öyle ustalıkla katlanmalıdır ki ortaya çıkan bu “origami” den okur heyecan duysun.

İçimizdekileri kâğıda kusmak öykü değildir. Tam bir saygısızlıktır. Yazma sanatının görünmez kuralları uygulanmayı bekler. Bu kurallar okumak ve incelemekle öğrenilir. Sanırım benim hâlâ bir takım çekingenliklerim var. Yazar olduğumu söylemekten korkarım. Hem gelmiş geçmiş ustaların sesimi duymasından korktuğumdandır hem de yanlışlıkla yazarım dersem peşinden şu cümleler gelir. 1-Ben de lisede şiir yazardım. 2-Benim hayatımı yazsana.

Nefret ederim. Bu cümleleri duymak beni utandırır.  Yazma sanatı ayaklar altına alınıyor gibime gelir. Yazmak çok uzun bir yolculuktur. Sözünü ettiğim cümleler, bu bakış bu uzun yolculuğu küçümsemektedir.  Bunlar bir yana, şuna karar vermeliyiz; Ne için yola çıkacağız? Aklımıza geldiği gibi kalem dansları mı olacak bu iş yoksa ne? Benim kararım iyi bir yazar olmaktı. Bu ne kadar korkunç bir şeymiş yola çıktığımda anladım. İnsanların beynime ruhuma bakmaları için tüm kapaklarımı açmaktır bu. Orada başka insanlar, yaşamlar, kavramlar, yanlışlıklar, sevgiler, tutsaklıklar, korkular, aklınıza gelebilecek her şey var.

Dinler ve izlerim. Kâğıt ve mürekkep koksundan sarhoş olabilirim. Çok kalabalık bir insanımdır. Korkularım, kaygılarım, coşkularım, sevgilerim daha birçok şey şu omuzlarımın üstündeki saydam kürenin içinde boz bulanık bir gaz kitlesi halinde durur. Edebiyat veya sanat bu kütleyi düzenler, ayıklar ve özgürleştirir. Demek ki özgür olmak çabasıyla yazıyorum.

İlk öyküm 1983 yılında yayınlandı. O günden bu yana çektiğim sıkıntıları tek başıma yaşadım. En yakınlarım dahi tanık veya izleyici olmanın dışında bir davranışta bulunmuş değildir. Ama ilk kitabımdan sonra benimle gurur duyduklarını hissetmeye başladım. Ben kendimi emekli işçi diye sunmayı yeğlerken, yakınlarımın beni yazar olarak sunmalarını şaşkınlıkla izler oldum. Bundan mutlu olduklarını hissediyorum. Marquez haklı demek ki ; sevdiklerimi mutlu etmek için yazıyorum, demişti. Ben onlar için yazmıyorum ama mutlu olduklarını görüyorum.

Bazen kendime sözcük terbiyecisi derim. O zaman elimde kırbacım bu yabanıl yaratıkların üstüne üstüne giderim. Kimileri çok iridir, çok zorludur. Bazen kendimi sözcük işçisi olarak algılarım. Bir ahşaba ince uçlu el aletleriyle şekil vermektir bu. Kolay da olur zor da. Taş ustası olurum, taş yontar taş tozu yutarım.İnsan olarak yazma nedenlerim ayrıdır, kadın olarak nedenlerim farklıdır. Adalet duygum örselenir yazarım, başkaldırılarımı haykırmak için yazarım. Olup biteni içime sindiremem yazarım. Bir sıcaklık gözlerimi yaşartır yazarım.

Kadın olarak dünyayı başka türlü gördüğümüz tartışılmaz. Siz hiç tezgâhtaki bebek patiğini “ay canım ne kadar güzeller” diye çığlıklarla seven bir erkek gördünüz mü? Ama kadın durur ve patikleri sever. İşte bir öykü noktasına geldik sanırım. Her yöne çok hızlı koşabilen bir kısraktır öykü. Sanırım o yüzden onu çok seviyorum. Bebek patiklerinden nasıl bir öykü çıkar? Çok sıradan bir olay gibi gözüküyor öyle mi? Tezgâhta bir çift bebek patiği… Bakalım alet çantamızda neler var? Nasıl şekil verebiliriz bu düşünceye? Öykünün kışkırtıcı unsuru, öykü çekirdeği patiklerdir. Bir amaç saptamalıyız. Patikleri ne amaçla anlatacağız? Kendi çocukluğumuza dönmek için mi? Yitirdiğimiz bebeğimizi anlatmak için mi? Hayal edip kavuşamadığımız bir çocuk özlemimizi mi açığa çıkarmaktadır. Bir sağlık sorunumuzu mu yüzümüze vurmaktadır? Belki çocuğumuz küçükken alamadığımız patiklere benzemektedir de bir sızımız aniden aklımıza mı gelmiştir? Belki de bir gezme sırasında bebek patiğini yitirmekten başımıza neler gelmiştir neler… Dünya kadar olasılık var.

Sıra geldi karakter yaratmaya bu patik meselesini anlatmak için kaç karakter kullanmalı? Anlatıcı mı olacak, yoksa olmayacak mı? Peki, buna da karar verdik. Şimdi örgü işi… Kurgu nasıl olmalı, ona karar vereceğiz. Yavaşça öykümüzü şekillendireceğiz. Biçemi, ritmi, rengi atmosferi, geometrisi ne olacak? Duygusal boyutu ne olacak? Hesap etmeliyim… Şekillendirdiğimi görüyorsunuz değil mi?

Şimdi patikleri bırakalım, tüm bunlar iyi güzel hoş, hangi arada derede yazacağız? Bunu soracaksınız biliyorum. İşte yanıtım; her zaman her yerde. Duyargalarım daima açıktır. Çantamdan not defterimi eksik etmem. Öykü çekirdeklerini burada biriktiririm. Roland Barthes bu özlere çok önem verir, romanda da öyküde de “an”lar önemlidir. Hayku gibi notlardır bunlar. Onlar beklerken bulundukları yerde üreyip genişler zaten. Filizlenir o çekirdekler. Sonra yazarım.

Fiziksel koşullara gelince. Bu konuda hayli yakınmalar vardır. Benim de uzun yıllar çalışma masam olmadı.. Gençken, daha bu yazı işlerini ailem gelip geçici bir heves olarak izlerken mutfakta  katlanır bir masada daktilo fazla ses çıkarmasın, ev halkı rahatsız olmasın diye altına havlular koyardım, sesi emerdi.  Sonra bilgisayar çıktı ama ben bir türlü bir bilgisayar edinemedim. Gizli gizli iş yerinde yazıyordum. Sonra oğlum internet kafelere dadanınca hem onu gözetlemek hem bilgisayarda yazmak için internet kafelere gittim. Uzun yıllar. Bir gün bana bir yazı takımı hediye edildi. Bir sümen, kağıt kutuları, masa kalemlikleri, kağıt bıçakları. Ahşaptan. Aman Tanrım. Masa yok ama yazı takımı var… Olsun. Yazı masası alma işi ciddiye bindi. O günden beri bir yazım masam var. Köşem var. Ama inanın ki bunlar önemsiz ayrıntılar. İstiyorsanız eğer her yer yazı masası haline gelebilir.

Bize hep ne olmamız gerektiği söylenir. Bu görünmez bir hoparlörden küçük yaştan itibaren dikte edilir. Eteklerini düzelt, kibar konuş, ağlama, kirli ellerinle oraya buraya değme, bir de kız olacaksın pasaklı! Oğlanlarla gezme. Tabanca kız oyuncağı mı? Ömrümüz boyunca bu komutlardan belimizi doğrultamıyoruz. Kambur oluyoruz. Yaşamaktan kambur oluyoruz. Bizi çağırıyorlar, itiyorlar, istiyorlar, istemiyorlar hele biraz acar cabbar atagan bir kadınsanız vay halinize! Kendimizi tutarız. Psikolojik koşullar ağırlaşır, yara bere içinde sürüklenip kanarız, içimize kapanırız. Bazen direniriz, başımız derde girer. Uzak durmaya çalışırız, hayatı kaçırırız… Çekip gitmeli mi? Evet, evet, evet! Nereye? Öykülere, resim sanatına, müziğe, becerilerimizin canımızın istediğine… Kaçın! Gittiğiniz yerde yaralarınızı sarabilir, soluklanabilir, doğrulabilirsiniz bana inanın. Sözcüklerin iyileştirici tılsımına sahip olun. Başkalarına da yararı olsun.

Bugün  iki öykümün incelemesini yapacağız. Organlarını dışarı çıkaralım, yaşam sıvılarını akıtalım, hücrelerine dek didik didik edelim. Böyle bir çalışmayı da ilk kez yapıyorum. Harakiri mi yapıyorum ne? Bu iki örneği şu nedenlerle seçtim, birincisi ikisi de seslendirmeye yatkın öyküler. İkincisi, Pis Fırça’nın Temizliği, karakterden hareket edilerek kaleme alınmış bir öyküdür. İlya Yayınlarından çıkan Tuz Saraylar adlı kitabımdan. Diğer öykü Sisin İzi. Bu da benim derinliklerimden gelmiştir. Olaydan hareket edilmiştir. Farklı hareket noktaları var… Bu yazımda esinlenme noktalarını, öykü çekirdeklerini kısaca paylaşacağım.

Bir gün oğlum dedi ki (on iki on üç yaşlarındaydı sanırım) “bir adam var ceplerinde sinek taşıyor.” Allah Allah! Benim oğlum ilginçtir. Resim yapar, bateri çalar,doğu sporlarına merakı var, dağcılık yapar, dalgıçtır. Her konuya değişik bakar. Çocukken de değişik bakardı. Bu da onun tuhaflıklarından mıydı? Bir adam var ceplerinde sinek taşıyor. Nasıl oluyor o? Anlattı. Şehir merkezinden ilçeye giden yolda bir noktadan otobüse binen bir dilenciden söz ediyor. Ben o sırada Tuz Sarayların birinci bölümünü yazıyorum. Dilencilere fena halde kafamı takmışım. Araştırıyorum, gözlüyorum. Türlü çeşitlisi var, var da bu fazlasıyla ilginç. Oğlum anlattıkça yaşı belirsiz bir adam yavaşça ete kemiğe bürünmeye başlıyor, saçı sakalı karışmış, pis kokuyor, zayıf kemikli parmakları kıvrılıyor, soluk almaya başlıyor, adı Yunus olsun. Adı Yunus ama yıkanmaktan nefret ediyor. Gerçek adını da kimse bilmiyor. Hem çalı süpürgesi görüşü hem pisliği kokusu… Pis Fırça derlermiş.Pis Fırça doğrulup oturuyor. Bir kentin karayolunda gezip duran benim hiç görmediğim ama kemiklerini toplayıp şarkı söylemeye başladığım Pis Fırça doğrulup oturuyor. Ben şarkımı söyledikçe güneşten gelen bir ışığın denk düşmesiyle, öykü çağlayan olup dökülüyor. Peki Pis Fırça nasıl temizlenir? Organ mafyası temizler mi? Bakın bir söyleyiş manevrası yaptık. Şöyle bir karar verdim. Organ mafyası kurbanlarını tek tek topluyor. Sanki yetkili kişilermiş görüntüsü veriyorlar kendilerine. Bunu da alsınlar. Kliniğe götürsünler… Ne olduğunu anlamadan… Öykü bir sezdirişle biter. Pis Fırça’nın sesini duyarız. Ondan geriye doğru saymaktadır.

Sisin İzine Gelince… Kulak Misafiri adlı kitabımdandır bu öykü.Bu çekirdek belleğimde hayli derin yerlerdeydi. Beş altı yaşlarımdayım. Kendi kendime oyun oynuyorum. Kış. Tek bir odada soba yanıyor. Hepimiz orada oturuyoruz. Büyükler konuşuyor ben bebeklerimle oynuyorum ama kulaklarım fil kulağı olmuş  tüm odayı kaplamış durumda. Biliyorsunuz çocuklar böyledir. Duymuyor sanırsınız olmadık yerde olmadık bir soru sorar. Anlarsınız ki pür dikkat aslında sizi dinlemekteymiş. Annemle Halamın Kızı Babaannemi çekiştiriyor. Babaannem annemi fena halde üzmüş yine. Annem şikâyet ediyor. Halamın kızı diyor ki “ Kusura bakmayacaksın. Onun yaşadıkları hiç kolay değil. Kolay mı, yirmi yaşında gencecik kızın toprağa verdi. Çok değişti. Küçük halamdan söz ediliyor. Küçük Halam veremden ölmüş. Evde ondan hiç söz edilmezdi, ona dair bir eşya, bir iz, bir resim yoktu. Neden? Bilmiyordum. Hala bilmiyorum. Radyoda “Olmaz ilaç sinei-i sad pareme/ Çare bulunmaz bilirim yareme” diye başlayan şarkı çalmaya başladı mı, Dedem veya Babam usullacık radyoyu kapatırdı. Olan bu. “Aklını bozdu sanmışlar” dedi Halamın kızı. “Öldüğüne inanmak istemiyormuş. Kalkmış gitmiş, mezarcıya para vermiş, gömüldükten on gün sonra mezarı açtırmış. Kızını görmek için.” Dona kaldım. Anımsadıkça yıllar boyunca beni kaskatı etmiştir bu sahne. Babaannem  mezarlıkta tek başına yürüyor, Babaannem mezarcıya ağlayarak yalvarıyor, Babaannem ölmüş Halamı mezardan çıkarttırıyor, Babaannem ölünün yüzüne bakıyor… Bizimkiler birden beni anımsayıp sustular. Yün örüyorlardı, şiş tıkırtıları kapladı ortalığı. Susuş o susuş. Bu yaşıma geldim hala tam ayrıntısıyla öğrenebilmiş değilim. Babam da konuşmaz bu konuyu. 2006 yılında bir maden kazası haberi izledim. Göçük altından yakınlarını çıkarmalarını bekleyen insanlar vardı. Bir kadın vardı. Bekliyordu. Kimi? Bilmiyorum. Kamera aracılığıyla göz göze geldik. Babaannem bakıyordu. Bir sarsıntı geçirdim. Altüst oldum. Birden kadının içine girdim. Babaannem oldum. Çekirdek apansız  belleğimde çatladı, kökleri, dalları ne var ne yok her yeri parçaladı , büyüdü, öyküye dönüştü.  Sisin İzini yazdım. Yıllar sonra…  Sisin İzi Abdullah Baştürk İşçi öykülerinde 2007 ‘de üçüncü oldu. Bababaanneme bir armağan verdiğimi düşünürüm.

Yazmanın böyle yanları da vardır. Kendinize ilişkin harita bıraktığınız gibi başkalarına armağanlar verirsiniz. Onları sözcüklerinizle bezeyip sonsuzlukta yeni farklı bir yolculuğa uçurursunuz. Sanatın tılsımı…

 Başka bir metinde buluşmak üzere…

Pis Fırçanın Temizliği

        

Serap Gökalp’in Tuz Saraylar adlı kitabından

İki görevli geldi. Yani görevli olduklarını söylediler. Yoksa üstlerinde başlarında bir işaret, öyle havalı bir ceket var sanılmasın.

         “Sivilim” dedi adam.

         “Tabi” dedi Yunus. (Adımın Yunus olduğunu kimse bilmez ki. Pis Fırça diye çağırırlar beni.) “Tabi buyurun, ne vardı?”

         “Seni koruma evine alacağız,” dediler. (Misafir edeceklermiş. Her zaman toplarlar. İtiraz edemezsin.) Ekip arabasına bindi. Yani üzerinde bir takım işaretler olan araca ‘bin’, dediler bindi. Okuması yazması var, var da kafası bulanık işte.

         “Kim bu çöp tenekesi gibi kokan?” dedi Şoför.

         “Bu kokuyor,” dedi öteki. Sonra ona; “Çok pis kokuyorsun” dedi. “Sokak köpekleri bu kadar kokmuyor.”

Kıkır kıkır güldü Yunus;

         “Bana Pis Fırça derler, boşuna mı?” diye övündü. Kendisini korumak için en iyi yöntem. (Gerçek adım balık ama sudan nefret ederim.)

         “Bu yıkanmadan olmaz ağabeycim. Binaya bile sokmadan yıkanmalı”  dedi öteki.

Pis Fırça, ceplerini karıştırdı. Cebinden iki karasinek çıkıp arabanın içinde uçmaya başladı.

         “Bir sigara içebilir miyim?” dedi yalvarırcasına. Nedense heyecanlanmıştı. (Tam olarak heyecan denmez aslında.) Kalbi çarpıyor. Kalbiniz iyi için de çarpar, kötü için de dikkat et diye çarpar. İyi için mi kötü için mi çarpıyor şimdi karar veremiyor…

         “Dubara!” diye mırıldandı.

         “Arabada mı içeceksin?” dedi görevli, hayatında bundan saçma bir şey duymamıştı. Pis Fırça yeniden karıştırdı ceplerini, aslında biliyordu, hiç sigarası, izmariti yoktu ama, bazen unutulur ya cepte…Cep… ten bir iki sinek daha çıktı.

Görevli gözlerini devirmiş onu izliyordu… İzliyordu ama aaa, gözlerine inanamıyordu.

         “Kaldır bakayım kolunu” dedi. Kol kalkar kalkmaz birkaç sinek daha uçup çemberler çizmeye başladı, havada.

         “Aman Yarabbim” diye mırıldandı görevli.

         Arabayı kullanan “Yahu bu sinekler neyin nesi? Cam mı açık arkada, çöp yanından mı geçtik de ben anlamadım?” diye sinirlendi, sinekler göz pınarlarına burun deliklerine tık tık yapışıp kalkıyordu. 

         “İnanmayacaksın ama bu adamın paltosunun altından ve ceplerinden çıkıyorlar” dedi arkadaşı.

         “Haad’di be!” dedi Şoför.

         “Seni bilmem ama ben ilk defa gördüm böylesini,” dedi görevli.

         “Hemen dezenfektasyona. Hatta bizi bile almalılar,” dedi şoför, tiksintiyle dudakları gerilmişti.

(E, atın beni arabadan!) Bu yeni bir uygulama olmalıydı. Onları asla temizlemeye yeltenmezler… “Ben yıkanmam!” diye açıkladı kesin bir dille. Cevap veren olmadı, sigara falan veren de.

         Her zamanki sığınma evi değildi. Araba bir kapıdan hızla içeri daldı ama Pis Fırça akşam alacasında “hastanes” kelimesini seçebildi. (Ne hastanesi? Üstelik aracı her zamanki gibi tıka basa doldurmadılar.) Bir kişiyle toplama mı olur?   “Dubara!” diye bağırdı.  Araçtan indirildi.

         “Şu ayağını da doğru bas. Bize rol yapmana gerek yok,” dedi adam ters ters.

Düzgünce yürümeye başladı Pis Fırça.

         “Bekle bur’da. Az sonra seni çağırırlar.”

         “Baksana, sigara ver’cen mi?”

         “Hay gözün kör olsun, al da zıkkımlan. Sakın içeri sigarayla gireyim deme ama.”

         “Merak etme. Bir de yedek…”

         “Ananın gözü…”

         “Tamam, tamam, kızma.” Neşeyle güldü. Sigarasını keyifli etrafına bakarak içti.  Az sonra, binadan içeri soktular. Giriş katı. Sağ kapı.

         “Üstündekileri hemen çıkarıyorsun” diye buyurdu görevli. Bu yeniydi. Getirenlerden değildi.“Paraları şu poşete, ceplerinde başka bir şey varsa şu poşete, giysiler bu poşete. Beni anladın mı? Hepsi, hepsi…”

Çıplak kaldı.

         “Utanıyor musun? Dilenmekten utanmıyorsun ama !”

         “Dubara” diye homurdandı. “Ne oluyor ya?”

Bir duş kabinine soktular onu. Kapı kapanır kapanmaz sıcak su yağmuru başladı. Önce su hiç köpürmedi ve çok kötü bir koku yayıldı. Öyle ki Pis Fırça bile tıkandı.

         “Dubara!” (İşte o yüzden ıslanmak istemiyorum. Islanınca insan kokar.) Köpüklü kokulu su akmaya başladı. Aktı, aktı, (Baloncuklar tavuk tüyleri gibi gıdıklıyor insanı) sonra duru su … Ardından bir ilaç kokusu doldurdu kabini. Biraz korktu Pis Fırça ama aldırmadı. (Ceplerimdeki sinekler yüzünden beni ilaçlıyorlar.) Su durdu, kapı şırak diye açıldı. Kareli bir hamam peştamalı.  Çıplak ayakla yürüttüler. Ayakları buruşmuştu ama tırnakları hala pis görünüyordu. Adamlar ayakkabılarının üstüne hastane torbaları geçirmişlerdi, o çıplak ayaklı… Kendini hayvan gibi hissetti. Tabanları parlak taşların üzerine şap şup yapıştıkça çok hayvan gibi…

         “Muayene olacaksın ama önce şu kıllarından kurtulman gerek” dedi adam.

İtiraz etti Pis Fırça; “Saçımı neyse ne, bıyığımı ve sakalımı katiyen olmaz!”

         “Bak sen, itiraz da ediyor. Kökü sende değil mi muhterem, istiyorsan gene uzatırsın.” Kahkahayla güldüler. Acayip bir kahkahaydı. Pis Fırça’ya öyle geldi ki … Bu gülüş… Bu ses, konuşma biçimi belki…

         “Üşürüm yahu!” dedi cılız bir sesle.

         “Bu adamda tek kıl kalmayacak” dedi onları bekleyen berbere. Sordular; içki, uyuşturucu, sigara var mı? Ne hastalık geçirdin? Hiç ameliyat oldun mu? Hiç hastaneye yattın mı? Pis Fırça, başı, vücudu, bacakları dâhil tüm kıllarından, uzun yıllardır derisinin üzerindeki kirlerinden sıyrılmış, küçülmüş, garip bir beze sarılı soruları cevapladı. Kendini ilk kez çaresiz, yalnız ve kötü hissetti.

         Hep elektrik ışığı altında olduğu için olmalı zamanını şaşırdı. Sonrasında kanıyla çişiyle, kaşı gözü neyi varsa uğraştılar. Bıkkınlıkla bağırmaya yeltendiğinde tekerlekli bir arabayla yemek veriyorlardı. Uyumasına izin vardı. Çok kez uyudu, çünkü canı sıkılıyordu. Yıkanmadığı kadar yıkanmış, yemediği kadar yemiş olan bir insan nasıl ses edebilir ki? Korktu yalnız. Çok çok derinlerde kıl kadar inceydi ama hemen farkına varırsın böylesi bir duygunun. İçgüdüsel bir irkilme de denebilir, beklenti de. Sivri ve keskin ne varsa göğüsleyiş hali. Onu durduramadığı gibi kendisine de kapıyı kapat, içeri gir diyemiyordu. 

         Uykusunda bir şey mi görmüştü, emin olamadı. Gözünü açar açmaz, karanlıkta bir lamba açıldı. Tepede.  Onu sedyeye aldılar.

         “Dubara” dedi, “Ne var?”  daha uyku sersemiydi. “Ne var?” dedi yine bön, bön. Üstünde bebek önlüğü gibi arkadan bağcıklı hastane entarisi vardı.

         “Yok bir şey” dedi biri,  “sakince yat şimdi. Az sonra bitecek zaten.” Yeşil kıyafetliydiler.

         “Ama her yerim delik zaten” dedi güçsüzce.

         “Canın yanmayacak” dedi bir başkası.

         Ama içinde, hani çok derinlerdeki o çizgi yavaşça çatırdayıp yukarı doğru gelmeye başladı; korku. Çıplak ve inanılmaz beyazlıktaki bacaklarına baktı. Onlara alışamamıştı. Kaburgaları çıkık, kireçtaşı vücuduna alışamadığı gibi. Sanki Pis Fırça bir kabuktu ve onu soymuşlar içinden bu beyaz tırtıl çıkmıştı.

         “Canımı yakmayacaksınız di’mi?” dedi gene, bir ona bir ötekine bakarak.

         “Korkma,” dediler.

         “İyi o zaman,” dedi rahatça  yattı, kıpırdamadı. Bu iş bitince ne yemek verecekler diye merak etti. Koluna bir serum taktılar.

         “Okuma yazman var mı?” dedi bir ses.

         “Var ne olacak?” diye diklendi.

         “Ondan geriye sayabilir misin?”

         “Sayabilirim ne olacak?” diye diklendi, gene. Kılsız,  kılıksız çok zavallı hissederek. (Dayanılacak gibi değil.)

         “E , say o zaman” dedi o ses.

         “10, 9, 8, 7, …”

DÜŞ OLANLARIN GÖRDÜĞÜ ÇOCUK

Serap Gökalp’in Tuz Saraylar adlı kitabından

           Çimenlerin üstündeki kuş tüyü, rüzgârdan iç çekti. Fazlasıyla zavallı duruyordu. Hangi? Bir guguk kuşu tüyü, olsa olsa özgür olayım derken yalnız kalmıştır. Niye? İşte. Hiçbir yere ait olmak istemediğinden… Babam elini enseme koyup hiç bir zaman “aferin oğlum” demedi ki…

 Gözlerini yavaşça kapadı; boşlukta, kalın taş saplı, parlak sarı renkli, ateş gibi yanıp sönen bir çiçek gördü. Gözünü açınca birden kayboluyordu. Elini uzatıp kenarları karanlığın içinde incelerek titreşen çiçeğe dokunmak istedi ama kıpırdayamadı.

            Yanından gelip geçen ayakları gördü. Gece miydi gündüz mü anlayamadı, çiçeğin orada durduğunu, ışığından aldanmış olabileceğini düşündü. Ayakkabılara karşı çok büyük bir dostluk hissetti.  Onların çevresinde olması içini güvenle doldurdu, beri yandan kaldırımın üstüne düşüp kalkan bu tokmakların, onu sarımsak dişi sanıp ezmesi de içten bile değildi… Birden öfkeye kapıldı! Onları tek tek avlayıp gebertmek, bu havanın dibine atmak ve kendisi tokmak olmak, onları cırt, cırt! Annem diye biri var mı? Bir fotoğraf ya da bir mezar taşı olsun. Yoldan kopan uğultu üstüne saldırıyordu.

Vazgeçti…

            Bin bir zorlukla dönüp yaslandığı ağacı okşadı. Kabuğun sırtını acıttığı yerden içine güven sızıyordu. Bu nedenle ona dokunarak okşadı ve teşekkür etti. Kimsesinin olmayışı umurunda değildi şimdi. “İrfan demek,  gerçeğe ulaştırıcı güçlü seziş demektir,” demişti Ninesi. “Bir de varış demektir. Adın rehberin olsun.” Ağacı sevgiyle kucaklayan beş altı metre boyundaki kollarının midesi bulanmaya başlamıştı.

            Kıkır kıkır güldü. Gülüşünden dört bir yanı ses oldu. Kollarının midesi olmadığını biliyordu ama bulanıyordu işte, çünkü ikisi de öyle diyorlardı,  midesinin duygularını ödünç aldıklarını söylüyorlardı… Hareketsiz kalsa belki…

Zorlukla döndü…

            Sırtını yine ağacına yaslayıp toprağın üzerine kıvrıldı. Nerede olduğunu unuttu ama bildik geliyordu şu kıvrılıp yattığı… Toprağın kavram olarak ne olduğunu unutmuştu. Bir süre boş ceplerini merakla araştırır gibi belleğini araştırdı.

            Vazgeçti…

            Çiçeğini görmek için gözlerini kapattı. Yoktu. Tekrar gözünü açtığında tiner torbası da yok olmuştu, çiçek gibi. Ağacının altındaydı ama kalabalık gitmişti.

            Önemsiz bunlar…

Yalnızca, evden aceleyle çıkarken aklınıza takılan yersiz kuşkular gibi bir şey; neyi unuttum, duygusu… Zaten artık bir evi de yoktu.

Buna hiç takılmaz…  Başka bir şey anımsamadı… Çiçeğini de unutmuştu.

Tam o sırada parlak çizgiyi gördü. Yavaşça doğruldu, kendi kendine inanamadığı bir dinginlikle çizginin kenarına kadar geldi. Yok, bu bir çizgi değildi. Duru bir su seriliydi önünde. Öylesine parlıyordu ki İrfan’ın gözlerinin kökü sızladı. Buralarda hiç böyle bir su olduğunu bilmediğini düşündü. Dönüp ağacına baktı. Güzelce yerinde duruyordu ama çevresi asfalt değil çimenlerle kaplıydı şimdi ve bu tarafta ulu ağaçların arasındaki rüzgâr durmuştu. Ayakkabılarını yitirmişti, çıplak ayaklarından tüm gövdesine bir ürperti fışkırdı. Korktu ama ağzından gülme sesi çıktı.

            Suya doğru yürüdü…

            Çimenlerden gıdıklanan ayakları az sonra çakıllardan rahatsız oldu. Kafasının su kadar berrak olmasını yadırgadı. Çok çok uzun zamandır böyle hissetmemişti.

            Adını duydu…

            Oysa boş ve ıssız bir yerde olduğunu sanıyordu. Çimenlerden, ağacından başka bir de parlak su vardı. Karşılara baktı, suyun kıyıyla birleştiği yere… Ninesi… Suyun öte tarafından adını gönderen o muydu? Onun da ayakları çıplaktı. Ama çimenlere basmıyor gibiydi. Nasıl oluyor, diye mırıldandı, adı anlama, bilme olan İrfan anlayamadan. Aklı hiçbir zaman olmadığı kadar duruydu oysa.

            Suya girdi…

            Onun su değil gümüşsü bir jöle olduğunu o zaman anladı. Ayakları, yavaşça bu maddeye girmişti. Durmadı. Aydınlıktı artık kafası, tinere bulaşmadığı zamanki kadar aydınlık. Nasıl olduğunu bilmiyordu ama apansız… O madde-neyse artık- yürüdükçe bulaşmaz oldu ayaklarına. Rahatça koşabiliyordu ve…

Ninesi gibi ayakları yere basmaz oldu bir an sonra… O zaman bir hafiflik duygusu… “Onunla git,” dedi bir ses. “Şimdi.” Arkasını dönmedi, bunu çok istemesine karşın, dönmedi.

            Tam şuradaydı; adı gerçeğe ulaştırıcı güçlü seziş anlamına geliyordu. Varış demekti aynı zamanda. Böcek kabuğu duruşuyla şu ağacın dibindeydi. Elinde plastik bir torba, saçları tarazlanmış, kir içinde. Yüzünde- katılıp kalmış- tanımsız bir duygunun- çatlak solgun -ağaç kabuğu maskesi. Sırtı ağaca dayalı. Yaşamda ve ayakta hiçbir dayanağı olmayan İrfan. Tinerci Fan diye çağrılan o çocuk işte yaşarken olduğu gibi şimdi de bir ağaca yaslanmıştı.

            İlk deneme oydu; İrfan. Bir cankurtaran geldi, sedyeye aldılar ve gittiler. Cebinden bir iki tane metal para tekerlendi ağacın dibine. Hiç zor olmadı. Kimse adının İrfan olduğunu bilmiyordu.  Düş görüyordu o sıra o ve düşler de, düş olmuşlar da onu görüverdiler sonra.

Güneş ve Çiçek

Serap Gökalp’in Tuz Saraylar kitabından

         “Kaplamaları kesiyor musunuz oğlum? “ Bağırdı Nuri Usta, sesi kerestelere çarptı. 

         “Ben kesiyorum, Bekir de kaplama bandı çekiyor,” dedi Selami.

         “Su yönlerine dikkat ediyorsunuz değil mi? O âşık hergele ters yapıştırmasın ben de onu ayağından tavana ters asarım bilmiş olun!”

Bekir alınmıştı. Kaplama bandıyla yapıştırıp etrafına siyah filatoyla çerçeve yaptığı parçayı gözlerini devirerek getirip gösterdi;

“Usta valla kalbimi kırdın şimdi.”

         “Bantlaması biten parça var mı peki?”

         “Tabi.” Bekir her cümlesinden sonra -havalı göründüğünü sandığından- ağzını sucuk gibi halkalayıp açık bekletmeyi huy edinmişti. Sonra ayaklarını sürüyerek – bu onun çok mutsuz olduğunun işaretiydi- gidip bantlanmış bir tane getirdi. Nuri Usta çocuğu azarladığına pişman olmuştu; şu bön haline de sinir oluyordu ya… (ŞİMDİ SIRASI DEĞİL!)

         “Kim bantladı bunu?” Yine sesi sinirli çıkmıştı. Hâlâ kalbi kırık Bekir azarın devam edeceğini düşünerek çatallı bir ses ve asık suratla ;   

         “Ben,”

         “İyi,” dedi Nuri Usta kafasını sallayarak, “İyi olmuş, eline sağlık.”

Bekir cevap vermeyip işinin başına döndü, Nuri de arka tarafa geçti. Bıçkıdan aldığı parçaların yüzünü tek tek planyadan geçirip gönyelerini ayarlamaya başladı.

(BAŞIM BELAYA GİRECEK. İÇİME DOĞUYOR.) Saate baktı, ama kaç olduğunu algılayamadı.(BENİ YOK SAYIN DİYECEĞİM.- DİYEMEZSİN!-OLMUŞ BİTMİŞ BİR ŞEY YOK, DERİM.- ÇOK GEÇ!)

         O sırada işliğin önünde duran arabanın tanıdık motor sesini, Nuri Usta’nın duyarlı kulakları ayırt etti.  Bacak kaslarının istemsiz bir şekilde kaçmak için gerildi.

         İşte! Birden ter bastı, tulumunun koluyla alnını sildi, yutkundu. Kapı açıldı. Akan gün ışığı, planyanın dibindeki talaşları tutuşturdu.  Aynı anda çırak, elindeki bantlarını söküp tinerli bezle sildiği parçayı bıraktı. Tanıdıkları kadın parfümü , erkeklerin, ter, reçine, tiner ve ağaç kokularına saldırdı. Nuri’nin ense tüyleri kabardı. “Hoş geldiniz,” dedi, sırnaşık bir sesle çırak çocuk. Nuri Usta kalınlık makinesini çalıştırdı.

         “Nasılsın Levent?”

         “İyiyim. Sizi gördüm daha iyi oldum. Çoktandır gelmiyorsunuz.”  Otuz iki dişi meydandaydı Levent’in. 

(BU GÜN NE DİYECEKSEM DEMEM LAZIM. HAYIR, DİYECEĞİM.- SENİ BİTİRİRLER.)

Onlar görmeyecek şekilde baktı. Doktor Şemsi şimdi girmişti içeriye. Levent’e bir şeyler söyledi. Çırak güzel kadınla konuşmasının bittiğini kabullenmiş bir biçimde dükkânın dışına çıktı. Arabayı kontrol etmeye gönderdiler, diye düşündü Nuri. Makinenin devrini artırdı. Gürültünün altına saklanılabilseydi…  (BURAYA GELİYORLAR!)

Döşemeye vuran gölgesi huzursuzca kıpırdandı. (SÖYLEMELİYİM. ÖLÜM YOK YA UCUNDA.-VAR! HEM DE ÖYLE BİR VAR Kİ…) Az sonra bir gölge daha belirdi hemen yanı başında; Lale Hanım. Kışkırtıcı parfümünü duydu adam.

         “Kolay gelsin, Nuri.”

         Başını kaldırdı; “Eyvallah Lale Hanım”

         “Kolay gelsin Nuri Usta.”  Alaycı ses; Doktor Şemsi.

         Nuri Usta’nın kalbi çarpıyordu. “Siz yazıhaneye buyurun, hemen geliyorum”. Ağzı kurumuştu, yeniden yutkundu. Makineyi kapattı. Ellerini tulumunun bacaklarına sürüp temizledi. (OYALANMAK GEREK…)

         Selami’yi çağırdı; “Bunlara kırlangıç diş açacaksınız. Presten çıkanların kaplama bantlarını elle söktür. Elle söksünler ama! Tinerli bezle silinsin, bırakın. Ben yarın hepsini kontrol edeceğim. Numuneyi işkencede bıraktım. Yarın ona da bakacağız. Beğenirsek müşteriye göndereceğiz. Siz her zamanki saatinizde çıkabilirsiniz. Yazıhaneye kimse girmesin.” (ARTIK ZORUNDASIN, GİRMEK ZORUNDASIN! )

         İçeri girdi. Kadın koltukta kahve içiyor, Doktor Şemsi akvaryumdaki balıkları kedi gözleriyle izliyordu.  Aynı kedi gözleriyle, az önce dişlerinin arasından ıslıklı bir sesle kadını arzuladığını, delirmek üzere olduğunu söylemişti. Kadın tahrik olmuş, onu kaçıklıkla suçlamış, kendine bir kahve söylemiş, lâf uzamış, kavganın en can alıcı anında Nuri gelmişti. İçini derin bir haz duygusu kaplamış kadın, bunu anımsıyor, dudağının kahve köpüğüne dokunmasından ürperiyor ve fincanın üstünden adamlara bakıyordu. Bu kötü bir bakış olmakla birlikte Nuri’ye daha önce konuşulmuş konuyla ilgili cevap beklediğini hatırlatıyor, Doktor Şemsi’nin beklentisini de karşılıyordu. Doktor, konuşmayı bir hafta öncesinden değil bir iki dakika öncesinden sürdürüyormuş gibi;

         “Belediye onları kalabalık gruplar halinde toplayıp barınağa getiriyor” dedi Nuri’ye.        

“Buna alışkınlar. Biz de aynı yöntemi izleyeceğiz. Böylece mesele çıkmayacak.”

Doktorun kıvıl kıvıl bakışı, kadının fincanı tutan parmaklarında, bileğinde, dirseğinde, geniş oyuntulu bluzun kol altlarında ve göğüslerinde gezdi. Bu bakışlardan alev alan kumaş, kadını bir anda çıplak bıraktı. Ama o bir tenis topunu karşılarcasına, rahatsız olmadan karşıladı bu bakışı ve az sonra ezip parçalayacağı incire bakar gibi yanıtlayıp bacaklarını kıpırdattı. Her an fırlayacak bedenlerini sabırla karşılıklı oturtmuşlardı.

         Doktor; “Onları toplayıp tesise getiririz. Gerekli tetkikler ve temizleme için,” dedi Nuri’ye.

         Kadın ; “Bertrand Russel ne demiş biliyor musun Nuri? Dünyanın gerçek problemi, aptalların kendinden fazla emin, zekilerin ise kuşkucu olmasıymış.”

         “Bertrand Russel’in paranoyasını yanıtlayacak bir başka özdeyiş gelseydi keşke aklıma Nuri Usta. Ama bu duyguyu tatmak isterim,” dedi Doktor Şemsi, Nuri’ye.

“B” harflerini olduğundan fazla sıkıştırıyordu. İnce dudaklarından ukala patlamaları olarak duyulan “b” ler en fazla “ben” sözcüğü olarak havaya saçılıyordu. Ama Lale’nin devriydi ve o ne derse o olacaktı. Allah için dedesinden sonra ele aldığı hiçbir işi kötü yönetmemişti, Doktor sadece bir iş makinesi sayılırdı.

         “Söylesem tasviri yok, sussam gönül razı değil,” dedi Doktor.

         Sigara dumanının ebruları içinde kızıl lale desenli sinsi bir gülüş yayıldı; “Bırak bu Fuzulî lafları sen,” dedi kadın “Tatmak istediğin her duygunun peşinden gitmenin tehlikeli olduğunu kimse sana söylemedi mi Nuri?”

         “Bu duyguyu tatmak için ellerim hazır bekliyor Nuri,” dedi Doktor. Kadının sinsi gülüşlü dudaklarını, kendi boynunda, vücudunda düşledi, nedensiz biçimde korktu, ama erkeksi bir arsızlıkla, ihtiras ve yağma tutkusuyla da hayalinde elini kadının eteğinin altına soktu. Tam bu sırada karşılaştı bakışları ve Nuri onların birbirlerini yok etmek için fırsat kolladıklarını düşündü. Sonra;  “numunenin işkencesini yeterince sıkıştırdım mı?- Delirmiş elleri kahve fincanlarına koltuk kollarına tutunuyor sanki” diye aklından geçirdi.

          “Sıcak bir kalbin parmaklarımın arasında seğirmesini istiyorum.” Doktor Şemsi, bunları söylerken, havada bir şey yakalamış, kayıp gitmesin diye parmaklarını kısmıştı. Nuri’nin gözlerinin önünde kanlı bir yürek blup, blup yapmaya başladığı için yutkundu. Sözün arasına girme çabasıyla baş ve işaret parmağıyla o da hayali bir ipi tutup öne doğru uzattı.

         “Korkuyorsun” dedi, Doktor, Nuri’ye bir şey söylemesine fırsat vermeden, koltuğun kolçaklarını, parmaklarını pençe yapıp kavradı.

         “Ne münasebet!” diye bağırdı Lale Nuri’ye.

         “Bal gibi korkuyorsun!” diye ısrar etti adam. Nuri, Allah biliyor ya geberiyorum, diye düşündü.

         Kadın; “Bir daha bu saçma lafı söylersen seni öldürürüm!” dedi. Çok ciddiydi, doğrudan Şemsi’ye söylemişti.

         “Beni dinle,” dedi Doktor. “Sana hiç güvenmiyorum aslında biliyor musun? Birden-bire bizi yarı yolda bırakacakmışsın gibi bir duygu var içimde.”

Nuri; ne zamandır başını bir ona bir ötekine çevirmek dışında hareketsiz kalmış çekirge,  savunma yapmak için uzun tırtıklı bacaklarını azıcık öne sürüdü.

         “ Nuri benimle ilk kez çalışmıyor, yarım bırakılmayacak işler vardır, o

bilir,“ diye tısladı Lale. “Sen kafanı yorma böyle şeylere Doktor! Altından kalkarsın Nuri.”

Nedense ne zaman böyle dense, Nuri’nin gözü hep ayakkabılarına takılır ve onlara bağırası gelir; kaçın! Ama ev sahibi… Ev sahibi, paslı menteşe bakışıyla, bir adım geri gitti tekrar ve hiç ilginç bir şey olmadığı halde, anlamlı anlamlı köşelere, tavana baktı, burayı bir kadın tutup temizletmeli, diye düşünüp konuşma sırasının gelmesini bekledi. Güzel kadının ışıldaklarının kendisine yöneldiğini hissetti.

         “E, Nuri ne diyorsun ?”

         Nuri ağır göz kapaklarını indirip korunmaya çalışarak cevap verdi.  Ben yokum, demek istiyordu; “Öyle hemen olmaz, kafamıza göre toplarsak olmaz,” dedi.

         “Nasıl anlayamadım?”

         “Bir herif var, kendine Kethüda dedirtiyor. Biraz kafadan kontaktır. Bunları o topluyor. İşi öğretiyor. Onun elinden geçmeden kimse bu işe giremiyor. Hariçten yapamıyor.”

         Kadın; “Onun elinden geçmek…” sesini giderek hafifletti ve cümlesini yarım bıraktı. Bu onun soru sorma biçimiydi. Nuri yarım bırakılmış cümleyi yavaşça aldı, hafif sesten normal sese doğru yükselterek yanıtladı; “Onun elinden geçmek demek mesleğe uygun hale gelmek yani.”

         Doktor;”Aslında benim istediğim o, mesleğe uygun hale getirmeden fazlaları değerlendirmek,” dedi. “Nasıl olsa -Kethüda mıydı?- hizmete aldıklarının kullanım süreleri uzun. Kabul etmeli ki kaynakları gereğinden fazla artıyor.”

         Nuri: “Kendi aralarında üreme yoluyla da çoğalıyorlar. Kontrol edilmeyince başkalarının eline geçiyor, ya da bağımsız olmayı istiyorlar. Bu Kethüda’nın da canını sıkıyor. Kendisi dışında bu işe kalkışanlar için bir çözüm arıyor, biliyorum” dedi.

         “Niçin oturmuyorsun?” Lale kanepede yanındaki boş yeri okşadı.

         “Yok, iyi böyle” dedi Nuri, âdem elması çıkıp indi.

         Doktor; ” O çözüm biziz işte,” dedi. “Yaşamı uzatmak, yaşamı güzel kılmak için Tanrı’nın bize gönderdiği bu olanakları değerlendirmemiz gerekiyor.” Alaylı, abartılı bir ses ve tiyatromsu geniş kol hareketleri…

         Nuri, görünüşte iş alanlarını genişletmek için bu karşılıklı akıl yürütmeden boğulmak üzereydi. Bu durdurulamaz tutuşma, sarhoşluk yüzünden bir an önce kaçmak istiyordu.

         “Tamam,” dedi güzel kadın, onu birden bire ne razı etmişse, kahve fincanı bir elinde, tabak içinde dururken öteki elini kaldırdı. Dışarıdan vuran ışık uzun tırnaklarını geçirgen gösteriyordu. “Tamam, deneyeceğiz. Önce küçük bir deneme,” dedi, Nuri’ye.

         Nuri yutkundu ve tam da o sırada Lale Hanımın kendisine tamam demesinin, aslında doktora tamam demek olduğunu anlayıverdi. İş, kadının umurunda değildi.

Güzel kadın, kahvesinin son yudumunu da alıp fincanı tabağa ters çevirdi; fal kapattı. Sonra yanındaki sehpaya bırakışı denetimi bırakış, zevke tırmanmak üzere birine görülmek için, etin yolunu buluşuydu, bir ilk adım. Ayağa kalkıp, ağaç kokusunu derin derin içine çekti; “Buranın kokusunu çok seviyorum yahu, çok erkeksi bir koku…” diye mırıldandı.

         Gittiler, işçiler çoktan çıkmıştı. Nuri ortalığı kontrol edip, apar topar dışarıda,  karşı kaldırımda çiçek satan kadına sert bir baş hareketi yapıp çağırdı. Gelir gelmez, işliğin kapısını hızla sürgüleyip şalvarını elinin tek hareketiyle indirdi.

         “Ne oluyor be!” dedi kadın, yarı korkmuş yarı meydan okur.

         “Kes sesini” dedi adam sinirle.  (Şimdi gidip Kethüdayı bulmalı, hay ben bu fermuarın, ona planı anlatmalı.)

          “Lan çok pis kokuyorsun be hiç yıkanmıyor musun?” (Zaten hayır diyecek hali mi var?)

         “Çüş! Ya ne bu? Hayvan mısın nesin?”dedi kadın.

         “Kes-se-si-ni-de-dim-de-dim.” (Bu işe karışmayı istemiyorum. Ama artık yapacak bir şey yok. Boğazıma kadar… Çok pis kokuyor… Benim karı beni görse… Lale şimdi… Bir daha bu… Bu işler insanın aklını alıyor, neyse artık oldu bir kere, herkesin aklı fikri donunun içinde zaten, yeri zamanı yok. Canım rakı istedi be… Kadınlar kokmamalı… Burasını temizletmeli. Beni temizleyecekler böyle giderse. Ön-ce bir de-ne-me-ya-pa-ca-ğım… Son-sonnnra… )

          “Kâğıt mendilin var mı kız?”

         Kadın küskün bir küfür savurdu. Toparlanmaya çalıştı. Başını eski kurt yenikli masanın kenarına vurmuş, dudağını ısırıp patlatmıştı. Elinin tersiyle kanayan yeri sildi, parasını aldı. Çıkıp gitti.

         Tavana yakın pencerelerden giren akşam alacası yere sarkan tozdan tüllere vurmuştu.

ÇİÇEK

         “Kaplamaları kesiyor musunuz oğlum? “ Bağırdı Nuri Usta, sesi kerestelere çarptı. 

         “Ben kesiyorum, Bekir de kaplama bandı çekiyor,” dedi Selami.

         “Su yönlerine dikkat ediyorsunuz değil mi? O âşık hergele ters yapıştırmasın ben de onu ayağından tavana ters asarım bilmiş olun!”

Bekir alınmıştı. Kaplama bandıyla yapıştırıp etrafına siyah filatoyla çerçeve yaptığı parçayı gözlerini devirerek getirip gösterdi;

“Usta valla kalbimi kırdın şimdi.”

         “Bantlaması biten parça var mı peki?”

         “Tabi.” Bekir her cümlesinden sonra -havalı göründüğünü sandığından- ağzını sucuk gibi halkalayıp açık bekletmeyi huy edinmişti. Sonra ayaklarını sürüyerek – bu onun çok mutsuz olduğunun işaretiydi- gidip bantlanmış bir tane getirdi. Nuri Usta çocuğu azarladığına pişman olmuştu; şu bön haline de sinir oluyordu ya… (ŞİMDİ SIRASI DEĞİL!)

         “Kim bantladı bunu?” Yine sesi sinirli çıkmıştı. Hâlâ kalbi kırık Bekir azarın devam edeceğini düşünerek çatallı bir ses ve asık suratla ;   

         “Ben,”

         “İyi,” dedi Nuri Usta kafasını sallayarak, “İyi olmuş, eline sağlık.”

Bekir cevap vermeyip işinin başına döndü, Nuri de arka tarafa geçti. Bıçkıdan aldığı parçaların yüzünü tek tek planyadan geçirip gönyelerini ayarlamaya başladı.

(BAŞIM BELAYA GİRECEK. İÇİME DOĞUYOR.) Saate baktı, ama kaç olduğunu algılayamadı.(BENİ YOK SAYIN DİYECEĞİM.- DİYEMEZSİN!-OLMUŞ BİTMİŞ BİR ŞEY YOK, DERİM.- ÇOK GEÇ!)

         O sırada işliğin önünde duran arabanın tanıdık motor sesini, Nuri Usta’nın duyarlı kulakları ayırt etti.  Bacak kaslarının istemsiz bir şekilde kaçmak için gerildi.

         İşte! Birden ter bastı, tulumunun koluyla alnını sildi, yutkundu. Kapı açıldı. Akan gün ışığı, planyanın dibindeki talaşları tutuşturdu.  Aynı anda çırak, elindeki bantlarını söküp tinerli bezle sildiği parçayı bıraktı. Tanıdıkları kadın parfümü , erkeklerin, ter, reçine, tiner ve ağaç kokularına saldırdı. Nuri’nin ense tüyleri kabardı. “Hoş geldiniz,” dedi, sırnaşık bir sesle çırak çocuk. Nuri Usta kalınlık makinesini çalıştırdı.

         “Nasılsın Levent?”

         “İyiyim. Sizi gördüm daha iyi oldum. Çoktandır gelmiyorsunuz.”  Otuz iki dişi meydandaydı Levent’in. 

(BU GÜN NE DİYECEKSEM DEMEM LAZIM. HAYIR, DİYECEĞİM.- SENİ BİTİRİRLER.)

Onlar görmeyecek şekilde baktı. Doktor Şemsi şimdi girmişti içeriye. Levent’e bir şeyler söyledi. Çırak güzel kadınla konuşmasının bittiğini kabullenmiş bir biçimde dükkânın dışına çıktı. Arabayı kontrol etmeye gönderdiler, diye düşündü Nuri. Makinenin devrini artırdı. Gürültünün altına saklanılabilseydi…  (BURAYA GELİYORLAR!)

Döşemeye vuran gölgesi huzursuzca kıpırdandı. (SÖYLEMELİYİM. ÖLÜM YOK YA UCUNDA.-VAR! HEM DE ÖYLE BİR VAR Kİ…) Az sonra bir gölge daha belirdi hemen yanı başında; Lale Hanım. Kışkırtıcı parfümünü duydu adam.

         “Kolay gelsin, Nuri.”

         Başını kaldırdı; “Eyvallah Lale Hanım”

         “Kolay gelsin Nuri Usta.”  Alaycı ses; Doktor Şemsi.

         Nuri Usta’nın kalbi çarpıyordu. “Siz yazıhaneye buyurun, hemen geliyorum”. Ağzı kurumuştu, yeniden yutkundu. Makineyi kapattı. Ellerini tulumunun bacaklarına sürüp temizledi. (OYALANMAK GEREK…)

         Selami’yi çağırdı; “Bunlara kırlangıç diş açacaksınız. Presten çıkanların kaplama bantlarını elle söktür. Elle söksünler ama! Tinerli bezle silinsin, bırakın. Ben yarın hepsini kontrol edeceğim. Numuneyi işkencede bıraktım. Yarın ona da bakacağız. Beğenirsek müşteriye göndereceğiz. Siz her zamanki saatinizde çıkabilirsiniz. Yazıhaneye kimse girmesin.” (ARTIK ZORUNDASIN, GİRMEK ZORUNDASIN! )

         İçeri girdi. Kadın koltukta kahve içiyor, Doktor Şemsi akvaryumdaki balıkları kedi gözleriyle izliyordu.  Aynı kedi gözleriyle, az önce dişlerinin arasından ıslıklı bir sesle kadını arzuladığını, delirmek üzere olduğunu söylemişti. Kadın tahrik olmuş, onu kaçıklıkla suçlamış, kendine bir kahve söylemiş, lâf uzamış, kavganın en can alıcı anında Nuri gelmişti. İçini derin bir haz duygusu kaplamış kadın, bunu anımsıyor, dudağının kahve köpüğüne dokunmasından ürperiyor ve fincanın üstünden adamlara bakıyordu. Bu kötü bir bakış olmakla birlikte Nuri’ye daha önce konuşulmuş konuyla ilgili cevap beklediğini hatırlatıyor, Doktor Şemsi’nin beklentisini de karşılıyordu. Doktor, konuşmayı bir hafta öncesinden değil bir iki dakika öncesinden sürdürüyormuş gibi;

         “Belediye onları kalabalık gruplar halinde toplayıp barınağa getiriyor” dedi Nuri’ye.        

“Buna alışkınlar. Biz de aynı yöntemi izleyeceğiz. Böylece mesele çıkmayacak.”

Doktorun kıvıl kıvıl bakışı, kadının fincanı tutan parmaklarında, bileğinde, dirseğinde, geniş oyuntulu bluzun kol altlarında ve göğüslerinde gezdi. Bu bakışlardan alev alan kumaş, kadını bir anda çıplak bıraktı. Ama o bir tenis topunu karşılarcasına, rahatsız olmadan karşıladı bu bakışı ve az sonra ezip parçalayacağı incire bakar gibi yanıtlayıp bacaklarını kıpırdattı. Her an fırlayacak bedenlerini sabırla karşılıklı oturtmuşlardı.

         Doktor; “Onları toplayıp tesise getiririz. Gerekli tetkikler ve temizleme için,” dedi Nuri’ye.

         Kadın ; “Bertrand Russel ne demiş biliyor musun Nuri? Dünyanın gerçek problemi, aptalların kendinden fazla emin, zekilerin ise kuşkucu olmasıymış.”

         “Bertrand Russel’in paranoyasını yanıtlayacak bir başka özdeyiş gelseydi keşke aklıma Nuri Usta. Ama bu duyguyu tatmak isterim,” dedi Doktor Şemsi, Nuri’ye.

“B” harflerini olduğundan fazla sıkıştırıyordu. İnce dudaklarından ukala patlamaları olarak duyulan “b” ler en fazla “ben” sözcüğü olarak havaya saçılıyordu. Ama Lale’nin devriydi ve o ne derse o olacaktı. Allah için dedesinden sonra ele aldığı hiçbir işi kötü yönetmemişti, Doktor sadece bir iş makinesi sayılırdı.

         “Söylesem tasviri yok, sussam gönül razı değil,” dedi Doktor.

         Sigara dumanının ebruları içinde kızıl lale desenli sinsi bir gülüş yayıldı; “Bırak bu Fuzulî lafları sen,” dedi kadın “Tatmak istediğin her duygunun peşinden gitmenin tehlikeli olduğunu kimse sana söylemedi mi Nuri?”

         “Bu duyguyu tatmak için ellerim hazır bekliyor Nuri,” dedi Doktor. Kadının sinsi gülüşlü dudaklarını, kendi boynunda, vücudunda düşledi, nedensiz biçimde korktu, ama erkeksi bir arsızlıkla, ihtiras ve yağma tutkusuyla da hayalinde elini kadının eteğinin altına soktu. Tam bu sırada karşılaştı bakışları ve Nuri onların birbirlerini yok etmek için fırsat kolladıklarını düşündü. Sonra;  “numunenin işkencesini yeterince sıkıştırdım mı?- Delirmiş elleri kahve fincanlarına koltuk kollarına tutunuyor sanki” diye aklından geçirdi.

          “Sıcak bir kalbin parmaklarımın arasında seğirmesini istiyorum.” Doktor Şemsi, bunları söylerken, havada bir şey yakalamış, kayıp gitmesin diye parmaklarını kısmıştı. Nuri’nin gözlerinin önünde kanlı bir yürek blup, blup yapmaya başladığı için yutkundu. Sözün arasına girme çabasıyla baş ve işaret parmağıyla o da hayali bir ipi tutup öne doğru uzattı.

         “Korkuyorsun” dedi, Doktor, Nuri’ye bir şey söylemesine fırsat vermeden, koltuğun kolçaklarını, parmaklarını pençe yapıp kavradı.

         “Ne münasebet!” diye bağırdı Lale Nuri’ye.

         “Bal gibi korkuyorsun!” diye ısrar etti adam. Nuri, Allah biliyor ya geberiyorum, diye düşündü.

         Kadın; “Bir daha bu saçma lafı söylersen seni öldürürüm!” dedi. Çok ciddiydi, doğrudan Şemsi’ye söylemişti.

         “Beni dinle,” dedi Doktor. “Sana hiç güvenmiyorum aslında biliyor musun? Birden-bire bizi yarı yolda bırakacakmışsın gibi bir duygu var içimde.”

Nuri; ne zamandır başını bir ona bir ötekine çevirmek dışında hareketsiz kalmış çekirge,  savunma yapmak için uzun tırtıklı bacaklarını azıcık öne sürüdü.

         “ Nuri benimle ilk kez çalışmıyor, yarım bırakılmayacak işler vardır, o

bilir,“ diye tısladı Lale. “Sen kafanı yorma böyle şeylere Doktor! Altından kalkarsın Nuri.”

Nedense ne zaman böyle dense, Nuri’nin gözü hep ayakkabılarına takılır ve onlara bağırası gelir; kaçın! Ama ev sahibi… Ev sahibi, paslı menteşe bakışıyla, bir adım geri gitti tekrar ve hiç ilginç bir şey olmadığı halde, anlamlı anlamlı köşelere, tavana baktı, burayı bir kadın tutup temizletmeli, diye düşünüp konuşma sırasının gelmesini bekledi. Güzel kadının ışıldaklarının kendisine yöneldiğini hissetti.

         “E, Nuri ne diyorsun ?”

         Nuri ağır göz kapaklarını indirip korunmaya çalışarak cevap verdi.  Ben yokum, demek istiyordu; “Öyle hemen olmaz, kafamıza göre toplarsak olmaz,” dedi.

         “Nasıl anlayamadım?”

         “Bir herif var, kendine Kethüda dedirtiyor. Biraz kafadan kontaktır. Bunları o topluyor. İşi öğretiyor. Onun elinden geçmeden kimse bu işe giremiyor. Hariçten yapamıyor.”

         Kadın; “Onun elinden geçmek…” sesini giderek hafifletti ve cümlesini yarım bıraktı. Bu onun soru sorma biçimiydi. Nuri yarım bırakılmış cümleyi yavaşça aldı, hafif sesten normal sese doğru yükselterek yanıtladı; “Onun elinden geçmek demek mesleğe uygun hale gelmek yani.”

         Doktor;”Aslında benim istediğim o, mesleğe uygun hale getirmeden fazlaları değerlendirmek,” dedi. “Nasıl olsa -Kethüda mıydı?- hizmete aldıklarının kullanım süreleri uzun. Kabul etmeli ki kaynakları gereğinden fazla artıyor.”

         Nuri: “Kendi aralarında üreme yoluyla da çoğalıyorlar. Kontrol edilmeyince başkalarının eline geçiyor, ya da bağımsız olmayı istiyorlar. Bu Kethüda’nın da canını sıkıyor. Kendisi dışında bu işe kalkışanlar için bir çözüm arıyor, biliyorum” dedi.

         “Niçin oturmuyorsun?” Lale kanepede yanındaki boş yeri okşadı.

         “Yok, iyi böyle” dedi Nuri, âdem elması çıkıp indi.

         Doktor; ” O çözüm biziz işte,” dedi. “Yaşamı uzatmak, yaşamı güzel kılmak için Tanrı’nın bize gönderdiği bu olanakları değerlendirmemiz gerekiyor.” Alaylı, abartılı bir ses ve tiyatromsu geniş kol hareketleri…

         Nuri, görünüşte iş alanlarını genişletmek için bu karşılıklı akıl yürütmeden boğulmak üzereydi. Bu durdurulamaz tutuşma, sarhoşluk yüzünden bir an önce kaçmak istiyordu.

         “Tamam,” dedi güzel kadın, onu birden bire ne razı etmişse, kahve fincanı bir elinde, tabak içinde dururken öteki elini kaldırdı. Dışarıdan vuran ışık uzun tırnaklarını geçirgen gösteriyordu. “Tamam, deneyeceğiz. Önce küçük bir deneme,” dedi, Nuri’ye.

         Nuri yutkundu ve tam da o sırada Lale Hanımın kendisine tamam demesinin, aslında doktora tamam demek olduğunu anlayıverdi. İş, kadının umurunda değildi.

Güzel kadın, kahvesinin son yudumunu da alıp fincanı tabağa ters çevirdi; fal kapattı. Sonra yanındaki sehpaya bırakışı denetimi bırakış, zevke tırmanmak üzere birine görülmek için, etin yolunu buluşuydu, bir ilk adım. Ayağa kalkıp, ağaç kokusunu derin derin içine çekti; “Buranın kokusunu çok seviyorum yahu, çok erkeksi bir koku…” diye mırıldandı.

         Gittiler, işçiler çoktan çıkmıştı. Nuri ortalığı kontrol edip, apar topar dışarıda,  karşı kaldırımda çiçek satan kadına sert bir baş hareketi yapıp çağırdı. Gelir gelmez, işliğin kapısını hızla sürgüleyip şalvarını elinin tek hareketiyle indirdi.

         “Ne oluyor be!” dedi kadın, yarı korkmuş yarı meydan okur.

         “Kes sesini” dedi adam sinirle.  (Şimdi gidip Kethüdayı bulmalı, hay ben bu fermuarın, ona planı anlatmalı.)

          “Lan çok pis kokuyorsun be hiç yıkanmıyor musun?” (Zaten hayır diyecek hali mi var?)

         “Çüş! Ya ne bu? Hayvan mısın nesin?”dedi kadın.

         “Kes-se-si-ni-de-dim-de-dim.” (Bu işe karışmayı istemiyorum. Ama artık yapacak bir şey yok. Boğazıma kadar… Çok pis kokuyor… Benim karı beni görse… Lale şimdi… Bir daha bu… Bu işler insanın aklını alıyor, neyse artık oldu bir kere, herkesin aklı fikri donunun içinde zaten, yeri zamanı yok. Canım rakı istedi be… Kadınlar kokmamalı… Burasını temizletmeli. Beni temizleyecekler böyle giderse. Ön-ce bir de-ne-me-ya-pa-ca-ğım… Son-sonnnra… )

          “Kâğıt mendilin var mı kız?”

         Kadın küskün bir küfür savurdu. Toparlanmaya çalıştı. Başını eski kurt yenikli masanın kenarına vurmuş, dudağını ısırıp patlatmıştı. Elinin tersiyle kanayan yeri sildi, parasını aldı. Çıkıp gitti.

         Tavana yakın pencerelerden giren akşam alacası yere sarkan tozdan tüllere vurmuştu.