İKİ ÇIĞLIK İKİ TÜRKÜ BİR AĞIT

Vay o nasıl çığlık?

Dağların soğuk nefesi, uzun upuzun bir tülbent olup, kıvrak, aceleci ve şaşkın! Avluda şöyle bir dolandığı sırada büyük kerpiç evin içinden kopan o çığlıkla karşılaştı. Öyle bir çığlık ki rüzgârı bile oracıkta kavurdu, eritip yere çaldı!

Kurban Bayramının ilk sabahı. Tosunun gözünü bir çeşm-i bend[1] ile, üç ayağını kurban ipiyle bağladılar, tekbirle yatırdılar. Bekir Saka, ilkin bu urgan olmaz deyip, samanlığa başkasını almaya gitti ama geri geldi. Baktı hayvan kıpırdamıyor, bir daha çözüp bağlamaya üşendi, besmeleyi çektiği anda…

Bekir Ağa ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Terliyor, yalnız fena terliyor. İlkin anladığı bu. Her şeyi duyuyor ama insanların neden bu kadar korkulu sesler çıkardığını merak ediyor. Çığlık. Hediye’nin çığlığı hâlâ kulaklarındayken Hamiye’nin çığlığını hatırladı birden. Yanağının altında ne var fakat? Kayıyor azıcık. Kalbi göğsünde kesik baş tavuk olmuş, çırpın Allah çırpın… Dereyi görüyor ansızın. Geriye doğru kayan su, Hamiye’nin bacaklarında burgaç olup yitiyor… “Meşelidir dağlar meşeli…” Söğüde saklanıp o kızı gözetlediği günkü çığlık… Tıpkısı. O günden yana bir yıl ancak… Şimdi duyduğu böğürtü, koca bir abani[2] olup türküyü de havayı da kaplıyor. Bir şey unutmuş sanki…

Hamiye derede çamaşır durularken… Kır kokusu, yanan odun, beyaz sabun kokusu, tezek kokusu… Nar motifleri arasında yapraklar ve mineler işli ak şalvarının paçaları sıvalı. Son peşkirleri,[3] futaları[4] da durulayıp genç, güçlü elleriyle sıkarken, su kaynattığı gazganın[5] ateşi sönmeye başlamış. Yüzü görünmüyor. Şalvarın büzgülerini örtünmüş kalçaları dalgalanıyor. Mermer bacakların dizden aşağısı, suyun içinde kızarmış. Yer değiştirdikçe çakıllar inliyor: ez beni, ez beni… Kır kokusu, yanan odun, beyaz sabun kokusu, tezek kokusu… Bir de geldiğinden beri kopardığı söğüt yapraklarının kokusu Bekir Saka’nın burnunda… Yapraklar ayaklarının dibinde yığın olmuş, yüreği de yığının altında kalakal…

Çığlık…

Öyle bir çığlık ki derenin ilkyaz gürültüsünü bastırıyor! Saklandığı yerden kaşla göz arasında ayrılırken, Bekir Saka’nın, yaprakların altında löpür löpür atan yüreği de çiğnenmiş oluyor. O dakikadan sonra da diline bir türkü doluyor: “Meşelidir dağlar meşeli/Dibinde halı döşeli/Kül oldum aşka düşeli.” [6]

Derenin çakıllarına benzemiş, etleri söğüt yaprakları gibi koparılmış, eli kolu kesik, gözü kör, kulağı sağır Bekir Saka, evin içinde ayrı bir kule yaptı da kendini oraya kapattı sanki. O kız da içinde… Lokmasını yutarken, at koştururken, hamamda yıkanırken, çarığını giyerken, çakşırını [7] bağlarken hep o kız… Ama kızın Bekir Saka’yı gördüğü de yok, göreceği de. Kör şeytan! O Mustafa Ali’ye vurgun. Köyün Öğretmeni. Şu Köy Enstitülü! Köylünün gözbebeği! Çocuklara ders veriyor, yetmiyor koca adamlara, kadınlara okuma yazma kursu, yetmiyor, marangozluk, duvarcılık bilmem ne! Kadınlara oklava yapmaya varana dek her bir iş geliyor elinden. Tohum ekiyor, hayvan bakıyor… Kitap okuyor. Keman çalıyor! Keman çalıyor! Bilmediği yok!

Kızın yolunu kesmesi, yalvar yakar olması, kendini bilmez dolaşması para etmedi. Bu ona acı verdiği gibi daha çok azdırdı. Sonunda dünür başı gönderdi ve ıslıkla çalmadığı zamanlarda: “Susadım su isterim/Pınar nerde gösterin/Ben pınardan ganmeyom/ Kezibanı isterim”[8]  türküsünü Hamiye’yi isterim diye çevirip avaz avaz bağırır oldu.

Hamiye hayır dedi.

***

Hamiye çığlıkla beraber samanlıktan fırlayıp kendini bahçeye attı. Beti benzi kül… Dere kenarındaki kendi çığlığını anımsadı. Aynı öyle korkulu, can havli… Hele o türkü… Ne zaman duysa içi kalkıyor korkudan. “Meşelidir dağlar meşeli!” Kül oldum dedi, dedi ama  Mustafa Ali’ ye etti edeceğini!

Mustafa Ali, Bekir Saka’ya münasip biçimde “kavilleştik, vazgeçsin” diye aracı gönderdi. Olmadı. Bu açıktan açığa reddediliş Bekir Saka’nın gururunu kırdı, iş inada bindi. Yılan hikâyesi tüm köyde haince izlenen bir arkası yarın oldu…

Köyün üstüne öyle bir ağırlık çöktü ki anlatılır gibi değil. Ailenin kıza bir şey dediği yoktu da… Evet deyiverse Ağaoğlu Bekir Saka’ya… Üstüne varmıyorlar ama… Gelinlik kızı, hazır asker delikanlıyı, sünnet olacak oğlanı, gebeyi ve loğusayı hoş tutmak gerek ya… Sabır… Ama Hamiye geceleri ter içinde uyanıp kalbini eliyle bastırıyordu. Ne yapmalı?

Tabi bu Bekir Saka Hamiye’ye dünür gönderdikten, Dünür başı, iki ev arasında mekik dokumaktan usandıktan sonra olanlar.  Demeye kalmadı Hamiye çifteyi kaptığı gibi soluğu Sakaların kapısında aldı. Anası Ağaya; “Kız kapıya dayandı. Oğluna söyle ona varmayacağım. Huzurumu kaçırmasın gerisine karışmam,” diye anlatınca Sakaların Bekir’in gözleri çakmaklanıp daha da isteklendi. Ne yapmalı?

***

Bekir Saka biliyor. Kız o Mustafa Ali’yi görmez olsa, razı olacak biliyor… Gel gelelim ne yaptı ne ettiyse, öğretmeni yıldıramıyor. Ne gelen Kesim Denetmenine[9] fısıldananlar, ne öğretmenin komünistlik yaptığı, çocukları zehirlediği dedikoduları… Konuşmaya başlayınca karşısında durabilene aşk olsun! Böyle bir adam görülmüş değil ki. Her şeyi ona danışır oldular. Yetmezmiş gibi Hamiye… Hele kışın dağdan gelen çay donduğunda yaptıkları… “Siz böyle el kol bağlı oturacak mısınız? Yoksa benimle gelip çayın yolunu açacak mısınız? Susuz durulur mu?” dedi de… O acı dağ rüzgârlarında, vücutları buhar tüterek kazmalarından buzlar fırlatarak çalışmadılar mı, ben gidiyorum deyince?  Dağ taş kazma kürek sesiyle dolmadı mı kar sessizliğinde? Çay yolu açıldığında, su yürüdüğünde, köylü sevinç çığlıklarıyla dağları inlettiğin-de Bekir Saka “Hamiye” diye bağırıyor, duyan yok!

***

Hediye o korkunç çığlığından sonra kerpiç evin içinden dehşetle kendini de dışarı attı. Mustafa Ali’nin haberini verirken nasıl öleceğim sandıysa aynı korku tepeden tırnağa aktı, aktı, aktı…

Erkeklerin akıl almaz gelenekleri bezginlikle ve teslimiyetle karşıladıkları “oğlum bu kadın işi sen karışma” diye gözlerini yukarı kaldırdıkları günler… “Kız isteme yapılacak. Söz kesilecek, ardından nişan. Hasat zamanı da düğün artık.” Çeyiz hazırlanacak. Hamiye’nin babası dalgın, hesap yapıyor. Acaba bir tarlayı mı satsa düğün için? Öğretmende para yok. Anası söz kesme, nişanı tasa etmiyor da düğünden korkuyor, Allah biliyor ya… Kınası var, gelin hamamı var, tavuk alması var, çeyizi, düğünü, yemeği, içkisi, haydi ardından paça[10]… Of, of, ilk kızı ve onu gelin ederken hiç kusur istemiyor. Mustafa Ali’nin akrabaları gelince nerede yatırılacak, ilkin onu düşünmeli. Ortalık toz duman…

Derken söz kesilmişti. İlkyaz. Okulların kapanmasına az kalmıştı. Öğretmen çocuklarını peşine takıp kır gezisine çıkmıştı. Yanlarında kitapları, ekmek içi azıkları. O zamanlar okulda hepi topu on yedi öğrenci var. Ta, Keçi Yayla’ya kadar gidiyorlar. Köyün çobanı Hüsnü’nün yanında dinlenmek için duruyorlar. Kimisi çobanın yanbolu kebesiyle[11] kangal köpeğiyle haşır neşir, kimi kita-bını okurken kimi de ‘çömlek çömlek ne kaynar’ oynu-yormuş. Mustafa Ali, Çoban Hüsnü’yle söyleşirken, Bekir Saka’nın aynı çanağa işeyen üç beş arkadaşı (Çoban böyle dedi) öğretmenle bir şey konuşacaklar. E, konuşsunlar, demiş öğretmen. İlkten şöyle biraz yürüyelim, demişler. Yürümüşler. E, demiş Mustafa Ali, sondan ne diyeceksiniz? Çok uzaklaşmıyorlar ama konuştukları da duyulacak gibi değil… Durup dururken, gelenlerle öğretmen arasında dalaş çıkıyor. Öyle güzellikle konuşurken işte… Anlayamıyorlar ki… Öğretmenin ayağı mı kayıyor ne oluyor kimse tam olarak bilmiyor. Yardan aşağı düştüğünü hepsi gözleriyle görüyorlar… Jandarma ifade falan alıyor almasına ama kaza… Olan bu.

Ey şimdi Hamiye’ye kazayı kim anlatacak?

Hamiye, ahretliği Hediye ile birlikte süt sağıyor, kümesi temizliyorlar, sıra tavukları yemlemeye geldiğinde Hediye;

“Ahret, başıma bir fenalık gelmiş olsa, bana senin söylemeni isterim,”diyor yavaşça.

“Ey, sen bana ne diyecen?”

“Mustafa Ali Öğretmen… Bir kaza geçirmiş de… Onu diyecektim.”

Dedi, dedi de duydu mu duymadı mı anlayamadı ilkin. Çünkü Hamiye darıları tavuklara “Gih, gih, gih” diyerek saçmayı sürdürdü.“Nasıl olmuş?” diye sorduğunda aralarında neredeyse on adım oldu.

Hediye,“Tutamamışlar, anlayamadık, diyesiymişler…” diye sözlerini bitirdiğinde, ellerine baktı Hamiye. Avuç içlerini şalvarımdan sildi, gene baktı; “Hamur kabarmıştır, gideyim ekmeği yoğurayım Ahret” dedi yalnızca.

***

Bekir Saka, gözlerini kapatıp açtı. Üstüne yattığı kolu karıncalanmaya başladı ama kıpırdayamıyor. Allah, Allah! İleri doğru baktı. Masat [12]uzağa fırlamış. Sapları gül ağacından kesim bıçağı da yüzme bıçağı da kemik sıyırma bıçağı da dağılmış gitmiş… Bıçakçılar çarşısın-dan aldığı… Bir ağırlık üstünde ki… Anlatılır gibi değil. Burnu aktı sanki elini kıpırdatamadı, soluğunu çekince yapışkan bir hava lök etti, içine girdi. Sesler giderek eğrilip büğrüldü, lime lime oldu. Hamiye, diye seslenmek istedi. Bir hayvan soluyordu… Tekmeler savuruyordu. Recep dizini dövüyordu.

Kulağının biri “Tosunu yakalayın be heeeey!” bağırtısını duyarken bir erkek sesi ona karışıyor; “Muhtara haber verin!” diye bağırıyordu. Bir çocuk ateşe düşmüş gibi çırlamaktayken bir kadın sesi; “Vay,vay,vay başımıza gelen, komşular yetişin!” diye inliyordu. Hediye’nin çığ-lığıysa öteki kulağında hâlâ kıvrılıp duruyor. Bekir Saka’nın gözlerinden yalımlar çıkıyor.  Göğe yükselen kökleri tutuşturuyor. Burnunda toprak kokusu… Bir koku daha var ama anlayabilse…

***

Hamiye çığlıktan az önce ortalığı kaplayan tekbir sesiyle sıtmalı gibi tir tir titriyor. O taştan sedirin üstünden alınıp, tekbirlerle götürülen tabutun içinde Mustafa Ali mi var vay! Alın şuncağızın kalbini de koyun içine çünkü artık Hamiye kalbini istemiyor.

Cemaat camideyken, lokma yapıp helva kavurdu. Köy Muhtarı, İhtiyar Heyetiyle birlikte Mustafa Ali’yi kendi köyüne götürünce, cenaze ev halkından biriymiş gibi birinci tebareke gecesi, kabri aydınlık olsun diye Hamiye, kibrit dağıttı, yedi gün mutfağa girmedi. O ağıt o günden kalmadır: Derede davul sesi var/Uy derede davul sesi var/Bugün gelinin yası var a gelin/Bir oğlandan gayrı nesi var/Alırlar seni elimden/Sararlar ince belinden a gelin![13]

***

Gözlerinin arasından bir adam gördü; Recep. Tanıdı. Ağzı açılıp kapanıyor, besbelli sesler de çıkıyor ama Bekir Saka anlamıyor ki ne yapsın? Recep çökmüş dizlerini dövüyor. Niye? Bitkin, böğürtüyü duyuyor yalnız. Neden susturmazlar ki?

“Bekir, Bekir Ağabey!” Bekir Saka ses vermedi.

***

Cenazenin gittiği sekizinci gün Hamiye anasına; “Bekir Saka’yla evleneceğim” dedi. Bunu derken, dağların yeşillikleri bugünkü gibi gözünün önünde. Anasının irkilmesi de… “Ama bir şartım var. Ahretliğim de kumam olacak.”

Anası oracıkta bayıldı. Görülmüş şey değil. Başka yerlerde duyuyorlar; adamlar iki üç kadın alıyor ama bu köyde ağza alınmayacak kadar ayıp bir şey bu. Tüm kadınların uykusu kaçtı; bir herifi iki karı paylaşır mı hiç? Onu bırak medeni kanun var, hükümet adamın yakasına yapışır da hapislerde çürütür alimallah! Geberesice padişahlar gibi o ne öyle?

Olmadı. Hamiye başka türlü razı olmadı: “Ahretim de benimle gelecek.”

Hediye’ye  bakıyorlar; ne dersin? 

Ne desin?

***

Bahçede ne kadar insan varsa Hediye’ye bakıyor şimdi: Niçin bağırdı?

Ne desin?

Hiçbir şey diyememişti. Ahretlik onlar. Ne desin? Bindallı al gelinlikleri sırtlarında, şıkır şıkır pullu al yazmaları başlarından aşağı örtük. İki kına tepsisi içinde mumlar. İki bakireyle iki yenge kınalarını yaktılar. Yaşlılardan biri bakır havası çala dururken, kızlar kaşıklarıyla eşlik ettiler. Birden sustular. Nasıl kına bu? Eğlenilecek bir kına değil ki…

Düğün günü, gelin başları yapılıp ahretler giydirildi. Ayakta duvara yaslanıp aileleriyle vedalaştılar. Babaları kırmızı çarıklarını giydirirken, iki evin avlusunda iki düğün alayı, davullarla zurnalarla gelin alma havaları çaldı. Gelin alayı iki kol. İki at üstünde al giysili iki gelin, iki çeyiz sandığı, iki ana, iki baba… Çifter akrabalar, dayılar, yengeler, amcalar, teyzeler, halalar… Ah!

Bunca çifter yetmez gibi iki bayram arası. İyi değildir derler ya kimse kulak asmıyor. Zaten düğün alayı denecek hali yok, suskun bir kalabalık. Davul zurna boşuna! Kızlar taş kesilmiş atların üstünde, peliklerinde gelin telleri şıkırdıyor. Gerdek gecesi köy uyumaz şenlik olur ama o gece tüm ışıklar sönük, tüm kapılar kapalı… Utanç diz boyu…

***

Gazgan fokurdamasını kim çıkarıyor, diyecek Bekir Saka,  konuşamıyor… Yutkunmak istiyor olmuyor. Konuşsa… “Acık bi yardım edin doğrulayım…” Diyecek… Yüreği fırladı fırlayacak döşünden…  Hamiye’yi gördüğü yerler tek tek gözünün önünde. Ama Hamiye onu bir türlü görmüyor. Bir kerecik dönse baksa ya? Nerdeee… Hamiye kör. İşte bu. Sonunda Mustafa Ali’yi görmez olursa razı olacağını biliyor. O çok bilen olmayıverince Bekir’i sevecek ama… Ama Hamiye, gelin olduktan sonra yok oldu sanki.  Kütür kütür kız göz kapaklarıyla nasıl örtündüyse bulamadı onu bir daha Bekir Saka… Hamiye gelinin ruhu geçmişte kalmış gibiydi. Ya Hediye? Zaten adı üstünde Hediye işte… Tam burada, dutun dibinde durup, bir derken iki gelini oldu Bekir Saka’nın. Ama gelen alayın önünde davullar zurnalar çalmaktayken Hüsnü’nün yanbolu kebesi kararmış da dağlardan uçmuş düğün alayının üstüne çöreklenmişti sanki.

Bir hayvan soluyor yakınında ama tosun çoktan kaçmıştı hani? Koca bir gövde sesi var toprağın içinde eşinir, aranır, vurup kendini savurur… Bekir Ağa anlayamıyor ki… Göklere uzanan ağaç kökleri. Hayır dallar… Ağacın ömrü kadar burada yatıyor gibisine geliyor. Dallar düğün gecesindeki dallar oluyor. 

Aya karşı tuttuğu kandil başını tam görememişti. Bu işareti ‘belki de görmüşümdür, farkına varmamışımdır’ diye geçiştirmişti. Gerdek gecesi kandilin başını görmezsen o yıl öleceğine işarettir ama… Göz gözü görmüyordu ki, dersin. Bak şimdi hatırlıyor; kandilin başını göreme-mişti. Bu duygu içinde paslı bir çivi olmuş meğer. Şimdi batıyor da batıyor.

***

Hediye gelinin çığlığını duyunca, adam aniden boynunu çiziverince hayvan ürkmüş mü, ayağa fırlamış mı, ip kopmuş mu?! O sırada Bekir Saka Ağanın bıçak tutan dirseğine bir vuruş vurmuş tosun, adam ne oluyorum demeden kendini kesmiş mi? Şah damarından ok gibi fırlayan kana baka baka aman zaman demeye kalmadan ödü canı süzülüp kan kuyusunun kenarına devrilivermiş! Onca insanın basireti bağlanmış, herkesin gözü önünde, bitivermiş iş. Kimsecik yardım edememiş. Şaşkınlıktan mı nedir tosunun peşine takıla yazmışlar ama o çoktan almış başını gitmiş. Ya işte, Bekir Saka’nın yüzü kan çukuruna bakar, iki ayağı bedeninden azat eşinirken, gırtlağı danalar gibi böğürürken herkesin nutku tutulmuş, ne edelim derken, bir aylık gelinler, iki dünyalık ahretlikler böyle dul kalmış. Kaza…Bu da öteki gibi bir kaza işte…

Recep akıl etti de Hediye geline; “Sen niye bağırdın?” dedi

Hediye ve Hamiye bakıştılar. Tam bir şey diyecekken bir ıkınma sesi duydular. Bekir Saka uzanıp, hayvanı bağladıkları kazığa tutundu. Bir çatırtı oldu. Tosunun günlerdir sökemediği kazık kopmuş, parçası Bekir Saka’nın elinde kalmıştı. Sonradan biri (kimdi ki?)eğilip, kazığın kopan parçasını ağırbaşlılıkla incelemiş ve “Can havli be heeey, can havli işte!” demişti.

Bulutsuz havada aniden bir yağmur bastırdı, bir yağmur… Kurbanda ikinci gün rabbim kurbanların kanları yıkansın diye rahmetini gönderir ya … yağar da… Ama ilk günden ve hava bulutsuzken yağmışsa… Böri[14] yavruladı herhalde…


[1] Çeşm-i bend; Kurbanın gözünü bağlamak için hazırlanan nakışlı örtü.(Bursa)

[2] Abani: Sarıya çalan beyaz renkte , üzeri açık turuncu ipek dallı nakışlarla kasnakta işlenmiş kumaş (Bursa)

[3] Peşkir: Havlu(Bursa)

[4] Futa: ipekli pestamal (Bursa)

[5] Gazgan: kazan (Bursa)

[6] Bursa türküsü

[7] Çakşır: Erkek şalvarı (Bursa)

[8] Bursa türküsü

[9] Kesim Denetmeni: Köy enstitülerinde bir kadro adı

[10] Paça: Düğünden bir hafta sonra verilen eğlenceli yemek. (Bursa)

[11] Yanbolu kebesi: Çoban abası (Bursa)

[12] Masat: Kasap bıçaklarını bileme aleti

[13] Ağıt, Bursa yöresi

[14] Böri: Kurt (Bursa)

PİRANA KAHKAHALARI’ndan bir öyküydü

YAZARIM İŞ ARIYORUM Yazarlığın taşlı dikenli yolları…

Bir yetişkin olmadan önce yazmak daha kolaydı. Hem zamanımı kendim düzenliyordum hem bugün ne pişireceğim gibi bir “sorunsalım” yoktu. (Pişirmek için almak, almak için para kazanmak, para için iş bulmak, iş bulmak için sayısız engeli aşmak… Bunlar listemde henüz yoktu.) Gençliğin sonsuz hayal gücü, sınırsız merakı, geniş bir ufuk, hiç kırılmamış-biçilmemiş taze hevesler tarlası… Yazmak için her şey hazırdı. Okumak ve yazmaktan başka bir şey düşünmüyordum ve diğer tüm insanların bu eylemleri yapmamasını anlamak olanaksızdı.

Sonra yetişkin oldum. İş bulmak, para kazanmak, rekabete girmek, işini korumak, işini kaybetmek, alışverişle cüzdan arasındaki uçurumlara ip merdivenler, köprüler atmak gerekti. Pişirmek, pişirdiğini yemek, yedirmek, bitenlerin yerine yenisini yetiştirmek, atıklar, kirliler… Yetişkin olmak bu sarmalın içine girmekti. Bir yetişkin karnını doyurmak zorundadır, evet. Ah, işte yazmak ve okumak zorlaşmaya başladı. On iki saat işte çalıştıktan sonra evin düzenini korumak, çocuğunla günün özlemini gidermekten arta  kalan zamanlara aktarıldı. Aktarıldı mı? Sıkıştırıldı! Bu arada gerek iş alanında, gerek edebiyat alanında sosyalleşmek zorunluluğu vardı. Ama insanların okumaya ve yazmaya neden zaman ayırmadıklarını hala anlayamıyordum. Uyku saatlerini azaltmak, makarna suyu kaynarken okumak, kuyrukta, serviste okumak derken gün içinde ne çok okuma zamanı yaratılabiliyordu oysa… Bunu geçelim. Bu benim formülüm çünkü. Başkalarına uymaması çok olağan.

Yetişkin olarak karşılaştığım bir konu da şuydu, “son ütücüyüm, iş arıyorum” “overlokçuyum iş arıyorum”ilanı verebilirdiniz ama “yazarım iş arıyorum” ilanı olamazdı. (Elinizde satışa hazır malınız olsa bile.) Bir kitap yazmak için yetişkin koşulları göz önünde bulundurulursa, en az bir yıl, bilemedin iki yıla gereksinmeniz vardır. Stres süresi ise yazdıklarınız rafa çıktıktan sonra bile bitmez. Bu iş akışına,  yayıncı bulmak, anlaşmak için belirsiz bir süreyi koymanız gerekir. (İlk kitabımı iki yıl boyunca bekletip olumlu, olumsuz hiç cevap vermeyen yayıncımın kulakları çınlasın. Sonunda randevu alıp gitmiş, yüz yüze konuşmak zorunda kalmıştım. Öykülerim iyiymiş ama… Bu üç nokta yayıncıya aittir ve  devamında hangi cümleler vardı hiçbir zaman öğrenemedim. Kitap basıldı. Hem ne en iyi şekilde.) Evet, ne diyorduk? Basılma süresi altı aydan başlar. (Tutsaklık süresi gibi geliyor değil mi?) Size gıcır ilk baskı örneklerinden iki üç tanesini, basın bülteni örneğini, sizin kitabınızın da olduğu yeni yayınevi kataloğunu, telif hakkı olarak yüzde on hayalini verirler.Paranız yoktur ve bu telif asla ödenmez. Bu arada hala karnımı doyurma zorunluluğunum vardı. Yazarım iş arıyorum ilanı vermeden malı satmıştım da heyhat karşılığı girdi eksideydi. Satış fiyatı üzerinden payınız 10.-TL nin yüzde onu 1.-TL dir. Vergiyi peşin olarak devlete ben ödemiştim.- Kesinti listesi öyle diyordu ama son zamanlarda sanırım bu vergi kaldırıldı.- Bin tane basılmış olsa alacağınız bin TL dir. İyi bir yayıncıya rastladıysanız size bol bol kendi kitabınızı indirimli verir, imzalayıp satar, parayı ona gönderirsiniz. Bu son yıllardaki uygulama sanırım. Telif? Hadi canım sen de! Günlük kazancınız kaç TL ye gelir artık onu siz hesaplayın. Bir temizlikçinin günlük kazancıyla kıyaslayıp  bunalıma girmeye gerek yok. Yazmak, esas olan yazmaktır. Bir kıdemli yazar arkadaşım bana böyle der hep. Bu moral cümlesiyle ben beni yeni bir kitaba yönlendiririm. Hoş, bir türlü Barbara Cartland gibi bir yazar olamadım ama kendimi bir yazma , bir dil tiryakisi ve sözcük terbiyecisi olarak tanımlarım. Pahalı mücevherlerim, otriş falan aksesuarlarım, şık giysilerim, yaldızlı koltukta mı olur, bir masada mı,  bileğimi büküp çenemi elime dayamışım, öyle pahalı bir fotoğrafım olmadı,  zenginlik akan bir fotoğraf… Gerçi o bir mavi kandı, aile serveti olmalı. Kitap gelirlerinden yaptığı servet  (700 aşk romanı yazmış bu arada) yalnızca köpeklerinin mamasına yetmiştir o da ayrı konu. Olamadık…  Özeniyorum (!) yalan değil. Herhalde yazar deyince Barbara Cartland’ı bilen bir iş adamı bana kitabımdan kaç para kazandığımı sormuştu ve verdiğim yanıt yüzünden, niçin yapıyorsun bu işi o zaman, demişti. İş adamı: yazma eylemine –ve tüm eylemlere-  para deliğinden bakan biri… Gerçi konfor yazarların değil (Barbara Cartland’ı ayrı tutuyorum) onların hakkı oluyor da… Otuzbeş yıl sonra bu soruyu hala soruyorum. Cevap şu, tüccar olamadığım için.

Türkiye’de kadın yazar olmak konusuna gelince. Yazmaya koyulmuşken, kocanızın komşunun tabağına kabak tatlısı koyup, bunu götürüver, diye tutturduğu bir durumdur. Bu da başka bir yazının konusu olsun.

-0-

BÜLENT VE AYHAN’IN GİTTİĞİ GECE

Pirana Kahkahaları kitabımdan

Baykuş gözü bir mehtap vardı. Soğuk içeceklerimiz avuçlarımızda, serinlemeye çalışıyorduk. Jöleye dönüşmüş sıcak , dört bir yanımızı kuşatmış hanımeli ve yasemin kokuları içinde yüzüyorduk. Benim balkonda, Kaptan, Bizim Sosis, Canan, Canan’ın beş yaşındaki oğlu Can, Boksör, Boksör’ün sevgilisi Sultan Hanım bir de Balık. Dereden tepeden laflıyorduk. Can, sıkıntı belirtileri gösterdiğinde birimiz onunla ilgileniyordu. Balkon kapısının camına dolgun sesle çarpanın ilkin minik bir kuş olduğunu sandık. Can, yapbozların parçacıklarını döke saça kalkıp yere düşen şeyin ne olduğuna bakmak için balkona geldi. Ben Sosis’e: “Ya aynı fikirde değilim,” diye itiraz etmeye yeltenmişken, avucunu dolduran fıstık yeşili kıpırtıyı burnuma doğru uzattı;

−Bak ne buldum Zeyno! Bütün organlarımın sıvılaşıp idrar kesemden boşalmasından ramak kala annesi duruma el koydu;

―Ah ne şirin bir peygamberdevesi!

―Hangi? demişim. Can elini adamakıllı yüzüme yaklaştırmışken bayılmayla gölgelenmiş bir gülücükle titredim.

―Yapma, yapma oğlum. Zeyno teyzen korkuyor. Bak yüzü kireç gibi oldu. Derken telefon çaldı. Herkes komut almışçasına kolundaki saate baktı; hayırdır inşallah! Can, yumruğuna tutsak ettiği peygamberdevesiyle telefonun yanına gitti.

―Dur oğlum. O bizim telefonumuz değil. Zeyno bakar. Açtım. Can havliyle! Sığınacak bir köşe bulmanın sevinciyle!

―Zeyno! Tanıdık bir ses ama… Zeyno sen misin?

―Evet benim.

―Zeyno Ayhan ölmüş!

―Hangi Ayhan? O da bir şey mi? Ben burada az önce ruhumu teslim ettim!

―Bizim şoför Ayhan. Aktar Kaya Hanımın kocası var ya!

―Nas-ne dedin? Siz kimsiniz? Can bur’da, peygamberdevesi bur’da o orada nasıl ölür?

―Ya ben Mehmet, tanımadın mı?

―Mehmet? Allah iyiliğini versin, o nasıl ses öyle? Nereden duydun?

―Az önce benim birader aradı. Yeni bir şey öğrenirsem ararım. Telefon kapandı. Peygamberdevesi çirkin yeşil rengiyle ürkütücüydü. Gözleri, başı ve elleri yüzünden onu bir böcek olarak düşünmek olanaksızdı. Herkes bana bakıyordu. Elimde düdük sesi çıkaran bir telefon, gözlerim böcekte.

―Ayhan ölmüş, dedim.

―Hangi Ayhan?

―Kim dedi?

―Ne zaman?

―Zeyno, Zeyno teyze boş bir kutu gerek bana.

―Kaya’nın kocası Ayhan. Arayan Mehmet’ti. Öldüğünü söyledi yalnızca. Ne olduğunu tam olarak bilmiyor.

―İsim karışıklığıdır. Niye ölsün durup dururken.

―Bir karton kutu var mı Zeyno? Deve böceğimi koyacağım. Gidip Can’a karton kutu buldum. O bu arada peygamberdevesini oyuncak kamyonun şoför mahalline koymuş, kapıyı da kapatmıştı. Kutuya delikler açmaya koyuldu.

―Hava alması için, diye açıklamada bulundu. Kaya Hanımı dosdoğru arayıp işin aslını öğrenmek istedik. Vazgeçtik. Yanlışlık varsa Ayhan da orada değilse kadının aklını başından alabilirdi bu haber. Yok, gerçekse zaten şimdi bize cevap verecek durumda değildir. Ayhan’ın telefon numarası kimsede yoktu. Boksör,  

―Sanal adresi bende olacaktı, bir ileti göndereyim, diye bilgisayarın başına oturdu. Peygamberdevesi bir elini kamyonun penceresinden dışarı çıkarmış, kapıyı açmaya uğraşıyordu. Telefon çaldı. Mehmet aynı boğuk, tanınmaz sesle:

―Ayhan kaza geçirmiş galiba! Hastaneye mi ne götürmüşler. Ne kazası olmuş bilen yok. Şoförlükte her an… İşte böyle anlamazsın bile… Kapattı.

 ―Kazaymış galiba, dedim.

Kaptan;

―Karısının şirketinde şoförlük yapıyordu. İşten atılmıştı ya dört yıl önce. Boşta gezmemek için nakliye kamyonu da kullanıyordu. Acaba mal getirip götürürken mi olmuş?

 Sultan Hanım;

―Onlar karı koca olduklarını gizliyorlar biliyor musunuz?

 ―A, a, o niye? dedi Bizim Sosis.

Boksör:

―Zaten söyleseler kim inanır?

Bizim Sosis bu kere Boksöre döndü:

―A, aa, o niye?

―Niyesi var mı canım? Ayhan’ı biliyorsun. İlkokul mezunu. Ehliyetinden başka niteliği yok. Makak maymunu gibi adam. Bir de tembel. İşten atıldıktan sonra karısı aktar işini geliştirmeseydi… Hah buldum adresi. Ayhan hafta sonu piknik yapıyoruz bizi ara diyeyim mi? İyi mi böyle, çaktırmadan…

Canan;

―Ama aşk olsun kıza! İşi nasıl büyüttü. Bir de şube açtı.

―Yalnızca baharat satmıyor, ev yapımı ilaçlar, şifalı bitkiler. (Balık etrafına bakınarak konuşmasını sürdürdü.)Kumanda nerede yahu? Tabi kırklı yaşlarında bir kız ama olsun…

―İyidir, piknik yapıyoruz bizi ara diyorum,

Can delikli karton kutuyu getirdi. 

―Bunu sana armağan etmek istiyorum Zeynocuğum. Bak ne güzel bir böcük. Kapağı araladı. O sırada kutunun içine düşen bir gece kelebeğini kaşla göz arasında pençeleriyle yakalayıp iştahla yemeye başladı. Bir çatal bıçağı eksik! Can hayranlıkla dudaklarını sucuk  yapmış onu izliyordu. Güzel böcük ağzını açıp kapattıkça belleğimdeki en kötü canavarların sesleri kulaklarımdan çıkıyor, odayı kaplıyordu. 

―Bu bir böcek değil! dedim, içinde insan var ya da o kendini insan sanıyor! Can’dan nefret ettim niye yatıp uyumuyor bu çocuk yahu!

―Ona bir ad verelim Zeynocuğum. İyi. Demek oluyor ki tümüyle nüfusuma geçirdiğim bir böceğim var artık!

―Ne olsun? dedi.

―Ne olsun? dedim.

―Hımmm. Bir düşüneyim.

―Elleme, elleme ağzını, böceği elledin az önce! Telefon çaldı.

Mehmet bağırıyordu:

―Ayhan kendini asmış Zeyno! Kendini kullanmadıkları bir odanın kalorifer borusuna asmış iyi mi! Ararım gene!

―Adı Bülent olsun bunun Zeynocuğum.

―Aaa ne münasebet!  Bu bağırtı yüzünden Can annesine baktı.

―Ama Bülent bizim beden eğitimi öğretmenimiz, ben onu çok seviyorum. Boyu da böyle uzun… ―Olmaz! Bülent benim ilk sevgilimin adıydı. Böceği o isimle çağırmak böceğe hakaret olur! Bir kahkaha dalgası patladı. Ama ben korkuyordum. Bülent, şimdi de Can’ın ona ikram ettiği bir sineği yiyordu. Nefret ediyordum.

―Ayhan kendisini evdeki kalorifer borusuna asmış çocuklar. Herkes ayağa fırladı: yok artık!

―Valla Mehmet öyle dedi.

―Oğluyla hiç geçinemiyordu. Acaba o yüzden mi? Çocuk üniversiteyi kazanıp Ankara’ya gidince bir daha eve adımını atmadı diyordu Kaya Hanım.  Kaptan sözünü tamamladığını gösteren bir hareketle ağzına bir parça börek attı. Bizim Sosis kalkıp tabağını yine yiyecekle doldurmaya başladı;

―Acaba ondan mı? dedi. Bence kendini ezik ve değersiz hissediyordu. Öyle ya, Kaya kendi halinde bir ev kadınıyken aile bütçesine katkı olsun diye aktarı açtı. Sonra dışarıdan liseyi bitirdi. Yetmedi dört yıllık fakülte okudu. Ayhan işsiz kalında şu ünlü baharat  markasının bayiliğini aldı. Neydi adı markanın? Dilimin ucunda ama… Dükkânı büyüttü, arabaydı, evdi… Ayhan hep aynı Ayhan. Balık, pastalardan getireyim mi sana da?

Kaptan araya girdi;

―Çikolatalı pastadan ye çikolatalıdan. Çok güzel olmuş.  Sen yakında, Kaya’yı gördün mü? Hiç öyle kırklık falan değil. Kütür kütür… (Bir elinin parmaklarını birleştirip hayali bir ipi yukarıdan aşağı çekti, gözlerini bayılttı, ağzını şaplattı. Bunu yiyecekler için mi Kaya Hanım için mi yapmıştı pek anlaşılamadı. Sonra yutkundu, kaldığı yerden devam etti. ) E, arada uçurumlar oldu, tabi. Ben hep nasıl oluyor da geçiniyor bu Ayhan’la diye düşünmüşümdür. Biraz ayı cinsidir sağ olsun.

―Ay neydi şu baharat  markasının adı be? Yaş pasta nefis olmuş be Zeyno.

―Allah rahmet eylesin diyecektin sanırım. Afiyet olsun…

―Valla yanlışlık vardır bence. Öyle bir adam kendini asmaz. Börek de harika. Sultan Hanım sen Kaptan’ına böyle börekler yapıyor musun bakayım?

―İşim olmaz canım börekle mörekle, şişmanlatıyor. 

―İyi de Kaptan kütür kütür götürüyor ama hamur işlerini geldiğinden beri…

Sultan Hanım birden hışımla Kaptana döndü;

―Sen ne demek istiyorsun öyle kütür kütür kadın falan diye…

―Ne demişim ben?

―Kaya Hanım için dedin ya az önce, ne maksatla söyledin o lafı?

―Ya kızım lafın gelişi, bırak şimdi sırası  mı kıskançlık… Artık evde rahat edebileceğimi sanmıyordum. Esnerken böcek ağzıma kaçacak biçimli bir korkum olmuştu. Ya da sabah uyanıyorsun Bülent tavanda. Bakışıyoruz. Ayrı biçim bir korku.

Dayanamadım Mehmet’i ben aradım bir yandan da telefon numarasını sözcüklerimin arasında bağırıyorum.

― Gece(3) gece(7) ortalığı (9) ayağa (1) kaldırdı. (2) Bir de(4) yanlışlık (2) olduysa… Hah çalıyor,  yaktım çıranı Mehmet.  Alo? Cidden Ayhan mıymış ölen?

― Ya sen ne diyorsun? Ayhan’ın evindeki kalorifer borusunu ona benzeyen biri kullanmamış. Üstelik bulan da karısı. Yani adli tıbbın herhangi bir hata yapması imkânsızdan öte.

―Nasıl olmuş peki?

―Gezmeden dönmüşler. Olup biten bir şey yokmuş sözde. Kaya Abla televizyon seyretmeye oturuyor. Ayhan sessizce yan odaya geçmiş. Bu şey programı var ya… Neydi unuttum şimdi. Neyse… Kaya Abla onu seyretmiş. Sonra yarışma başlamış, yatak odasında uyuduğunu sanıyor, kaldırayım da seyretsin, sonra kızar bana uyandırmadım diye, diye… Yatak odasında yok, sesleniyor cevap veren yok. Banyoya bakıyor, balkona bakıyor, Ayhan Ayhan… Sonra o kullanılmaya odaya … ve ayakları! ―Ayyy! Dizime vurdum deli gibi. Bizimkiler balkondan içeri hücum ettiler.

―Ölmüş ölmüş, kesin ölmüş Ayhan’mış. Yarışma programını seyretsin diye evde ararken Kaya Hanım, şey, öyle bulmuş yani işte…

―Yapma yaaaa, dedi Bizim Sosis.

Kaptan elleriyle tef çalar gibi yazıklandı;

―Tabi adam mutsuzdu. Evi kadın geçindiriyor yıllardır. Çocuğu okutuyor, toplumda yer ediniyor. Sindiremedi çocuk. Artık hiçbir şeyin değişmeyeceği duygusu yerleştiyse…

―Tamam Mehmet. Hadi iyi geceler. Yarın gideriz biz Kaya Hanıma.  Balık kumandanın düğmesine bastı.

 ―Aaa, işte bu yarışma, dedim. Kaya Hanımın senin yarışma başladı diye çağırmak için davranınca havadaki ayakları bulana kadar… Bitmiş ama.

―Kapat şu televizyonu be Balık. Fena oldum şimdi.

―Tamam Boksör.

Can birden ağlamaya başladı;

―Bülent’i kim aldı?

―Kim alacak oğlum, kutuda değil miydi?

―Büleeeent! 

İçini çeke çeke, sarsılarak arada kekeleyerek;

―B-ben-kap-kapağı açmış-tım. Kork-korkmasın diye-ka-karanlıktan… Büleeeent!

―Gitmiş o zaman.

―Ner-nereye- git-git-miş-ol-olabilir?

―Balkondan uçmuş gitmiştir oğlum. Evine gitmiştir. Yuttuğum şişman bir balonun ipini gizli bir el çözmüş, havasını tümüyle boşaltmıştı sanki. Oh be, dünya varmış! Bülent gitmiş!

―Ağlama Can ağlama, dedim. Burada yalnızlık çekecekti zaten. Ben onunla ilgilenemeyecektim. Üzülecektiiiii.

―Hııı, diye inledi. Islak kirpikleri kaşlarına kadar kalkmıştı. Işıltılı koca gözleriyle bana baktı. Belki gitmemiştir, saklambaç oynamak istemiştir Zeyno. Ben onu arayayım evde hı?

―??!!

― Eşhedü-enla-ilahe-illallah!

― Ne oldu Boksör, rengin kül gibi oldu!

― E, Ayhan’dan mesajıma cevap gelmiş. 

― Olamaz! Başına toplandık. Ama kapalı zarf simgesini tıklayıp açmak aklımıza gelmiyor nedense! Ekrana bakıp türlü fikirler ileri sürüyorduk. 

―Açsana ağabeycim açsana! Ne bekliyorsun? Hortlak mı çıkacak sanki? Boksör alnını sildi.  Gelen postaların içinde Ayhan’ınkini açtı. Her gelen iletiye otomatik olarak cevap veren bir iletiydi;  “Kendimi asacağım.”  İki gün öncenin tarihini taşıyordu. Acaba kaç kişiye gitmişti de görülmemişti?

Derin bir sessizlik çöktü.

BİR İHTİLAL DAHA VAR!(*)

 Sen de uzak ülkelerden dönüyorsun

Kocaman bir şey, tavanı delip yatağımın ayakucuna düştüğünde fırladım!  Kalbim çarparak yataktan beşiğe doğru attım kendimi! İnsan boyuna yakın kitle yerde duruyordu. Evi sarmışlar demek ki. Ateş açmış olmalılar, tavan çöktü! Kızımsa bunca felaketin ortasında sessizce uyuyordu. Kendimi toparlamaya çalıştım.  Işığı yaktım. Sabahın beşiydi.  Üşümemek için yorganın üstüne yığdığım battaniye ve örtüler kayıp yere düşmüş, bir tepecik oluşturmuştu. Oda buz gibiydi. Zehirleniriz korkusuyla gece sobayı söndürüyorum ama böyle de olmuyor ki. Soğuk rüzgâr kapı altlarından, pencere pervazlarından sokulup evimizi kuşatmış bak.  Perdeyi araladım. Dallar titriyor, son kalan kuru yapraklar telaşlı kelebeklere dönmüş, oradan oraya uçuyordu. Zeki’nin yastığı boş… Ortada kalakaldığımı düşünüyordum. Hayatımızın akışı nasıl da değişti… Mutfağa gidip bir bardak su içtim. Annem çıplak ayakla bu soğukta gezdiğimi görse… Telgraf çekmiştim ona. Tek başıma beklemeye gücüm yoktu. Perdeleri sıkıca kapadım, tüm ışıkları yaktım. Sobayı da yakmalı. Nasılsa artık uyku tutmaz. Annem hemen yola çıktıysa sabah burada olur.  Saat yedi buçuğa doğru kapıyı açtığımda Annem gri yolculuk çantasını yere attı, kollarını iki yana açtı. 

Ve bütün söylediklerin

“Anne!” Hıçkırdım.  “Tamam kuzum, annen yanında. Dur kapıyı kapatalım, içerisi soğumasın, torunum uyuyor mu?” Kızımın uyuduğunu, Zeki’yi götürdüklerini, -bugün üçüncü gün oluyor-haber çıkmadığını, kaynanamın “ben gideyim karakollara, emniyete sorayım, annesi olduğum için bana acırlar, yerini söylerler,” demesine rağmen… Ne emniyette ne hapishanede izine rastlanmadığını…  “Arkadaşlarla tüm bağlantımız kesildiği için… Ah anne ne yapacağız? Aydın ölmüş, Sevil vurulmuş. Çok kötü, çok yazık. Hiç anlamıyorum, içimde çok büyük bir…” 

Akşam evinin eşiğinde oturmuş

Serinleyen birinin

“Tamam,” dedi gene Annem. Bu sözcükle- içeri girer girmez-beni, kızımı, tüm sorunlarımızı kucağına almış, bağrına basmış, her zamanki, eli çabuk, soğukkanlı, akıllı haliyle duruma el koymuştu. “Tamam canım ama önce şu ayakkabılarımı çıkarayım. Ayaklarım çok şişti. Kapı dibinde konuşmayız değil mi?”  

Aklıma gelebilecek düşünceler .

 “Eve gelen oldu mu?” dedi alçak sesle. Bir yandan da sobaya odun attı, küçük küçük kıvılcım sesleri çıktı.  “Yok,” dedim. “Zeki’yi nasıl almışlar?” “Tren istasyonunda. Biriyle buluşacaktı.” “Kızım siz delirdiniz mi? Sıkıyönetim var, ne buluşması? Kiminle buluşacaktı?” Ağlamaktan kulaklarım uğulduyordu.“Bana söylemedi, Anne.” “Tanrım, buraya gelmeleri an meselesi, hadi kalk, kalk !” Yolculuk elbiselerini çıkarmadan raflardaki “suç unsuru” kitapları banyoya taşımaya başladı. “Anne ne yapıyorsun?” “Elbette biliyorsun; çoktan yapılması gerekeni.” “Bu zorunlu mu?” “Sen durumun farkında değil misin? Daha neyi bekleyeceğiz?” “Ama…” “Bak sana ne diyeceğim, bütün mesele gerçeklerden kaçmanız. Eğer gerçeklerin ateşini hissettiğinizde –sen ve kocan- kaçmasaydınız, şu politikayla bulanmış aklınıza, kör olmuş gözlerinize, bir kıvılcım sıçrardı da ne yapılması gerektiğini çözerdiniz. Şimdi ilk iş seni güvence altına almak. Sonra Zeki’yle ilgileneceğiz. Beni anlıyor musun? Yazık şu çocuğa!” İki gün boyunca termosifonda ve yatak odasındaki sobada kitapları kâğıtları ne varsa yaktık. Oturduğumuz odanın sobasını kullanmaya korkuyorduk. Apansız gelen meraklı komşulara temizlik yaptığımızı söyledik. Son kalan partiyi bir sonraki gün yakmak üzere ayırdık. Ev tertemizdi ve hiç olmadığı kadar da sıcak. Beklentiden tüten korkular ortalığı kaplamıştı. Çatalı ağzımıza götürürken duruyor, çevreye kulak kabartıyorduk. Höpürtüyle çay içerken birden sokakta bir ses duyuyorduk, ancak ne olduğunu anlayınca yutuyorduk.  Gece geldiler. Üç buçuk sularıydı.  Ev aranmaya başlandı.  Annem kızgındı. Tanımadığımız adamlar öfkeleriyle yaşamımızın ortasına çamurlu ayak izlerini bırakıyorlardı. Gözlerini öyle bir açtı ki bu iki derin kuyu karşısında ayakkabılarıyla gezdikleri için özür dilediler ama çıkarmadılar.  Yatak odasına girdiler. İki aylık kızım çift kişilik yatağın üstünde uyuyordu, sobada kitaplar… Kitaplar sonsuz uykularındalar kül oldular. Son parti hariç! Dizginlenmiş hissettim birden. Kalbim dörtnala giderken görünmez bir el gemleri öyle bir çekmişti ki ağzım iki yanından yarılmış sanki… Bu acıyla dimdik şahlanıp ortalığı ayağa kaldırmak! Bir haykırış koparmak! Seğirmeye benzer bir hareketle kalkacakken Annem koluma yapıştı! Mutfaktaydık aralarında konuştuklarını duyuyorduk. Birinin kalın sesiyle; “Alalım mı?” dediğini duyduk. Bakıştık.  Kıyafetime göz attım; kot pantolon, kazak. Üstüme parkamı alırım. Eh böyle gidilebilir. Çamaşır falan almam için acaba zaman tanıyacaklar mı? Göğüslerim sızladı. Emzirme saati. Bir dakika ne yapıyorum ben? Hiçbir yere gidemem! Bebeğe ne olacak? Birden dünya başıma yıkıldı! Hapse gitmek kolay bebeği kim emzirecek?  Diğeri hım hım bir sesle cevap verdi;  “Şimdi dursun. İstediğimiz zaman alırız nasılsa.”  Kızıma baktığını görür gibi oldum. Sonra öksürdü. Yatak odasının kapısı kapandı, koridora çıktılar. En son salonu arayacaklar demek.  Annem pörsümüş hayatını sürükleyerek arkamdan salona geldi. Kamburu çıkmış, kolları uzamıştı. Divanın üstüne yorgun, perişan çöktü. Avucunun birini dizine dayadı; “Ah oğlum,” dedi polise, “çok söyledik bu kıza şu komünistle evlenme diye, ama dinleyen kim? Bak kırkı henüz çıkmış çocukla kaldı bir başına. Yıllarca kahır çektik, okuttuk, doktor oldu. Tayin bekliyor ne zamandır. Elde yok avuçta yok. Şimdi kim bakacak onlara?”  İri yarı gövdesiyle divanı kaplamış, rüzgârda kalmış boş salıncak gibi sallandı. Derin derin iç geçirdi. İşaret parmağını burnunun altından geçirdi; “Buraya kadar doluyum,” dedi. Polisler onun dertlerine ortak oluyormuşçasına, kısa, kesik yanıtlar veriyor, her anlattığına kulak kabartıyor, tüm eşyaları alt üst ediyorlardı. Midemde bir ekşime hissediyordum ve her an karşı koymaktan korkuyordum. Annemi duydum; o kadar çok sözcüğü öylesine bir hızla diziyordu ki ben yutkunma ihtiyacı hissediyordum. Boğulacağım sanki. Onun savunma düzenini bozacağım diye de ödüm kopuyordu. Daha iyi bir fikrim yok, onu zora sokmayayım bari. Kollarını açarak, anlattıkları bana kesinlikle inandırıcı gelmese de, bunu can havliyle yapıyora benzese de… Bir yel değirmeni… Gözleri göğe fırlamış, bir yel değirmeni… Kollarını açmış… Bu akıma kapılmaya karar veriyorum, kızım içeride uyuyor… Kuşkusuz bir çıkış kapısı olmalı ama anahtarı hani? Annemin yarattığı rüzgâr işe yarayacak mı? Çıkış kapısını açacak mı? Şefleriyle göz göze geldik, avizeden düşen dairesel bir ışığın altındaydı, ter kokuyordu. Yatak odasının kapısına kısa bir bakış attı. Nabzım göğüslerimden süt olmuş akıyordu. Tomsonlarını alıp gittiler.  Ummadığım bir anda radyoda çok sevdiğim bir şarkı çalıyordu sanki… Annem eliyle karnını bastırdı, ağzı açıldı ama ses çıkmadı. Divandan yavaşça kalktı, altına gizlediğimiz son parti kitapları banyoya taşıdık. Hiç konuşmadık. Önce biz yıkandık sırayla, uyanınca da kızımı yıkadık. 

Peki ne anlamı var öyleyse

Bunca yolculuğun

Alkışlarla irkildim Aragon’un şiiri bitmişti. Okuyan arkadaşın şerefine kadeh kaldırdık.

-Daldın be doktor, nerelerdeydin?

-Bin dokuz yüz seksenlerde.

-Değişen bir şey yok, hadi şerefe! 

***

ANNENİ ÜZMEMELİSİN

Serap Gökalp’in Pirana Kahkahaları kitabından…

Çay bardağına tünemiş içine bakarken, annesinin başına açtığı durumu değerlendiriyordu. Anne: emekli öğretmen. Uzun yaşamanın en gerçekçi yolunun az uyuyup çok iş yapmak olduğunu söyleyen kişi. Üç çocuk yetiştirdi, ikisi kız, evliler, maskeleri pardon, meslekleri var. Ama bu oğlan (yani ben oluyorum) daha bir baltaya sap olmuş değil. Üniversite bitti gene okuyor… Okuyorum. (Muyum?) Askerliği de öteledi. (Okul zaten tecil için.) Akşam yemeklerini hala tek başına yemek zorunda oluşuna söylenmekten olup bitenin farkında değil öğretmen- anne. Oğlunun karanlık bastıktan sonra sokağa çıkmalarını işsizliğinden utanma şeklinde yorumlamakta, bu noktada yüreği burkulmaktadır. (Söylerken duydum.)  Onun zamanını bilgisayar ve “arkadaşlarla takılıyoruz” arasında bölmesi konusunda kendini çaresiz hissetmektedir. (Biliyorum.) Belli düzende aralarında şu konuşma geçmektedir: Anne, titrek bir gülüş, yalvaran bir sesle “evladım bir işe girsen,” der. Duygusal bir süngerdir o, çocuklarının sorunlarını, dinler, emer, biriktirir. Evlat, başka tarafa bakarak “arıyorum ya” diye yanıtlar. Sonrasında sesler perde perde yükselir ve bir kavganın içinde bulurlar kendilerini. Kadın kendi gerçeklerini sayıp dökerken çocuğu sarkmış boynuna ve burun deliklerine “bu baskıcı öğretmen hallerinin umurunda olmadığını” bağırır!  Pes eden öğretmen-anne olur. Titreyerek işine döner. Onun odasındaysa çıkar. Hayatın hızla geçip gittiğini genç bir insana anlatmanın neden bir yolu yoktur? Oğul onun artık bunak bir ihtiyara dönüştüğünü bile söylemiştir bir keresinde. Öz annene!

Öz anneye…

Çay kaşığını döndürdükçe oluşan burgaçta şeker parçacıkları eriyordu. Tersine karıştırmaya başladı. Şekerler eriyor, eriyor, eriyor… İş bul baskısı kabuk değiştirdi;  evlen! Çok şeker bir kız varmış…  Çaya atılacak şekeri beğenmedim dense bu girdaptan kurtulmak olası mıydı? (Böyle bir oyun seni üzmedi mi?) Olup bitenleri havada yüzerek izledin. Neyse ki görücü usulü girişim kâbusu az sonra bitecek. Uygun cümle ne olabilir? Maddi koşullarım uygun değil… Olsun derse? Kaşla göz arasında telefon numarasını veren insan… (Onu ilk gördüğümde sevmedim.)  “Üzüldü mü?” diyecek öğretmen anne. “Nazik olsaydın.” “Nazik oldum” diyeceksin. “Üzüldüğünü sanmıyorum.” “İyi ki telefonda değil yüz yüze söyledin,” diyecek anne-öğretmen. “Ayıp olacaktı. Nazik bir durum bu.”

Masanın üstüne bir yaprak düştü. Elinin tersiyle itti. ( Sabrı bitti bitecek.) Bu sırada topuklarına kadar mantosu, arkasında gizli bir kafası daha varmışçasına sarılı başı, kocaman siyah gözlüğü, eldivenli elleriyle kız dibinde bitiverdiğinde irkildi.  “Birini mi bekliyorsun?” dedi kız (Ne basmakalıp!) Kollarını aça aça söylenmiş bu cümleyle sanki bir yel değirmeni dile gelmiş oluyor. Boğazından bağlanmış örtüsü, değirmenin çatısı, koca gözlüğü iki kara penceresi.  “Başınızı neden olduğunuzdan büyük şekillendiriyorsunuz?” diyorsun. “Buraya sık gelir misin?” diyor değirmen. “Hayır, ilk geliyorum,” diyorsun. “Biliyorum,” diye kıkırdıyor gizli bir şeyden söz eder gibi. “Senin mekânın farklı.” İlgisiz bakışlarında bir kıvılcım bekledi, olmadı. Bozguna uğramış, intikamcı bir atak yaptı: “Sırrını biliyorum, tamam mı?” Karşıya bakıp çay kaşığını boşalmış bardağın içine attın: “Otursana.” “Seni ilk gördüğümde anladım,” diye üsteleyince “Hadi ya, ” diyorsun. Sesin ne öyle ne böyle. Konuyu sürdürmeyi istemiyorsun ama kız kıvrım kıvrım; “Bence bizim karşılaşmamızı kader istedi,” diyor. “Kader mi? Tanıyor muyum onu?” “ Alay etme. Bunu değerlendirmeliyiz.” “Neyi? Hiç tanımadığın insanlar görücü geliyor. Nasıl bir lüks içinde yaşadığını görüyorlar. Daha işi bile olmayan damat adayını halının altına süpüreceğine baş başa görüşmeyi istiyorsun. Değerlendirilecek ne var, bir düşünelim. Baban içgüveyi arıyor olabilir mi?” “Annen biliyor mu?” Baktın.  Tavrında soruyu anlamaya çalıştın, olmadı, hali. Neyi kast ediği besbelliydi ama mayınlı alana bir yabancıyla girmenin sırası değil. “Gizli buluşmamızı mı?” diyorsun kayıtsız. Garsona iki çay işaret ediyorsun. Gözlük çıkıyor ve kısık bakışlarla; “Biliyordur, bence biliyordur. Ben seni görür görmez anladım,” diyor.  Boş bulundun! Gerdan kırıp göz süzüşün karşısında (Saçmalayacaksın dur!) parlayan gözleri senin yılan sepetinin kapağını açtığını gösteriyor. Durumu kurtarma girişimin: “Alnımda ne yazıyor acaba?” “A, saf mısın? Şu hallerine baksana…”  Sırtını dikleştiriyorsun. “ Ne varmış hallerimde?” (Gözünün ta içine bak! ) “Bence…” diyor kız bakışını kaçırmadan “ortak bir yanımız var. Kader bizi o yüzden karşılaştırdı.” “Ortak yan?” “Bal gibi biliyorsun. İkimiz de kabuklarımızdan şikâyetçiyiz işte!” “Hadi ya! Sen de mi?” der demez elini yılan sepetinin içine sokmuş oluyorsun… (Sıçtın sus! Aman boş ver. Bir daha kim görecek bunun yüzünü?)  Miden bulanmıyor ama bulanacak diye korkuyorsun. “Evliliği siktir et!” diyor kız üstünlük taslayarak. “Bak ne diyeceğim, bana gerçek seni göstermeni istiyorum. Nerde yaşıyor, nasıl yaşıyor o?” Sessizliğin karşısında bir armağan vermeye girişiyor, cesaret payı bu : “Biliyorsun son model bir cipim olmasına rağmen istediğim yere gidemiyorum. Donuma kadar ipek giyiyorum ama dışarı çıkarken ne kadar giyinsem az. Dünya kadar yiyeceğin içinde ne zaman yiyeceğime başkaları karar veriyor. Oruç tutmam gerekiyor mesela. Ama “ halam geldiyse”  tutmamam gerekiyor. O zaman da yemek yemem ayıp.  Çünkü “halamın geldiğini” cümle âleme duyurmuş oluyorum. Gülemiyorum. Tahrik etmemeliyim. Yoksa tecavüzü, ölümü hak ederim. Verirsem günahkâr fahişe oluyorum. İstesem hoca nikâhı yapar biriyle yatarım ama bunu insan-kadın onurum reddediyor…” Eldiveni çıkarıyor. Bu bir elin ortaya çıkmasından çok tüm vücudunun çıplak kalmasını çağrıştırıyor sende. “ Özgür olmak istiyorum” diyor, alçak sesle. “Tıpkı senin gibi.”

Şişen bir susku beliriyor ansızın. Bir dikişte erkeksi bir edayla içlen çay. Eldivenin tekini dairesel bir hareketle alıp ayağa kalkış . Gözlüğü takmadan önce sert bir hadi bakışı. “Sırrını göstereceksin bana.” Bu cümle duygu katmanlarından sinsice sızıp derinlerine kadar seni çatlatıyor. (Bu ne ya !) “Ruhsal çıbanlarını götür başka yerde patlat tamam mı? Beni de pamuk niyetine kullanma! İstemiyorum! Saçmalık bu!” diye bağırıyorsun. Her an denetimsiz kalıp fışkıracak öfke etrafındakileri (Şu kızı!) küle çevirebilir…

Bekliyor…

Boyun eğiyorsun…

Sefil yeşil dehşetin fısıltısını duymazdan geliyorsun: “onu senin Pürtelaş sokağına”, evine götürmeyeceksin herhalde?

Kapı bir koridora,  dışarıdan sızan gün ışığıyla toz tabakasına açılıyor. İki dünya arasından gelirmişçesine titreşen bu sisin içinde sanki saydam varlıklar gizleniyor. Birazdan bir tanesi üstüne inip seni kaplayacak, tümüyle değiştirecek… O anda kız yüzünü dönüp düğmelerini açtı. Topuklarına dek inen mantosunun zıvanaları gıcırdadı. İçindeki yeşil ışıkta seğiren ıslak, iç organlarını gördün. Başındaki örtüyü çıkardı; ak kemikler…

Koridorun taşlarına çömelip (pusulanı tümden yitirmiş durumdasın) hüngür hüngür ağlıyorsun. Kırk yıl düşünsen aklına gelir miydi? Psikolog diplomasıyla yetinmeyip felsefe okuyan biri… Tesettürlü bir kıza görücü gidecek, ona her şeyi açıklayacak… (Neden yaptım?) Yetmedi video çekmesine izin verecek… (Şimdi ne yapacağım?) Dizlerini yüzüne daha çok çekiyorsun. Geceye dönen ışık koridorunda duvar yürüyor, dört karo tek karo kalıyor ve üstünde  bir video görüntüsü seğiriyor… Yakıcı ve şiddetli, içinden koca koca parçalar atan ağlamanla o taş kutuya bakıyorsun. Sarsıntıdan dağınık saçların sırtına beline vuruyor.  Alaca akşam şavkı gözlerinden süzülüyor, çevresindeki siyah halkalar sakalları iyice kazınmış, kozmetikle kapatılmış yanaklarına iniyor. Islak bir camın arkasından görüyorsun her şeyi. “Üzüldü mü?” diyecek annen. “Nazik olsaydın” “Nazik oldum,” diyeceksin. “Üzüldüğünü sanmıyorum. Çünkü…”  Evleneceğine sevinecek…

***

MAHALLENİN DENİZİ

Serap Gökalp’in Pirana Kahkahaları kitabından.

― güvercinler geçiyor pencerenin önünden. Bazen dış tarafa tünüyorlar. Havalanıp gittiklerinde parktaki en yüksek dala da konsalar görünürler. Ağaçların saçları sarı şimdi ve onlar konup kalktıkça yığınlar halinde dökülüyorlar. Aşağıda gezen kedilerin patileri bile onları ezerken ses çıkarıyor. Öyle kırılganlar. Pati sesleri duyuyor değil hayır. Hiç olur mu? Kediler buradan avuç içine sığacak kadar küçük görünüyorlar…

―geceleri ışık yanan şu yer var ya, parkımız… İlk gördüğümde okula yeni başlamıştım. Annem beni temiz temiz giydirir, okula götürürdü. Ağaçlar fidandı. Güvercinler sonradan geldi. Kediler de. Kerime Teyze görmüş, adamın biri sabah namazında bir çuvalla getirip atmış onları. Çoğaldılar. Kuşlar da. Karşı köşedeki terastaydılar o zaman. Şimdi sokak güvercini oldular…

Kanat seslerinin gün boyu avluyu doldurduğu kedilerin onları avlamak için bin bir yol denemeye başladığı günlerde annem hasta oldu. Özellikle çocukların yere attığı gündöndü çekirdeklerinin kabuklarını yerken tehlikedeydiler. Sessizce sokuluyordu kediler. Yaklaşıyor, yaklaşıyor, kuşlar gamsızca yerleri gagalıyor… Kediler karınlarını yere yapıştırıp azıcık bekliyor… Sonra ay!

―ağaçlarla dolu şu yer var ya, parkımız. Bir kenarına yeşil örtülü kutuyu getirip koyduklarında okula artık başka çocuklar gidiyordu ben değil.İmamın başındaki beyaz nokta, kalabalık siyah noktaların içinde kıpırtısız. Havaya yönelmiş eller açmış çiçeklere benziyor. Çiçeklerden sesler çıkıyor;

İyi bilirdiiiik!

Helal olsuuuu!

Anne beni unuttun…

“Deniz, korktun mu yavrum? Benden mi korktun? Korkma teyzeciğim, azıcık bir şeyler yesen. Elini yüzünü yıkasan… Sen Hacı Şakir sabununu seversin. Bak sana leylak kokulusunu aldım. Hı olur mu? Anneciğin seni böyle görse çok üzülürdü ama. Zayıflıktan bir deri bir kemik kaldın be yavrum. Anneciğini özlüyorsun biliyorum ama ne yapalım kızım? Elden ne gelir? Allah daha çok seviyormuş demek ki… Hadi kalk artık şu pencerenin önünden. Hı? Hadi Kerime Teyzesinin güzel kızı…”

Pencerenin önünden kalkmayı unuttum.

―tam yeşil kutunun durduğu yere bir kamyonet yanaştığında kediler kaçıştılar. Güvercinler dallara tünemiş, şimdi tehlikede gözüken kedilerden öç alıp gurulduyorlar… Taşınan eşyaların arasına sıkışabilir, üstlerine düşen bir ağırlıkla ezilebilir veya bir tekmeyle savrulabilirler… Ay!

“Deniz, Korktun mu yavrum? Korkma. Kerime Teyzesi kızına yemek getirdi. Denizciğim bak bu cici annen. Bundan sonra sana o bakacak emi benim güzel kızım? Yemeğini bitir de  biraz aşağı parka inelim. Cici annen evi temizleyecek olur mu canım?”

―kediler çocukların oyuncaklarına tırmanıyorlar, salıncaklarda kıvrılıp uyuyorlar. Bir kedi sıçrayıp kucağıma oturuyor. Tırnakları pijamamın çiçeklerine takılıyor. Bacaklarım ve sırtına koyduğum ellerim artık üşümüyor. Şimdi her yerde gelişigüzel saplanmış suskun çubuklar var.  Parkın içinde de üstünde de yapraklar bitti. Ağaç kılçıklarının içinden aydedeler geçiyor. Güvercinlerin hepsi görünüyor ama arılar kadar küçükler artık…

Cici annem beni unuttu…

―şu ışık yanan yer var yo, onun karşı dairesinde Kerime Teyzeyle Ahmet Amca oturuyor. Beni severler. Onların çocukları yok. Beni severler. Kediler de severler. Ama kediler şimdi yok. Güvercinler de… Onları toplayıp çuvala mı koydular, duvara mı vurdular?

Taranbaba tararım

Çocukları ararım

Hangi çocuk uyumazsa

Torbama koyarım

Duvarlara çalarım

―bak yukarıdan ne çok tüy düşüyor. Bak ellerim nasıl üşüyor. Tüm tüylerini dökmüş olmalı güvercinler… Güvercinler üşüyecekler…

Güvercinlere tüylerini giydirmeyi unuttuk.

“Deniz kızım gel şunları giydireyim sana. Bu kara kışta bu incecik pijamalarla donacaksın. Allah insaf merhamet versin. Bu yaşta bir kız çocuğuna bu yapılır mı? A, ah anneciğin kim bilir nasıl… Uzat kolunu bakayım, hah tamam. Başına da şu yün başlığı geçirelim. Bak Kerime Teyzen sana çorba pişirdi. İç de ısın biraz. Yok yok öyle değil, ekmekle katık et Denizciğim. Aferin sonra da makarnanı yersin, emi. Ben sonra gelir tepsiyi alırım. Deniz, bak sana ne diyeceğim, beni anlıyor musun? Şu pencereyi görüyor musun? Kalorifer dairesi orası bildin mi? Oraya bir yatakla bir yorgan koydum. Bu bankta yatıp kalkma kızım. Hem soğuk hem Allah esirgesin her türlü insan var. Yemeğini bitirince oraya gidersin emi kuzum?”

―şu ışık yanan pencere var ya, hani sımsıkı kapalı… Onun üst katında Necla Hanım Teyze oturuyor. Herkes ona çok acır. Hem yaşlıdır hem tek başınadır ve asansörsüz apartmanın sekizinci katında oturur. Ayakları ağrır. Sekizinci katta oturmak çok kötüdür. Ona acıdıkları için hep “sekizinci kattaki Necla Hanım Teyze” diye söz edilir.

―şu ışık yanan pencere var ya. Hani arada Karagöz perdesi gibi gölgeleniyor. Alt katında Zeynepler oturuyor.

Beni unuttunuz…

―kalorifer dairesinin penceresi… Önünde şaşı bir kedi patisini yalıyor. Pencere bir kedi büyüklüğünde. Kedi de siyah pencere de kaldırımda duruyorlar, bir de parlak çikolata kağıdı… Titriyor. Kedi bir patisi havada avını gözlemeye başlıyor. Dokunuyor. Kâğıt titremeyi bırakıyor. Dokunuyor kâğıt yuvarlanıyor. Üstüne basıp gitmesine engel oluyor. Bekliyor. Bırakır bırakmaz rüzgâr kâğıdı kapıp götürüyor. Kedi şaşırıyor… Şaşı kedi…

“Deniz, bak Kerime Teyzen gönderdi bu makarnayı. Hadi ye de seni bodruma götüreyim. Donacaksın. Kaç gündür burada oturuyorsun. Al kaşığı eline. Hadi bitir bakayım tabağındakini… Burada yatılmaz, Kerime Teyzenin hazırladığı yatak var bodrumda… Bitti mi yemeğin? İyi. Gel bakayım benimle. Korkma ben de geleceğim ben de… Bak bunlar elektrik düğmesi bildin mi? Basınca yanıyor, gel şimdi inelim basamakları… İşte yatak. Burası sıcacık.  Yatağa girmek için ne yapacağız? Ayakkabılarımızı çıkaracağız. Üstümüzdekileri de… İşte böyle. Yok yok bir şey yok. Yat şimdi sen. Öyle değil sırt üstü yatacaksın. Hah tamam. Aç bakayım bacaklarını azıcık. Hah tamam. Hiç kıpırdama emi. Tamam. Aferin sana, aferin sana, aferin sana…

Ağaçların yalnızca kökleri görünüyor…

―pencereye bir kedi geliyor. Miyavlayıp camı tırmalıyor. Yanından geçen bir ayak onu tekmeliyor. Kedinin canı yanıyor. Başka ayaklar da kediyi tekmeliyor, çocukların bağrışmaları kar kümelerini delik deşik ediyor. Gökyüzü yok…

“Deniz orada mısın? Gel bakayım amcan sana yemek getirdi. Kerime Teyzen gönderdi. Yok yok öyle değil bir ekmekten bir pilavdan.  Hah, aferin. Bak bu amca da sana çukulata verecek. Değil mi amcası? Bitti mi yemek? İyi, ver bakalım çukulatayı. Yok yok kağıdını çıkarıyoruz.”

“Ya birine söylerse?”

“Yok yok o hiç konuşmaz. Annesi öldü öleli konuşmuyor. Yemek yemeyi bile unutuyor. Biz vermesek ölecek. Hadi sen bak işine.”

“Yüzükoyun çevir bari. Gözleri çok kocaman.”

―çukulatanın tadı komikti. Ama saçlarımdan yastığın üstüne düşen minik minicik böcekler daha komikti. Sallanıyorum ve düşüyorlar, sallanıyorum ve düşüyorlar.  Kimi ileri  kimi geri düşüyorlar, sallanıyorlar, burnuma kaçacaklar…

“Neler oluyor burada? Aman Allahım! Yüce rabbim! Ah Ahmet sen? Bu adam kim Ahmet? Zavallı sabi!  Bir de pide almış gelmiş!”

―ne çok gürültü… Bir sürü kadın bodruma doldu. Amcalar gittiler. Kadınlar beni yıkadılar. Minik böcekler de gittiler. Saçlarım da gittiler. Yorganla yatak ateşe gittiler.

Yeni giysiler geldi, büyük geldi. Annem yok mu? Beni temiz temiz giydirdiler. Başıma örtü bağladılar. Beni kapıcının kapısında beklettiler. Okula mı gideceğim?

Polislere, beyaz gömleklilere verince unuttular…

-o-