YARATICI DÜŞÜNMEYE İLİŞKİN MIRILDANMALAR

Bu yazımda, çok geniş bir alanı tanımlayan yazarlık kavramını, öykü metniyle sınırlayarak ilerlemek istiyorum. Öykü küçük şeylerden anlam çıkarabilme yeteneği arayan bir metindir. Bu iddia nedeniyledir ki minimal öykülere kadar küçülmüştür. Bu sıkıştırma ve şiire doğru giden yoğunluk yazarın kendi kendisiyle yarışıdır. O yarış ki tüm sanat yapıtları gibi yaratıcılık bekler.

Öyküler bizi bekliyor

Öyküye ilişkin yaratıcılığımız kimi zaman bir sorudan kaynaklanır. Bazen bir insan yüzü, bazen bir insanın içinde olduğu bir sahne başlangıç noktamızdır. Ama önemsememiz gereken ayrıntı şudur, yaratıcı düşünebilmeyi keşfetmek. Kuşkusuz bunun için sınırsız kaynağımız var. Yirmi bir yüz yıllık bir miras aldık. Bu kültürden yararlanmalıyız. Bütün bilimler, toplumların kültürel birikimleri onları görmemizi keşfetmemizi bekliyor. İletişim olanaklarının zenginliği de cabası. Şimdi internet kitaplığı sonsuzluğu içindeyiz.  Beri yandan 21.yy tam da bir bataklık olarak görünüyor gözümüze. Kişisel yaşamımız, içinde bulunduğumuz toplumsal halkalar; aile, iş çevresi, sivil toplum kuruluşları, şehir, bölge, ülke ve dünya türlü üzüntü ve tehlikeleri barındırıyor. Bu işin kötü tarafı. İyi tarafı,  aynı ortamlardaki sayısız öykü keşfedilmeyi bekliyor. Okumakla, izlemekle, gezmek, iletişim kurmakla, duyarlı olmakla yol almalı, yüzlerce eylem ve yanıt olasılığı arasından seçim yapmalı, önem sırasına göre dizmeli, tutku ve anlam taşıyanları bir araya getirmeliyiz, öyküler bizi bekliyor.

Yazmak için alet kutusu oluşturmak

Yazmak için özgürlüğümüze sahip çıkmalıyız. Özellikle biz kadınları durdurmak için çok kurnaz düzenekler vardır; iş hayatı, kariyer, ev işleri, annelik bir sürü rol. Ama öyküler bizi bekliyor. Zamanımızı korumalıyız. Çevremize beyaz bir tebeşirle kişisel zamanımızı belirleyen bir halka çizmeliyiz. İşin zanaatkarlığını yapmalıyız, yazma denemeleri, yenilikler bulmalıyız. Okuma beslenmesi dışında algı beslenmesine de çokça gereksinmemiz var. Çevremizdeki sayısız dışsal uyaranların yanında içsel algılarımız, uyaranlarımız var. Tarihçemizdeki kalıplarımız, aileden sosyal çevreden gelen kalıplar, değer yargılarımız, oluşturduğumuz kültür, savunma mekanizmalarımız, yaşam birimi kalıplarımızdan aldığımız uyaranlar dağarcığımızdaki kalıplardır ve algımızı biz farkında olmadan süzerler. Bizi sabitlerler ve olayları olduğu gibi değil, bulunduğumuz yerden görürüz. Bir öykücünün bunu aşması tam algı becerisi geliştirmesi önem taşır. Çünkü bundan sonraki adım şudur; hangi ayrıntıyı öyküye çevireceğim?

Yazar bir prizmadır

Doğadaki en küçük ayrıntı, yaşamdaki en önemsiz olay öyküyle önem kazanır. Eğer anlatıcısı iyiyse. Eğer anlatıcının algısı iyiyse. Sözcüklerle arası iyiyse. Yazma eyleminin bir tür esrime halinde gerçekleştiğini söylemek safsatadır. Yazmak bir tür bilimsel işlemdir. Vücudumuz, ruhumuzun beynimizin haber alma aygıtı olarak çalışır ve bilgiler depolanır. Beynimizde işlem görür ve sanat yapıtları ortaya çıkar. Sanatçı bir prizmadır. Yazar bir prizmadır. Öncelikle ışığı içimize almamız gerek. Tayf kendiliğinden oluşacaktır. Elbette biz doğru açılı bir prizmaysak, doğru yerde duruyorsak. Yani sanatçı beynine, ruhuna sahipsek. Algı ışıktır. Hangi algılardan söz ediyorum peki? Fiziksel, ruhsal, coğrafya, psikolojik, iklimsel, töresel algılar ilk aklıma gelenler. Beş duyu organımızı kullanarak depolarız onları. Görme, duyma, tatma, dokunma gibi fiziksel algılar gibi sezgisel algılar da oluşturmak zorundayız. Sonrasında parçaların birleştirilmesi aşaması gelir. Bütünsel algı, etkin dinleme, hayal gücünün devreye sokulması, hareket kazandırma, özgünlük…

Yan yana çizilmiş üç (m) harfinden tabanca sesinden havalanan yaban ördeklerine ilişkin bir metne ulaşmak söz gelimi. Alışılmadık bir bakış açısıyla (L) harfinde bir kadının eteğini çekiştiren bir kedi görmek söz gelimi. Sınırları aşan düşünceyle metni yapılandırmak prizmanın tayfını zenginleştirme becerisi kazanmaktan söz ediyorum.

Hiçbir canlı varlığın olmadığı bir ortam anlatırken, devinim yaratacak bir unsur yerleştirerek öykü metnine ulaşmak gibi. Bir müzede bir salonu betimlerken, devinim unsuru olarak içeri kaçmış bir sineğe ilişkin bir öykü kurgulamak nasıl olur?

Metinlerin/öykülerin vazgeçilmez unsuru kuşkusuz ki içsel uyaranlardır. Bunun için algılarımızın içerilerde, ruhumuzda, beynimizde yarattığı yankıları gözlememiz ve prizmamızdan yansıtmamız ayrıca metne değer katan unsurdur.  Yaratıcı düşünce, prizmanın (yazan öznenin), içine aldığı ışığı(tüm bu saydığımız unsurları) nasıl kullandığıdır.

Bol ışıklı, güzel tayflara aracılık eden piramitlerden olmak dileğiyle. Öyküler her yerde bizi bekliyor.

İnci Gürbüzatik’in kaleminden Pirana Kahkahaları

Zorba Tv-Dergi’nin Mart 2024 sayısında İnci Gürbüzatik Pirana Kahkahaları kitabımın incelemesini yayımladı.

“İnsan ilişkilerinde değişen, ayrışan, gittikçe keskinleşen bir şeyler var.Piranalaştığımızınbelki de hiç farkında değiliz. Yazar Serap Gökalp, pirana balıklarının yok edici vahşiliğinden yola çıkarak aslında insanları anlatıyor öykülerinde. Piranaları tanıyalım ki, nasıl insanlaştıklarını ya da insanların nasıl piranalaştıklarını anlayabilelim,” cümleleriyle başlayan inceleme yazısına,

https://zorbatv.com/edebiyat/kitap-pirana-kahkahalari bağlantısından ulaşabilirsiniz.

Teşekkürlerimi sunuyorum. Bir yazar için en doyumlu iş, anlatılarınızın iyi kulaklara ulaşmasıdır.

KÜS

Bir kadının ardından ağıt

Adını Güler koydular; hem güler yüzlü olsun, hem yüzü gülsün diye.

Masaldaki gibi, bir iken iki, üç iken dört oldu. Ama adına inat hiç gülmedi. On dört yaşının harman zamanındaki gülüşünü, kırk yıl ateşte yaktı; aynı evin içinde, kapısı kırk kilitli tavan arasında, kırık bir sandıkta, kırk yıl yaşadı kocasına küslüğüyle.

Unutmam Seni adlı öykü dosyamdan Ressam Evgani’nin deseniyle Zorba’nın Ocak 2024 sayısındayım. https://zorbatv.com/edebiyat/oyku/kus         

https://zorbatv.com/edebiyat/oyku/kus

Gaydaros Aleksan’ın Şirin’i   

Serap Gökalp

Radyoyu her zamankinden fazla açmıştı. Otomobilin içinde fır dönen kaygılara yer kalmasın diye mi? Hadi canım, kendine gelmeliydi. Her şey yolundaydı. Öyleyse neden çuvala konmuş salçalık domates püresi gibi su sızdırıyordu? O olursa, bu olursa, ya şöyle olursa…Az kaldı az. Yarım saat bilemedin bir saat sonra her şey…  Yol kenarında rengârenk giysili, başında çiçek çelengiyle bir kadın el ediyordu. Sinyal verip önünde fren yaptı.

-Bodrum’a götürüvecen mi? diye seslendi kadın çömeldiği yerden.

-Marina’ya doğru gidiyorum, sana uyarsa, dedi.

Kadın sevinçle doğruldu.

-Sepetim va, şuracıkta, alcen mi?

-Bagaja koyuver, açtım bak.

-Ha dendi, dedi aynı neşeyle, kapıyı kapattı. Allah ırazı olsun. Gelemedi bu geberesice araba. Dinelipdurum. Eneee!

-Ne oldu?

-Gocuman Irabbım! Ner’den gelipdurun sen?

-İstanbul’dan.

-Hindi, İstanbul’dan gelip durum demesen gaydaros Aleksan’ın Şirin dep’durudum. Şirin’in gözeli ama.

-O kadar benziyoruz yani? derken radyoyu kıstı.

-Anagari pek benzep durusun.

-Kim bu Şirin?

-Zengin evlerine temizliğe gidip durudu. Gocası gaydaros Aleksan hayırsız balıkçının biri. Turist gezdirip duru. Balığa çıkmayıp duru. Çığrından çıktı gari. Oturtma getirdi Şirin’e . Suriyeli bi kızan, on beşinde. Üç beş güne va’madı, Şirin gidivedi. Büyük kıssa, küçük kıssa, ortancası, Gaydaros Aleksan bakakaldı ardından. O gün bu gündü bi’ haber yok Şirin’den. Kızanla, pek güzel okuyup durudu. Güya de’si o muş ki gelcemiş geri. Bak’vercemiş çocukların hallerine. De’si omuş ki kızanları alıp gidivecemiş.

Kadın arabaya gaz verdi, gülümsedi.

-Balıkçı eşek Ali İhsan’a ne oldu?

-Eneee! Ner’den bilip durun gari bunları?

-Neyi?

-Gaydoros’a eşek dedin, Aleksan’a Ali-İhsan…

-E, buralara gele gide öğrendim laflarını ondandır.  Şirin’i anlatıyordun…

Bodrum’a girdiler.

-Suriyeli oturtma da gari ikiz doğuruvedi. Pazar yerini bilip durumun?

Trafik lambalarını geçip itfaiyenin önündeki yola saptı,

-Pazaryerinde indirive gari…Etti mi sana beş çocuk. Büyük kıssa tatillerde çalışıp duru ama fukaralık…

Kadın çenesiyle ileriyi işaret etti.

-Şurası iyi mi?

Durdu. Vedalaştılar.

Bodrum’un içine doğru yavaşça kaydırdı arabayı, trafik lambası yeşil yanıyordu. Tanıdık ayrıntılara bakarak ağır ağır devam etti. Tekneler, lokantalar… Otelin önündeki kafede genç bir anne bebeğine biberonla su içiriyordu. Sağ sinyalini yaktı. Denizi arkasına alıp aralığa saptı. Üniformalı güvenlik görevlisi duvarın gölgesinde gazete okuyordu. Tık, tık, tık… Sinyali kapattı. 

Devamı ZORBA TV DERGİ’DE https://zorbatv.com/edebiyat/gaydaros-aleksanin-sirini

AĞAÇLAR ZOR ÖLÜR

Bir vinç girdi sokağa, bir elektrikli testere çıktı ortaya. Başları baretli belediye işçileri kapladı sokağı.  

Aralarında konuşurlarken duydukları yüzünden tüm ağaçlar titredi! Sonra işçiler çil yavrusu gibi araç gereçlerinin başına koştular. Elektrikli testere sesi sardı sokağı. İnsanların sağırlaştığı çığlıklar göğe yükselirken ta uzaklarda ormandaki kardeşleri duydular. Duydular duymasına da ellerinden ne gelirdi ki…

Önce dallarını kestiler yetmiş yıllık çam ağacının, gürültüyle birbirinin ardından yere düştü durdu dallar. Düşerken hışırdıyorlar yerde giderek büyüyen bir öbek yapıyorlardı. Vincin üstündeki testereci işçi, kesilen dalların arkadaşlarının üstüne gelmemesi için dikkatliydi. Reçine kokusunu içine çekip ıslık çalıyordu bir yandan. Islığı testere boğuyordu. Tıpkı ağacın çığlığının boğması gibi.

Elindeki çantayı güçlükle taşıyan romatizmalı yaşlı bir kadın kalabalığın arasına sessizce karışmış, ağacın sesini dinliyordu. Sokaktaki koşuşturmaca, bu sesler, bağırtılar onu adam akıllı germişti herhalde, sessizce ağlıyordu.

Gencecik bir işçi yanına koştu. Kadın omuzunda bir el hissettiğinde sıçrayarak başını çevirdi.

“Ne oldu anacım, bir yerine bir şey mi oldu?”

Kadın sesini çıkarmadı, başını hayır anlamında salladı.

“E ağlıyorsun da…”

Kadın gözleriyle ağacı işaret etti. Bazen insanların kötülüklerine katlanmakta o kadar zorlanıyordu ki.

“Ağaca üzüldün, öyle mi?”

Yaşlı kadın ona öyle bir baktı ki delikanlının gülümseyişi yarıda kaldı.

“Bırak sen böyle şeylere üzülmeyi,” derken bakışları yaşlı kadının işe yaramadığını söylüyordu. Başkaca ne diyeceğini bilemediğinden onu kanadının altına aldı, eli omuzunda yanında durdu. Ya, demek öyle diye düşündü yaşlı kadın, benden geçti öyle mi?

Delikanlı öksürür gibi yaptı, teselli etmek için,

“Şikâyet etmişler, yaprakları çöp yapıyor, kesilsin, diye dilekçe vermişler,” dedi.

Yaş kesen baş keser tembihiyle büyümüş kuşaktan olan yaşlı kadın,

“Bu kadar kolay demek,” diye inledi. “İnsanlar kendi çöplerini görmüyor da çam yapraklarından mı şikâyet ediyorlar? O kadar yiyecek artığı, o kadar paket malzemeleri, o kadar ilaçlar, çocuk bezleri, kanlı sargılar, organ parçaları, neler neler atıyorlar da gıkı çıkmıyor zehirlenen ağaçların. Ama yaprakları düşüyor diye öyle mi?” Başını çevirip baktı ona. Delikanlı ihtiyar kadının kendisini böylesine etkileyebilmesine, içine bir korku salmasına şaşkın, cevapsız bıraktı soruyu. Sonra aklına gelmiş gibi aceleyle,  

“Bilmem artık, bize iş emri geldi, geldik işe koyulduk.”

“Ağaç ağlıyor,” dedi yaşlı kadın. “Hem biliyor musun ağaçlar zor ölür.”

Delikanlı hafifçe bunamış olduğunu düşündüğü kadının omuzunu sıktı.

“Sıkma canını anacım, başka yerde başka ağaçlar ekiliyor.”

“Yavrum,” dedi kadın, dişlerinin arasından. “Kendimizi onun yerine koymalıyız, o bir canlı. Başka yerlerde başka çocuklar da doğuyor ama seni kesseler öteki çocuklar bunun telafisi olur mu?”

Delikanlının eli yanına düştü. Daha fazla bu konuyu konuşamayacaktı.

“Yapacak bir şey yok,” dedi hafifçe ve arkadaşlarının yanına gitti.

Yaşlı kadın onun arkasından baktı. Kesilen ağaçların sesini duyanlar neyse ki var bu memlekette! Gezi direnişi neden çıktı sanıyorsun ahmak, dedi içinden.

Kesici ekip işini bitirdiğinde ağacın cesedi boylu boyunca sokağı kaplamış, kenarında azıcık geçecek yer kalmıştı. Fıstık kozalaklarını gelip geçenler topluyordu.

“Heey! Ne yapıyorsunuz? O bizim ağaçtı, fıstıklar da bizim!” diye canhıraş bağırdı bir kadın. Cüssesi yerindeydi dudaklarının üstündeki ve çenesindeki kıllarla masallardaki cadılara benziyordu. Tazeliğini kaybetmiş bir muz gibi bir zamanlar onun da güzel bir kadın olabileceğini düşünemiyordun, bu haline bakınca. Saçı başı dağınık, delik topuklu kısa çoraplarının üstüne telaşla yamuk ayakkabılarını giyip ağacın çevresindekileri kovaladı.

“Bu belediye de iş bilmez ki! Kes dedik kestiniz tamam da bu kütüğü burada bırakmanın alemi var mı? Yol kapandı!”

Kütük! diye içinden tekrarladı yaşlı kadın. İnsan ölünce cenaze, ağaç ölünce kütük öyle mi? Gözünü ona dikti.  Söylenerek cebinden çıkardığı poşetine aceleyle içi fıstık dolu kozalakları doldurmaya başlamıştı. İçlerini çıkardıktan sonra sobada çok güzel yanacaklardı. Birden aklına geldi, şu ağacın yanabilen dallarını niye almıyordu ki? Oh neyse sokağı pisletip durmayacaktı artık. Kesik yerlerden reçine damlıyordu. Kadın tiksindi bu yapışkan sıvıdan. Dikkatli davranarak işine devam etti.

“Ne yapıyorsun sen?” dedi kesimi izleyen yaşlı kadın. Bulunduğu yerden kıpırdamamış, olup bitenleri izlemeyi sürdürüyordu. Kadın genizden gelen kalınımsı sesiyle,

“Çam fıstıklarını çıkarıp kozalaklarla dalları sobada yakacağım,” dedi ona bakmadan. Bir an önce alabildiği kadar çok toplamaya çalışıyordu.  

“Bizim ağaç dedin az önce.”

“Canım sözün gelişi, kapının önünde diye. Şu yan tarafta bir ihtiyar var ya, asıl o çok başımıza iş çıkarıyordu ağaç kesilmez diye. Ne yalvardım ne tehditler ettim, razı olmadı. Ağaç kesilmez, dedi durdu. Güya o yetiştirmiş de… Geçen sene o yokken komşularla bir olup dalların çoğunu kestirdik. O zaman kurur bu ağaç, dediler de keşke, dedim. Kurumadı kör olasıca! Bıktım şu iğne yapraklardan, çöp! Çok şükür kurtulduk, oh!”

Hâlâ yaptığı işten başını kaldırmamıştı. Kiminle konuştuğunun da bir önemi yoktu aslında.  Yaşlı kadın bu ses ve bu tavırlar karşısında öfke dalgasına kapıldığını hissediyordu. Ama kırışık yüzünde hiçbir kas oynamadı. Yalnızca gözlerinde bir tuhaflık oluştu. Duygularını tek bir cümleye yükleyerek…

“Öyle mi dersin?” dedi.

Kadın artık ona cevap vermeyi düşünmüyordu. Ağır aksak yürümeye başladığını da görmüş değildi. Yaşlı kadın şimdi ifadesiz bir yüzle kütüğün üstüne çıkmış kadının ayaklarına doğru bakıyordu. Kesilmiş ağacın üzerinde telaşla ve dikkatsizce gezişini izlerken, neden olmasın, diye düşündü.  Ama ona, ağacın çevresinde olup bitenlere değil de ileriye doğru bakıyor gibiydi. Birkaç saniye içinde zihninden geçenler gözlerinde belli belirsiz bir ışık çakması yarattı.

Yaşlı kadının vücudunun devinimleri canlandı, yürüdü. Görünüşte artık orayı terk etmeye karar vermişti. Sonra nasıl olduysa ayağı bir dala takıldı. Bu başka bir dalı yerinden kıpırdattı. O kıpırtı kütüğü hareket ettirdi, derken kozalak toplayan kadının dengesini bozdu. “Ay!” dedi kadın boğuk küçük bir sesle. Göz açıp kapayana kadar da elinde sıkı sıkı tuttuğu kozalak poşetiyle yere düşmüş, ensesini kaldırımın kenarına vurmuştu. Havadayken son anda konuştuğu yaşlı kadınla çok kısa bir an göz göze geldiler. Sokağı çam kokusu kaplamıştı. Düştüğünde ve sonrasında sesi çıkmadı. Yaşlı kadın gözlerini kısarak onu izledi. Bir an derin bir sessizlik oldu. Sonra çam fıstığı yağmacıları yere düşen kadının başına toplandılar.

“Bu bizi kovalayan karı değil mi?”

“Benim ağacım, benim ağacım he, bak gördün mü ağacını şimdi?”

“Kıpırdatmayın!”

“Biri ambulans çağırsın!”

“Faydası yok, kulağından kan gelmiş!”

Çığlıklar birbirine karıştı.

Ambulans kadını alıp gittiğinde, kozalak poşeti yerdeydi. Nedense kimse dokunmamıştı. Poşetin sahibi kadının evinde ışıklar yanıyordu. Televizyonun ışıkları pencereden dışarı atlıyordu.

Kütüğü kaldırmak için kepçe iki gün sonra geldi.

Ağaç hâlâ can çekişiyordu.

Kimse duymadı. Yaşlı kadından başka… “Merak etme,” diye fısıldadı perdenin arkasından ağaca. “Merak etme.” Ağacın üstündeki sarmaşık daha işin farkında değil gibiydi.

Bu öykü, ağaçlara düşman bir kadından esinlenilerek yazıldı. Akbelen ormanlarında ağaçların sesini duyan, savunan kahramanlara armağan olsun.

 PATİKA KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ

Ömrüm Geçen Bir Sağanak Gibi -19

Halen yayın hayatına 123. Sayısıyla devam eden, Patik Kültür Sanat Edebiyat Dergisi’yle, bizim yollarımız 2007-2011 yılları arasında kesişmiş.

Kirpi öyküsü, bir öc öyküsüdür. Tutkulu bir aşkın sonunu bir cinayet noktalar. Ama bu öyle üçüncü sayfa haberlerinde rastladığımız cinsten değildir. “Belkıs bu akşam Manolya sokağının ta başındayken görmüştü onu ve gözlerinde şimdiki aynı bakış vardı. Her zaman olduğu gibi, sokaklara taşmış içki masalarının arasından çalgıcılarıyla beraber şarkılarını söyleyerek geçmiş, durup istek şarkılarını seslendirmişti. Adam her zamanki masasında oradan yüzyıllardır hiç kalmamışçasına rakısını içiyordu. İlk karşılaştıkları gibi hiç konuşmadan birbirlerine baktılar. Adam şarkıcı kadına rakı ikram etti, gözleriyle yiyerek.”

Göktuğ Canbaba’ya ait bir fotoğrafla ilginçleştirilmiş Kirpi öyküsü 58. Sayıda yer alıyor.  

Prens Murat, Gölgede Kalan, Bugün Bekle Beni, Kırmızı Mikser diğer sayılarda buluşmuş okurla.

Koskoca Bir Soru İşareti öykümle ilgili de bir şeyler söylemeden geçmemeli. Kot pantolonları herkes gibi ben de severim. Üstelik yaşamımıza ilk girdiği yıllarda tahta fırçasıyla diz bölgelerini beyazlatma modası çok yıllar sonra “taşlama” denen bir işleme dönüştürüldü. Herkesin pek keyifle giydiği bu taşlanmış kotların nasıl yapıldığına ilişkin bir haber okuduğumda elimi kalbime bastırmışımdır. Bu sektörde çalışan işçilerin sağlıklarının nasıl bozulduğunu, ölümle sonuçlanan silikosis hastalığına neden olduğunu öğrendim. Bir süre bu sektörle ilgili araştırma yapıp işin korkunç boyutunu öğrenince haber yapan gazetecilerimize de bir selam olsun diye bu öyküyü yazdım. Haykırışlara ben de katılmak istedim. Bu öykünün satırları arasına yerleştirilmiş fotoğraf da harikadır. Ne yazık ki kime ait olduğu yazılmamış. Bu öykü Kulak Misafiri kitabımda da yer almıştır.  “Dediler ki meslek hastanesinden, bu iş-yani hastalığı diyor-iş yerinden ötürü olmuş. Madenci veremiymiş… De bizde ne oluyor? Tekstil işçisiyiz madem. Ne bileyim? (…) “Ee, n’oldu sonra iş yerini dava etseydiniz.” “Ne davası doktor bey? İş yeri kayıp zati, orada çalıştığını nasıl ispat… Avukat para ister, doktor para ister, ilaç bilmem ne…”

 İki Türkü İki Çığlık Bir Ağıt öyküm de Kulak Misafiri kitabımda yer almış, aynı zamanda bir tiyatro oyununa dönüşmüştür. Bu öyküyü çok seven yazar dostum Buket Başaran Akkaya’yla harika bir çalışma süreci yaşayarak oluşturduğumuz aynı adlı oyunu çok severek yazdık. Ama bu zevkli çalışmanın kaderi iyi olmadı ne yazık ki.  Devlet Tiyatroları repertuarına alınan oyun o gün bu gündür raflarda tozlanarak sahnelenmeyi bekliyor. İşte o öyküden de tadımlık bir ayrıntı. “Vay o nasıl çığlık? Dağların soğuk nefesi, uzun upuzun bir tülbent olup, kıvrak, aceleci ve şaşkın! Avluda şöyle bir dolandığı sırada büyük kerpiç evin içinde kopan o çığlıkla karşılaştı. Öyle bir çığlık ki rüzgârı bile oracıkta kavurdu, eritip yere çaldı!” Bu öyküde iki genç kıza, bir Köy Enstitülü Öğretmene, bir saplantılı aşka rastlarsınız. Geleneklere, geleneklerin gölgesinde bir öç alışa tanık olursunuz. Gelenekleri ve yöresel sözcükleriyle oluşturulan atmosfer 40’lı yılların Bursa’sına bir bakıştır.

Daha önceki dergi paylaşımlarımda kapakla birlikte öykülerin sayfalarına yer vermiş olmama karşın bu kere kapakların yanında öykülerin uzun olmaları nedeniyle ilk sayfa görsellerine yer veriyorum.

 Patika Kültür Sanat Edebiyat Dergisi’ne sanal ortamda da https://www.patikadergisi.com/tr adresinden yazın dünyasına patikalar oluşturmaya devam ediyor.

KİMSESİZ YAŞAM GÖMLEKLERİ

 “Kendini nasıl hissediyorsun?” dedi,  İrfan, Pınar’a.

 -Bu raporlar beni kötü ediyor, dedi Polis Mehmet Çınar, Polis Çiğdem Özdemir’e.

 “İyiyim, “diye yanıtladı Pınar, İrfan’ı. “Öylesine iyiyim ki kötü alışkanlıklarım olmadığına yemin edeceğim neredeyse. Öylesine dingin, öylesine temizim. Neden soruyorsun?”

-Sen şu eski raporlara göz attın mı? dedi, Polis Mehmet Çınar, Polis Çiğdem Özdemir’e.

-Evet. Hepsini okudum. O yerdeki çöpler neyin nesi?

-Çay onlar. Paketten kavanoza aktarırken düşmüş olmalı.

-Kavanozdakine çay diyoruz, yere düşünce çöp oluyor, dedi Çiğdem.

-İyi ya, yere düşme, düşersen çöp oluyorsun demek. Gülüştüler.

İrfan; “Sırtın mosmor, sağ kaşın patlak, kollarında iğne ve jilet izleri, dizlerin morarmış ama iyisin, öyle mi?” Gülmesini zor tutuyordu. “Alay mı ediyorsun?” dedi Pınar, birden sinirlenmiş kötü kötü bakmaya başlamıştı. “Yoo,” dedi İrfan muzipçe gülerek.  

 -Peki, sen fena olmuyor musun? dedi Polis Mehmet. Ben durmadan onları arayan aileleri olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum.

-Bunların kâğıt üzerinde kalmasına çalışmalısın. Boyutsuz yazılar, anlatabiliyor muyum? Kâğıttan kalkıp oturabilirler ama ben izin vermiyorum.

-Ne oturması? Üzerime geliyorlar.

 “Sana yardım edeceğim” dedi İrfan Pınar’a. “Ama önce şu camdan içeri bir bakalım. Senin adın ne peki?” “Saçmalama. Ben oraya dünyada çıkamam. Ben topalım, görmüyor musun? Adım Pınar.”  “Dünyada çıkamazsın bunu ben de biliyorum,” dedi İrfan. Pınar’ın elini      tuttu, gizlice içeri süzüldüler.

     -İlk rapor, diye okumaya başladı Polis Mehmet Çınar.

BULUNDUĞU İL/İLÇE:Mersin
BULUNDUĞU ADRES:……… otoyoluna, 5 metre uzaklıkta
BULUNDUĞU AY/YIL/SAAT:Şubat 19..  11.oo
TAHMİNİ ÖLÜM ZAMANI:Belli değil
ÖLÜM SEBEBİ:Darp
CESEDE AİT EŞYA:Yok
BELİRGİN İZ:Sol böbrek bölgesi dikiş izi, karın bölgesinde dikiş izi.
SAKATLIK:Belli değil
BOYU/ KİLOSU:1,70-1,80/ 60-70CİNSİYETİ:Bay
TAHMİNİ YAŞI:22-23TEN RENGİ:Beyaz
SAÇ RENGİ:Siyah  

-Sonraki rapor,” dedi Polis Çiğdem Özdemir;  İzmir, 1751. sokak, Kocagöz Parkı içiymiş. 22 Mart’ta gece 03.00.’de bulunmuş. Tahminen 01’ de öldüğü düşünülüyor. Ası suretiyle intihar, ölüm sebebi. Cesede ait eşyalar; üzerinde bej siyah kapüşonlu mont, mavi kot pantolon, beyaz spor ayakkabılar, sarı çoraplar, beyaz iç çamaşırları olarak listelenmiş. Belirgin iz olarak yüzünde ben lekesi, göğüs ve sırtta morluk, burun kemiğinde eziklik, sağ ve sol böbrek bölgesinde dikiş izi saptanmış. Sakatlık olup olmadığı belli değil. 1,60-1,70 boylarında 40–50 kilo ağırlığında – ne kadar zayıf- kumral, beyaz tenli, bayan. O,o, 17-18 yaşlarında tahmin ediliyor. Kendini park içindeki oyuncak demire iple asma… Kayıtsız olarak fuhuş yaptığı söyleniyormuş…

İrfan; “Bu kızı hiç tanımıyorum,” diye fısıldadı Pınar’a “Ama bak bu Cavidan.”

Polis Memuru Mehmet;

-İzmir, Merkez Mahallesi, Bila no da bulunmuş. Ocak ayında ve sabah saat 06.oo’da. Tahminen 03.oo-05.oo arası yangın sonucu ölmüş. Cesede ait eşya, sol ayağında kahverengi terlik, iki kulakta küpe, sağ bilekte iki adet bilezik tespit edilmiş. Sakatlık ve belirgin iz belli değil. Kilosu belli değil, ten rengi, saç rengi belirsiz. 1, 55 boyunda olduğu tahmin ediliyor. Yaşı belirsiz. Yanmış vaziyette bulunmuş. Çevreden verilen bilgiye göre Cavidan Çakır olarak tanınıyor, kimsesi yok, dilencilik yapıyor. İki gün önce göz ameliyatı olup hastaneden taburcu olmuş. Hastanenin adını bilen yok. Gözleri bandajlı olarak hastane aracıyla getirilmiş.

          Çiğdem elindeki tükenmezle oynayarak;

-Şu iş kazasına ne diyorsun?

          Mehmet Çınar kimi yerleri okuyup ;

-Şahsın iş yeri kayıtlarındaki adı Hüseyin Aydoğdu. Adı dâhil tüm bilgiler sahte olduğu için yakınlarına ulaşılamamışlar. Eyüp’te bir şirket deniliyor,  Dilan Ltd.Şti.’de 14 Nisan gecesi 02.oo’ de iş kazası olmuş. Tahmini ölüm zamanı bilinmiyor. Cesede ait eşya olarak sadece makine yağına bulaşmış iş elbisesi yazılmış. Belirgin iz hanesinde göğüs boşluğunda ezilme tespit ediliş. Sol eldeki iki parmak eksik ve sol ayakta kısalık. Tahminen 22–24 yaşlarında, siyah saç, buğday tenli. 1.70-1.80 boylarında 80–90 kilo ağırlığında. Evet, adli tabip raporu ekte, bunu geçiyorum. Ama dur bir dakika, iş kazası raporu hani?

İrfan atıldı; “Bunun gerçek adı Şaban ama kimin umurunda.”Pınar; “Öğrenebilecekler mi?”  İrfan yanıt vermedi.

Memur Mehmet;

– Eskişehir-Ankara karayolunda bulunan da bir tür kaza olabilir… Mi?” Okumayı sürdürdü:

BULUNDUĞU İL/İLÇE:Ankara
BULUNDUĞU ADRES:Eskişehir-Ankara Kara yolu 20 km.
BULUNDUĞU AY/YIL/SAAT:22 Ocak 19.  09.oo
TAHMİNİ ÖLÜM ZAMANI:Belli değil
ÖLÜM SEBEBİ:Belli değil
CESEDE AİT EŞYA:1 ad. radisson marka erkek kol saati, 1 ad. cep radyosu, 1 ad. 22 cm. uzunlukta bıçak, pantolon, gömlek, siyah anorak, sol ayağa ait siyah renk ayakkabı
BELİRGİN İZ:Sağ karın boşluğunda yara izi    
SAKATLIK:Belli değil
BOYU/ KİLOSU:1,7/-1,80/ 70CİNSİYETİ:Erkek
TAHMİNİ YAŞI55-60TEN RENGİBuğday
SAÇ RENGİ:Beyaz  
DİĞER BİLGİLER:Yok 
  
ADLİ TABİP RAPORU: Yok 

-Bilemiyorum. Kaza olup olmadığına karar vermek için raporu okumak gerekir. Ama yok, bunu işaretleyelim. Şimdi sana vereceğim kâğıt esaslı. Hatta dayanamam, üç boyuta atlar falan diyorsan… okumayayım.

          -Saçmalama Çiğdem, ya. 

“Bak,” dedi İrfan, “Bunun adı Kaya Bilir. Onu 40 gün sonra buldular. Cavidan kadar kötü durumdaydı diyebilirim.” “Saçmalama,” diye çıkıştı Pınar, “ Rapordaki insanları tanıyor musun yani?” “Onlar rapor değil buradalar sersem, birazdan onları sen de görebileceksin.” Pınar, bu cümlenin üzerinde hiç durmadı. Çiğdem okumaya başlamıştı, onu dinliyordu;
BULUNDUĞU İL/İLÇE:Gaziantep
BULUNDUĞU ADRES:Gaziantep ili, Oğuzeli İlçesi üzerindeki inşaat halindeki evin kuyu içi
BULUNDUĞU AY/YIL/SAAT:11 Temmuz 19…       15.30
TAHMİNİ ÖLÜM ZAMANI:30 günden fazla
ÖLÜM SEBEBİ:Belli değil
CESEDE AİT EŞYA:Yeşil ve gri çizgili tişört, beyaz atlet, koyu renk şalvar, koyu renk iç çamaşırı
BELİRGİN İZ:Bkz. Rapor
SAKATLIK:Bkz. Rapor  
BOYU/ KİLOSU:1,60-1,70 90-100 kg.CİNSİYETİ:Erkek
TAHMİNİ YAŞI:50-55TEN RENGİ:Belli değil
SAÇ RENGİ:Belli değil  
DİĞER BİLGİLER  :07.02.2006 günü saat: 12.20 sıralarında
müdürlüğümüz ……… İlçe emniyet müdürlüğü ……… Polis merkezi sorumluluk bölgesinde, gelen ihbar üzerine kimliği belirsiz erkek cesedi bulunmuştur.
ADLİ TABİP RAPORU: 07.02.2006 günü saat: 12.20 sıralarında… Müdürlüğü… İlçe Emniyet Müdürlüğü… Polis merkezi sorumluluk bölgesinde gelen ihbar üzerine bulunan, kimliği belirsiz erkek cesedi üzerinde yapılan otopsi neticesinde; cesedin sabunlaşmış şekilde olduğu, sol el bileğinin dışa doğru bükülerek kırılmış vaziyette olduğu, sol ayak tarak kemikleri seviyesinde parçalanarak kopmuş, sol ayak bileği kırık cildinin sol dizinden parçalanmış ve açılmış, sağ ayak bileğinin ciltten açılmış, sol dizinin ezik dizlerinin içe bükük, altında mavi renkte külotu pantolonun üzerindeki etikette: numara 2-46-4s olduğu, penis yapısının bozulmuş, testislerinin yırtılmış, sağ dirsek dış kısımlarının açılmış, göğüs kafesinin çökük şekilde olduğu ve derin yara izi, çene ucu parçalanmış, sağ karın boşluğunda karın cildi açılmış, kafatası saçlı deriye uyan bölgenin sıyrılmış komple kafatasının açıkta görüldüğü, her iki gözünün kurumuş arka kısımda enseye yakın yerlerde ciltle bağlantısının mevcut, kısa sakallı kafatasının sağlam görünümde olduğu, sırtın atlet kısmına yapışarak sabunlaştığı, baş, boyun, sırt, göğüs karın, kol ve bacakların ve giysi aralarının beyaz renkli toprağa yapıştığı sabunlaşmış görünümde ayrıca cesedin bir aydan fazla bir süre önce öldüğü düşünüldüğü yapılan otopside tespit edilmiştir. Cesedin ölüm sebebinin tespiti için bütün haliyle Adana Adlî tıp kurumuna gönderilmiştir.”

-Yemek paydosu. Mehmet Çınar, kolundaki saate baktı. Haydi kalk.

-Yeni gelen rapora bakmayacak mıyız?

  -Yemekten sonra. Hem de kafama takılan ayrıntılar üzerinde biraz düşüneyim istiyorum.

  -Ne gibi ayrıntılar?

  -Henüz ne olduğunu anlamış değilim, karnım doyunca kafam çalışacak. Yedi farkı bulunuz bulmacalarını bilir misin?

-Eeeveeet.

  -Tersini yapacağım; yedi ortak noktayı bulunuz gibi bir şey… Dur bakalım.

  -Tamam. Ben de çok acıktım. Şunu ayırayım; Gonca Ünal’a ait bir dilekçe vardı, kayıpların içinde. Hah, işte. Aynı kişi mi bir bakacağım.

“Onlar rapor ve polisler okuyor,” dedi Pınar inatla, az önce yarım kalan konuşmasını tamamladı.  “Bak bu yeni gelmiş;  … Müdürlüğü… Merkezi, sorumluluk bölgesindeki trafik otoparkı çıkışında ihbar üzerine giden devriye görevlilerince kimliği belirsiz, çıplak bir kadın cesedi…” Pınar duraksadı. Sonra devam etti; “ Yirmi, yirmi iki yaşlarında,  1,60-1,70 boylarında, 40-50 kilo arası… Bulunduğu adres Ulubat Mahallesi trafik otoparkı.  (Giderek daha yavaş okur oldu.) Ölüm sebebi belli değil, tahmini ölüm zamanı belli değil, cesede ait eşya bilinmiyor, rapor tarihi 10 Mart… Ama bu bugünkü tarih! On dakika öncesi! Bu nasıl?” Ölüm zamanı, ölüm sebebi bilinmiyor! Cesede ait eşya yok! Belirgin izler; sırt kısmında morluk, sağ kaşta iz! Her iki kulakta ikişer adet küpe deliği, sol kolda jilet izi, sağ ve sol kolda iğne izleri, ayak diz altında morluk! Sağ ve sol böbrek bölgesinde dikiş izi! Sağ ayak kısa!”

Dehşet içinde gözleri yuvalarından fırlamıştı. Yanındaki çocuk, katıla katıla gülüyordu. Bir ara gülmesini kesip; “Şimdi başını kaldır,” dedi, içini çekerek. “Hah şöyle, artık rapor diye tutturduklarını görebiliyor musun?”

Pınar, odadaki insanların ne zaman geldiğini fark etmemişti. Bu rapor onu öylesine korkutmuş ve ve…”

“Görüyorum…” dedi can havliyle. “ Nasıl oluyor da?” Koşarak pencereye gidip aşağı baktı; dördüncü kattaydılar! “Aman Tanrım!” diye haykırdı. “Buraya nasıl çıkabildim ben?”

“Yaşam gömleğini çıkardın da ondan akıllım,”  diye güldü İrfan.

Pınar raporun son bölümünü okudu; “Bkz. Kims.Tes.ve Öl. Yer. İnc.Şb. Md.’nün …… tarih ve……. sayılı yazısı…” İrfan onun ne dediğini anlamıyordu artık.

KAR YAZIN SANAT KÜLTÜR DERGİSİ

Ömrüm Geçen Bir Sağanak Gibi -18

Edebiyat dergilerinin her zaman iddiası, yaşadıkları zorluklara rağmen ciddi çabası vardır; içerik olarak yoğun ve nitelikli olmak. Okuru az olsa da, kimileri gazete bayilerinin tel stantlarında alt taraflara itilse de, güneşten yaprakları solup kıvrık kıvrık olsalar da edebiyat dergileri hep dolu dolu olurlar. Sonradan abonelik uygulamasıyla daha düzenli olarak okurlarıyla buluşan dergilere son zamanda ptt ve kargo ücret zamları bir darbe daha vurdu biliyorum. Elektronik yayınların ve dergilerin de bunda payı var elbette. Yazarı okura daha hızlı ulaştırıyorlar. Dergilerimiz bir bir yaşamımızdan çıkar oldu.

Kar Dergisiyle yollarımızın kesişme hikayesi beni mutlu eder. Çalıştığım bir dernekte Köy Enstitüleriyle ilgili bir sunuş yapmam gerekiyordu. Uzaktan tanıdığım ikinci kuşak bir köy enstitülü olan yazar Nadir Gezer’le buluşmamızla başlayan dostluğumuz ve Kar Dergisi. O güne kadar yalnızca Köy Enstitülü yazarların yazılarına yer verdiklerini düşündüğümden olmalı hiç yazı göndermeyi düşünmemiştim.  Sözünü ettiğim bu sunuş çalışmam sırasında epeyce yayın okumuş, görsellerle desteklediğim bir çalışma hazırlamıştım. Öyle ki konuşma sürem yirmi dakika olmasına rağmen, böyle bir konunun yirmi dakikayla geçiştirilemeyeceğini söyleyip gruptan rica etmiş 45 dakika zaman almıştım. Köy Enstitüleri Tanıtım sunuşum bittiğinde katılımcı ve üyelerin ilgisini bugün gibi anımsıyorum. Büyük bir ilgiyle dinlemişler zaman zaman da gözleri dolmuştu. Toplantı bitiminde mutlaka bu mucize projenin kaldırılmasına ilişkin çalışmayı da yapıp sunmamı söyleyerek beni yüreklendirdiler. Bir çoklarımız gibi Köy Enstitüleri projesinin sonlandırılması benim de içimde bir yaradır. Bir rivayet; Fransızlar demişler ki, böyle bir eğitim sistemini terk etmek çılgınlıktır. Biz ne çılgınlıklar yaptık, yapıyoruz. Hele son yıllardaki çılgınlıklarımız saymakla bitmez. (Tabi bu çılgınlık sözcüğünü olumlu iken olumsuzlayan içerikle yaşıyoruz belirtmeden geçmeyelim.) Belki de olumsuz anlamıyla ilk çılgınlıklarımızdandır bu projeyi yok etmek. Köy Enstitülülere bu araştırma çalışmasından sonra ilgim, saygım kat kat artmıştır. Nadir Gezer öğretmenimin bana temin ettiği kitaplar (kendi kitaplığından taşıdıkları ayrı) kitaplığımda ayrı bir bölüm oluşturacak kadar zengindir. Yalnızca bu sunum için değil ileriki yıllarda birçok etkinlikte birlikte olma, sohbet etme olanağım oldu. Birçok güzel olaya, birçok harika insanla tanışmama vesile olan bu çalışma beni Kar Edebiyat’la da tanıştırmıştır. “Kar Dergisine de öykü gönder,” demişti, Nadir Bey. Merdiven öykümü göndermiştim. Hemen yer açmışlardı. Halen yayın hayatını sürdüren Mayıs 2023 tarihinde özel bir sayı çıkaran Kar Yazın Sanat Kültür dergisine  daha geniş kapsamlı sitesinden de ulaşabilirsiniz. https://www.karkultursanat.com/

Şimdi gelelim Merdiven öyküsüne, Kar Yazın Sanat Kültür Dergisinin Mart-Ağustos 2012 tarihli 38-39. sayısında yer almış. Toplumdaki gelenekselciliğin gösterişten-görüntüden ibaret olduğuna, gerçekte tam tersi yönünde yaşamın aktığına ilişkin bir öyküdür. Kandil günü kapı kapı gezen çocuklar bahşiş toplamaktadırlar. (Eskiden insanlara “ya mum ya para,” derdi çocuklar, mum hayatımızdan tümüyle çıktığından beri böyle günlerde çocuklara hediye etmek de bitti doğal olarak.) Çok uzun süre önce büyüklerin elini öpüp iyi kandiller dilemenin bir aracısı olan bu mum veya bahşiş verme geleneği, günümüzde doğrudan çocukların para topladığı bir eyleme dönüşmüştür. Hatta çocuklar evleri gezmek yerine sokaklara ip gererek yol kesmeye daha çok ilgi gösterirler. El öpmezler ve iyi kandiller dilemeyi bilmezler. Büyük kentlerde kalmasa da küçük yerleşim yerlerinde sürdüğünü biliyorum. Bu gelenek üzerinden, kuşak çatışması, ilerleyen yaşamın getirdikleri, götürdükleri, batıl inanç irdelemesi, gerçekle görünen arasındaki farkları irdeleyen öykü çocuk şiddetiyle de ilgilenir. Bursa’yı mekân olarak kullandığım öykü bir öbek çocuğu görmemizle başlar. Çocuklarla birlikte bir apartmana girer, yaşlı bir kadınla tanışırız. Aralarındaki konuşmadan geçen zamanla değişen değerler sistemi, bakış açıları önümüze serilir. Sonra yaşlı kadınla birlikte Bursa’da küçük bir gezinti yaparız. Bu gezinti öykü kahramanının belleğinde geçmişe de götürür okuru. Evine geri dönüş yolunda çocuklarla tekrar karşılaşır…

“Nedense sonbahar güneşinin etrafa bir sessizlik verdiği duygusuna kapıldı. Keşke Koza Han’da bir kahve içseydim. Yer altı treninden inenlerin yarattığı kalabalığın dağılması için biraz oyalandı. Çıkışa yöneldiğinde ortalıkta kimse kalmamıştı. Yine o çocuklar!”

Kar Yazın Sanat Kültür Dergisi’ne emek verenlere ve artık aramızda olmayan Nadir Gezer’in bıraktığı güzel anılara saygılarla…

Eklediğim fotoğraflar, Sayın Nadir Gezer’le yapılmış bir söyleşinin ilk sayfası ve Sayın Nadir Gezer’le birlikte konuşmacı olarak katıldığımız Bursa Öykü Günlerinden bir kare 2009.

Ömrüm Geçen Bir Sağanak Gibi- 16

Kurşun Kalem Edebiyat Dergisi

Kimi geçmiş yıllarda yazın dünyasında yer alan, kimi varlığını sürdüren dergileri öykülerimin yer aldığı sayılarıyla anmaya devam ediyorum.  Ömrüm Geçen Bir Sağanak Gibi yazı öbeğinin 16.sıyla devam ediyoruz.

Mine Ömer editörlüğünde 2009 yılında ilk sayısını yayımlamış, Kurşun Kalem Edebiyat Dergisi İzmir merkezli bir dergidir. Derginin halen çıkıp çıkmadığını ne yazık ki bilmiyorum. 2011 yılına ait 10. Sayısında İki Notalık Öykü 13. Sayısında Bir Salkım Üzüm öykülerim yer alır.

İki Notalık Öykü yalnızlık temasını bir kadın üzerinden anlatır. La Hanım adlı öykü kahramanı gece hastalanır, evli olmasına rağmen tek başına hastaneye gider, tedavi olur, gelir, kocası Fa Bey hâlâ uyumaktadır. Yatağına uzanan La Hanım, kocasını uyandırıp olup bitenleri anlatır. “Hastaneye gidip geldim. İğne yaptılar. Bir reçete yazdılar. Sabah bana o ilaçları alır mısın?”

“E, alırız.”

“Birazdan daha iyi olacağım.”

“Tabi.” “İlaçlarımı alırsın değil mi?”

“Tamam. Sabah olsun da.”

Dönüp uyudu Fa Bey.

Bir Salkım Üzüm ise, 12 Eylül’de tutuklanıp işkence gören bir kadının gözünden hücrede “şimdi” ve “geçmiş” üzerine kurgulanmıştır. Ne olacağına ilişkin kaygıları -çünkü nerede olduğunu yakınları bilmemektedir- doruğa ulaşmışken babasından bir salkım üzüm ve kesekağıdının içine yazılmış bir not alır.  Bu öykümü aynı adla blogda yayınladığım için alıntı yapmıyorum. Bir başka dergiyi anmak üzere.

KAPILAR

Babam, kapının arasından başını uzattı,

“Hadi, senin şu geç yatmaların bitmedi gitti,” dedi. Sanki biraz değişmiş gibiydi.

“Elektrik harcıyorum diye de mi?” dedim. “Sende bir şeyler var, ne oldu baba?”

“Garip şey, aynı lafı ben de babama söylemiştim. Yoksa aklımdan mı geçirmiştim?” deyip karşımdaki sandalyeye oturdu. Benimle pek konuşmaz oysa.

“Bir gün eve geldiğinde kapıdan babam değil başka biri girmiş gibi gelmişti bana.”

Geçmişini anlatmaya asla yanaşmayan babam anılarını mı anlatacak, diye düşündüm.

“Eve girer girmez, Bulgar hükümeti okullara el koydu hanım, demişti anneme. Çarın mührünü taşıyan belgeyi alan görevliler gittiğinde baş öğretmen Halid Efendi işsiz kalmıştı.”

“Dedem mi?” dedim yavaşça.

“Deden ya. Hiç moralini bozmadı ama. Yeni bir kapı açar gibi başka bir iş yapmaya başladı. Arapça bildiğinden uzak bir köyde imamlık işi buldu. Ne yazık ki köylünün parası yalnızca teravih namazını kıldırmaya yetiyormuş. O yüzden babam da bir öğrencisiyle her gün oraya yürüyerek gidiyor, teravih namazından sonra karınlarını doyuruyorlar, parayla birlikte verilen yiyecekleri alıp geri geliyorlardı.”

“Öğrencisini niye alıyor yanına?”

“Hem yol arkadaşı hem o da nasiplensin diye. Ama galiba Türkler için yollar tehlikeli diye. Ramazan’dan sonra odunculuktan para kazanmaya başladı. Balta sallamaktan elleri kanardı oralı olmazdı. Dillendirmesek de birden yoksullaşmıştık. Ailemiz suskun eski dostların geniş boşluğu içinde kalıvermişti. 1940’ların başında Almanya’nın yanında savaşa katıldığımız haberi geldi. Ben o yaşta savaşmış paktmış nedir bilmiyordum ama bir şeylerin değiştiğini anlıyordum. Yaz aylarında Türkçe eğitim tümden yasaklanmış babamın görevine dönmesi ihtimali de ortadan kalkmıştı. ‘Bize okul kapısı kapandı hanım’ demişti anneme. Kendime telden bir araba yapmaya koyulmuştum, kulağım onlarda. Abim’le İsmet abi o sırada geldiler. Abim çarın zulmüne karşı toplanmalar, gösteriler, grevler var, diyordu. Onlara katılacakmış. Babam, ‘Sovyet yanlılarından Türklere hayır gelmez oğlum,’ dedi. Henüz lisede okuyan abimin başı ciddi belaya girerdi. ‘Ben’ dedi İsmet abi ‘hiçbir yere katılmam hocam Türkiye’ye kaçacağım.’ ‘Aman evladım, on dört yaşındasın nasıl…’ ‘Kaçacağım hocam, kusura bakma, nasılını söylemem hocam,’ Gözünü kapıya dikmişti. Sandım ki o an fırlayıp kaçacak. Giderken, borç evladım borç deyip elini öptürürken babamın onun parmaklarını sıkıca kapattığını gördüm. Sonradan duyduk, bir çember almış, hudutta askerin gözünün önünde çevirirken       -nasıl becerdiyse- çemberi tel örgünün öte tarafına atmış. Demiş ki askere, ‘çemberim öteye düştü, girsem alsam bahçe sahibi kızar mı ki?’ Asker bu ufak tefek oğlana bakmış, ‘yok canım al gel,’ demiş. Bizimki tel örgüyü geçmiş, çemberi araya araya uzaklaşmış.”

“Ne cesaret ama…”

“Ne diyorsun, hele o yaşta bir çocuk… Abimle babam her gece gizlice dışarı çıkmaya başladılar. Annemin niçin kaygılandığını anlamıyordum. Ablam ben de gideceğim dedikçe annem dişlerini sıkarak, ‘Sakın’ diyordu. ‘Sakın, sakın!”

“1941’de Almanlar Bulgaristan’a girdi. Sarı saçlı, mavi gözlü dev gibi adamlar kasabanın kenarındaki garnizonda eğitim yapıyorlar, sabah sporuna belden yukarısı çıplak çıkıp, vücutlarını karla ovuyorlar, biz ağaçların üstünde tüneyip ağzımız açık onları izliyoruz. Gelip evde anlatıyorum, annem ikide bir dizlerini ağrıyormuş gibi ovup, ‘Ne yapacağız Halid Efendi? Siz de yok radyoda çalışmakmış yok İstisna gazetesine yazı yazmakmış başınızı derde soktukça soktunuz, bak neler oluyor,’ diyordu. Ağabeyim son sınıfta ablam ise liseye yeni başlamıştı. 1942’de Rusların desteklediği Vatan Cephesi iç savaş başlattı. Resmi tarihte böyle kullanılan cümlenin bendeki hikayesi bambaşkadır. Bulgar okulunda okuyan abim ve ablam okul çıkışında birlikte gelirlerdi. Ama bir akşam abim ortadan kaybolmuştu. Ablam bekler bekler, abim yok. Korkar, arkadaşlarına sorar. Derler ki iki adam geldi, konuştular, onu alıp bir arabaya bindirdiler. Ablamın evin kapısını açıp eşiği atlamadan olup biteni bir solukta anlatmasını hiç unutmam. Yerde oturuyordum ablam gözüme dev gibi göründü nedense, arkasında alacakaranlık bir gök… Annemle babamın yıldırım çarpmış halini… Günlerce aylarca, dilekçeler, gidip gelmeler, aracılar para etmedi. Abimin varlığını resmi makamlar ret ediyordu, öyle biri yoktu adeta… Ama bir gün annemin rüşvet verdiği bir memur -parayı nereden bulmuştu acaba-ona bir mezar göstermiş. ‘Artık arama oğlunu,’ demiş. O gece annem kimseye bir şey demeden evden çıkıp gitti. Biz de komşuya gittiğini mi farz ettik nedir? Mezarlığa gitmiş meğer. Mezarı kazmış. Ancak ayaklarına ulaşmış. Çorabını tanıyor, çıkarıyor, ayaklarını tanıyor. Oraya çöküyor. Düşünüyor, çıkarsa mı oğlunu? Çıkarınca bir imam bulup yıkatabilecek mi ki? Korku dağları bekler, hangi imam cesaret eder böyle bir şeye? Derken mezarlık bekçisinin ışığı… Annem kazdığı yeri örtüp eve dönüyor. Ben geri geldiğinde uyumuştum, görmedim halini. Ama günlerce yataktan çıkmayışına da çocuk aklım bir anlam veremiyordu. Anam yaşlı bir kadın olup Türkiye’de öldüğünde sutyeninin içinden bir erkek çorabının teki çıktıydı da Halid Efendiye verin, dediler. Babam o çorap tekine cin görmüş gibi bakmış, ‘öyle gömün, koyununda kalsın,’ demişti yalnızca.”

“Babam yiyecek nasıl alıyordu bilmiyorum.  Annem sabah erken kalkar, mangalı sırayla pencerelerin önüne koyup buz tutmuş camları eritirdi. Hem buzdan çiçeklerin yok olmasına üzülürdüm hem de neden uğraşıyorsun ki gene buz tutacak nasılsa, dedim bir gün. Komşular buz tutmuş camları görürse yakacak odunları bile yok, fakirler demesinler diye, dedi annem. Ama odunumuz gerçekten yoktu. Evde sokak giysileriyle oturuyorduk. Babam bazen tavan arasına çıkıyor, testere seslerinden sonra kucağında odun indiriyordu. Sonra bahçedeki helanın odunlarını kesmeye başladı. Kütüklerin yerine çarşaf geren annem sonunda bu şekilde helanın kullanılmaz olduğunu söyleyince baş öğretmen Halid Efendi yeni bir çözüm buldu. Eski öğrencilerini çağırdı, ‘hela duvarlarına biri dadanmış, kesip çalmış yahu,’ dedi. ‘Dağdan odun keselim de şunu yeniden yapalım.’ Çocuklar çok kızdılar, sen merak etme hocam dediler, nöbet tutalım istersen, yakalayalım o keratayı. Bu soğukta babam asla izin vermeyeceğini söyledi.”

“1943 yılının kışı olmalı. İlk okuldayım. Annem hâlâ yas içindeydi. Babam bir akşam sandıkta sakladığı bir tomar lise diplomasını özenle öğrencilerinin adına doldurdu. Ablamın adına da yazdı. Hükümet görevlilerinden nasıl sakladıysa mühürleyip okul müdürü olarak imzaladı. Ertesi gün çocuklarını tek tek çağırtıp diplomalarını verdi. İsmet abininkini ayırdı. Yıllar sonra onu ziyarete her geldiklerinde Türkiye’de ekmek sahibi olmalarını o diplomalarına borçlu olduklarını söyleyen çocukları Halid Efendi’yi hiç unutmadı. Kimi mektup yazdı kimi bir kutu lokumla el öpmeye geldi. Akıllarına eser gecenin bir saati kapıyı çalarlar, koca adamlar kadınlar ondan öğrendikleri Bulgarca, Türkçe okul şarkılarıyla ortalığı ayağa kaldırırlardı. Hey gidi hey…”

“1944 yılında denizden haç çıkarma törenini beklemeden annem hepimize birer tahta bavul hazırladı. Komşulara iş aramak için Sofya’ya gideceğimizi söyledi. Evin anahtarını sanki gelecekmişiz gibi Yusuf Agalara bıraktı. Bu oyuna kendimiz de mi dahil olmuştuk ne, evimizle vedalaşmadık. Öylece çıktık. Karlı bir kış günü, bir öküz arabasıyla istasyona doğru hareket ettik. İki yorgan, biraz yiyecek, biraz kap kacak ve bavullarımız. Öküz arabasında üstümüzde örtüler, dolunayın önündeki kar tanelerine, ağzımızdan çıkan aya doğru yükselip karlara karışan beyaz dumanlara bakıyorduk karanlıkta. Babam arabanın yanında yürüyordu. Ablamla birbirimize sokulmuştuk. Gece yarısı çanları çalıyordu.”

“Sofya’da bir otele yerleştik. O otelden aklımda kalan ilk olay bir gece yarısı duyduğumuz kadın çığlığı. İliklerimizi titretmişti. Annem, ‘doğuruyor kadıncağız’ diye fırlayıp gitti. Geri geldiğinde, ‘doğum bitmedi mi?’ dedi babam. ‘Bitti, bitti de, kız doğurdu diye adam Allah yaratmış demeden dövdü kadıncağızı. Erkekleri yardıma çağırmak zorunda kaldık.’ Ablamla göz göze geldiğimizi anımsıyorum. İkimiz de aynı şeyi düşünüyorduk kalıbımı basarım.”

“Sıkıldıkça kesintisiz kar yağışına rağmen otelin önünde tek başıma oynamaya çıkıyordum. En büyük eğlencemse otelin iki sokak ilerisindeki bakkala gitmekti. Bir akşamüstü anam avucuma para koydu. ‘Yoğurt al gel,’ diye emretti. Anam yoğurt yemeden yaşanamayacağına inanır ve abimin kayboluşundan sonra (o hep böyle denmesini istiyordu) o eski yumuşak kadın gitmiş, az ve sert konuşan bir kadın gelmişti. Sözünü ikiletmeye korkar olmuştuk ama gene de ‘gece oluyor ama,’ diye itiraz edecek oldum. Olacakları mı hissettim nedir? ‘Bir koşu git gel,’ diye çinko tası elime tutuşturdu. İç güdülerim onunla inatlaşırsam dayağı yiyeceğimi de fısıldıyordu. Çaresiz… Tezgâh yüksekti, uzanmam gerekiyordu. Yoğurdu alırken, beyaz çinko tasın altında koyu bir vuruk lekesi varmış meğer, o zaman gördüm.  Delinmemişti ama. Bakkalın eline doğru uzandım. Tasa dokunduğumda o güne kadar duymadığım bir ses kulaklarıma saldırdı. Kopmayan uzadıkça uzayan bir tel girmişti kulaklarımdan. Her yer deliniyor gibiydi. Bakkal aniden kayboldu. İçimden bir ses bir köşeye sinmem gerektiğini söylediği için bulduğum ilk eşya yığını altına çömeldim. Gürültü kulaklarımı yakıyordu. Gözlerimi sabun kaçmış gibi kırpıyordum. Yoğurt tasına dikkat ettim ama. Neme lâzım, anamdan dayak yemek var işin ucunda. Anlayamadığım korkunç seslerin geçmesini beklerken nefes almaya korkuyordum. Saklandığım yerden duvarda bir haç, bir takvim yaprağını görüyordum, 10 декември -dekemvri yani-1944. Sonra beni donduran bir mezarlık sessizliği… Yüreğimin vuruntusundan yoğurt kâsesi sallanıyordu. Elbiselerimi ters yüz giymişim gibiydim. Yıkık kapıdan-elimde yoğurt kasesi elbette-çıktığımda geldiğim sokak tümüyle harabe olmuştu ve ben ne yöne gitmem gerektiğini bilmiyordum.”

“Türkiye’ye giden trene kendimizi atıncaya kadar neler olduğunu çocuk hafızam kaydetmemiş. Ama Sofya’daki yıkık otelde -oturulacak hali kalmamıştı ama başka gidecek yer yok ki- babamın, kağıtlar, pasaport, deyip koşturduğunu, anamın son paramız deyip, Türkiye’deki okul için bana bir üniforma diktirdiğini hatırlıyorum. Terziyi nereden bulmuştu acaba? Bir de şapkam vardı. (Hoş o üniformam Türk okulunda alay konusu olmuş, birkaç gün sonra ağlaya ağlaya onu giymeyeceğimi açıklamıştım, o da başka mesele.) Ablam büyümüştü. Upuzun, ipince bir servi ağacı gibiydi. Sessiz bir mezarlıkta yaşıyordu sanki. Bir akşam gaz lambasını sevdiğimi söyledim de… Kendisine ölü ağabeyimizi hatırlattığını söylemez mi?  ‘Onun ruhu bu gaz lambasında bak, alevi nasıl soluk alıyor’, dedi. Aklım başımdan gitti. O gün bu gündür gaz lambalarından hazzetmem o yüzden.”

“Türkiye’de alay konusu olan yalnızca üniformam olmadı. Konuşmama gülüyorlardı. Onları anlamıyorum diye gülüyorlardı. Kavga çıkarıyor, dayak yiyor, birini dövüyor, bir köşede hırsımdan ağlıyordum. Tıpkı Bulgaristan’ın 3 Mart’ta Osmanlı’dan kurtuluş günündeki gibi. Öğretmen Türklerin şöyle canavar böyle kötü olduğunu anlattıkça, Osmanlı kılıcı, Osmanlı kılıcı dedikçe o kılıç sanki benim böğrüme saplanırdı. Sırada yavaşça kayar arkadaşımın arkasına saklanırdım. Ama dersten sonra Bulgar arkadaşlarımdan dayak yemekten hiç kurtulamazdım. Tam unuttum derken Türkiye’deki okulda Bulgar kopili diye çağırdıklarında o kılıcın hâlâ orada olduğunu anladım. Oysa daha küçükken -savaştan önce- birlikte oynardık. Beni çetelerine almışlardı. Onlar gibi belimde kamayla geziyordum. Ayakkabı pahalı. O yüzden yazın çıplak ayak gezerdik. Baş parmaklar da illâ yaralanırdı. Kanayan yere bir arkadaşımız işer sonra da yerden azıcık toz alıp yaranın üstüne serper, oyuna devam ederdik. Bulgar’mış Türk’müş lâfı bile olmazdı. Gün oldu öyle değişti ki her şey, bir ayağı sakat, aklı sakat bir Memet vardı. Bulgar çocuklar öldüresiye dövdüler. Konuşmayı bilmezdi, çıkardığı sesler kulağımdan gitmez. Ben bir kenarda durup sessiz ağzından ip gibi kan akmasını izledim. Çünkü bu savaş denen şey belden yukarısı çıplak, vücudunu karla ovup eline aldığı silahla bizi iki ayrı mahalleye atmış, aradaki kapıyı çarpıp kapatmıştı işte!”

Babam sustu. Halid efendinin oğlu sustu. Onun her öğüt cümlesinin başına şu lafları koymasına alışkınım: “Siz savaş görmediniz. Yokluk nedir bilmezsiniz. Azınlık olmak nedir, bilmezsiniz. Ama asıl acı olan vatan diye geldiğin yerde azınlık hissetmektir. O yüzden…”

Bizim ailede göçmen olduğunu söylememek için dile dökülmemiş bir kural vardır. Nedenini sormak aklımıza bile gelmemiştir.  Babam göçmenlerin konuşmaları, yemekleri, giyimleriyle alay eder. Halid Efendinin oğlu kusursuz bir Türkçe konuşur, giyimi son moda ve jilet gibidir. Göçmenlere neden böyle sevgisizdir ve kendini saklar, neden zaman zaman hakarete varan şakalar yapar, anlamak için hep bir kapı açmaya çalıştım, olmadı. Babamın hiç kimseyi eve davet etmeyişi, onun nasıl yarattığını bilmediğim uzak durma kalkanı, uzak durulması gerekenler kalkanını biz de kullanıyorduk. Yoksa acıdan kurtulmak için geldikleri yerde onları karşılayan başka acıları mı deşiyordu anıların sivri ve keskin kenarları… Nüfus cüzdanını çok zorunlu zamanlar dışında asla kullanmazdı, meselâ. Çok ender zamanlarda, paraları yetmediği için kendisinin koridorda yerde yattığı, sabah işe gidenlerin onun gibi koridorda yatanların üstünden atlayıp geçtikleri tahta kurulu hanı anlatırdı. Sıtmanın nasıl fena bir hastalık olduğunu. Bir fena hastalık daha vardı, verem. Ablasını genç kızken öldüren hastalık. Bizim evde ‘Kimseye etmem şikâyet’ şarkısı başlar başlamaz, radyo kapatılırdı. Ergenliğimin hışmıyla, ‘Bu şarkıyı ben çok seviyorum, niye kapatılıyor?’ diye bağırdığım bir gün, babam bir kere hıçkırmış, ‘Ablamın şarkısı,’ deyip evden çıkıp gitmişti.  Babasının Türkiye yaşamını anlatırken de gözleri dolardı. Başöğretmen Halid Efendi, tüm kimliğini bırakıp yıllarca gündüz sebze halinde işçilik yapmıştı. Tanıştığı insanlar onun adını bilmezmiş. Hoca, derlermiş. Geceleri de fal bakıp muska yazıyormuş. Gavur Hoca diye ünlenmiş. Her şeyi Yıldıznameye bakıp bildiği dilden dile dolaşır olmuştu. Özellikle evlenme çağındaki gençlerin kısmetini açmasıyla bilinirmiş. Ama şikâyet edilir korkusuyla bu işi bırakmış. Çünkü Türkiye’ye 44’den sonra kaçak gelen akrabaları, tanıdıklarıyla buluştukları tren istasyonunun bahçesinde, gramofon çalıp kadınlı erkekli alem yapıyorlar diye şikâyet etmişti yerli halk. İstasyon şefi, Halid Efendi’nin bir öğrencisiydi ve onun zarar görmesini istemezlerdi. Neşeli buluşmalar böylece bitmişti. Karısı ne zaman ‘Allah’a çok şükür zoru atlattık,’ dese Halid Efendi, ‘Onun bizi sevdiğini sanmıyorum,’ diye cevap verirdi. ‘O nasıl lâf Halid efendi?’ ‘Halimize baksana hanım,’ cümlesini filtresiz birinci sigarasıyla tamamlardı.”

“Hadi,” dedi babam, “oldum bittim senin bu geç yatmaların canımı sıkar, yat artık.”

“Elektrik harcıyorum diye de mi?” dedim.

“Hele eskiden o daktilonun sesinin gecenin bir yarısı kömürlükten geldiğini duyar, sarı lambanın hâlâ yandığını görünce nasıl sinirim tepeme çıkardı.”

“Biliyorum,” dedim, “ne olacak, başımıza yazar mı olacaksın, der dururdun.”

“Oldun ama,” dedi.

“Kalbim kırılırdı, kötü bir şey yapıyormuşum gibi söylerdin.”

“Bu kaçıncı kitabın?”

“Hatta itiraf edeyim senden nefret ederdim bu yüzden.”

“Senin yazar olduğunu Halid Efendi’nin görmesini isterdim.”

“Belki de o yüzden yazmışımdır. Nefret iyi bir tetikleyicidir.”

“Seninle gurur duyardı.”

Kapı açıldı, Dedem, “Siz daha yatmadınız mı yahu,” dedi, öğretmen sesiyle.

“Ben yatıyorum baba. Torunun malum yazacak,” dedi babam, gözlerini devirdi gene.

“İyi, hadi gel. Sabah bahçedeki karları küremek gerek. Bir adam boyu olur, çok yağıyor baksana. Odunları sundurmada güzelce sardın değil mi?”

“Sardım baba, ıslanmaz merak etme.”

Onlar kapıyı çekip gidince dışarı baktım. Melisa kokusu ve ağustos böceklerinin sesi…Mehtap sessiz… Bıyığımı çekiştirmeyi bırakıp yazmaya koyuldum.