Babam, kapının arasından başını uzattı,
“Hadi, senin şu geç yatmaların bitmedi gitti,” dedi. Sanki biraz değişmiş gibiydi.
“Elektrik harcıyorum diye de mi?” dedim. “Sende bir şeyler var, ne oldu baba?”
“Garip şey, aynı lafı ben de babama söylemiştim. Yoksa aklımdan mı geçirmiştim?” deyip karşımdaki sandalyeye oturdu. Benimle pek konuşmaz oysa.
“Bir gün eve geldiğinde kapıdan babam değil başka biri girmiş gibi gelmişti bana.”
Geçmişini anlatmaya asla yanaşmayan babam anılarını mı anlatacak, diye düşündüm.
“Eve girer girmez, Bulgar hükümeti okullara el koydu hanım, demişti anneme. Çarın mührünü taşıyan belgeyi alan görevliler gittiğinde baş öğretmen Halid Efendi işsiz kalmıştı.”
“Dedem mi?” dedim yavaşça.
“Deden ya. Hiç moralini bozmadı ama. Yeni bir kapı açar gibi başka bir iş yapmaya başladı. Arapça bildiğinden uzak bir köyde imamlık işi buldu. Ne yazık ki köylünün parası yalnızca teravih namazını kıldırmaya yetiyormuş. O yüzden babam da bir öğrencisiyle her gün oraya yürüyerek gidiyor, teravih namazından sonra karınlarını doyuruyorlar, parayla birlikte verilen yiyecekleri alıp geri geliyorlardı.”
“Öğrencisini niye alıyor yanına?”
“Hem yol arkadaşı hem o da nasiplensin diye. Ama galiba Türkler için yollar tehlikeli diye. Ramazan’dan sonra odunculuktan para kazanmaya başladı. Balta sallamaktan elleri kanardı oralı olmazdı. Dillendirmesek de birden yoksullaşmıştık. Ailemiz suskun eski dostların geniş boşluğu içinde kalıvermişti. 1940’ların başında Almanya’nın yanında savaşa katıldığımız haberi geldi. Ben o yaşta savaşmış paktmış nedir bilmiyordum ama bir şeylerin değiştiğini anlıyordum. Yaz aylarında Türkçe eğitim tümden yasaklanmış babamın görevine dönmesi ihtimali de ortadan kalkmıştı. ‘Bize okul kapısı kapandı hanım’ demişti anneme. Kendime telden bir araba yapmaya koyulmuştum, kulağım onlarda. Abim’le İsmet abi o sırada geldiler. Abim çarın zulmüne karşı toplanmalar, gösteriler, grevler var, diyordu. Onlara katılacakmış. Babam, ‘Sovyet yanlılarından Türklere hayır gelmez oğlum,’ dedi. Henüz lisede okuyan abimin başı ciddi belaya girerdi. ‘Ben’ dedi İsmet abi ‘hiçbir yere katılmam hocam Türkiye’ye kaçacağım.’ ‘Aman evladım, on dört yaşındasın nasıl…’ ‘Kaçacağım hocam, kusura bakma, nasılını söylemem hocam,’ Gözünü kapıya dikmişti. Sandım ki o an fırlayıp kaçacak. Giderken, borç evladım borç deyip elini öptürürken babamın onun parmaklarını sıkıca kapattığını gördüm. Sonradan duyduk, bir çember almış, hudutta askerin gözünün önünde çevirirken -nasıl becerdiyse- çemberi tel örgünün öte tarafına atmış. Demiş ki askere, ‘çemberim öteye düştü, girsem alsam bahçe sahibi kızar mı ki?’ Asker bu ufak tefek oğlana bakmış, ‘yok canım al gel,’ demiş. Bizimki tel örgüyü geçmiş, çemberi araya araya uzaklaşmış.”
“Ne cesaret ama…”
“Ne diyorsun, hele o yaşta bir çocuk… Abimle babam her gece gizlice dışarı çıkmaya başladılar. Annemin niçin kaygılandığını anlamıyordum. Ablam ben de gideceğim dedikçe annem dişlerini sıkarak, ‘Sakın’ diyordu. ‘Sakın, sakın!”
“1941’de Almanlar Bulgaristan’a girdi. Sarı saçlı, mavi gözlü dev gibi adamlar kasabanın kenarındaki garnizonda eğitim yapıyorlar, sabah sporuna belden yukarısı çıplak çıkıp, vücutlarını karla ovuyorlar, biz ağaçların üstünde tüneyip ağzımız açık onları izliyoruz. Gelip evde anlatıyorum, annem ikide bir dizlerini ağrıyormuş gibi ovup, ‘Ne yapacağız Halid Efendi? Siz de yok radyoda çalışmakmış yok İstisna gazetesine yazı yazmakmış başınızı derde soktukça soktunuz, bak neler oluyor,’ diyordu. Ağabeyim son sınıfta ablam ise liseye yeni başlamıştı. 1942’de Rusların desteklediği Vatan Cephesi iç savaş başlattı. Resmi tarihte böyle kullanılan cümlenin bendeki hikayesi bambaşkadır. Bulgar okulunda okuyan abim ve ablam okul çıkışında birlikte gelirlerdi. Ama bir akşam abim ortadan kaybolmuştu. Ablam bekler bekler, abim yok. Korkar, arkadaşlarına sorar. Derler ki iki adam geldi, konuştular, onu alıp bir arabaya bindirdiler. Ablamın evin kapısını açıp eşiği atlamadan olup biteni bir solukta anlatmasını hiç unutmam. Yerde oturuyordum ablam gözüme dev gibi göründü nedense, arkasında alacakaranlık bir gök… Annemle babamın yıldırım çarpmış halini… Günlerce aylarca, dilekçeler, gidip gelmeler, aracılar para etmedi. Abimin varlığını resmi makamlar ret ediyordu, öyle biri yoktu adeta… Ama bir gün annemin rüşvet verdiği bir memur -parayı nereden bulmuştu acaba-ona bir mezar göstermiş. ‘Artık arama oğlunu,’ demiş. O gece annem kimseye bir şey demeden evden çıkıp gitti. Biz de komşuya gittiğini mi farz ettik nedir? Mezarlığa gitmiş meğer. Mezarı kazmış. Ancak ayaklarına ulaşmış. Çorabını tanıyor, çıkarıyor, ayaklarını tanıyor. Oraya çöküyor. Düşünüyor, çıkarsa mı oğlunu? Çıkarınca bir imam bulup yıkatabilecek mi ki? Korku dağları bekler, hangi imam cesaret eder böyle bir şeye? Derken mezarlık bekçisinin ışığı… Annem kazdığı yeri örtüp eve dönüyor. Ben geri geldiğinde uyumuştum, görmedim halini. Ama günlerce yataktan çıkmayışına da çocuk aklım bir anlam veremiyordu. Anam yaşlı bir kadın olup Türkiye’de öldüğünde sutyeninin içinden bir erkek çorabının teki çıktıydı da Halid Efendiye verin, dediler. Babam o çorap tekine cin görmüş gibi bakmış, ‘öyle gömün, koyununda kalsın,’ demişti yalnızca.”
“Babam yiyecek nasıl alıyordu bilmiyorum. Annem sabah erken kalkar, mangalı sırayla pencerelerin önüne koyup buz tutmuş camları eritirdi. Hem buzdan çiçeklerin yok olmasına üzülürdüm hem de neden uğraşıyorsun ki gene buz tutacak nasılsa, dedim bir gün. Komşular buz tutmuş camları görürse yakacak odunları bile yok, fakirler demesinler diye, dedi annem. Ama odunumuz gerçekten yoktu. Evde sokak giysileriyle oturuyorduk. Babam bazen tavan arasına çıkıyor, testere seslerinden sonra kucağında odun indiriyordu. Sonra bahçedeki helanın odunlarını kesmeye başladı. Kütüklerin yerine çarşaf geren annem sonunda bu şekilde helanın kullanılmaz olduğunu söyleyince baş öğretmen Halid Efendi yeni bir çözüm buldu. Eski öğrencilerini çağırdı, ‘hela duvarlarına biri dadanmış, kesip çalmış yahu,’ dedi. ‘Dağdan odun keselim de şunu yeniden yapalım.’ Çocuklar çok kızdılar, sen merak etme hocam dediler, nöbet tutalım istersen, yakalayalım o keratayı. Bu soğukta babam asla izin vermeyeceğini söyledi.”
“1943 yılının kışı olmalı. İlk okuldayım. Annem hâlâ yas içindeydi. Babam bir akşam sandıkta sakladığı bir tomar lise diplomasını özenle öğrencilerinin adına doldurdu. Ablamın adına da yazdı. Hükümet görevlilerinden nasıl sakladıysa mühürleyip okul müdürü olarak imzaladı. Ertesi gün çocuklarını tek tek çağırtıp diplomalarını verdi. İsmet abininkini ayırdı. Yıllar sonra onu ziyarete her geldiklerinde Türkiye’de ekmek sahibi olmalarını o diplomalarına borçlu olduklarını söyleyen çocukları Halid Efendi’yi hiç unutmadı. Kimi mektup yazdı kimi bir kutu lokumla el öpmeye geldi. Akıllarına eser gecenin bir saati kapıyı çalarlar, koca adamlar kadınlar ondan öğrendikleri Bulgarca, Türkçe okul şarkılarıyla ortalığı ayağa kaldırırlardı. Hey gidi hey…”
“1944 yılında denizden haç çıkarma törenini beklemeden annem hepimize birer tahta bavul hazırladı. Komşulara iş aramak için Sofya’ya gideceğimizi söyledi. Evin anahtarını sanki gelecekmişiz gibi Yusuf Agalara bıraktı. Bu oyuna kendimiz de mi dahil olmuştuk ne, evimizle vedalaşmadık. Öylece çıktık. Karlı bir kış günü, bir öküz arabasıyla istasyona doğru hareket ettik. İki yorgan, biraz yiyecek, biraz kap kacak ve bavullarımız. Öküz arabasında üstümüzde örtüler, dolunayın önündeki kar tanelerine, ağzımızdan çıkan aya doğru yükselip karlara karışan beyaz dumanlara bakıyorduk karanlıkta. Babam arabanın yanında yürüyordu. Ablamla birbirimize sokulmuştuk. Gece yarısı çanları çalıyordu.”
“Sofya’da bir otele yerleştik. O otelden aklımda kalan ilk olay bir gece yarısı duyduğumuz kadın çığlığı. İliklerimizi titretmişti. Annem, ‘doğuruyor kadıncağız’ diye fırlayıp gitti. Geri geldiğinde, ‘doğum bitmedi mi?’ dedi babam. ‘Bitti, bitti de, kız doğurdu diye adam Allah yaratmış demeden dövdü kadıncağızı. Erkekleri yardıma çağırmak zorunda kaldık.’ Ablamla göz göze geldiğimizi anımsıyorum. İkimiz de aynı şeyi düşünüyorduk kalıbımı basarım.”
“Sıkıldıkça kesintisiz kar yağışına rağmen otelin önünde tek başıma oynamaya çıkıyordum. En büyük eğlencemse otelin iki sokak ilerisindeki bakkala gitmekti. Bir akşamüstü anam avucuma para koydu. ‘Yoğurt al gel,’ diye emretti. Anam yoğurt yemeden yaşanamayacağına inanır ve abimin kayboluşundan sonra (o hep böyle denmesini istiyordu) o eski yumuşak kadın gitmiş, az ve sert konuşan bir kadın gelmişti. Sözünü ikiletmeye korkar olmuştuk ama gene de ‘gece oluyor ama,’ diye itiraz edecek oldum. Olacakları mı hissettim nedir? ‘Bir koşu git gel,’ diye çinko tası elime tutuşturdu. İç güdülerim onunla inatlaşırsam dayağı yiyeceğimi de fısıldıyordu. Çaresiz… Tezgâh yüksekti, uzanmam gerekiyordu. Yoğurdu alırken, beyaz çinko tasın altında koyu bir vuruk lekesi varmış meğer, o zaman gördüm. Delinmemişti ama. Bakkalın eline doğru uzandım. Tasa dokunduğumda o güne kadar duymadığım bir ses kulaklarıma saldırdı. Kopmayan uzadıkça uzayan bir tel girmişti kulaklarımdan. Her yer deliniyor gibiydi. Bakkal aniden kayboldu. İçimden bir ses bir köşeye sinmem gerektiğini söylediği için bulduğum ilk eşya yığını altına çömeldim. Gürültü kulaklarımı yakıyordu. Gözlerimi sabun kaçmış gibi kırpıyordum. Yoğurt tasına dikkat ettim ama. Neme lâzım, anamdan dayak yemek var işin ucunda. Anlayamadığım korkunç seslerin geçmesini beklerken nefes almaya korkuyordum. Saklandığım yerden duvarda bir haç, bir takvim yaprağını görüyordum, 10 декември -dekemvri yani-1944. Sonra beni donduran bir mezarlık sessizliği… Yüreğimin vuruntusundan yoğurt kâsesi sallanıyordu. Elbiselerimi ters yüz giymişim gibiydim. Yıkık kapıdan-elimde yoğurt kasesi elbette-çıktığımda geldiğim sokak tümüyle harabe olmuştu ve ben ne yöne gitmem gerektiğini bilmiyordum.”
“Türkiye’ye giden trene kendimizi atıncaya kadar neler olduğunu çocuk hafızam kaydetmemiş. Ama Sofya’daki yıkık otelde -oturulacak hali kalmamıştı ama başka gidecek yer yok ki- babamın, kağıtlar, pasaport, deyip koşturduğunu, anamın son paramız deyip, Türkiye’deki okul için bana bir üniforma diktirdiğini hatırlıyorum. Terziyi nereden bulmuştu acaba? Bir de şapkam vardı. (Hoş o üniformam Türk okulunda alay konusu olmuş, birkaç gün sonra ağlaya ağlaya onu giymeyeceğimi açıklamıştım, o da başka mesele.) Ablam büyümüştü. Upuzun, ipince bir servi ağacı gibiydi. Sessiz bir mezarlıkta yaşıyordu sanki. Bir akşam gaz lambasını sevdiğimi söyledim de… Kendisine ölü ağabeyimizi hatırlattığını söylemez mi? ‘Onun ruhu bu gaz lambasında bak, alevi nasıl soluk alıyor’, dedi. Aklım başımdan gitti. O gün bu gündür gaz lambalarından hazzetmem o yüzden.”
“Türkiye’de alay konusu olan yalnızca üniformam olmadı. Konuşmama gülüyorlardı. Onları anlamıyorum diye gülüyorlardı. Kavga çıkarıyor, dayak yiyor, birini dövüyor, bir köşede hırsımdan ağlıyordum. Tıpkı Bulgaristan’ın 3 Mart’ta Osmanlı’dan kurtuluş günündeki gibi. Öğretmen Türklerin şöyle canavar böyle kötü olduğunu anlattıkça, Osmanlı kılıcı, Osmanlı kılıcı dedikçe o kılıç sanki benim böğrüme saplanırdı. Sırada yavaşça kayar arkadaşımın arkasına saklanırdım. Ama dersten sonra Bulgar arkadaşlarımdan dayak yemekten hiç kurtulamazdım. Tam unuttum derken Türkiye’deki okulda Bulgar kopili diye çağırdıklarında o kılıcın hâlâ orada olduğunu anladım. Oysa daha küçükken -savaştan önce- birlikte oynardık. Beni çetelerine almışlardı. Onlar gibi belimde kamayla geziyordum. Ayakkabı pahalı. O yüzden yazın çıplak ayak gezerdik. Baş parmaklar da illâ yaralanırdı. Kanayan yere bir arkadaşımız işer sonra da yerden azıcık toz alıp yaranın üstüne serper, oyuna devam ederdik. Bulgar’mış Türk’müş lâfı bile olmazdı. Gün oldu öyle değişti ki her şey, bir ayağı sakat, aklı sakat bir Memet vardı. Bulgar çocuklar öldüresiye dövdüler. Konuşmayı bilmezdi, çıkardığı sesler kulağımdan gitmez. Ben bir kenarda durup sessiz ağzından ip gibi kan akmasını izledim. Çünkü bu savaş denen şey belden yukarısı çıplak, vücudunu karla ovup eline aldığı silahla bizi iki ayrı mahalleye atmış, aradaki kapıyı çarpıp kapatmıştı işte!”
Babam sustu. Halid efendinin oğlu sustu. Onun her öğüt cümlesinin başına şu lafları koymasına alışkınım: “Siz savaş görmediniz. Yokluk nedir bilmezsiniz. Azınlık olmak nedir, bilmezsiniz. Ama asıl acı olan vatan diye geldiğin yerde azınlık hissetmektir. O yüzden…”
Bizim ailede göçmen olduğunu söylememek için dile dökülmemiş bir kural vardır. Nedenini sormak aklımıza bile gelmemiştir. Babam göçmenlerin konuşmaları, yemekleri, giyimleriyle alay eder. Halid Efendinin oğlu kusursuz bir Türkçe konuşur, giyimi son moda ve jilet gibidir. Göçmenlere neden böyle sevgisizdir ve kendini saklar, neden zaman zaman hakarete varan şakalar yapar, anlamak için hep bir kapı açmaya çalıştım, olmadı. Babamın hiç kimseyi eve davet etmeyişi, onun nasıl yarattığını bilmediğim uzak durma kalkanı, uzak durulması gerekenler kalkanını biz de kullanıyorduk. Yoksa acıdan kurtulmak için geldikleri yerde onları karşılayan başka acıları mı deşiyordu anıların sivri ve keskin kenarları… Nüfus cüzdanını çok zorunlu zamanlar dışında asla kullanmazdı, meselâ. Çok ender zamanlarda, paraları yetmediği için kendisinin koridorda yerde yattığı, sabah işe gidenlerin onun gibi koridorda yatanların üstünden atlayıp geçtikleri tahta kurulu hanı anlatırdı. Sıtmanın nasıl fena bir hastalık olduğunu. Bir fena hastalık daha vardı, verem. Ablasını genç kızken öldüren hastalık. Bizim evde ‘Kimseye etmem şikâyet’ şarkısı başlar başlamaz, radyo kapatılırdı. Ergenliğimin hışmıyla, ‘Bu şarkıyı ben çok seviyorum, niye kapatılıyor?’ diye bağırdığım bir gün, babam bir kere hıçkırmış, ‘Ablamın şarkısı,’ deyip evden çıkıp gitmişti. Babasının Türkiye yaşamını anlatırken de gözleri dolardı. Başöğretmen Halid Efendi, tüm kimliğini bırakıp yıllarca gündüz sebze halinde işçilik yapmıştı. Tanıştığı insanlar onun adını bilmezmiş. Hoca, derlermiş. Geceleri de fal bakıp muska yazıyormuş. Gavur Hoca diye ünlenmiş. Her şeyi Yıldıznameye bakıp bildiği dilden dile dolaşır olmuştu. Özellikle evlenme çağındaki gençlerin kısmetini açmasıyla bilinirmiş. Ama şikâyet edilir korkusuyla bu işi bırakmış. Çünkü Türkiye’ye 44’den sonra kaçak gelen akrabaları, tanıdıklarıyla buluştukları tren istasyonunun bahçesinde, gramofon çalıp kadınlı erkekli alem yapıyorlar diye şikâyet etmişti yerli halk. İstasyon şefi, Halid Efendi’nin bir öğrencisiydi ve onun zarar görmesini istemezlerdi. Neşeli buluşmalar böylece bitmişti. Karısı ne zaman ‘Allah’a çok şükür zoru atlattık,’ dese Halid Efendi, ‘Onun bizi sevdiğini sanmıyorum,’ diye cevap verirdi. ‘O nasıl lâf Halid efendi?’ ‘Halimize baksana hanım,’ cümlesini filtresiz birinci sigarasıyla tamamlardı.”
“Hadi,” dedi babam, “oldum bittim senin bu geç yatmaların canımı sıkar, yat artık.”
“Elektrik harcıyorum diye de mi?” dedim.
“Hele eskiden o daktilonun sesinin gecenin bir yarısı kömürlükten geldiğini duyar, sarı lambanın hâlâ yandığını görünce nasıl sinirim tepeme çıkardı.”
“Biliyorum,” dedim, “ne olacak, başımıza yazar mı olacaksın, der dururdun.”
“Oldun ama,” dedi.
“Kalbim kırılırdı, kötü bir şey yapıyormuşum gibi söylerdin.”
“Bu kaçıncı kitabın?”
“Hatta itiraf edeyim senden nefret ederdim bu yüzden.”
“Senin yazar olduğunu Halid Efendi’nin görmesini isterdim.”
“Belki de o yüzden yazmışımdır. Nefret iyi bir tetikleyicidir.”
“Seninle gurur duyardı.”
Kapı açıldı, Dedem, “Siz daha yatmadınız mı yahu,” dedi, öğretmen sesiyle.
“Ben yatıyorum baba. Torunun malum yazacak,” dedi babam, gözlerini devirdi gene.
“İyi, hadi gel. Sabah bahçedeki karları küremek gerek. Bir adam boyu olur, çok yağıyor baksana. Odunları sundurmada güzelce sardın değil mi?”
“Sardım baba, ıslanmaz merak etme.”
Onlar kapıyı çekip gidince dışarı baktım. Melisa kokusu ve ağustos böceklerinin sesi…Mehtap sessiz… Bıyığımı çekiştirmeyi bırakıp yazmaya koyuldum.