İki yüz elli yıllık, ahşap köşkün her sabah külle ovulan kapı tokmağına uzandı. Bahçe duvarından taşan leylakların ve içerideki iki büyük manolya ağacının kokusu çıkmaz sokağa her girenin üstüne siniyordu. Matmazel Elaine’nin eli, tıpkı yıllar önce Jülide Hanım’ın kendi kapı tokmağına uzanan eli gibi titriyordu.
Rıhtım bir karınca yuvasıydı ve az sonra uçacakmış gibi duran tekne, kuğu duruşuyla, böbürlenerek, Kavala’ya bakıyordu. Denizse bir avuç midye kabuğuna; kasabaya ağzını şapırdatıyordu. |
Sabahın bu erken saatinde kapının vurulduğunu, ikinci kattaki yatak odasından duyan Jülide Hanım, gözlerini açtı. Ve anılarına saklanmış başka bir kapı tıkladı içinde, yine bu saatlerde çaldığı.
Daha fazla dayanamamıştı Jülide Hanım ve o sabah yaşmağını örtüp alaturka saat dokuzda aceleyle evden çıkan kocasının peşine takılmıştı. Evler peçeli, tulumbalar uykulu, kaldırımlar dilsiz, çarşafı sürükleyen ayakları yastaydı. Sonunda, sonunda, sonunda korkulan sokak gelip; önünde durmuştu: Terzi Elaine’nin sokağı!
Matmazel Elaine, tokmağı vurdu, bekledi. Kapıya yaklaşan takunya seslerini dinlerken sabırsızlandı.
O sabah da aynanın karşısında, daha fazla dayanamamıştı. Kanı çekilmiş, heyecan ılık ılık bacaklarından akarken odasından çıkmıştı. Gene ilk ama son görüşme duygusuyla, yüreği dar yerde sıkışmıştı. Atağ Bey de, her geldiğinde, başını yana devirir, bu boynu, bu yüreği yanan avuçlarında bir an tutar, sık nefesler alıp, sessizce ona bakardı. O sırada yanağının altında bir kat oluşur, Elaine, çizgilerle çevrili bu kurt bakışa ve adamın kokusuna bayılırdı.
Atağ Bey geldikten az sonra kapının tokmağı tıkırdamış, hizmetçi, dikiş getiren bir müşteri sandığından, peçesi örtülü içeri dalan kadını durdurmayı aklından bile geçirmemişti. Konuk, rüzgârı daha kapıdaki kızın yüzündeyken merdivenleri tırmanmış ve (Aman Allah’ım!) Matmazel Elaine’nin özel odasına dalmıştı! (Kız ne yapsın?)
Yaşmağını açan Jülide Hanımın yüzünü görünce, (bu peçeyi açış her ikisine de hitap ediyordu) Matmazel Elaine kahve fincanını kucağına düşürdü. Fincan havadayken Atağ Bey yerinden fırladı. Kocasının bildik çorapları, arkadaşının bildik halısının üstündeydi. Tek kelime etmeden evine geri döndü. Gecesi bebeğini kaybetti. Beşinci gebeliğiydi. Elaine adlı bez bebek de aynı günden sonra yok oldu.
Kapıyı açan halayık, nutku tutulmuş Matmazel Elaine’ye bakarken, evin hanımı, kocasını uyandırmamaya çalışarak yataktan kalktı, ikinci katın sofaya bakan sahanlığında belirdi. Yerleri süpüren beyaz ipek geceliği, belinden aşağı sarkan tarçın rengi dalgalı saçlarıyla, yataktan değil efsanelerden çıkıp gelmişe benziyordu. Hazerandan süzülen sabah güneşi altındaki bu dünya dışı yaratık, alt katta, sofanın ortasındaki havuz kenarında durmuş, aslanağzından akan suyu dalgın izleyen, ayak seslerini duyunca başını kaldıran, çocukluk arkadaşıyla göz göze geldi. Üst kata çıkmasını bekledi.
İnsan, hayvan, eşya sesleri, teknenin gıcırtısına karışıyor, dalgaların köpük sesleri suyun içinden fışkırmışa benzeyen kıyıyı kaplıyordu. Rüzgâr, rüzgâr, rüzgâr… Kuğuyu heyecanlandırıyor, kıyıyı, denizi, dev bir yürek olmuş kasılıp gevşeyen kalabalığı dövüyordu. |
Kahvelerini selamlıktaki misafir odasında içtiler. Türkuaz perdeler acele açıldı. Gümüşlerden, camlardan yansıyan ışıklar yüzlerine vurdu. Uzun sessizliği sersebildeki su şıkırtısı doldurdu. Elaine, vedalaşmaya gelmişti: Yunanistan’a gidiyorum Jülide’ciğim.
Gemi, kırışık, parlak bir kumaşı parçalayarak ilerliyordu. Rüzgâra doğru giderken kadınların saç örgüleri, başörtüleri yüzlerine vuruyordu. Drama koptu, Selanik koptu, Kavala koptu. |
Jülide olanları anlatmaya gelmişti; Beni verdiler, Elaine’ciğim, İpek tüccarı Atağ Bey’le evlendiriyorlar. On dördündeydi. Dünür başı Hasene Hanımın demesi: kapılardan sığmayan iri yarı, burma bıyıklı… (Yılın on bir ayı kadeh elinden düşmezmiş diyorlar. — Olsun erkektir içer.) Kanun taksimlerine müptelâ. (E, bizim kız kanun çalmayı bilmez ki. ―Elaine’den öğrenir artık.) Zengin mi zengin… (Kızdan yirmi yaş büyükmüş. ―Olsun erkeğin yaşlısı olmaz.) Damadı görmüş değildi. Dünür başının anlattıklarını düş gücüyle besleyip durdu. Ne yazık ki bu da fazla ileri gidemediğinden, havada asılı, siyah elbise giymiş, uçları mumlu pos bıyıklara heyecanlandı yalnızca. Kaşı gözü nasıldı, eli saçı nasıldı, gece babası gibi horlar mıydı? Şuayip dayısı gibi ayakları kokar mıydı? Bilmiyordu.
Kayınvalide acele ediyordu; doğru. Oğlanın yaşı geçiyor Hesene, bu kız pırlanta, neme lâzım, oyalanmak gerekmez. (Doğrusu oğlunun bir Rum kızına vurgun olduğu kulağına fısıldandığından beri büyük hanımın huzuru kalmamıştı.) Sormuş soruşturmuş, aradığı kızı hamamda gözüne kestirmiş, buduna, memesine bakmış, dimdik yürüyüşünden, karnında torunlarını iyi taşıyacağını anlamıştı. Sırtını keseletirken konuşturup, kekemelik sakatlık var mı, tatlı dilli mi, kulağıyla duymuş, terbiyesini ölçmüştü. Soğukluğa çıkınca damla sakızı vermiş, bir bahaneyle geri almış ağzının kokmadığına ikna olmuştu. İstemeye gittiğinde, döşemeler mis gibi ovulmuş, sedirin altına yuvarladığı yün yumağı toz tutmamıştı. Kahve kıvamında, ekmek teknesi unsuz, kızın gözü yerdeydi.
Matmazel Elaine, evin tek kızı, o zamanlar on beşini yeni bitirmiş, zengin doktorla yapılan nişanı yeni atmıştı. (Doktor zehir içmiş ama kurtarmışlar, dediler.) Güzel kanun çalması ve annesi kadar güzel dikiş dikmesiyle bilinirdi. Babası apansız hakkın rahmetine kavuştuktan sonra,( Kırk güne varmadı zavallı anacağı da ebediyete göçtü ya,) atadan kalma dükkânını, o zamanlar hayli yüklü bir paraya ipek tüccarı, kapalı çarşı esnafından Atağ Bey’e sattı. (Ne yapsın?) Daha ilk görüştükleri günden, bu hovarda adamın, Elaine’nin elinin değdiği her şeye dokunup, duyduğu hazdan dizlerinin titrediğini kimse bilmiyordu. Sonra Jülide’ye dünür gelmişti. Annesi, babası, nişanlısı derken can yoldaşını yitirmek(öyle diyordu) onu perişan etti. (O kadar ağlayıp üzülmesi ondan…) Taze gelin, arkadaşının diktiği bez bebekle gizlice dertleşirken, Elaine, sevdiği adamın gözünün önünde bir sureti var diye teselli buldu. Atağ Bey’se o şey çeyiz sandığının üzerinden bakıp durdukça içi sızladı, kudurdu.(Ah şu validem!)
Jülide, kayınvalidesinin öngörülerini boşa çıkarmayıp ipek tüccarına yedi oğul doğurdu. Beşinci gebelikti, Hasene Hanım baklayı ağzından çıkarmıştı; Bu Elaine’nin seninkinde gözü var haberin olsun.
Hamilelikten şişmeye başlayan el, göğsünü bastırmıştı; Hangi Elaine?
Hasene Hanım bir ayağını altına alıp tespihini çıkardı; Senin Elaine.
A, katiyen… Dedi, demesine ya duyarlı yüreğine düşen kurt onu günlerce yedi bitirdi. (Sararıp solmasını gebeliğine yordular elbet.)
Daha fazla dayanamadı Jülide Hanım, işte o sabah düşüverdi kocasının peşine…
Tekne yavaşlayıp durmuş, ay altında, korkutucu mor denizin ortasında, masal canavarlarına yem olmayı bekliyordu. Biri feryat hunisiyle bağırdı; “Cenaze var, gemi gitmez!” “Cenaze var, gemi !” “Cenaze var,!” “Cenaze!” Zor kopardılar yaşlı kadını kocasından. “Bari yemenimi koysunlar yanına… Göğsünün üstüne, şuracığa…” Verdi, onunla çenesini çektiler dedenin. Usulünce sarmaladılar, suya saldılar. Kulaklarda rüzgâr uğultusu kaldı. Cenazenin suya düşen şakırtılı sesi rüyalarına girdi. |
Elaine, kahvesini bitirip fincanı tabağına koyarken teşekkür bildiren bir edayla tıkırdattı. Düşünceleriyle bölünen konuşmasını sürdürdü; arkadaşının kendisini bağışlamasını beklemiyordu, hayır. Kimsenin bu işte suçu yoktu ki. Daha ona dünür gelmemişken Atağ Bey’le birbirlerini sevmişlerdi. Bilmeden(üstelik yüzünü bile görmeden) sevdiği adamla evlendi diye kardeşine kızabilir mi insan? Kocasının da suçu yoktu, onların can yoldaşı olduğunu nereden bilsin? Annesi beğenmiş… Ha, bu arada, o günden sonra gelmemişti, hani şu… son geldiği gün… Belki bilmek isterdi. Zaten evlendikten sonra gece gelmeyi seyreltmiş… Neyse. Hem kendisi bir beklentiyle sevmiş değildi. (Benimkisi bir aşk işte.) Atağ Bey’i son kez görebilir miydi? Eğer…
Jülide Hanım, göz kapaklarını indirmekle yetindi. Usullacık yatak odasının kapısını açtı. Küçük bir menteşe sesi duyuldu. Eşiği geçmedi. Eli kapının tokmağında, sabah güneşi saç tellerinde, yüreği ağzındaydı.
Efendi, çift kişilik yastıkların gece mavisi atlas yorganın, dantelli kar beyazı çarşafların arasında, sırt üstü, göğsü bağrı açık uyuyordu. Haydarisi yorganın üstündeydi. (O yatak takımını sonradan olduğu gibi halayığa verdi hanım.) Yeni diktirdiği asri elbisesi duvardaki askıda, şapkası önceden fesin durduğu yerde, konsolun üstündeydi. Elaine’nin silueti odanın alacakaranlığında yavaşça eriyip, yer yatağının kenarına çöktü. İşte o zaman Jülide Hanım, görüp görebileceği en hüzünlü sahneye tanık oldu.
Seyir güvertesine bir çocuk kaçtı. |
Yarı karanlıkta aşırı parlak iki göz, uyuyan adama bakıyordu. Dokunmayı istiyor korkuyordu. Dayanılmayacak güçlü bakışlarıyla onun ruhuna uzanıyordu. O yürek burkan, gerçekleşmesi olanaksız dokunma arzusu dalga dalga adama çarpıyordu. Hiçbir ayrıntıyı kaçırmayarak sevdiğini son kez hayalinde okşadı. Yastıklara, artık şakakları beyazlamış saçlarına, kaşlarına, burnuna, dudaklarına, çenesine, gecelik entarisinden kabaran tüylü göğsüne, yorganın üstünde sakince duran parmaklarına… Dokunamadı, gözünü alamadı Elaine…
Bu olanaksızlık ağıtını, aralık gözlerinden yalnızca Atağ Bey gördü:(Ah yine kanun çalıyordu; yüreğini çalan kanun değildi bu, yüreğinden kadınını çalan kanun.) Kadın, belli belirsiz titredi, onu erkek kokulu uykusunda, odanın susturamadığı tutkularıyla bırakırken. Doğruldu; eklemlerinden gelen iki küçük çıtlama duyuldu. Getirdiği yasemin kokusunu gizlice içine çekti adam, kapı pervazında gümüş renkli iki siluet titredi, iki damla yaş, göz kuyruklarından başının iki yanına aktı. Işık mor oldu, kapı sessizce kapandı. Atağ Bey’in göğsünde Elaine’nin gözünü gömdüğü yerden sanki canı süzüldü, yataktan ter fışkırdı.
Dalgaya binen tekne yüzünden baş kasarada kusmadık insan kalmamış, inip kalkan pruva karaya indikten sonra bile akıllardan çıkmamıştı. |
Taşlıkta irkildi Matmazel. İkinci kattan ayaklarının dibine atılan bez bebeği tanıdı. Bir gözü yitik Elaine’ye uzandı. Aslanağzının şıkırtısı…
O sırada Mudanya iskelesinin güçlü kuvvetli çımacısı Karadutluların Çakır Mustafa da eğildi. Aborda etmekte olan geminin, ıslak palamarını volta etti. Denizin şıkırtısı…
Marakas… Drama’dan, Selanik’ten gelip haftalarca Kavala’nın dışında çadırlarda kalmış, sonra Kavala’lılarla birlikte gelenleri, (ben diyeyim on sen de yirmi köy halkını) bu güçlü eller yeni yurtlarına bağladı. Çanakkale boğazından Bandırma’ya oradan Mudanya’ya gelen Marakas, yorganları, döşekleri, körükleri, sandıkları, kadınları, çekiçleri, kapkacağı, eşekleri, çocukları ve erkekleri… Üfürüverdi, Mudanya’nın zeytinliklerine! Kıvırcık saçlı yaşlı zeytin ağaçlarıyla İstiklal Şehitlerinin kemikleri karşıladı onları. Korkmadılar. Yorgun dudaklarıyla usullacık dualar okuyup kemikleri yeniden gömdüler. Ve yanlarında getirdikleri portakalları, ekmeklerini yediler. |
Gün bitip son fısıltılar, son öksürükler de uykuya dalarken zeytinlerin altında, Geçit Tren istasyonu ve yürünmek için Bursa’nın tozlu yolları, yeni gelenleri bekliyordu. Biri, Matmazel Elaine’nin de içinde olduğu başka suskun kalabalığı Mudanya’ya getirmişti. Marakas alesta bekliyordu. Palamarını mola edecek ve dümen alabanda edilip pruvası Marmara’nın enginine dönecekti. Karadaki insanlar yollara akacaktı. Ulubuzluk’tan süzülen keşişleme rüzgârı tozları insanların tepesinde dolaştıracak, saçlar kirpikler beyaza kesecek, tanecikleri dişlerinde gıcırdayacaktı. Yalnız daha horozlar ibiklerini titretip ötmemiş, hoca efendi minareye çıkmamıştı.
Yıllar, yıllar sonra bir çeyiz sandığından gece mavisi atlas bir yorgan ve dantel takımlarla birlikte bir bez bebek çıktığında küçük bir kız sevindi. Ama bebek, öyküsünü de, adını da, gözünü de yitirmişti.
-o-