Üçüncü yüz yılda yaşamış Fu Hsuan’ın şiirinden küçük bir alıntı yapalım. “Bir kadın vücuduna sahip olmak ne acı! Var mı bundan daha aşağılığı?” Günümüz kadınlarını çileden çıkaracak bu dizeler, bir çok toplumda olduğu gibi Çin’de de erkek doğmanın çok daha iyi ve kazançlı olduğunu gözler önüne seriyor. Kaynaklar antik Çin’de de kadınların sosyal düzende geri planda olduklarını belirtiyor. “Sancong” sistemi denen bu sistem, “üç sonraki” adıyla biliniyor. Bu deyim, kadınların, babalarından, kocalarından, dul kalma durumunda erkek çocuklarından altta yer almayı tanımlıyor. Kuramsal olarak varlıkları hayatın akışı için gerekli olduğu kabul edilen kadınların, sıklıkla fiziksel istismar yaşadıkları, toplumsal hayatta ayrı tutuldukları ve kocalarının cariyeleriyle de rekabete zorlandığı belirtiliyor. (Cariyeler konusuna birazdan tekrar döneceğiz gerçi ama hemen bir düşüncemi paylaşmak isterim. Cariyeler ve aileyi düzenleyen gelenekleri okurken Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü kitabı geldi aklıma. Distopya örneği olmasına karşın antik Çin’den esinlenmiş olabileceğini düşünmeden edemedim.)
Beri yandan geleneksel edebiyatta bazı kadın karakterlerin önceki hayatlarında erkek oldukları ama geçmişteki eylemleri nedeniyle ceza olarak kadın doğdukları söylenirmiş. (Buyurun bir fenalık daha! Bitmedi …) Bu tür hikayeler yaygın olarak “ne yazık ki bir kadın olarak doğmuş” şekline başlarmış. Kadınların sadakat, ihtiyatlılık, çalışkanlık, zarafet, özellikleri olması beklenirmiş. Görüldüğü gibi, “kadının adı o zaman da yokmuş.” Bir kadının adının anıt yada hatıra tabletlerinde anılması dul kaldığında ve iffetli olması koşuluyla ancak ölümlerinin ardından mümkün oluyormuş. Peki ya yaşarken?
Evlenip kocasının yanına taşınan kız çocuğu yararsız ve boş bir yatırım olarak görülüyormuş. Aileye maddi katkı sağlayamayacak, soyadını gelecek kuşaklara taşıyamayacak ve dini ritüelleri gerçekleştiremeyecek bu boş yatırımlara (!) iyi talipler bulmaları umuduyla çekici kılmak için (!) iffet, inci gibi isimler,çiçek ve kuş isimleri verilirmiş. Tabi doğduktan kısa süre sonra terk edilmeden hayatta kalmayı başarabildilerse. Sanırım hiçbir zaman geç evlendirilip aileye katkı sunmasını sağlamayı düşünmemişler. Doğuran unsur olması nedeniyle soyun devamını sağlayan gerçek unsur olduğu da göz ardı edilmiş.
Dişilerin algılanışı böyle ve kadın kavramının olduğu her yerde evlilik kavramını incelemeden olmaz. Şimdi antik Çin’de evlilikler nasıl oluyormuş ona bir bakalım. Görücü usulü, ekonomik ve sosyal durumlar göz önünde bulundurularak gerçekleşiyormuş. Yaygın evlilik yaşı kadınlarda ergenlik sonları, erkeklerde yirmili yaşlarmış. Buraya hemen bir başka bilgi alacağım, evlenme için koşullar;
- Evlenecek kişilerin aynı aile ismini taşımaması (baba tarafından akraba olunmaması)
- Anne ve babanın rızası olması
- Erkeğin yirmi, kadın on beş yaşını tamamlamış olması aranıyordu.
Erkek ve kadın dini ve hukuki kurallara göre ancak bir kez evlenebiliyorlardı. Ama elbette her zaman kuralların delinmesi söz konusuydu. Erkeğin, karısının ölümü halinde bile bütünlüğün bozulmayacağı inancıyla evlenmelerine izin verilmese de uygulamada zengin erkeklerin aynı aileden olmak şartıyla birden fazla kadınla evlendikleri görülüyordu. Ancak hukuki haklara ve yetkiye sahip olan birinci eşti. Diğer kadınlardan doğacak çocuklar da ilk kadının sayılır, ölümü halinde diğer eşlerden biri ilk eş olsa da aynı haklara sahip olamazdı. Kadının ise yeniden evlenmesi söz konusu olamazdı. Çünkü kadının yaşamını en ince detayına kadar şekillendiren gelenekler (erkeklerin yaptığı düzenlemeler demek daha dürüstçe olur) nedeniyle dul kadınların yeniden evlenmemeleri için astrolojik çizelgelerin gerekçe gösterilmesinden tutun da hukuksal kurallara kadar engeller konmuştu. Söz gelimi ikinci evlilikte kocasının mirasından pay alamayan dul kadının yeni kocasına finansal destek sunamayışı engellerden biriydi.
Çocuk gelinlere antik Çin’de de rastlanması kadının asırlardır ve her toplumda aynı çilelere maruz kaldığının bir kanıtı gibi adeta. Çocuk gelin meselesi yasa dışı olmakla birlikte varlığı da bir gerçek. Bazen bebekken aileler arasında evililik kararı veriliyormuş.(Beşik kertmesi her yerde!) Herhangi bir nedenle damat (ayarlanmış evliliklerde) törenden önce ölürse evlilik gerçekleşir, kız erkek evine dul-gelin olarak taşınırmış.
Evlenme ritüelinde kızın, “kırmızı gelin tahtında” kötü ruhlardan korunmak için iki ev arasında ayağı yere değmeden taşınması gerekiyormuş. Kız yeni evine geldiğinde genellikle bu ilk görüşme olurmuş ve damatla tanışırmış. Evlilik ziyafetinin ardından, atalardan kalma tabletlere yeni gelinin gelişine ilişkin kayıt düşülürmüş. Bu törende gelinin ailesi yer almaz, evlilik gerçekleştikten birkaç gün sonra gelinin ailesine ziyarete gidilirmiş. Damadın evine taşınan gelin, kendi adını korurmuş korumasına ya, ritüeller gelinin bedeninin doğurganlığının, hizmetinin ve sadakatinin bir aileden diğerine geçişini simgeleyecek biçimdeydi. Bu ritüeller aynı zamanda damadın ailesinin toplumdaki prestijini, zenginliğini ve ihtişamını sergilerdi. Gelinin ailesine alınan görkemli nişan hediyeleri gelinin kıymetine eşdeğer bir tür ödeme gibi düşünülür, damat tarafının maddi varlığını sergileme görevini üstlenirdi. Elbette bu alışverişlerde geline düşen pay kendisine yapılan masraf karşılığında ailesine vereceği hizmetle ödemesi şeklindeydi. Çünkü kadın kocasının mülkünün fiziksel bir parçası olarak tanımlanıyordu. (Üç yaşından itibaren küçük ayaklarının ilerideki eşlerini etkileyeceği düşüncesiyle yıllarca demir ayakkabılarla giydirilen kız çocuklarının varlığını hepimiz biliyoruz.)
Bu noktada, Han hanedanlığı zamanında evlenmemiş kadınlar için ailelerinin özel bir vergi vermesi zorunluluğu çıkarıldığını, buna karşılık çocuk doğuran kadına üç, erkeğe bir yıl vergi muafiyeti sağlandığı bilgisini de verip antik Çin hukukunda evlenmeyle sonuçlanan bir satış vaadi sözleşmesi olarak kabul edilen ve hukuk sisteminde yer alan nişanlanmaya bir bakalım.
Bir kere aile reisleri erkekler arasında yapılan bu sözleşmeden evlenecek kişilerin haberi olmazdı. Bu akitler zorunluluk olarak kabul edilir ve her iki aile reisinin rızasıyla bozulabilirdi. Evlenme ise kadının satın alınması biçiminde yapılırdı. Kıymetli hediyeler verilmek yoluyla yapılan bu satınalma kıza da sosyal durumuna uygun bir çeyiz getirme yükümlülüğü getiriyordu.
Peki ya boşanma?
Çin hukukunda, erkek kadından boşanabilir olmasına karşın (boşanma gerekçeleri, bir erkek çocuk doğuramama, kanıtlanmış ihanet, kadının kocasının ailesine saygısızlık yapması, hırsızlık, öldürücü ya da bulaşıcı bir hastalık taşıma, kıskançlık ve çok fazla konuşmak) kadının boşanması söz konusu olamazdı. Hatta, kadın dönebileceği bir aileye sahip değilse ya da kocasının ölü anne babası için üç yıllık yas dönemi yaşamış ise boşanması neredeyse mümkün değildi. Burada bir parantez açalım. Kadının boşanması, erkek karısına kötü muamelede bulunursa mümkündü ve kadın çeyiziyle birlikte aile evine dönebilirdi. Bu durumda koca karısının tüm bakım masraflarını karşılamakla mükellefti. Olasılıkla çok az uygulanmış olan bir istisna. Ayrıca, babasının, kocasının ağabeyi veya büyük oğlunun vesayeti altında olmak zorundaki kadın, kocasının ölümü halinde üç yıl yas tutmak zorundaydı. Dönecek yeri varsa çeyizinden vaz geçmek koşuluyla ailesinin yanına dönebilirdi.
Genelde tek eşlilik söz konusuyken, erkeklerin aileye kattıkları cariyeler, eğer erkeğin eşi yalnızca kız çocuk doğurursa, erkek çocuk edinme amacıyla evlerine yerleşirlerdi. Genellikle düşük sınıflardan gelen cariyeler hizmetkar olarak tanımlanır evdeki cariye sayısı kocanın mal varlığıyla sınırlanırdı. Evin hanımı cariyelere kıskançlık gösteremezdi, bu boşanma sebebiydi. Ayrıca kıskanç kadının cehenneme gideceğine ilişkin bir inanç geliştirilmişti. Boşanmada iki tarafın rızası boşanmanın yazılı belgeye dayanması zorunluydu. Zina kadının erkek tarafından boşanması için bir gerekçeydi ve suçlu kadınsa suç ortağından başka biriyle evlenebilir veya kocası tarafından satılabilirdi.
Yaşamı ev ile sınırlı, evin yönetimi, çocukların eğitimiyle sorumlu kadın, elbette aile reisi falan olamıyordu. Ama evde ipek böcekleriyle ilgilenme gibi çalışmalarla farklı işler yapabiliyordu. Song Hanedanlığı zamanındaysa kadınların özgürlüklerinin bir parça arttığı, konak işletmek, ebelik yapmak gibi farklı alanlarda rol alma olanağı buldukları görülüyor. Alt sınıftaki kadınlar özellikle çiftçi eşleri, pirinç tarımı olan bölgelerde tarlalarda çalışırlardı ancak bunun her zaman acı bir bedeli olurdu. Kiraladıkları tarlaların sahiplerinin tacizine maruz kalırlardı. Kuraklık ya da ürün yetersizliği nedeniyle fuhuşa zorlandıkları da oluyordu.
Çin uygarlığında erkek, ailenin başı-baba, kendisine tapılan ata olarak görülüyor. Velayet hakkı ve sınırsız bir otoriteye sahip babaya çocukların saygı göstermesi, ibadet etmesi (bu doğru) bir yükümlülüktü ve yapılmaması halinde cezaya çarptırılırlardı. Baba çocuğunu satabilirdi. Bunun için çocuğun rızası alınır ama fakirlik söz konusuyla rızaya da başvurulmazdı. Çocukların mallarının idaresi de yine babaya aitti ve ölümü halinde üç yıl yas tutulması zorunluydu. Babayı gömmek, mezarını yaptırmak, çocuğunun göreviydi. Babanın ölümüyle tüm hak ve otorite en büyük erkek çocuğa geçerdi.
Erkeklerin yarattığı günlük yaşamın bu acı tablosunun dışına çıkabilen kadınları da araştırdığımızda ünlü şairler, sanatçılar, hattatlar, tarihçiler ve yöneticilere rastlıyoruz. Ünlü Çinli kadınlara iki örnek seçelim ve kadınlar için bu karanlık tabloyu iki aydınlıkla bitirelim.
Ban Zhao: Antik Çin’in en ünlü kadın yazarlarından ve bilginlerinden biriydi. Konfüçyüs üzerine yazdığı incelemelerle tanınıyor. En ünlü eseri, kadınlardan beklenen dört erdemden (konuşma, itiyat, davranış ve çalışkanlık) söz ettiği Nuje- Kadınlar için Talimatlar adlı yapıtıdır.
Kadının boyun eğmesi gerektiğini savunan, kocalarına yardımcı olabilmek için kendilerini eğitmeleri gerektiğini savunan biriydi. Bu savı toplumda etkili olup kadının kendini geliştirmesini sağladı. Kadınlar için Talimatlar, kuşaklar boyunca yardımcı bir kaynak özelliği taşıdı. Okuma yazma bilmeyen kadınlara dahi okunduğu biliniyor.
Wu Zetian –Wu Zhao : Tang Hanedanlığı imparatorları Taizong ve Gaozong’a cariyelik ettiği biliniyor. 655’ de imparatoriçe oldu. Gaozong’un ölümünden sonra oğlu Zhongzong’un ve onun halefi ve ağabeyi Rizong’un vekili olarak tahta çıkıyor. 690 yılında ise bir adım daha ileriye giderek kendini imparator ilan ediyor. Saltanatını Luoyang’ da kuran Wu Zetian yeni bir hanedanlık Zhou Hanedanlığını da kuruyor. Despot bir dönemi, acımasız tavırları, devlet bürokrasisinin gelişimini sağlaması ve Budist sanatının önde gelen destekçilerinden olmasıyla tanınıyor. Saltanatının sonunda Tang Hanedanlığını tekrar kabul etmek ve varisi olarak Zhongzong’u seçmek zorunda kalıyor. 16 Aralık 705’te 81 yaşında ölüyor.
.