Serap Gökalp’in Kulak Misafiri adlı kitabından.
Masanın üstündeki matruşka gülümsüyordur. -Hani şu Anadolu Medeniyetleri müzesinden ‘bak bu sana benziyor’ diye beni kızdırıp sonra da kopyasını aldığın- eski tunç devrinden gümüş kadın heykeli, gözlerini akvaryumun kabarcıklarına dikmiştir. Şimdi çalışma masanda, döner koltuğunda oturuyorsundur. Zamanın hiç mi hiç farkında değilsindir. Geleceğimi bilsen, kaloriferin ısısını yükseltirdin. Pencereden dışarı bakıp, hiçbir şey görmeden, kafanın içinden çıkamadan,camdaki lekeye ya da dağlara doğru uçan kuşlara… Apansız içeri dalacağım. Beni hizmetçi karşılayacak. Parmağımı dudağıma değdirip ona susmasını işaret edeceğim. Bu yüzden, odanın kapısı açıldığında dönüp bakmayacaksın:
“Çay mı getirdin Sahare, kahve mi?”
Gerçekte umurunda olmayacak. Çünkü o sırada, iki üç hafta sonra gideceğimiz geziyi düşünüyor olacaksın… Yanına kadar görünmeden sokulacağım. İşte o zaman çeneni kaldıracaksın. Yüzünü hemen çevirmeyeceksin. Beklediğini karşında bulamama korkusu içinde, kendi tıraş losyonundan farklı o kokuyu arayacaksın. Yavaşça, döner koltuğunu geri kaydıracak, masadan uzaklaşacaksın. Sahare, fincanı bıraksın diye her zaman böyle yaparsın. Ama gerçekte, gerçekte… Fırsat bilip kucağına atlayacağım. Hayır, hayır, hayır ipek bir şal nasıl akarsa öyle, kollarına akacağım; saçını, gözlerini, burnunu, dudaklarını, yüzünü, boynunu kaplayacağım. Beni görünce inanmazlıkla şimdi, şu an kayaktan yeni gelmiş yüzümü düşündüğünü söyleyeceksin. Çok şaşıracaksın çok.
“İçime mi doğdu ne? Seni düşledim, hayır istedim. Bugünün isteği oldu,”dediğini, zor duyacağım. Ama bedenimden geri durmaya çalışacaksın.
“Ah elbette, elbetteee,” diye inanmayacağım.
“Biliyor musun? Sahra Çölü’ne, belki gelirsin diye pişirdiği barbunyadan ayırmasını istedim.‘Birini mi bekliyoruz Zafer Bey? Kısır da, ayırayım mı?’ dedi, ‘Yok, yalnızca barbunyadan, kısır bekletilince kötü olur,’ dedim.”
“Sahare’ye neden Sahra Çölü deyip duruyorsun?” diyeceğim. “Alınmıyor mu?”
“Yo, niye alınsın? Bunca yıldır burada çalışıyor. Aynı evin insanıyız. Kötü mü? Sana da isim düşündüm ama bulamayıp vazgeçtim. Hiç ele avuca gelmiyorsun ki. Hayır, yani insan, senin için budur diyemiyor ki… Her dakika şaşırmamak için tetikteolmak… Islak sabunu tutamazsın fırlar kaçar, öyle …”
“Sabun mu? Ben sabun muyum? Bu kadarcık mı senin için anlamım? Ben Pınarım, benimle yıkanmanı istiyorum, beni içmeni…” Sözcüklerimin arasına edepsiz kahkahalar girecek.
“Sus rica ederim, gene başlama!” diye kızacaksın. Gözlerini kapatıp; ”Nasıl oluyor da lafı böyle çeviriyorsun?” diyesoracaksın.
“Ama sen dedin. Acaba Freud sabunu nasıl…”
“Tamam keselim. Senin ağzının ölçüsü yok.”
Dereden tepeden konuşmaya başlayacağız. Ben hep konuyu şakaya vuracağım, olup bitenleri nefes nefese anlatırken düşeceğimi sanacaksın. Belimden tutmak zorunda kalacaksın. Dokunur dokunmaz sırtımdan fışkıran teri yoklayıp; ”Terledin mi sen?” diyeceksin. Sözde konu buymuş sen de benim terlememle ilgileniyormuşsun gibi davranacaksın. Moher kazağın pek güzel durduğunu söyleyeceksin, pek de yumuşak.
“Bu kazakların en güzel yanı sıcak tutuyor olması, içime çamaşır giymeme gerek kalmıyor.”
Hata ediyormuşum.
Büyükannemi anımsattığını söyleyeceğim. “Ne yani, böylesi daha kolay ulaşılabilir değil mi?”
Ah, ah hasta olmamdan kaygılanmana; fısıltıyla “Yalansın,” diye sataşacağım. “Ninemin yatağında bir kurt! Umurunda sanki” kahkahamın ağırlığından başım geriye sarkacak.
“Elbette umurumda. Yakası da çok açık. Nasıl kazak bu yahu?” derken, kaşların çatılacak. Senden kaçarken arkaya doğru devrileceğim, yine belimden tutmak zorunda…
“Rahat dur Pınar bacaklarım acıyor, koltuk da devrilebilir.”
“Aman ne zararı var? En fazla yere düşeriz.”
“Ben bu vücutla seni incitirsem diye…”
Susacaksın. Gözlerine iki yıldız düşecek;
“Yarın daha erken gelmelisin, sana doyamıyorum” diyeceksin.
Göz rengin nasıl oluyor da kimi zaman saydamlaşıyor bilmiyorum, ama o sırada saydamlaşacak kuşkum yok. Bunu demeliyim, çünkü bayılıyorum o savrulan, yanan hançer ışıltısına… Sonra heyecanla koşarak geldiğimden, otobüsten indiğimde -aksilik işte- Orhan’la karşılaştığımı… Onu anımsıyor musun? Bizi önceki yıl “Krem Pub”da görmüştü de daha yeni buluşmaya başlamıştık o zamanlar hani, sonradan dedikodu eder diye henüz kaygı duymadığımız günlerde. Ne aptalca. Bilirsin her şeyi çok merak eder, bayıltana kadar sorar da sorar. Yalan söylemek zorunda kaldım elbette. Yok canım, Zafer’e gidiyorum der miyim?”
Tutunacak yer bulana kadar kıpırdanıp sırtımı masanın kenarına dayayacağım. İyice yerleşince gömleğinin yakasını düzelteceğim. Parmaklarıma direnen düğmelere küfredecek tenin ve dudaklarımın yaklaşması, öpmesi için tüylerin ürperecek, yanıp tutuşacak etin. Sırtımdaki parmaklarını çekip koltuğun kolçaklarını yakalayacaksın. Heyecanlı konuşmamı sürdüreceğim; buraya gelmenin kalbimi yerinden oynattığını… Galiba haklısın, koltuğun tekerlekleri kırılabilir…”
“Bırak kırılsın,” diye dişlerini gıcırdatacaksın.
“Ne diyordum? Orhan’dan kurtulur kurtulmaz, önce hızlı adım, sonra koşarak sana geldiğimi. Çünkü yolda senin öğlenden sonra, belki dışarı çıkmayı düşündüğünü anımsayınca, korkuya kapıldığımı.- Geçen hafta telefonda söyledin.-Bütün şaşırtmaca bozulacak, öyle ya… Bu yüzden caddeyi neredeyse koşarak -trafik ışıkları yeşil olsun Tanrım!- Sokağı kıvrılınca da, okullu kızlar kadar sabırsız koşarken, fren yapıp savrulduğumu, kahkahalarım arasında… -aaa, bak saç tokam da düşmüş- merdivenleri tıkanacağıma, aldırmayıp koşarak çıktığımı…
Sen ilgiyle, kaşlarını kaldıracaksın. İnanmayan göz ışıklarıyla (9)bana yeniden dokunmayı isteyip -aman aman hayır- korkarak gülümseyişine saklanacaksın.
Neyse ki gelmeden önce, koca bir paket çikolata yediğimi, bu soğuk havada koşacak enerjiyi bulduğumu, tadının hâlâ dudaklarımda ve dilimde olduğunu bak…
* * *
… tım, gözlerim pencerenin dışında durmaktan donmuşken, sonunda iki serçe kapıp götürdü onları. Televizyondan taşan kaza, terör, cinayet böceklerinin saldırısına rağmen geri gelmiyorlardı.
Bugün onunla konuşmalı. Pınar’ın sağlam beyaz dişleri arasındaki dili; “Söylemeye çalıştığını anlamıyorum canım ama pek iyi bir şey değil sanırım. Çünkü kalbim çarpmaya başladı,” diyecek. Nasıl başlamalı? “Bir süredir canım sıkkın-Nasıl desem, sabrımı taşıran bir şeyler var Pınarcığım.” (Giderek ondan nefret edecek, hırçınlaşacağım, kendimi tanırım. Böyle olmasını istemiyorum.) Sahra Çölü’nün getireceği iki bardak çay mı? Belki sütlü kahveli, dereden tepeden konuşmalı, hava durumlu, seni iyi gördümlü, dolandırılmış bir konuşmayla mı başlamalı? Dolambaçların, burgaçların içinde yolunu yitirmeden yürünebilecek mi? Pınar’ın mat kahverengi gözlerinin altında kalmadan. (Sinirime dokunuyor artık!) “Ne yazık ki şekerim… Elbette böyle olmasını istemezdim.” Bu şekerim lafı epey derin bir vadi işlevini üstlenmiş oluyor. İyi oluyor. Hatta tatlım da denebilir. Onu en uzak yere fırlatan bir vurguyla; “Evet tatlım, şekerim, arzularımın kırıntılarını şu kuşlara attım sen gelmeden önce gözlerimle birlikte ne yapabilirim?” Mat kahverengi gözler; hayır anlamıyorum.
İçimdeki acılık gerçekten sevebileceğim birinin hiçbir zaman karşıma çıkmaması yüzünden! Serçeler gözlerimi sonunda geri getirdiler. Ekrana yapıştırıp gittiler. Şehir içinde ölümcül bir kaza. Freni patlayan belediye otobüsü-neyse ki yolculara bir şey olmamış-ama ne yazık ki… diyor sunucu… “Karşıya geçmekte olan biri –yeşil yanıyormuş- kaçamamış…” Yavaşça doğruldum. Belli ki o aptal kutusuna girmem gerekiyor. Freni patlayan belediye otobüsünden yayılan benzin kokusunu duymalıyım. Kazada ölen kişinin nüfus cüzdanı ekranı, hayır duvarı, hayır tüm evi kapladığı sırada sunucu adını söyledi; Vouvouvouv. Uzun süre yolun kenarındaki kirli ve taşlaşmış kar yükseltilerinde tökezleyerek dolandım. Yerdeki o kabartıyı örten gazetenin kare bulmacaları, kara kutularına baktım. Ve kan birikintisi içine saplanmış tampon kırığına… İçimde bir tel koptu. Apansız. Metalik bir sesle boğazımdan dışarı fırlayıp titredi. Canım acıyacak mı, diye bedenimi dinledim: hayır. Hayır, batmadan ötürü rahatsızlık duygusu. Basit bir duygu. Tutup çektim teli, rahatladım. Bir bakıma konu kendiliğinden çözüldü. Azıcık kırgınlığı yutkunup sindirebilirsin oğlum Zafer. Vay canına! Bugünün isteği oldu; şimdi gelmeyecek ha? Sıkıcı konuşmalar yapılmayacak.
Sahare “Zafer Bey!” diye çılgınca odaya girdiğinde, gözlerim onu durdurmuş olmalı.
“Duydunuz demek!”
-o-