Yine 8 Mart.
Yıl 2021 ve biz kadınlar hâlâ rüzgâra karşı yürümeye devam ediyoruz.
Uzun bur yazı olacağını düşünüyorum, çünkü konuya, beynimizin ürünlerinden biri olan yazın sanatı ve öykü açısından bakmak isterim. Ama önce bir beyin fıkrasına ne dersiniz?
Doktor ameliyathaneden çıkmış. “Hastanızın kurtulması için tek çare beyin nakli yapmak. Sağlık sigortası masrafları karşılayabilir, ancak organ nakli parasını ödemek zorundasınız,” demiş. Uzun bir sessizlikten sonra hasta yakınlarından biri; “Bir beyin kaç paradır ki?” diye sormuş. Doktor; “Erkek beyni 5000 , kadın beyni ise 200 ,” diye yanıtlamış. Yine derin bir sessizlik olmuş. Olayın farkına varmayan bir erkek; “Neden erkek beyni bu kadar pahalı ki?” demiş. Doktor; “Standart fiyatlandırma politikası, kadın beyinlerinin fiyatlarını aşağıya çekmek durumundayız çünkü o beyinler gerçekten kullanılmış oluyor.”
Bu fıkra çok rahatlatıcıdır. Beynimizi kullanmamıza engel olunmadığında dünyanın daha güzel olacağından kuşku duymamak gerek. Ama gerçekler farklı elbette. Bağımsız hareket edebilen, sivri dilli, dik başlı ve becerilere sahip kadınlar sevilmez. Bunların bir kısmı sanatçı, bir kısmı bilim insanı oluyor. Orta çağda bu tür kadınlar cadı ilan edilirdi. 16.yy da en iyimser saptamayla 100 bin kadının cadı olduğu gerekçesiyle yakıldığı kayıtlarda yer alıyor.
Kadının yürüyüşü cadılıktan, otacılıktan, sağaltımcılıktan sonra artık forklift kullanmaktan, lüks otellerin baş aşçılarına kadar her yerde sürmektedir. Edebi arayışlarla birlikte kendine açtığı yerler ve yeni alan arayışları da sürmektedir. Söz gelimi Türkiye’de “Astronot bile” olmayı deneyeceklerdir.
Bu zorunlu. Çünkü toplumun yarısı biziz. Yeniden denemek, durmaksızın devinmek, doğurmak, yaşamı yeniden, yeniliklerle yapılandırmaktır dişi olmak. Bu yüzdendir ki kadın, kalkınmak isteyen toplumların odak noktasında, toplumu çökertmek isteyenlerin hedef tahtasındadır. Onu ele geçirmek toplumun bugününü de geleceğini de ele geçirmektir. Kadın bu gücünün farkında olarak, bilincini, beynini, başını aydınlıktan ayırmamalıdır. Okuduğu, ürettiği, verimlediği sürece yaşamda hakkıyla var olabilir. Örtülere, içerilere kapatılıp kuluçka makinesine dönüştürüldüğünde toplumun ışığı söner. Hep fazla çalıştık, hep fazla çalışmaya hazırız. Yeter ki özgürlüğümüz, aydınlığımız örtülmesin, hemcinslerimiz bize ihanet etmesin. Varoluş nedeni aydınlığı aramak olan insanın tercihi karanlık olamaz. Var oluş nedeni yenilenme olan kadının tercihi eskime eksilme olamaz. Kimi politik rüzgârlar bizi savurmaya çalışsa da hem toplumsal rollerimiz hem yapıtlarımız artacak, artmalı.
Yazdıklarımızın kimi kadın sorunlarıdır, kimi erkek sorunları, kimi çocuk sorunları… Hepsi insanlık durumudur ve öykü sonsuz özgürlüğüyle bunları anlatmak için eşsiz bir aracıdır. “Canınızın istediği her şey öykü olabilir.” Bu sonsuz özgürlük, öykünün tanımlanmasına engeldir ama yazar için de muhteşem bir alandır. Öyküde temel olan şudur; yazmamızı gerekli kılan, bizi itip zorlayan izlenim ya da algıdan kaynaklanır. Bater’in “Kısa öykü” yapıtında öyküden şöyle söz edilir; “Bir merceğin gerisinde görünen küçük, odaklanmış, açıklaması bulunmayan küçük anlar… Duyguları harekete geçirir ve bir durum yansıtır.” Elizabeth Bowen; “farklı deneyimlerin dorukları” olarak söz eder öyküden. Edgar Allan Poe’yı anmadan geçemeyeceğim izninizle; Poe öyküyü atmosfer, hipnoz ve matematiksel kesinlik unsurlarıyla açıklar. Ama en yalın, benim öykü sevincimi en iyi dile getiren Necati Tosuner’in tanımıdır bana göre; “Öykü enseye vurulmuş bir tokattır, vurur kaçar.”
Bu “enseye tokat” işine kadın olarak ben ne zaman karar verdim? Sanırım dünyanın kadınlara düşman olduğunu düşündüğüm nokta fikrimin embriyo dönemiydi. Ben bazı şeyleri yapabilir bazılarını yapamazdım. Zaman içinde dayatmalar çeşitlendi. Cinsiyetim, bana dikte edilen kurallarda çok önemseniyordu. Toplumun beni olur olmaz denetlemeye başladığını hissettiğimde bu denetlemenin hakça olmadığını düşündüm. Üstelik denetleyiciler ekseri erkeklerdi. Olmak istediğiniz insanlık hallerinde karşınıza “kız çocuğu olmak” çıkıyordu. İyi de sahici bir insan değil yapay “bir şey” dolaşıyordu sonra ortada. Ama bütün bu olanlar hiç adil değil, derdim kendi kendime. Yazmak, adalet duygumu doyuma ulaştırdı. Özgürlük duygumu yanıtladığı gibi. Bunun bilgiyle şekil alması gerekiyordu. Çok okumak ve duyargalarımı her an açık tutmayı becermek… Yazmak yaşamsal tutkumdur. Kimi zaman kişilik parçalanmasına gereksinim duyan, kimi zaman mutlak yalnızlık isteyen deliliğin keskin kenarlarında yaralanarak gezme sevincidir yazmak. Yaşadığım hiçbir ayrıntıyı, düşünceyi, duyguyu ziyan etmeden biriktirmek, dönüştürmektir. Ben izlenimlerimi, deneyimlerimi, yıkımlarımı, sevinçlerimi insana dair tüm duygu durumlarını belleğimin uçsuz bucaksız ambarında biriktirir ve sonra onları öykülerle su yüzüne çıkartır ölümsüzleştiririm. Yazmak, kayıt, kalıcılık ölümsüzlüktür.
Öykü “tasarlayarak yaratmak” olduğundan unsurlarını bir araya getirir. Hedefi yeni ve canlı tek bir etkidir. İçerdiği imalar, belirsizlikler ve kullanılan yazım teknikleriyle daha farklı bir okuyucu beklentisindedir. Yazın sanatlarıyla okurun hayal gücünü ateşler zekâsını da işe karıştırır. Bu açıdan yazar ve okur bağı çok daha farklıdır. Paylaşımcı yanıyla ne kadar da dişildir… Bir öykü metninde hiçbir şey rastlantısal değildir, tersine kılı kırk yaran bir düzenlemedir. Kısa öykü küçük, iddiasız ve devrimci bir tohumdur. İşte bu devrimci tohumları bulmaya ve hep hayalimizde var olan asla konuşma olanağımız olmayacak okurlarımıza, sizlere ulaştırmaya çalışırız.. Öykünün ilgi alanı doğrudan doğruya insandır. İnsan olma paydaşlığında duygudaşlık yaratmayı hedefler. Bu duygudaşlık sayesinde yazarlar, şairler, ressamlar, müzisyenler tüm sanaçılar düş tekneleriyle yol alırlar tarih denizi içinde. Öyküye kadını konu etmekle “ben” değil, kendim dışında “diğer kadınlar” için çaresiz kalma noktasında erkek egemenliğini yıkıma uğratmanın bir yolunu bulmayı deniyoruz biz yazarlar. Hayır diyoruz. Öyküyü hayır demenin en etkili yollarından biri olarak görüyoruz. Hayır, diyemeyenlerin yerine, kaburga kemiği olmadığını kanıtlayamayanların adına bir şeyler yapabilme çabasıyla… Bir tür sözcülük mü? Belki. Konunun özünde yazma öznesini cinsiyetsiz beyin olarak tanımlamayı yeğlerim ama kadın sorunlarını, sorunun kaynağı erkek unsurdan çok, mağdurdan yana yine kadının, kadın beyninin daha iyi anlattığını düşündüğümden kadına ilişkin seste kadın yazar deyimini kullanmadan edemiyorum.
Biz kadınlar, biz yazar ve yazan kadınlar her koşulda bu tekneleri, düş teknelerini yapabilir, yüzdürebiliriz. Yeter ki ufkumuzu kapatmasınlar.
Bugünkü buluşmamıza fıkrayla başladık bir fıkrayla bitirelim,
Tanrı kadını yaratmaya başladığında çok uğraşmaktaydı . Bir melek geldi ve sordu: “Bununla neden bu kadar zaman harcıyorsunuz ki ?” Tanrı cevap verdi: “ İlkinden daha iyisini yapabileceğimi düşünüyorum. Olağanüstü olmalı! Bir kere tamamen yıkanabilir olmalı, ama iki yüzden fazla oynar ve değiştirilebilir parçası olacak . Vücudu gerektiğinde çok az yiyecekle beslendiği halde bile çalışabilecek. Kucağında dört çocuğun aynı anda oturabilecekleri kadar yer olacak, öpüşü herşeyi iyi etmeye kadir olmalı – çizilmiş bir dizkapağından kırık bir kalbe kadar – ve bütün bunları da yalnızca iki elini kullanarak yapacak.” Melek buna şaşırıp kaldı:”Yalnızca iki el mi?Nasıl yani?” “Bekle göreceksin”, dedi Tanrı. “Bu harika bir olay, çok az kaldı. Hatta şimdiden kendi kendisini iyileştirebiliyor ve günde onsekiz saat çalışabiliyor.” Melek biraz yaklaştı ve kadına dokundu, “Onu ne kadar yumuşak yapmışsın, Tanrım!” “Yumuşak görünüyor,” diye onayladı Tanrı, “ama gerçekte onu sert yaptım. Nelere katlanabileceğini nelerle başetmesi gerektiğini aklın hayalin almaz.” O sırada meleğin bir şey dikkatini çekti, elini uzattı ve kadının yanağına dokundu. “Oooo, sanırım bu yarattığında su kaçıran bir yer var Tanrım!” “Bu su kaçıran bir yer değil” diye düzeltti Tanrı, “bu gözyaşı!” “Gözyaşı ne işe yarıyor?” diye sordu melek. Tanrı cevap verdi: “Gözyaşı kadının acısını, dertlerini, hayal kırıklıklarını, sevgisini, yalnızlığını, endişelerini ve gururunu ifade edebilmesi içindir.” Melek çok duygulandı. ” Her şeyi düşünmüşsün. Kadın gerçekten hayret edilecek bir varlık olmuş.” “Elbette, kadının kuvveti ve becerileri erkeği hayrete düşürecek. Onun her türlü çaresizliğe ve baskıya dayanıklı olmasını istiyorum. Fakat sevinci, sevgiyi ve mutluluğu da içinde barındıracak. Avaz avaz bağırmak istediğinde gülümseyecek, ağlamak istediğinde şarkılar söyleyecek. Mutlu olduğunda ağlayacak, kızgınlığında gülümseyecek. İnandıkları uğruna savaşacak. Haksızlıklara baş kaldıracak. “Hayır” ı kabul etmeyecek, eğer bunun yerine başka daha iyi bir cevap verilebiliyorsa… Elbette koşulsuz sevecek. Çocukları inanılmaz başarılara ulaşınca ağlayacak, dostları mükafatlandırılınca taşkınca neşelenecek. Bir doğum ya da bir evlilik haberi onu sonsuz sevindirecek. Bir dostu öldüğünde kalbi çıt diye kırılacak. Bir aile ferdinin gidişine üzülecek. Buna karşılık hiç bir çıkış yolu olmadığını bildiği halde gücünden ve cesaretinden bir şey kaybetmeyecek. Bir öpücüğü ve bir sarılışıyla kırık bir kalbi hemen iyileştirebileceğini bilecek. Sevdiklerini ne kadar düşündüğünü gösterebilmek için ona yürüyecek, koşacak, uçacak. Kadının kalbi dünyayı güzel ve yaşanabilir bir yer yapacak. Bu duygusal ve idealleri olan yaratık, sevinç, neşe, sevgi ve ümidi beraberlerinde getirecek. Daima dostlarının ve ailelerinin yanında onlara sürekli manevi destek sağlayacak. Her zaman söyleyecek çok önemli şeyleri olacak. Neyse … artık onu yeryüzüne gönderebiliriz.“ “Peki ya bunlar?“ dedi Melek. “Ah evet, onlardan her boyda her renk ve şekilde bolca olmasını istiyorum ve her şeyi vermek üzere yapıldılar. Yeryüzünün her köşesine dağılmalılar.” “Sizce bu ikinci üretim kusursuz oldu mu?” Tanrı onun ardından baktı: “Evet ama , ne yazık ki ne kadar kıymetli olduğunu kulağına fısıldamayı unuttum. Sanırım bunu hiç bir zaman fark edemeyecek.”
Dünya Kadın Emekçiler Günümüzde bir kez daha rüzgâra karşı vira kadınlar!