Hz.Süleyman, veziri Asaf Berhiya ile yeşil bitki örtüsü üzerinde tahtında uçarken, Ruhban Dağının en yüksek tepesinde durur ve “Şu geniş ovada bir büyük şehir olsaydı ne güzel olurdu” diye buyurur.
O sırada yanında bulunan cinler ve devler şöyle der; “ Ey Peygamber, Nuh tufanından önce burada büyük bir şehir ve bir kale vardı. Can kavminin yaptığı söylenirdi. Biz buraya askerle geldik, alamayıp döndük. Tufanda bu kale battı, adı sanı da kayboldu.
Hz. Süyelman’ın emriyle periler o yerin taşını toprağını temizler. Burçlar ve bendler ortaya çıkar. Hz. Süleyman’ın buyruğuyla şiddetle esen lodos, eski kalenin kapı ve duvarlarını ortaya çıkarır. Susayan peygamber su istediğinde periler ona Ruhban Dağı’nın suyundan getirirler. İçtiği suyun lezzetine doyamayan Süleyman, beğenisini dile getirince, cinlerden biri ; “Ey Peygamber, Ruhban Dağı’nın karlarının ve sularının içinde asırlardır Zülâl denen bir yaratık yaşamaktadır. Suya bu lezzeti bu yaratığın verdiğine inanılır, bu içtiğin ab-ı Zülâl’dır” der. Ve Hz. Süleyman oraya büyük bir şehir yaptırır. Belkıs’a armağan eder. Ve Peygamber, her yıl Belkıs’la gelip bu şehirde zevk-ü safa eder. (Evliya Çelebi)
Kentin altını bir uçtan bir uca dolaşan esrarengiz dehlizlerse zamanın tanecikleri arasında unutulur gider…
***
Bir kirpinin dikenleriyle kaplı dehlizlerde yürüyordu. Ayakları çok acıyordu ve daha ileriye gitmemesi gerektiğini söylüyordu bir ses ama duramıyordu. Kızıl ateşin dili onu çekiyordu. Duvarlar, tavanlar ve yerlerdeki kirpi dikenleri kıpkızıldı. Çok sıcaktı…
Uyandı.
Yatağın içinde çenesini dizlerine dayayıp karabasanın uzaklaşırkenki ayak seslerini dinledi. Ama geri gelir korkusuyla bir daha uyuyamadı. Güneş doğup, ufuk terlemeye başladığında yaşlı Cevriye’ye gitti. Kendisine adını veren , ebe annesi, üfürükçü ve en büyük falcı rüyasını dinlediğinde mor siyah, kedibastı kadife kadar kırışık yüzünü adam akıllı kararttı;
“Hayırlara karşı” dedi hayır olması imkânsız diyen bir sesle. “Kırmızı renk tez olacak demek. Ateş seni çok üzecek demek, hatta başın derde girecek. Ayaklarına batan kirpi dikenleri; kıskançlık demek. Kıskançlık yüzünden olacak her şey. Dehlizler, yani bu yaşadığını kimselere bildiremeyeceksin, büyük bir sırrın olacak. Kötü rüya; çok kötü. Hemen bir horoz kestir, etini bir dul kadına ver. Belki olacakları biraz hafifletirsin. Ama engelleyecek bir şey bilmiyorum. Şimdi git buradan…” diye homurdanarak ayağını yere vurdu… Dehlizler inim inim inledi. Eski kent merkezinin kurulu olduğu kalenin sınırları içinde kalan, toprak altından kaleyi bir uçtan bir uca dolaşan dehlizler şimdi sid alanı. İçine girilmesi yasak olduğu gibi hiçbir ölümlünün de bunu deneme düşüncesi bu güne dek olmamıştı. Kayıtlara göre mağaracılar ve dağcılar birkaç kez denemiş olmalarına karşın cesaretlerinin boyutları bu örümcek ağını andıran dehlizlerin tamamını keşfetmeye kadar varmıyordu. Ya geri döndüler ya da dehlizler tarafından yutuldular. Tüm girişleri koca asma kilitler ve demir parmaklıklarla kapalı bu galerilerin bir tanesi, şehrin güneyinde dağlara açılanı, dikkatli gözlerden bile kaçmıştı. Yaşlı çingenenin ayağının altında uğuldayan dehliz buydu… Ve genç çingenenin rüyasına giren de… Belkıs, (bu onun takma adıydı, gerçek adı Cevriye’ydi) “adında O harfi bulunan çok yakışıklı bir adamı, üç vakte kadar bu esrarengiz ve antik dehlizlerden birine götüreceğini” de henüz bilmiyordu.
***
Asfalt ırmakların içinde uluyan yaratıklar, boğulmamak için debelenirken acı elektrik ışıklarının damlaları altında yürüdüler. Sarhoş ve vurdumduymazdılar.
Dehlizin kocaman biçimsiz ağzından içeri girdiklerinde geniş alanda sesler ve duygular dağılır oldu. Belkıs’ın elindeki fener dipte, devcileyin görmez iki göz olup duran iki ayrı yolu aydınlattı. Solundakine yürüyüp tarihin ve zamanın belleğine kayarak ilerlediler. Sesler fısıltı bile olsa buz kristalleri gibi soğuyup yerlere saçılıyor, duvarlara çarpıyordu.
Bu yeni buluşma noktası Osman Bey’in ilgisini fazlasıyla çektiği gibi, böylelikle o eritici ve ezici soruyu da geçiştirme umudu veriyordu. Soru, daha doğrusu sorun şuydu; erkek, uzun bir süredir gerekçesiz olarak ortadan kaybolmuş, sonra geri dönmüş ve hiçbir şey olmamışçasına ilişkisine devam etmek istiyordu. Oysa kadın beklediği açıklamayı bulamayınca kendisi araştırmış ve o geleneksel gerçekle karşılaşmıştı; ihanet. Adam kadının bildiğini biliyor olabilir miydi? Yoksa sadece hesap vermek mi işine gelmiyordu? Bu Belkıs’ın umurunda değildi. Rutubetli mağarada yaktığı kocaman ateşin kenarında oturdular. Mağaranın zemininde bir mezar derinliğinde, havuz büyüklüğündeki çukurda neşeli bir ateş belki bu tatsız geceyi ılık kılabilirdi. Osman Bey bunu umuyordu.
“Ateşi ne zaman yaktın?” dedi adam, keyifliydi.
“Manolya sokağına gelmeden önce. Burada ateş olmazsa soğuktan ve rutubetten durulmaz çünkü.” Sevecendi kadının sesi.
Geleceğini nasıl olup da tahmin ettiğini soramadı adam, çünkü buradan neredeydin bunca zamandır konusuna geçime tehlikesi sezildiği gibi, kadının büyücülüğünü de hesaba katıyordu. Onun yerine;
“Seni rahatça soyabilirim o zaman” dedi. Alevin şavkı mıydı gözlerindeki yoksa içindeki ateşin mi, kadını yakıyordu.
Belkıs bu akşam Manolya sokağının ta başındayken görmüştü onu ve gözlerinde şimdiki aynı bakış vardı. Her zaman olduğu gibi, sokaklara taşmış içki masalarının arasından çalgıcılarıyla beraber şarkılarını söyleyerek geçmiş, durup istek şarkılarını seslendirmişti. Adam her zamanki masasında oradan yüzyıllardır hiç kalkmamışçasına rakısını içiyordu. İlk karşılaştıkları gibi hiç konuşmadan birbirlerine baktılar. Adam şarkıcı kadına rakı ikram etti gözleriyle yiyerek, kadın bir dikişte içti. Nedense bu “her zamanki gibi” durumu kadını incitti, içini acıttı. Ama adamın merhabasız “seni çok özledim” diye inleyen sesine “bu gece farklı bir yere gidelim” diye cevap verdi. Adam onun peşinden cehenneme bile gideceğini söyledi, dişlerinin arasından, tutkuyla. Kadın bu lafa sadece güldü ve rakı bardağını yere fırlatıp kırdı. Osman Bey yerde paramparça olan dayanma gücüne baktı. “Geç kalma” diye kolunu sıktı.
Sezen Aksu sesli, Türkan Şoray görüntülü kadın Zeki Müren’in Bir Demet Yasemen şarkısını söyleyerek kalabalık sokağın renklerine ve kokularına karışmıştı.
Şimdi buradaydılar, ateşin başında. Gündüzleri kalaycılık, büyücülük, falcılık, geceleri şarkıcılık yapan çok güzel bir çingene kadınla kentin saygın iş adamlarından biri.
Kaldırım kenarlarında su, elektrik direklerinin dibinde sarhoş birikintileri. Yeni ayakkabılarım. Yeni ayakkabılarımı korumalıyım. Ama pek şansları yok. Bir hafta on güne kalmaz yeni olduklarını onlar da unutur ben de. Pek şansım yok. Hiç şansım yok. Kaybedeceğini bile bile girdin sen bu işe. Kıskanıyorsun üstelik. Parasını da kıskanıyorsun, öteki kadınlarını da… Üçüncü sınıf otel odalarıyla yetinmelisin, evinin yatak odası çok uzak. Teknesi de varmış. Ayaklarım ağrıyor. Ayakkabısı ayakkabılarımın yanında nasıl duruyordu? Dibinde. Şeytan diyor ki; git şu Kadir’e “Tamam ulan çalışacağım senin pavyonda!” de. Hödük yeri. Esir gibi bir şey olmak için. Güzel elbiseler giyilen. Sesim güzel benim; ben sahne için… Pörsütene kadar bırakmazlar seni. Sonrası filmlerdeki gibi; çöp bidonu gölgesi ya da helâ bekçiliği… Dişlerinin arasında kıtır kıtır çiğnedi seni işte. O masadan bir kalkışı vardı beni görünce; ağır, gözleri çakmaklı. Çene kemikleri kıpır kıpır, özledim deyişi, yarı kapalı gözleri. Hiç şansın yok. Hiç şansım yok. Ama her zamanki masasında oturur görünce onu; aktın. Bunca zamandır ortalıkta görünmeyişi, aramayışı, ne şu ne bu… Ne güzelliğin ne güçlerinin bir işe yaradığı yok. Pöf güçmüş. Bir işe yarasa bari. Yalnızca onun yalan söylediğini fısıldıyorlar. İnanmalısın, inan inan… Bunları bilmen için falcı olmana gerek yok ya neyse… Birini sevebilirsin ama anlayamazsın. Anlayabilirsin ve o yüzden nefret edebilirsin. Nefretine rağmen sevginden vaz geçemezsin. Bu iki “şey” aynı kapta yağ ve su gibi duruyor ve yakında paramparça olacağım…
“Bu ateşi aslında kirpi pişirmek için hazırladım, dedi kadın. Hiç kirpi eti yedin mi sen?”
“Hayır,” dedi adam, sarhoş ve mutluydu.
“Çok severim. Dikenlerinin batmaması için killi toprakla güzelce her tarafını kaplarsın. Kor halindeki ateşin üstüne koyup üstünü de taşla kapattın mı yavaş yavaş pişer. İki üç saat sonra pişmiş toprak kırılınca dikenleri ve derisi ayrılır, lop et yemeğe hazırdır.
“Canlı canlı ateşe atılıyor.”
“Canlı, canlı…”
“Anlıyorum.”
“Kirpiler çok kıskanç hayvanlardır. Tek eşlidirler. Eşlerden biri ihanet ederse öteki onu öldürür. “
Yalan söylüyor bu çingene, dedi içinden adam, yorgunluktan ve içkiden halsizleşmişti. Dili de peltekleşmiş; “Kirpiler, katiller…” diye mırıldandı. “Kirpi eti yiye, yiye sen de kıskanç olmuşsundur. Kıskanç mısın?” dedi.
“Öldürecek kadar.”
“Beni kıskanıyor musun?”
Şaka mı yapıyordu bu herif? Dalga mı geçiyorsun, der gibi çarpık bir gülümseme ve göz ucuyla baktı adama.
Gündüz ne yapıyordu mesela? Kaç kadınla görüşüyordu? Kaç tanesiyle ilgili o biçim hayaller kuruyordu? Bir sürü kadınla görüşüyordu adam. Ama hayallerini bile kıskanan bu kadına yemin etti; sadece Belkıs’ı seviyordu. O biçim hayallerinde bile sadece o vardı. Bu yeminini bir sürü sözcükle süsleyip onu ikna etti.
“Peki, benden başka sevgilin var mı?” dedi kadın.
“Ne münasebet? dedi Osman Bey, o kaçınılmaz sorunun yaklaştığını hissederek.
“Peki, bir haftadır beni aramadın neden?” dedi kadın.
“Bu çok özel bir şey” dedi adam kaçacak bir delik arayarak.
“Özel mözel, seviyorum diyorsun ama aklına estikçe ortadan yok oluyorsun çingeneler gibi!”
Kahkahalarla güldü adam, sonra ona saldırır gibi aniden uzandı: “Sen nesin peki?”
Kadın kaçtı; “Çingeneyim. Sen çingene değildin yani. Demek ist…”
“Konuşma gel buraya…”
“Neden konuşmayayım? İşine gelmedi de ondan tabi!”
“Çünkü sen böyle cadaloz konuştukça daha çok canım çekiyor seni, yabani, kıskanç güzel ve pis çingene!”
Kadın küstü: “”Pis değilim ben” dedi.
“Kokuyorsun.”
“Nasıl kokuyormuşum canım?”
“Kızışmış kısraklar gibi kokuyorsun.”
“Aygırlar bu kokuyu seviyor ya sen ona bak !”
“Rahat dur dedim!”
Kadın uzun boynunu açığa çıkaracak şekilde saçlarını geriye devirip mırıltılı bir sesle teslim oldu; “Bu mağaralara girmek iyi değil derler biliyor musun?” dedi
“Hiç duymadım, neden?” dedi adam umurunda bile değildi mağara falan.
“Çünkü girenlerin hiç biri çıkamamış. Bir keresinde bir kırk pınar şampiyonu girmiş. Bir sürü meşale götürmüş içeriye ve geçtiği yerlere işaret olsun diye bırakmış, dönüşte de yakıp gelirim diye düşünmüş; gidiş o gidiş. Çok daha eskiden bir lağımcı denemiş. Benim işim zaten dehliz açmak demiş, o da yolunu yitirmiş, günler sonra ölüsünü bile bulamamışlar. “
Belkıs yalancının tekiydi.
Vay a…. Çingenesi, nasıl da kafa tutuyor! Kim inanır? Bununla her şey tepe taklak oluyor zaten. Piyasa borçları, personel maaşları, vergi kaçakları… Zaman kaçakları… Zamanı kaçırıyorum, asıl mesele bu. Rakamların ayakları altında can veriyor zamanlar. Kadının canı cehenneme! Güzel bir yosma ama zamana tutunmama faydası yok. Zamanı tepetaklak etmeye yarıyor sade. Yüreğimi çepe çevre saran tipiyi hiçbir şey durduramaz ki, bu ne yapsın? Ne işim var benim burada? Sanki takvim yaprakları hala uçmuyor mu? Bu yosma yalancının teki. Hiç doğru lafı yoktur ki! Hala genç olduğumu sanmama yarıyor. Yarıyor mu? Belkıs. Hangi salak koymuş bu adı ona? Bir söylence prensesinin adını bir çingeneye vermek çingene aklı işte. İstediği kadar güzel olsun, kaç para eder! Tüm çingenelerin canı cehenneme! Eve gidince küvetin içine yatacağım ve bu pis yerin kokusu burnumdan arınana kadar içinden çıkmayacağım. Yarınki işlerin de canı cehenneme. Ayşen beni bekliyordur şimdi. Ben Allah’ın cezası herifin tekiyim. Çok sarhoşum, eve gitmeliyim.
Belkıs… Kömür karası saçları başından aşağı ışıltılarla akarken gözünü dikmiş adama bakıyordu. Belkıs yalancının tekiydi. Bu kadının karşılıksız sevgisi adama yüktü.
“Yok, canım bu çingeneler için de mi geçerli? “ dedi kadına, düşünceleriyle ilgisi olmayan bir sesle. “Kirpi kadar kıskanç, masal prensesleri kadar güzel çingeneler de mi çıkamıyor?”
“Çingeneler çıkabiliyor.”
“Beni de çıkarır mısın çıkarken?”
Hiçbir şey demedi kadın, iri kara gözleriyle sadece baktı adama.
“Gel bana gene…” diye mırıldandı adam.
Kadın onunla bir kere daha sevişti. Üstelik giysilerinin yırtılıp parçalarının orada burada kalmasını, ya da bir şekilde kirlenmesini istemiyordu. Sonra kenarda duran bir kütükle adamın ensesine tek bir darbe indirdi. Osman Bey’in hiç sesi çıkmadı. Yumuşak toprak zemine çıplak uzandı. Belkıs sessizce gezinerek bir haftadır hazırlığını yaptığı işe başladı.
“Kirpi gördü bütün olanları. ” dedi hareketsiz yatan adama. “Gördün değil mi kirpi?-Gördüm. Bir öğrenci kızın falına bakıyordum. Güzel bir hayat çizgisi vardı ve ben onun geleceğine akarken seni genç ve sarman kediyi andıran bir kadınla gördüm. Beni tanımayasın diye dikenlerimin içine saklandım. Yok, tanımayasın diye değil, çok utanmıştım. Allah için kadın güzeldi.”
Bir kenarda yığılmış dalları kaldırıp ıslak bir kil tepeceğini ortaya çıkardı. Yerde yatan adamın ellerini ve ayaklarını bileklerinden sıkıca bağladı sonra üstünü kalın bir kil tabasıyla kaplamaya başladı. Baygın adamla konuşmasını sürdürdü;
“Ertesi gün gene gittim oralara. Yaşlı bir kadın çeyizinden kalma bakır kaplarını kalaylatmak için çağırdı beni. Kapıcının anasıymış. Tüm vücudu sıtmalı gibi titriyordu. Ellerinde ölüm izleri vardı. Ürperdim. “Sen,” dedim ona, “birinin yaşamını söndürmüşsün, ellerin öyle diyor.” Her yanı titrek kadının gözleri buz gibi süzdü beni; “Öc almak tatlı bir duygu. Sonsuza dek cehennem ateşinde yansan bile bu zevkten uzak kalamıyorsun, yoksa kahkahasız ongunluklar, puslu güzellikler, suskun duvarlar içinde, tutsak oluyor ışıklar,”dedi. “Sonra gene gittin oraya değil mi kirpi? – Gittim. Her keresinde gözlerimle gördüm, dikenlerimle örtündüm. Erkeklerin bunu niçin yaptığını düşündüm. Sence niçin yapıyorlar?- Bilmiyorum kirpi inan bana hiç bilmiyorum. ”
Yorulmuş ve terlemişti. Sıvadığı killer bir yandan hızla katılaşıyordu. İşini bitirdiğinde ne olduğu anlaşılamayan dev bir koza yapmıştı. Onu bin bir zorlukla yuvarlayıp ateş çukuruna attı.
“Bir dileğim vardı; birinin ömrümce ve yeryüzünde tek bir kişinin beni benim istediğim gibi sevmesi” dedi, taşlarla toprak kozayı sıkıştırdı, ateşi güçlendirdi.
“Boş laf bunlar” dedi kirpi. “ Boş laf ve boş beklenti.” Kirpi susmuştu.
Osman Bey bilinci yerine geldiğinde hissettiği aşırı sıcaklığa anlam veremedi. Ama içgüdüsel bir tepkiyle bir şeylerin mantık dizgesine uymadığını algıladı. Beyni ve içgüdüleri, kaçması için komut verdi ve bağırmasını emretti. Ama ağzına doldurulmuş kil bağırmasına, vücudunu kaplayıp taşlaşmış çamur koza, kıpırdamasına izin vermedi.
Belkıs’ı düşündü; çıplak ve güzeldi, asıl adının Cevriye olduğunu bilmiyordu. Yarınki işlerini aklından geçirdi, masasının üzerinde bıraktığı telefon numaraları kaybolmasaydı bari. Evini düşündü; çiçeklerini sulamayı unutmamalıydı. Sevdiği kadının peşinden cehenneme gideceğini söylerken, bunun gerçekleşeceğini hiç bilemezdi. Çiçeklerini düşündüğü sırada aşırı ısı, belleğini ve bedenini bir kâğıt gibi kaplayıp kavurmuştu. Isı kadar şiddetli bir acıyla tüm vücudu kavrulurken ve gözleri patlayıp atarken beyni de durdu.
Cevriye sabaha kadar orada bekledi. Ateş soğuyup ruhlar ve dumanlar dehlizlerce tamamen yutulduğunda çukuru iyice kapatıp bir yılanın kuyruğu kadar sessiz orayı terk etti.
Manolya sokağına uzun süre gitmedi ve kimseyle görüşmedi. O yüzden de kent gazetelerinde, yerel radyo ve televizyonlarda kentin önemli kişilerinden mali müşavir Osman Koral’ın bir haftadır kayıp olduğu haberini duymadı. Kızı Ayşe Hanım tatilini geçirmek üzere yanına geldiği babasının bir akşam yemeği için Cuma günü evden çıktığını ve bir daha kendisinden haber alınamadığını söyleyerek yaşlı gözlerle kameralara bakıyordu. Ama Cevriye bunları hiçbir zaman bilemedi. Kehanet gibi rüyalar görürüm korkusuyla da günler geceler boyu uyuyamadı.