Bir yetişkin olmadan önce yazmak daha kolaydı. Hem zamanımı kendim düzenliyordum hem bugün ne pişireceğim gibi bir “sorunsalım” yoktu. (Pişirmek için almak, almak için para kazanmak, para için iş bulmak, iş bulmak için sayısız engeli aşmak… Bunlar listemde henüz yoktu.) Gençliğin sonsuz hayal gücü, sınırsız merakı, geniş bir ufuk, hiç kırılmamış-biçilmemiş taze hevesler tarlası… Yazmak için her şey hazırdı. Okumak ve yazmaktan başka bir şey düşünmüyordum ve diğer tüm insanların bu eylemleri yapmamasını anlamak olanaksızdı.
Sonra yetişkin oldum. İş bulmak, para kazanmak, rekabete girmek, işini korumak, işini kaybetmek, alışverişle cüzdan arasındaki uçurumlara ip merdivenler, köprüler atmak gerekti. Pişirmek, pişirdiğini yemek, yedirmek, bitenlerin yerine yenisini yetiştirmek, atıklar, kirliler… Yetişkin olmak bu sarmalın içine girmekti. Bir yetişkin karnını doyurmak zorundadır, evet. Ah, işte yazmak ve okumak zorlaşmaya başladı. On iki saat işte çalıştıktan sonra evin düzenini korumak, çocuğunla günün özlemini gidermekten arta kalan zamanlara aktarıldı. Aktarıldı mı? Sıkıştırıldı! Bu arada gerek iş alanında, gerek edebiyat alanında sosyalleşmek zorunluluğu vardı. Ama insanların okumaya ve yazmaya neden zaman ayırmadıklarını hala anlayamıyordum. Uyku saatlerini azaltmak, makarna suyu kaynarken okumak, kuyrukta, serviste okumak derken gün içinde ne çok okuma zamanı yaratılabiliyordu oysa… Bunu geçelim. Bu benim formülüm çünkü. Başkalarına uymaması çok olağan.
Yetişkin olarak karşılaştığım bir konu da şuydu, “son ütücüyüm, iş arıyorum” “overlokçuyum iş arıyorum”ilanı verebilirdiniz ama “yazarım iş arıyorum” ilanı olamazdı. (Elinizde satışa hazır malınız olsa bile.) Bir kitap yazmak için yetişkin koşulları göz önünde bulundurulursa, en az bir yıl, bilemedin iki yıla gereksinmeniz vardır. Stres süresi ise yazdıklarınız rafa çıktıktan sonra bile bitmez. Bu iş akışına, yayıncı bulmak, anlaşmak için belirsiz bir süreyi koymanız gerekir. (İlk kitabımı iki yıl boyunca bekletip olumlu, olumsuz hiç cevap vermeyen yayıncımın kulakları çınlasın. Sonunda randevu alıp gitmiş, yüz yüze konuşmak zorunda kalmıştım. Öykülerim iyiymiş ama… Bu üç nokta yayıncıya aittir ve devamında hangi cümleler vardı hiçbir zaman öğrenemedim. Kitap basıldı. Hem ne en iyi şekilde.) Evet, ne diyorduk? Basılma süresi altı aydan başlar. (Tutsaklık süresi gibi geliyor değil mi?) Size gıcır ilk baskı örneklerinden iki üç tanesini, basın bülteni örneğini, sizin kitabınızın da olduğu yeni yayınevi kataloğunu, telif hakkı olarak yüzde on hayalini verirler.Paranız yoktur ve bu telif asla ödenmez. Bu arada hala karnımı doyurma zorunluluğunum vardı. Yazarım iş arıyorum ilanı vermeden malı satmıştım da heyhat karşılığı girdi eksideydi. Satış fiyatı üzerinden payınız 10.-TL nin yüzde onu 1.-TL dir. Vergiyi peşin olarak devlete ben ödemiştim.- Kesinti listesi öyle diyordu ama son zamanlarda sanırım bu vergi kaldırıldı.- Bin tane basılmış olsa alacağınız bin TL dir. İyi bir yayıncıya rastladıysanız size bol bol kendi kitabınızı indirimli verir, imzalayıp satar, parayı ona gönderirsiniz. Bu son yıllardaki uygulama sanırım. Telif? Hadi canım sen de! Günlük kazancınız kaç TL ye gelir artık onu siz hesaplayın. Bir temizlikçinin günlük kazancıyla kıyaslayıp bunalıma girmeye gerek yok. Yazmak, esas olan yazmaktır. Bir kıdemli yazar arkadaşım bana böyle der hep. Bu moral cümlesiyle ben beni yeni bir kitaba yönlendiririm. Hoş, bir türlü Barbara Cartland gibi bir yazar olamadım ama kendimi bir yazma , bir dil tiryakisi ve sözcük terbiyecisi olarak tanımlarım. Pahalı mücevherlerim, otriş falan aksesuarlarım, şık giysilerim, yaldızlı koltukta mı olur, bir masada mı, bileğimi büküp çenemi elime dayamışım, öyle pahalı bir fotoğrafım olmadı, zenginlik akan bir fotoğraf… Gerçi o bir mavi kandı, aile serveti olmalı. Kitap gelirlerinden yaptığı servet (700 aşk romanı yazmış bu arada) yalnızca köpeklerinin mamasına yetmiştir o da ayrı konu. Olamadık… Özeniyorum (!) yalan değil. Herhalde yazar deyince Barbara Cartland’ı bilen bir iş adamı bana kitabımdan kaç para kazandığımı sormuştu ve verdiğim yanıt yüzünden, niçin yapıyorsun bu işi o zaman, demişti. İş adamı: yazma eylemine –ve tüm eylemlere- para deliğinden bakan biri… Gerçi konfor yazarların değil (Barbara Cartland’ı ayrı tutuyorum) onların hakkı oluyor da… Otuzbeş yıl sonra bu soruyu hala soruyorum. Cevap şu, tüccar olamadığım için.
Türkiye’de kadın yazar olmak konusuna gelince. Yazmaya koyulmuşken, kocanızın komşunun tabağına kabak tatlısı koyup, bunu götürüver, diye tutturduğu bir durumdur. Bu da başka bir yazının konusu olsun.
-0-