Köyden Uzakta

Tuz Saraylar kitabımdan Cilt II

Sıcak havada eski model bir minibüsle rampa çıkmak, içinde hava sıkışmış enjektörde ilaç olmaya benzer. Sıcağı severim gerçi, askerliğimi de Kıbrıs’ta yaptım. Ama duvarlaşmış hava tabakasıyla enjektör pompası arasında kalmış minik yaratıklara dönüşmüştük sanki. Çözülebilir bir sorun gibi gözükse de havalandırma donanımı çalışmayan minibüs ayağınızı vuran ayakkabı kadar bezdirici olabilir. Ön koltukta, şoförün yanında tek başıma oturuyor, kitabımı okuyordum. Sağ dirseğim, sağ yanağım kavrulurken derviş sabrı gerekiyordu ya olsun.

            Arkadakiler ise  ısıl işlemden geçmekte olan cam kaplar olarak fena halde tıngırdıyorlardı. Gördüren Turizm şirketinin ele alınmadık bir köşesinin kalmamasına özen gösteriliyor, temsilcisi olarak şoförün ensesine haykırılıyordu. Zavallı adam kötü laflardan korunmak için kamburlaşmış, ensesini kısmış, gayretle arabayı sürüyor,  duymazlıktan gelip benimle konuşmaya çalışıyor, öfke selinin yatışmasını umuyordu.

            Şanssızlığı, benim kitap okuyor olmamdı. Geçiştirdiğim, duymadığım sözlerine alınganlık göstermemesine rağmen kitabımı kapatır kapatmaz:

            “Bitirdin galiba,” diye rahatladı.

            “Bitirdim,” dedim.

            “Bitirmeden rahat etmeyecek gibiydin. Ne kitabı o?”

            Bu cümleyi arabanın içindeki yakınmalar, hım hım arabesk şarkı, pencereden gelip geçen böcek, sinek vızıltıları, kuş sesleriyle birlikte algılıyordum. Kasetteki adam sesini genzinden inletiyor, “n” harflerini diliyle damağı arasında yamyassı yapıp şarkıyı çiğniyordu. Mum gibi titrettiği “m” ler, bungun sözlerin gölgelerini uzatıp duruyordu.  Dikiz aynasından sarkan  nazarlık ve bir çift bebek patiği fena halde sarsılıyordu. Güneş dışarıda akan görüntüleri titreştirir, terletirken minibüsümüzün ön camındaki eşyaları da macun kıvamına getirmeye çalışıyordu. Her nedense kâğıt peçete kutusu alev alacak gibime geliyor, ikide bir kartonu elimle yokluyordum.

            “Alacaksan al” dedi şoför, çenesiyle işaret edip.

            “Yok” dedim. “Ondan değil, güneş var ya…”

            “Eee” dedi. “Güneş varsa mendile ne?”

            “Tutuşacak gibime geliyor, nedense” diye zoraki güldüm, kendimi salak yerine koyduğumun farkındaydım.

            “Heee,” dedi. “Cam mercek gibi şeyderse diye… E, çekiver or’dan, koy torpidoya, madem rahat edemedin. Ne kitabı o?”

            “Öykü kitabı. “

            “Neyden söz ediyor?” “s” leri baloncuklu söylüyor, yok tam öyle değil, dilinin ucu kesik de bu sesi çıkaramıyor sanki.

            “Çok şeyden söz ediyor. Ama kitabın tamamı ne diyor dersen, dilencileri toplayalım organlarını, organ bekleyen yararlı insanlar için alıp, onları da çöpe atalım” diyor.

            “Nasıl yani?”

            “Bir doktor var, hastalarına organ temin etmesi gerekiyor, bir zabıta müdürü var, bu dilencilerden bıkmış usanmış. Bol miktarda da dilenci… İyi doktorlar da var ama. “

            “Heee” dedi şoför, koyun gibi bakarak, alt dişleri görünmüştü. “Çete mi bunlar yani? Ne yapıyorlar? Dilencilerin şeylerini; dalak, barsak söküp zenginlere mi satıyorlar? Ha?”

            “Değil öyle. Buradaki fikir dilencilik denen işin keskin bir kararla ortadan kaldırılması anlıyor musun?”

            “Dilenciliğin mi, dilencilerin mi?”

            “Eee, her ikisinin de elbette…”

            “E, nerde olmuş bu olay dedin?”

            Alnıma bir şaplak indirdim; “Daha çok yolumuz var mı?” dedim.

            “Bir saat, bilemedin bir saat, on beş dakika,” dedi.

            “Ve güneş ısırıkları,” dedim.

            “Ve yolcuların ensemdeki lakırdıları” dedi.

            “O zaman sana köy imamını anlatayım,” dedim.

            “Ne yapıyor? Soyun da muskayı göbeğine mi yazayım diyor kadınlara?”

            “Yok, öylesi değil. “

            “Hikâye mi esastan mı?”

            “Gerçek olay canım.” Elimle geniş bir hareket yaptım; “Güzel yurdumun bir köşesinden, benim köyümden esas bir olay.”

            “Çember sakalı var mıydı?” dedi arkadan biri.

            “Bu sakalsız,” dedim.

            “Asriymiş.”

            “Hem de nasıl, ütülü giysiler, kravat filan.”

            “İmamlardan nefret ederim” dedi bir kadın. “Din eğitimi alırlar, nefsini terbiye etmeyip, canım çekti ne yapayım, ben de insanım deyip bütün kuralları çiğnerler…”

            “Bütün imamları tanıyorsun galiba “ dedi sinirli biri.

            “Sen gözümden kaçmışsın” dedi kadın kavgacı.

            “Anadolu imamı yani. Hilafet kaldırıldığında destekleyen. Ezanı, kitabı Türkçe okuyan cinsinden.”

            “Hani ner’de öyle imam kaldı mı ki?”

            “Hadi sen anlat” dedi Şoför. “Anlat ki sussunlar.”

            “Köylü imamı sevmiyordu tamam mı? Bütün köy demek istiyorum. Oldu bitti öğretmenlerle takışırdı. Doğuştan kadın düşmanı…Asık suratlı adamın tekiydi. Yolumuza çıkacak da selam vermek zorunda kalacağız, sonra da konuşacağız, konuşunca artık başımıza ne gelecek diyeee, diye korkardık. Ne yaptılar, ne ettiler imamı gönderdiler. Ramazan’a yedi gün kala yeni imam geldi. Herkes rahatlamıştı. Eskisinin cemaati camiye çağırıp durmasından, her yakaladığına cehennem tehditli vaazlar vermesinden bıkkınlık gelmişti. Bizim köylü, namaza cumadan cumaya gitmeyi sever, tamam mı? Sair zamanda tarlada işi, kahvede piştiyi bırakmayı istemez. E, bir de takmıştı kadınlara, yok şöyle yapsınlar, yok böyle giyinsinler… Kadınlar sinir oluyor… Neyse. Yeni imam kuru mu kuru, biraz da tarçın renkli. -sinirceli sanki- Hani ilk görüşte diyorsun ki eyvah. Ama yüzünde hiç eksik olmayan bir gülümseme var ki hemen fikrin değişiyor, ne mülayim adam diyorsun… Cuma vaazını da kısa kesti. Öyle hazır gelmişken cehennemin dört bucağını anlatayım şu kâfirlere hesabıyla insanları geldiğine geleceğine pişman etmeyecek gibiydi tamam mı? Etmeyecekti ya eski imamı mumla arayacaklarını nereden bilsinler?”

            “Niye?”

            “Anlatacağım şimdi. Caminin bitişiğindeki imam evine yerleşti. Bekâr adam tabi, işi çabuk bitti, geldiği günün akşamı köy kahvesine çıktı. Herkesle tek tek tokalaştı, tanıştı. O an orada olmayanların adını kareli küçük cep defterine ince uçlu kalemiyle not aldı. Sonra; ‘Mübarek Ramazan ayının malum önümüzdeki hafta sonra başlayacağını,’ söyleyerek söze başladı. ‘Ramazan boyunca herkesin, kadınları da,  mecbur değiller ama teravih namazına gelmelerini rica ediyorum.’ Böyle dedi tamam mı?”

            “Tabi o güne dek imamı gördüğü yerde kaçan kadınlar camide toplu namaz daveti alınca ne diyeceklerini bilemediler. Kasap Hakkı’nın babası Basri Usta, gelmedi. İmam yoklama yapmıştı; haber gönderdi; “Basri Usta’yı camiye bekliyoruz, kutsal günlerde birlikte olunması, ibadet ve sohbet edilmesi sevaptır,” diyerekten.

            Basri Usta’nın camide işi olmaz. Susuz rakıyı lââk, lââk çekmeyi, sonra lüüük diye cam indirmeyi bilir. Ramazan dersin, benim köyün köprüsü kırık uğramıyor, der. Der de yeni imam cemaatin önünde Basri Ustayı bir güzel utandırdı ki Ramazan boyunca ne o, ne cemaatten tek kişi teravih namazını aksatmadı.”

            “Bak topluma kabul budur. Belki adam iki laf edecek kimse bulamıyordu.”

            “Kim? Basri Usta mı? E, bilmiyorum artık. Neyse ne Basri Usta selamsız Basri Usta’yken herkesle konuşur oldu. Bırakın şimdi onu.  İmam arife günü sabah namazından sonra kimseyi salmadı, tamam mı?  Cemaati üçer beşer böldü, çocukları yanlarında olmayan yaşlıların evlerinin temizliğini, onarımını yaptırdı. Yetmedi herkes evlerini, bahçelerini toparlatıp tertipleyecek, dedi.  Bayram namazına, keyifle gittiler. Hiç böyle düzen yapmadıklarını pek de iyi olduğunu itiraf ettiler. Hele vaazın on dakika olması köylüyü pek memnun etti. İmam teşekkür edip şimdi kabristana gidilmesi gerektiğini söyledi. Köylü sevinçle kabul etti, zaten onlar da öyle yapıyordu. Ama bu alışıldık ziyaretlerden olmadı.  Bayramlıklar evde bırakıldı, çıkarken kazma ve kürekler, su testileri alındı, herkes kendi yakınlarının mezarlarının bakımını yaptı. İşini erken bitiren kimsesi olmayan mezarların bakımını üstlenen imama yardım etti.  Kötü durumdaki mezarlar yüzünden bazıları azarlandı, bayram sonrası için talimatlar verildi. Sonra topluca dualarını okudular.”

            “Bu işleri bitirip de dönen erkekler ‘Kabristana çeki düzen verilmesi gerekiyor. Bizim yeni imama dedim ki, bir imece daha yapalım toparlayalım şurayı günaha giriyoruz yoksa…’ Herkes imamın dediklerini kendi demiş gibi… Öyle havaya girildi.“

            “ Bayramın ikinci günü davulcu Hikmet’i köyde Ramazan davuluyla gümbür gümbür gezdirdi. Toplu bayramlaşma olacak, herkes meydana… Şenlik gibi bir şey oldu. Neden bu işi hiç akıl etmemişlerdi? Kadınlar keyifle ayran yetiştirdiler, isteyene çay. Bir sürü baklava açılmıştı zaten. ‘Bak böyle pek güzel oldu. Hidayet Dayı benim baklavanın da tadına bak, darılırım valla. Yok canım, ne tansiyonu, çakı gibisin maşallah!’ Sohbet gırla tamam mı?”

            “Köylüyle işi biten imam, peşine ihtiyar heyetiyle muhtarı takıp Jandarma binbaşısına bayramlaşmaya gitti. Giderken de bayram öncesi kadınlara börek, ayran, etli pilavla baklava ısmarlamış meğerse onları götürdüler. Jandarma karakol komutanı da Mehmetçikler de şaşa kaldılar. Onlar baba evlerini anımsayıp yutkunurken, köylü de kendi askerliğini, oğlunu, torununu anımsayıp gözleri nemlendi.”

            “Ramazandı bayramdı sabreden köylü artık rahata erdim sandı. Yaptıklarıyla şaşkınlık ve gurur duyuyorlar beri yandan da bu adamı nereden başımıza sardık diyorlardı. “

            “Hiç böyle imam duymadım” dedi şoför.

            “Ben olsam, uğraşmam böyle insanlarla ya” dedi, yolculardan biri. “Anadan doğma tembel olur bazıları. Ne yapsan boş.”

            “Ölü toprağı serpilmiş gibi.”

            “Ha yaşa onu diyecektim de lafı getiremedim.”

            “Boş versene, nerde böyle imam? Hepsi birbirinden beterdir. Konuşma becerisi yoktur bir kere, ne iletişim anlamında ne topluma sesleniş anlamında. Hele böyle sevk ve idare becerisi olacak, milleti iyiden yana peşinden sürükleyecek…Fitne fücuru vardır ancak onların. Boş ver bunları.”

            “Hem zaten böyle imamları olduğunu bilseler alıp temizlik işlerine rapor yazıcısı yapar, barındırmazlar.”

            “Sizin köyde öğretmen yok muydu kardeşim? Bu işler öğretmenin işleri.”

            “Vardı, vardı ya, o ayrı hikâye. Ev, ev gezdi okuma yazma kursu için ikna edemedi köylüyü garibim. Eski imam haber gönderirmiş; ‘fazla ortalıkta geziyor bu kız, ne lazımsa bakkal işlerini falan çocuklar görsün… Öyle evlerde mevlerde gezmesin, başına bir hal gelecek…’diyesiymiş.  De..bir gün köy kahvesinin kapısı dran diye açılmasıyla içeri yıldırım gibi birinin girmesi bir oldu, tamam mı? (Ben de oradayım.) Elinde hala tebeşir duruyordu. Okuldan fırlayıp gelmiş olmalıydı. ‘Şu imam kimdir, gösterin bakayım bana!’ diye bağırdı, nutku tutulmuş erkeklere doğru. Kahveye kadın girmesi imkânsız ya bir de orada ellerini beline koyup imam kimdir diye sorman hepten meydan okumak… ‘Nap’cen sen imamı,’ dedi imam. Eskisi demek istiyorum yani. ‘Sen misin?’ Uzun boylu bir kızdır. Bizim köydeki erkeklerin boyunda hani. Dolgun da.. Ko’du mu oturtur yani…

‘Hee benim,’ dedi imam.  Tebeşir onun alnına doğru yöneldi. ‘Geldiğimden beri bana talimatlar gönderen sensin öyle mi? Bundan böyle bana ne yapmam gerektiğini söylemeye kalkarsan, seni ibreti âlem için bacağından ha bu çınara asacağım bilesin! Kubilay’ın ruhu da beni izleyecek. Burada donla gezeceğim ve sen ağzını açmayacaksın! Evleri de, köyün dört bir bucağını da gezeceğim ve sen asla o karınla bana haber göndermeyeceksin! Hele öğrencilerimin kafalarını yok kadındır, yok çok gezerse kocası dövebilir, kocası yoksa everelim laflarıyla kesinlikle bulandırmayacaksın! Anladın mı koca nallı!’ diye gürledi. Koca nallı onu anladı, doğrudan saldırmaktan vazgeçti ama türlü sinsi oyunlarla oyalamaktan da geri durmadı. Tabi karşısında Çalıkuşu değil, 21. yy ın en belalı feministlerinden bir fırtına var.  Kız ben buraya görev yapmaya geldim diyor da başka şey demiyor. Her saldırıyı da usulüyle cevaplıyordu. Yeni imamsa öğretmenle birlik olmuştu. İkisi de ayrı ayrı evleri gezip okuma yazma kurslarını duyurdular. Kadınlarını göndermeyen köylüyü imam rezil etti. Kurs üç kere baştan başladı. Adamlar korkularından karıları istemese de zorla gönderir olmuşlardı. Öğretmen yetmiyor gibi şimdi imam da ısrarcı olmuştu. ‘Yarın öbür gün sen öldün’, diye başlıyordu imam. ‘Sen öldün bu kadın kaldı bir başına. Ne yapacak? Olmuyor mu? Oluyor. Çocuklar dökülecek. Okuma yazma bilmeyen hakkını hukukunu ne bilsin? Çocukların rızkını tavukların yumurtalarıyla çıkaramazsın bu vakitte! Ne yapacak? Kadıncağız ne yapacak ha söyle?’

Tabi, dedi köylü. Bu zamanda okuma yazma bilmemesi kişinin ayıp.

‘Yalnız ayıp mı? Ayıp mı yalnız?’ diye ısrar ediyordu imam ‘O filmlerde kadınlar kötü yola nasıl düşüyor sanıyorsunuz? Okuma yazma yok, meslek yok, ne yapıyor?  Hafazanallah, kötü yola düşüyor. Şimdi haftada bir gün köye dikiş öğretmeni de gelecek. Öğretmen hanım (sağ olsun) kaymakamlıktan, Halk Eğitimden ayarladı, giyimmiş, perdeymiş, çeyizmiş öğretecek. Mecbur etmiyorum ama kadın milleti akıllı olur, bunun ne kadar işe yarayacağını anlar…’  Böyle deyip de dikiş günlerinde de erkeklerin yakasına yapıştı mı? Köy kahvesinde çalışmaya koyuldular. Duvar nasıl örülecek; Kasap Hakkı’nın babası Basri Usta öğretti. Boya badanayı imamın kendisi. Marangozluk işlerini biri üstlendi. Kahveci Selami çıldırmak üzere tamam mı? Kahvehane oldu işlik. Kâğıtlar, tavlalar, taşlar tümden kalktı, Selami’de surat bir karış.”

            “İşte böyle. Öğretmenle imam köyde terör estiriyorlardı sizin anlayacağınız. Muhtar canından bezmişti. Bir şey diyemiyor, hasta köpek bakışlarıyla ortalıkta geziyordu. Böyleyken ne yaptı ne etti o da iki hafta arayla bir pratisyen doktor getirmeyi başardı. Şimdi köylü başlarına kendi elleriyle sardığı bu belaya sevinsin mi üzülsün mü bilemiyor. Her dakika tetik, her dakika bir işle uğraşılması gerek. Buna alışkın değiller. Ama domino taşlarına da engel olamıyorlar tamam mı? Tertiplilik bakımlılık ve yeni şeyler öğrenmek herkesin içine işledi bir kere.  Sonra efendim, imam, gün geldi tayinim çıktı diye bavulunu toplamaya başladı. İnanmazsın, köylü yolunu kesti, müftülüğe falan gidimkâr oldular. O, ‘olmaz,’ dedi. ‘Gideyim başka gaflet uykusundakileri uyandırayım. Öte dünya yüzünden hayatını boşa geçiren tembellerin günaha girmesine engel olayım,’ dedi ve gitti.”

            Yok, olayın sonunu anlatmamıştım daha. Tam bizim gönüllü hemşire ve ebeden söz edecektim; ‘gönüllü olarak’ dedim, cümlenin burasında arkadan biri ‘oh esti biraz’ dedi. Anlattıklarımdan çok hava akımıyla ilgileniyordu ve sanki o haber vermezse ötekiler hava akımından yararlanamayacaklardı. Hızlanmış, rampa aşağı iniyorduk. Apansız kısa bir fren yaptık ve ben kafamı ön cama vurdum. Başımla camın çarpışmasından tok bir ses çıktı, alnımda yanma hissettim.  Yarım saatten az zaman kalmıştı varış noktasına. Yolun üstündeki barikatı gördüm. Yeni kesilmiş bir ağaç,  başkasını keserken yarım bırakmışlar, taşlar. İçimden ‘eyvah’ dedim, ama ‘fren, fren!’ diye bağırdım. Bir naylon poşetin hışırtısı oldu. Şoförün aniden fışkıran ter kokusunu duydum. ‘Adnan, Adnan!’ diye bağırdı bir kadın. Sesler ve çığlıklar fren hunisinin içinden kulağıma doldu.  ‘Bir şey attılar!’ dedi boğuk sesle başkası. Başımı vurunca dilimi ısırmış olmalıyım, ağzıma kan tadı geldi, feci canım yandı. ‘Bomba! Bomba!’ diye haykırdı adamın teki. El freni dev bir konserve kapağını açarcasına arabayı durdurdu. Kapının koluna yapıştım. Tırnağım, döşemesini yırttı sanırım, sonra tutunamayıp sıcak havayı kavrayan avuçlarım… Sıcağa, şoföre, dünyaya kızdım. Yerden kalkan toz kokusu, arabanın içini dolduran o yabancı koku, sesleri duyamayışım, temiz hava kokusu, çimen kokusu. Otların avuç içlerime doluşu. Hah, dedim, enjektördeki ilaç fışkırdı bak. Enjektör de paramparça, tüm cam kaplar da. Hava sıcak mı sıcak. Hani otların üstüne uzanınca serinlik hissetmen gerek, yok öyle bir şey. Toprak, otlar, bulutlar, gözünün gördüğü her şey ıslanmamış güllaç yufkalarını hatırlattı birden. Dokunsan ufalanacak. Kıpırdamaya korkuyorum, ben de ufalanacakmışım sanki. Bu fikir beni alt üst etti. Kıtır kıtır parçalarım…”

            “Çok dar açıdan gördüğüm; yolun karşısından bu yana gelen, ayakkabılar! Tüfeklerin aşağı sarkan namluları, otların üzerinde tek ayağı kopuk seken çekirge, çimen yaprağının tırtıklı kenarları, asfaltı geçen ayakkabılar, burnuma değen papatyanın hoş kokusu. Kımıldayamıyordum. Soluğum kesilmiş, kalp atışlarım yavaşlamıştı. E, dedim içimden bu da mı tura dâhil? İmamın tayini çıkıp da gitmeye kalkınca, gideyim, başka gaflet uykusundakileri uyandırayım, dediğini söylememiştim daha galiba… Yoksa söylemiş miydim?  Öte dünya yüzünden… Burada tembelleşen… Köyün onun yolunu nasıl kestiğini… Köylünün yani… Kimseyi görmedim. Bir sürü ayakkabı otların üstünde yürüyordu. Hepsi başka başkaydı ama. Hiç konuşmadılar bana kalırsa. Yok belki ben duymadım. Çünkü kulaklarım feci çınlıyordu. Pencereden ne atıldı onu da görmüş değilim. Şimdi çok başım ağrıyor, izin verirseniz…”

544 ve 545 SOLUCANLARI

Tuz Saraylar’ın ilk bölümü Günahlar’dan üçüncü öykü, 544-545 Solucanları. Öykü adını dilencilikle ilgili yasa maddesinden alıyor. Bu bölümün ilk öyküsü Güneş ve Çiçek’tir.  İkinci öyküsü Fil Sami’dir. Bir yap bozun parçaları şeklinde dilenci mafyasını farklı açılardan ele alan Günahlar bölümündeki öykülere devam edeceğiz. Kethüda’yı merak edenler biraz daha bekleyecekler. Şimdi birinci öyküdeki patron Lale Hanım’ın avukatı girip çıkacak öyküye. Önerisi ise… Okur tahmini bekleyen öyküler… Tuz Saraylar…

undefined

Osman Bey, canı sıkılarak başını çevirdi. (Her köşe başına, bunlardan bir tane yapışmış durumda. Çirkin, pis, sakat ! Alt geçitler, üst geçitler, cami avluları, kutsal günler, kutsal olmayan günler bu kahverengi solucanların saldırısı, kuşatması altında! Bütün ömrüm bunları küremekle geçti gibime geliyor !.)

         “Bütün ömrüm bunları küremekle geçti Şükrü!”

          “Haklısınız amirim, bizim de olacağımız o…”

            (Bu kıvıl kıvıl şeyler kimi daha kürekteyken kayıp gidiyormuş, kimi koyduğum kutudan kaçıyormuş… Oysa bana daima azalıyorlarmış gibi gelmişti. Gençtim demek ki. Derken arkamı döndüm, emekli olurken hayal kırıklığı!  Üstelik üremişler, üstelik evrim geçirmişler! )

         “Bu ne biçim şey yahu! Hani biz zenginleştik, geliştik?  Birinci Cihan Savaşında, Kurtuluş Savaşından sonra bile bu kadar sefil süfelayı sokakta bulamazdın, biliyor musun Şükrü? Çünkü o zaman insanlarda gurur vardı, gurur! Şimdi her şey naylon!”

         “Doğrudur amirim.”

            (Hiçbir şeye saygıları yok aslında. Duygusuz ak gözlerle akla gelmedik duaları, bedduaları peş peşe sıralayıp insanların kulaklarından gözlerinden girip beyinlerinde yer ediyorlar. Sonra bizim yufka yürekli insanımızın vicdanı dile gelip vır vır etmeye başlıyor. Sınava gireni, bir dileği olanı, başına bir şey gelmesin diye korunmak isteyeni… Bu yamuk, çarpıkların, bu miskilerin dualarından hayır bekliyor… Solucanlar ! )

         “Onun böyle bir yeteneği olsa kendine hayrı olur a cahil!”

         “Ne buyurdunuz amirim?”

         “Kendilerine hayırları yok kime ne hayırları olacak be Şükrü! Allah için para ediniyorlar ama. Sen ben ay sonunu zor getiriyoruz, o öğrenci simit parasını veriyor ama onların altıncıkları artıyor ha artıyor…”

         “Valla doğru efendim.”

         Şapkasını sinirle masaya fırlattı. Üniformasının düğmelerini açıp kaygılı ve sinirli ellerini beline koydu. (İnsanların gezindiği her yerde barınıyorlar. Gözlerinin aklarını göstere göstere dilleri dışarıda,  yerlerde sürünenlerini mi ararsın, kolunu kırmış öyle gezenini mi, ağzından salyasını akıtanını mı? Yok, efendim kan kanseri olanı mı?)

         “Ne senaryolar,  akıl alır gibi değil yahu! Hatırlıyor musun, sivil gezerken bizi tanımayıp da oğlum kan kanseri, raporu var, diye yanımıza yaklaşmışlardı da güneş gözlüklerimizi çıkarınca donup kalmışlardı.”

         “Bilmez miyim amirim, karı koca olmadıkları gibi, çocuk da kiralıktı… Herkes enayi, bir onlar akıllı…”

          “Ama ne.”

         “Yalnız amirim, lâf aramızda hâlâ ortalığı dolandırıyorlar, bilmiş olun…”

         “Yok canım, hâlâ mı?”

         “Emin olun efendim. Şimdi iş yerlerine gidiyorlarmış. Bir yolunu bulup patronların yöneticilerin adlarını öğreniyorlarmış. Sonra illâ ki bilmem kim beyle görüşmeye geldik, biz memleketlisiyiz falan filân bilirsiniz işte…”

         “Sen ne karıştırıyorsun onu?”

         “Aletin zoruna bak ya, bu düğmede bir şey var herhalde…”

         “Alet deme şuna Şükrü!”

         “Pardon Amirim.”

            (Ah bu bana kendimi çok yorgun hissettiriyor! Hayatım başıboş bir uçurtmaymış ama haberim yokmuş. Bir uçurtma ne işe yarar ki? Eğlencelik! Rüzgârın, çocukların maskarası. İpini tutar havalandırırsın. O uçtuğunu sanır. Belki kuşgillerden sanır kendini. Ama ipini sarıp aşağı çekiverirler. Yahut rüzgâr ondan sıkılır.  Ama Tanrı biliyor, bugün ipimi koparmak isteyen bir uçurtmayım… Yakalayıp kayıt altına aldığın kaç kişi? Ailecek, köycek bu işi yapan var. Adam mı var elimizde tesis mi?)

         “Mahkemeye çıkarıyorsun; valla billa yapmayacağım, diyor salıveriliyor.”

         “Yapmayın müdürüm, sizin bir suçunuz varmış gibi aaa.”

            (E, o zaman mahkemeye çıkartmaya ne lüzumu var? Bizim çocuklar da böyle düşünüyor zaten. Yargıç ne yapacak? En fazla 544–545 den bir hafta, bilemedin bir ay hapis verebilir.  Hapis etsen ne olacak, alıp ıslah ediyor musun? Yooo. Salıyoruz sokağa. Olmadı şehir sınırına bırakıyoruz! Yazık harcadığımız benzine, yazık koşturup duran adamlarımın nefesine yahu!)

         “Yazık bize Şükrü! Benzin parasına yazık!”

         Şükrü amirini sakinleştirmek gereği duydu; “Amirim içecek bir şey ister miydiniz?”

         “Sen en fazla kaç para saydın, söyle bana Şükrü?”

         Şükrü sustu. Soru beklenmedik anda geldiyse altından bir sıkıntı çıkabilirdi. Ya da kendisini cezalandırmak için amir bazı konuları şahsa doğrulatır, sonra açıklayıcı konuşurdu. Büyük miktar söylese, başı derde girebilirdi, az dese, altında ne var bilmiyor ki… Nasıl bir sorun vardı da konuya buradan giriliyordu?

         “Saydın mı derken Amirim?”

         “Bırak maaşını, o bir şey etmez. Hayatında eline alıp sıcak sıcak saydığın en yüksek para ne kadar, diyorum. Böyle bir para geçti mi eline?” 

Osman Bey, amaçsızca ceplerini karıştırıp durdu.

         “Eee, şey hayır.”

         “Ya, gördün mü, kaç yıllık zabıta memurusun?”

         “On yıl.”

         “İşini sever misin?”

         “Amirim, bana bir şey anlatmak istiyorsunuz ya, hata edi’cem diye…”

         “Etmezsin, etmezsin. Bunların her biri senden benden fazla kazanıyorlar Şükrü! Kusurlu, aramızda olmaması gereken, hastalıklı bir güruh! Ama sağlıklı, dürüst çalışan insanların ekmeklerinde gözleri var! Onların da onları çalıştıranların da!”

         “Evet Amirim. Ama siz çok sinirlendiniz bugün. Tansiyonunuz falan şeydicek diye korkuyorum efendim. Aman lütfen. Tam emekli olacağınız rahat edeceğiniz zamanda …”

         “Sen ne demek istiyorsun?”

         “Hastalıkla uğraşmayın demek istiyorum efendim.”

         “Haa, öyle söyle.”

         “Siz ne anladınız ki?”

         “Boş ver!”

            (Git diyor mafya, senin yerin şu, ondan sonra şu kadar da para getir akşama. Parayı denkleştiremedin vay haline. Ağır işkence. Naylon eritip damlatıyorlarmış naylon!)

         “Hatırlıyor musun Şükrü, bir gün çöp sahasında birini bulmuşlardı. Kimlik falan da yok. Geçmiş olsun. Tabi para denklesinler diye her yolu deniyorlar. Olmadı sırf gözdağı vermek için cırt, öldürüveriyorlar! Tam bir suç makinesi işte! Naylon eritip damlatıyorlarmış etlerine böyle böyle biliyorsun sen…”

Şükrü gülmeye başladı. Kendini tutamıyordu. Osman Bey ters ters;

          “Sinirin mi bozuldu ne Şükrü?” dedi.

         “Adamın kimliği tespit edildiydi amirim.  Şu çöptekinin. Adı Hayati Kopya’ydı.”

Osman Bey, gerdanını ve yanaklarını sarsarak. “Hadi canım,” dedi.

         “Valla Amirim.” Boğazını kazıyıp öksürdü, toparlandı.

         Osman Bey, masanın üstünde duran ağaç oyma kalemlik, pirinç isimlik, dosyalar ve evrakları bilinçsizce yokluyor, kaldırıyor, başka yere koyuyor bir yandan durmadan düşünüyor ve düşüncesinin devamında konuşuyordu. Onun elini izleyen Şükrü, pirinç isimliğe doğru eğilip bıyıklarına düzgün mü diye baktı;

         “98’deydi sanırım. Sonra da suç geometrik olarak artıyor zati. ” Anlamsız konuştuğunun farkındaydı ama Osman Bey’in kendisini duymadığından emindi.

Müdür, geometrik sözcüğünü yakalamış, bu ona bir araştırmayı çağrıştırmıştı. (Üniversitelerden biri araştırdı işte, bunların dünyasında dolaşan para tekstil sektörüne denk. Toplayıp salıyorsun, toplayıp salıyorsun! Gönder bakayım taş kırmaya! Zaten çoğu sağlam, sakat numarası yapıyor. Anında düzelip tövbeden gelmezlerse ben bu üniformayı çıkarırım! Adamlar mesaiye gider gibi pöh!)

         “ Adamlar mesaiye gider gibi arabalı, dağıtılıyor, bırakılıyor Şükrü! Bu nedir yahu?! Bulabildiniz mi şimdiki yerlerini?”

         “Yok, bulamadık Amirim.”

Sustular. Sonra Osman Bey; “Felçli, doğuştan sakat olanları ailelerinden kiralarken iki misli ücret veriyorlarmış!”dedi birdenbire.

         “Doğrudur Amirim.”

         “Hay Yarabbim, bunlar da ana baba işte!”

(Şimdi de bu kiralanan, satın alınan, kaçırılan dilenciler yetmezmiş gibi başka ülkelerden de geliyorlar! Bu kadar itip kakma, taciz, sonra ne oluyor? Öööc, öç diye ulumaya başlıyorlar!  Öcünü gidip seni pazarlayandan alsana! Toplumdan alıyor! Çanağına sıçan cinsi bu yani! )

         “Çanağına sıçanlar bunlar anlıyor musun? Tam da araştırmacıların dediği gibi ‘en üst düzeyde öç alıyorlar’ diye yazmışlar, okudun mu o raporu sen?

         “Yok, Amirim şey’demedim. Şey raporunu dediniz değil mi?”

         “İki saattir burada sosyeteyi konuşuyoruz sanki Şükrü! Ben ne yapıyorum? Araçlarla toplayıp kampa getiriyorum, kimlik bilgilerini al, cebindeki paraya valilik kasası adına el koy, onları kadın ayrı erkek ayrı odalara tık! Efendim? Odayı kokut, aç kapıları sal dışarı! Önemsiz işler yüzünden ömrümü çar çur ediyorum!”

       “Artık üstlerinde fazla para da çıkmıyor Amirim. Gözetleyiciler alıp alıp gidiyorlarmış.”

         “Pöh, sen de o toplama odalarını kokuttuğunla kalıyorsun, hadi temizlet, ilaçlat! Yazık bu memlekete yazık Şükrü! Bu iş böyle olmaz Şükrü. Bu işin önünü kesmeli. Adamlarımın hayatlarının anlamı kalmıyor bir, ayakaltında bir sürü pis insan iki, millet Allah Allah derken, hiç çalışmadan ceplerini dolduruyorlar bu da üç! Bu işe bir çare… “ Durdu. Sonra; “ İnsanların yakasına yapışıp bu yaratıkları beslemeyin, diye avaz avaz bağırasım geliyor! Bunlar ıslah mıslah olmaz kardeşim!”

(İşe yarar organlarını dokularını alıp kalanı tahtalıköye posta! Bir tinercinin ıslah edilmişinden ne olur? Ha? Cinayet işliyorlar, soygun yapıyorlar, eee sonra? Kendinde değilmiş… Al parçaları, bitir işi… En iyisi bu!)

Memur amirini giderek ışığı sönen bir yağ kandili gibi görmeye başlamıştı ki yağ kandili aniden parladı; “Bir çaresi olmalı!”

Şükrü yerinden fırladı; “Emredin amirim!”

         Tam o sırada kapı tıkladı, şık takım elbiseli, uzun mu uzun boylu, şişman, gâvur dağı heybetiyle yabancı biri içeri girdi:

         “Osman Bey, randevusuz geldim, özür dilerim.”

Osman Bey, kendi, kendine konuşmasını ve Şükrü’yle konuşmasını kesmek zorunda kaldığı için hiddetle; “Eveee?” dedi.

Daha “t” harfine sıra gelmeden misafir ona;

“Şu dilenciler konusunda size bir önerim olacaktı” dedi.

Osman Bey bir an donup kaldı. Adam, bu suskunluğu sözüne devam et şeklinde yorumladığından; “Ben bu kentin güzelleştirilmesi ve… Temsil ettiğim grup, ah adım Sami, Avukatım.”  Kartvizitini uzattı.  “Yalnız görüşmemiz mümkün müydü?”

Sanki Tanrı Osman Bey’i duymuştu ve bu misafiri Avukat Şişko Bey Sami’yikapısına bırakıvermişti. (Bu kadar olur!)

         “Elbette, “dedi keyifli ve özenli bir sesle. “Size ne ikram edeyim?”

Yürüyen dağ büyük misafir koltuğunu tamı tamamına doldurarak büyük bir bardak su, bir bardak da meyve suyu istedi.

EFSANE KALEM ORHAN KEMAL’İ SAYGIYLA ANARKEN

5 Haziran günü ölümü nedeniyle andığımız, ustalarımızdan Orhan Kemal’le ilgili bir derleme. Bir işçi öyküleri yazarından saygılarla.

YAPITLARININ ÖZELLİKLERİ /YAZARLIĞI

Roman ve öyküleriyle çağdaş Türk edebiyatında özgün bir yeri olan Orhan Kemal, toplumsal yaşamımızın değişim dönemlerini gerçekçi bir biçimde yapıtlarında dile getirmiştir. Aydınlık gerçekçi bakışıyla insan-toplum ilişkilerini ustalıkla yansıtmıştır. Hiçbir etkiden iz taşımaz, özgün bir kalemdir. İlk bakışta kendisini kolayca ele veren bir öykücülükte değil, yazarının kişisel özelliğine uyan alçak gönüllü bir öyküleme yaptığı kanısındadır, Sadık Aslankara. Öyküleri zaman zaman anlatımcı özellik taşısa da ekseri “hikaye etmek”ten alabildiğine uzak durarak olup biteni okurun anlamlandırmasına bırakan bir öyküleme yöntemini benimsiyor.
Eksiltili  anlatımı benimsediği gibi , öykülerinin çok büyük bölümünde “son”u  okurun tamamlamasını bekleyen bir şekilde  ortada bırakıyor. Öykülerini sinemasal bir kurguyla yapılandırdığı da öne sürülebilir. Bu nedenle kimi yapıtlarının kısa oyun ya da radyo oyunu veya kısa film tadı bırakışı, anlatmak yerine anlamlandırmayı önemseyişinin göstergesi olarak yorumlanabilir belki. Bunda insanları çok iyi tanıyor olmasının payı olduğu kuşkusuz. Karakterlerini içeriden anlatıyor. Bu da öykücülüğünü zengin, kişilerini renkli kılıyor. Kahramanları gündelik yaşamdan çekip sayfalara taşınmış, her görüntüden öykü çıkarılabilirliğinin bir kanıtı olarak yer alır. Öykünün en önemli özelliklerinden biri olan lafı dolandırmamak, konusunda çok özenli davrandığını izleriz. Asla fazlalıklara rastlanmaz metinlerinde. Ve bu öyküler yazıldığı tarihler de dikkate alındığında, dönemlerinin toplumsal olaylarını aktaran, toplumsal kesitleri, oluşumları, gelişimleri, dönüşümleri haber veren birer belge olarak da değerlendirilebilir. Sadık Aslankara bir incelemesinde onun “ kimi öykülerini, zaman zaman klasik Rus gerçekçilerinden örneğin Gogol’den, Çehov’dan esintiler taşıdığını” söyler. Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 3, s. 624’ de şöyle bir yorum yapmış. Orhan Kemal (1914 – 1970) 1940 yıllarından itibaren yayınladığı öykülerinde “romanlarına oranla, daha yalın ve çarpıcı bir gerçekçilik anlayışından yola çıkar. Irgatların, gündelikçilerin, çırak ve işçilerin yaşamını insancıl bir sevgiyle yansıtırken, toplumsal, giderek ekonomik çelişkileri de göz ardı etmez. Sömürünün, kırsal kesimde ya da sanayi kesiminde olsun, ağa – patron baskısının yol açtığı dramları sergiler. Popülizme sapmadan kentin kenar mahallelerinde oturan emekçi halkın günlük yaşamını, özlem ve düşlerini kendine özgü bir duyarlılıkla anlatır. Ne var ki, dil beğenisi, biçim kaygısı, bu duyarlılık yüzünden ikinci planda kalmıştır hep” Büyük Larousse, cilt 17, s: 8880’ de ise şu cümlelere rastlıyoruz: “Orhan Kemal, öykülerinde ve romanlarında, ” güç yaşama koşulları içindeki küçük insanları, onların geçim sıkıntılarını canlandırır. Ancak sanat anlayışı yalnızca tanıklık etmeyi değil, halkın daha iyi bir yaşama ulaşmasına yardımcı olacak uyarıcı, yönlendirici bir gerçekçilik yolunu izlemiştir… Gurbetçilerin İstanbul’daki yaşamından kesitler vererek… köylülerin, ırgatların, küçük el sanatlarıyla uğraşanların, küçük memurların… kadınlarla, genç kızlar ve çocukların serüvenlerini ele alan … kenar mahallede yaşayan, kendi toplumsal konumlarından daha geriye itilmiş ailedeki kadınlarla ilgili” eserler yazmıştır. Büyük Ansiklopedinin, Cilt 12, s: 4393’ e baktığımızda ise; “İstanbul gibi büyük kentlerdeki küçük insanların sorunlarını işleyen ve gerçekçi edebiyatımızın önde gelen yazarlarından biri olan Orhan Kemal, “diyaloglara dayanan yalın anlatımı ve olay örgüsüyle kimi zaman senaryo tekniğine yaklaştı”, tanımlamasını yapar. Öykülerini  basit tümcelerle yazmaya özen gösteren,çoğunlukla diyalogları kullanan Orhan Kemal, özellikle konuşmacılar arasında birbirini tamamlayan konuşmalara yer verir. Öykülerinin baş kişilerini gerçek dünyada gözlemlediği kişilikleriyle gerçekçi betimleme ve dil kullanımlarıyla okuyucusuna aktarmaktadır. Bu tutumuyla da toplumun çoğunluğunu oluşturan bu tür insanları hem onlar gibilerini tanıma fırsatı olmayan okuyucularına tanıtmakta, hem de kendileri de aslında onlardan olanlara yardımcı, uyarıcı ve yönlendirici olabilecek nitelikte gerçekçi bir yol izlemektedir. Aysu Erden’in bir Orhan Kemal araştırmasında şu saptamalara rastladım: “Orhan Kemal’in öykülerine arka plan – sorun – çözüm – değerlendirme dizgesinden oluşan büyük ölçekli bir kurgu hakimdir. Onun öykülerini gerçekçi kılan özelliklerden biri de, diyaloglarının doğallığının yanı sıra, işte bu tür bir kurgunun varlığıdır. Çünkü öykü dışı gerçek dünyada da yaşamlarını halen sürdürmekte olan bu küçük insanlar belirli arka planların önünde sorunlarına çözüm aramakta, bulamadıkları zaman da kendilerince doğru olan çözümleri yine kendileri oluşturmakta, bu çözümleri değerlendirme görevini de diğer insanlara bırakmaktadırlar. Gerçek dünya ile ilgili gözlemlerini olduğu gibi yansıtacak kadar gerçekçi ve gündelik dil kullanımına yakındır. Okuyucusuna, öykülerinin baş kişileriyle ilgili aktardığı bilgilerin miktarı, gözlemlediği gerçeklerle sınırlıdır. Türü ise içinde yaşadığı toplumun kimi insanlarının sorunları ve kendi kendilerine buldukları çözümlerdir. Ve yazar aslında bu insanları çok iyi tanımaktadır.  Toplumun çeşitli kesimlerinden edindiği izlenim, gözlem ve anılarından oluşturduğu  öykülerinde insan-toplum  gerçeklerinden canlı kesitler sundu. İlk öykülerinde Çukurova’nın tarım ve fabrika işçilerinin sorunlarını dile getirerek, sanayileşmeye geçiş dönemi insanının işçileşme sürecini, çalışma ve yaşama koşullarını; kentteki köylünün bu değişim içindeki sürüklenişini yansıttı.  Öykücülüğünün ikinci evresinde İstanbul ve bu çevredeki ‘küçük insan’ların sorunlarını konu edindi. 1950 sonrası yıllarda, edebiyat alanında yaygın olan soyut, kapalı bir anlatıma yöneliş karşısında; toplumsal gerçekçi yönelimin etkili örneklerini verdi. Hapisane, çocuklar, işçiler, köylüler, ‘küçük insan’lar, kimsesiz çocuklar, kadın, aşk… öykülerinin başlıca temalarını oluşturdu.

ORHAN KEMAL ÖYKÜCÜLÜĞÜNE İLİŞKİN YAPITLAR

Asım Bezirci’nin Orhan Kemal (Evrensel, 1994), Hikmet Altınkaynak’ın Orhan Kemal’in Hikâyeciliği (Adam,2000) Nurer Uğurlu’nun Orhan Kemal ve İkbal Kahvesi’ni (1973), Fikret Otyam’ın Arkadaşım Orhan Kemal ve Mektupları’nı (1975), Muzaffer Buyrukçu’nun Arkadaş Anılarında Orhan Kemal’ini (1984)

EDEBİ YAŞAMI

Yazın yaşamına askerdeyken şiirle başladı. İlk şiirleri Raşit Kemali imzasıyla “Yedigün” ve “Yeni Mecmua”da çıktı. Bunları, hapisteyken “Yeni Ses”, “Ses”, “Yürüyüş” dergilerinde yayımladıkları izledi. Orhan Kemal, ilk öykülerini 1940’tan sonra yayımlıyor. Şiiri bırakıp öyküye yönelişinde Nâzım Hikmet’in büyük rolünün bulunduğu öne sürülebilir.Nazım Hikmet’leÜç Buçuk Yıl adlı yapıtında bunu kendisi şöyle söylüyor; Nâzım, “Siz düzyazı yazın düzyazı,” demiştir Orhan Kemal’e, “sonra uzun uzun anlat küçük hikâye denemesini de önermiştir ona.İlk düzyazısı, Baba Evi romanının bir bölümü olan “Balık” 1940’ta “Yeni Edebiyat” gazetesinde yayımlandı. İlk öykülerini ise Raşit Kemali ve Orhan Raşit imzalarıyla  yine aynı gazetede yayımladı. Bunları, 1942’de ve 1943’lerde, Orhan Kemal imzasıyla “Yürüyüş” ve “İkdam” gazeteleri ile “Yurt ve Dünya” dergisinde çıkan öyküleri izledi.  Bu yıllarda şiirlerini de yayımlamakla birlikte, asıl çalışmalarını öyküye yöneltti. Öyküleri “Varlık”, “Gün”, “Yığın”, “Seçilmiş Hikayeler”, “Yaprak”, “Yeni Başdan”, “Yeditepe”, “Beraber” gibi dergilerde yayımlanırken; birçok romanı da “Vatan”, “Dünya”, “Ulus”, “Son Havadis” ve “Cumhuriyet” gazetelerinde tefrika edildi. 

YAŞAMI

Orhan Kemal (Mehmet Raşit Öğütçü) 15 Eylül 1914 tarihinde Ceyhan’da doğdu. 1930’da  babasının politik sorunları yüzünden Suriye’ye geçmesi üzerine, Orhan Kemal de ortaokulun son sınıfında öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kaldı. Suriye ve Lübnan’da bir süre babasıyla birlikte kaldı. Lübnan’da babasının açtığı lokantada garsonluk ve bulaşıkçılık yaptı. Daha sonra bir basımevinde işçi oldu.  1932’deAdana’ya döndü (1932). Çırçır işletmelerinde işçi, dokumacı, ambar memur, Milli Mensucat Fabrikası’nda katip olarak çalıştı. 5 Mayıs 1937’de evlendi. Nisan 1938’de kızı Yıldız doğdu. Aynı günlerde Niğde’de askerlik görevine başladı. Burada, “yabancı rejimler lehine propaganda  ve isyana muharrik” suçundan yargılanarak, 27 Ocak 1939’da beş yıla hüküm giydi. Kayseri, Adana ve Bursa cezaevlerinde yattı. 1940 yılı kışında Bursa Cezaevi’nde Nazım Hikmet’le tanıştı. Eylül 1943’te tahliye olunca Adana’ya döndü. Karataş’ta toprak taşıma işinde bir ay amelelik yaptı. 14 Nisan 1944’te Devlet Demiryolları’nda “muvakkat hamal” olarak çalıştı. Aynı yılın haziranın da Güzel İzmir Nakliyat Ambarı’nda iş buldu. Bir sure sonra bu işten de çıkarıldı. 13 Temmuz 1944’te oğlu Nazım doğdu. 1945 yılı yazında Kilis’e giderek, kalan 35 günlük askerlik görevini tamamladı. Çorum’a sürgüne gönderildi. Babasının, dönemin başbakanı Recep Peker’e telgraf çekmesi üzerine, 26 Ekim 1946’da bırakıldı. Kayıtlar onun Adana Verem Savaş Derneği’nde katiplik yaptığını da gösteriyor. Aralık 1949`da 3. çocuğu Kemali doğdu. 1950’de İstanbul’a yerleşerek hayatını yazılarıyla kazanmaya çalıştı. Kasım 1957 de 4.çocuğu Işık doğdu. 7 Mart 1966’da bir ihbar üzerine iki arkadaşıyla birlikte tutuklandı. “Hücre çalışması ve komünizm propagandası’ yaptıkları gerekçesiyle tevkif edilerek Sultanahmet Cezaevi’ne gönderildi. 7 Nisan’da  Türk Edebiyatçılar Birliği, Gen-Ar Tiyatrosu’nda 30. sanat yılı nedeniyle bir jubile düzenledi. Toplantıda Melih Cevdet Anday, Yaşar Kemal ve James Baldwin birer konuşma yaptı. Bilirkişice verilen; “suç teşkil eden bir cihet bulunmadığı hususunda”ki rapor üzerine  13 Nisan 1966’de serbest bırakıldı. 17 Temmuz 1968’de bu davadan beraat etti. 23 Temmuz 1969’da ilk pasaportunu alarak çağrı üzerine Ağustosta eşiyle Sovyetler Birliği’ne, Moskova’ya gitti. Orada bir kanama geçirir, Yazarlar Birliği’nin yardımıyla hastaneye yatar.

Hekimler beş altı ay kalıp iyice tedavi -olmasını, dinlenmesini salık verirler. Fakat o, on gün sonra, tedavisi bitmeden çıkar. Eylül ortalarında Türkiye’ye döner. Önce Ekmek kitabıyla Türk Dil Kurumu 1969 Hikaye Ödülünü alır. Ankara Sanat Tiyatrosu 22-29 Ekim günleri arasında «Orhan Kemal’e Saygı Haftası” düzenler. 1969’da Cumhuriyet’te Üç Kağıtçı romanı tefrika edilir ve Kötü Yol romanıyla birlikte kitap olarak yayımlanır.

1970 yılının ilk aylarında Orhan Kemal biraz toplar, sağ­lığı düzelir. 1970 Nisanının sonlarına doğru yeniden kriz geçirir. 5 Mayısta Sofya’ya gider. Karısı Nuriye hanım da yanındadır. Bulgaria Oteli’nin dördüncü katında kalmaktadırlar. Amacı, ilerde, “93’ten Bu Yana” adıyla ailesinin hikayelerini yazmaktır. Fakat çok dolaşamaz, rahatsızlığı arada bir nüksetmektedir. Bir gün kriz geçirir. Sofya Hükümet Hastanesi’ne yatar. Durumu gitgide kötüleşir. 2 Haziran saat 21. 15’te  vefat eder. 5 Haziran Cuma günü Bulgar Yazarlar Birliği’nde Orhan Kemal için bir tören düzenlenir. Ertesi gün saat cenazesi özel araba ile Türkiye’ye yola çıkarılır. Cenaze konvoyu Edirne’den Babaeski’ye gelidiğinde, asfaltın dönemecinde bir işçi arabaya yaklaşır. Elindeki çiçek demetini uzatır. Demetin üzerindeki bantta şunlar yazılıdır :«Biz işçiler, hatıran önünde saygıyla eğiliriz.» Orhan Kemal, Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verilir.

ÖYKÜLERİ

 Ekmek Kavgası, 1949; Sarhoşlar, 1951; Çamaşırcının kızı, 1952; 72.Koğuş,  1954;  Grev, 1954; Arka Sokak, 1956; Kardeş Payı, 1957; Babil Kulesi, 1957; Dünyada Harp Vardı, 1963; Mahalle Kavgası, 1963; İşsiz, 1966; Önce Ekmek, 1968; Küçükler ve Büyükler, (ö.s.), 1971. Ayrıca öykülerinden yapılan derlemeler Bilgi Yayınevi’nce dört cilt olarak yayınlandı: I. Yağmur Yüklü Bulutlar, 1974; II. Kırmızı Küpeler, 1974; III. Oyuncu Kadın, 1975; IV. Serseri Milyoner/İki Damla Gözyaşı, 1976. Arslan Tomson, (ö.s.), 1976; İnci’nin Maceraları, (ö.s.), 1979. 

ROMANLARI

Baba Evi, 1949; Avare Yıllar, 1950; Murtaza, 1952; Cemile, 1952; Bereketli Topraklar Üzerinde, 1954; Suçlu, 1957; Devlet kuşu, 1958; Vukuat Var, 1958;  Gavurun kızı, 1959; Küçücük, 1960; Dünya Evi, 1960; El Kızı, 1960; Hanımın Çiftliği, 1961; Eskici ve Oğulları, 1962 ( Eskici Dükkanı adıyla 1970); Gurbet Kuşları, 1962; Sokakların Çocuğu, 1963; Kanlı Topraklar, 1963; Bir Filiz Vardı, 1965; Müfettişler Müfettişi, 1966; Yalancı Dünya, 1966; Evlerden Biri, 1966; Arkadaş Islıkları, 1968; Sokaklardan Bir Kız, 1968; Üç Kağıtçı, 1969; Kötü Yol, 1969; Kaçak, 1970; Tersine Dünya, 1986.    

OYUNLARI: İspinozlar, 1965; 72. Koğuş, 1967.  ,ANI: Nazım Hikmet’le Üç buçuk Yıl, 1965. 

İNCELEMELERİ: senaryo tekniği ve senaryoculuğumuzla ilgili notlar, 1963.  

RÖPORTAJLARI :  İstanbul’dan Çizgiler, (ö.s.) 1971.

ÖDÜLLERİ

1958 Sait Faik Hikaye Armağanı Kardeş Payı ile 1967 Ankara Sanatseverler Derneği Yılın En İyi Öykücüsü ödülü 1969 Sait Faik Hikaye Armağanı Önce Ekmek ile 1969 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü Önce Ekmek ile

ORHAN KEMAL  ADINA DÜZENLENEN YARIŞMALAR

a)ROMAN ÖDÜLÜ İlki 1972’de verilen (Yılmaz Güney , Boynu Bükük Öldüler ), her yıl yazarın ölüm yıldönümünde verilmek üzere, konulan “Orhan Kemal Roman Armağanı” ailesi tarafından düzenlendi.

b) ÖYKÜ ÖDÜLÜ Adana’da  kesintilere uğramakla birlikte  kimi zaman edebiyat grupları kimi zaman da yerel yönetim destekli olarak yaklaşık on yıldır Orhan Kemal Öykü Yarışması düzenleniyor.  

Her zaman gurur duyduğum ödüllerimden biri olan, 2009 yılı Orhan Kemal Öykü Ödülü ikinciliğini alan Tuz Saraylar kitabımla kendisine sonsuza dek saygılarımı sunduğum, ustamızı bir kez daha hayranlıkla anıyorum.

Pis Fırçanın Temizliği

        

Serap Gökalp’in Tuz Saraylar adlı kitabından

İki görevli geldi. Yani görevli olduklarını söylediler. Yoksa üstlerinde başlarında bir işaret, öyle havalı bir ceket var sanılmasın.

         “Sivilim” dedi adam.

         “Tabi” dedi Yunus. (Adımın Yunus olduğunu kimse bilmez ki. Pis Fırça diye çağırırlar beni.) “Tabi buyurun, ne vardı?”

         “Seni koruma evine alacağız,” dediler. (Misafir edeceklermiş. Her zaman toplarlar. İtiraz edemezsin.) Ekip arabasına bindi. Yani üzerinde bir takım işaretler olan araca ‘bin’, dediler bindi. Okuması yazması var, var da kafası bulanık işte.

         “Kim bu çöp tenekesi gibi kokan?” dedi Şoför.

         “Bu kokuyor,” dedi öteki. Sonra ona; “Çok pis kokuyorsun” dedi. “Sokak köpekleri bu kadar kokmuyor.”

Kıkır kıkır güldü Yunus;

         “Bana Pis Fırça derler, boşuna mı?” diye övündü. Kendisini korumak için en iyi yöntem. (Gerçek adım balık ama sudan nefret ederim.)

         “Bu yıkanmadan olmaz ağabeycim. Binaya bile sokmadan yıkanmalı”  dedi öteki.

Pis Fırça, ceplerini karıştırdı. Cebinden iki karasinek çıkıp arabanın içinde uçmaya başladı.

         “Bir sigara içebilir miyim?” dedi yalvarırcasına. Nedense heyecanlanmıştı. (Tam olarak heyecan denmez aslında.) Kalbi çarpıyor. Kalbiniz iyi için de çarpar, kötü için de dikkat et diye çarpar. İyi için mi kötü için mi çarpıyor şimdi karar veremiyor…

         “Dubara!” diye mırıldandı.

         “Arabada mı içeceksin?” dedi görevli, hayatında bundan saçma bir şey duymamıştı. Pis Fırça yeniden karıştırdı ceplerini, aslında biliyordu, hiç sigarası, izmariti yoktu ama, bazen unutulur ya cepte…Cep… ten bir iki sinek daha çıktı.

Görevli gözlerini devirmiş onu izliyordu… İzliyordu ama aaa, gözlerine inanamıyordu.

         “Kaldır bakayım kolunu” dedi. Kol kalkar kalkmaz birkaç sinek daha uçup çemberler çizmeye başladı, havada.

         “Aman Yarabbim” diye mırıldandı görevli.

         Arabayı kullanan “Yahu bu sinekler neyin nesi? Cam mı açık arkada, çöp yanından mı geçtik de ben anlamadım?” diye sinirlendi, sinekler göz pınarlarına burun deliklerine tık tık yapışıp kalkıyordu. 

         “İnanmayacaksın ama bu adamın paltosunun altından ve ceplerinden çıkıyorlar” dedi arkadaşı.

         “Haad’di be!” dedi Şoför.

         “Seni bilmem ama ben ilk defa gördüm böylesini,” dedi görevli.

         “Hemen dezenfektasyona. Hatta bizi bile almalılar,” dedi şoför, tiksintiyle dudakları gerilmişti.

(E, atın beni arabadan!) Bu yeni bir uygulama olmalıydı. Onları asla temizlemeye yeltenmezler… “Ben yıkanmam!” diye açıkladı kesin bir dille. Cevap veren olmadı, sigara falan veren de.

         Her zamanki sığınma evi değildi. Araba bir kapıdan hızla içeri daldı ama Pis Fırça akşam alacasında “hastanes” kelimesini seçebildi. (Ne hastanesi? Üstelik aracı her zamanki gibi tıka basa doldurmadılar.) Bir kişiyle toplama mı olur?   “Dubara!” diye bağırdı.  Araçtan indirildi.

         “Şu ayağını da doğru bas. Bize rol yapmana gerek yok,” dedi adam ters ters.

Düzgünce yürümeye başladı Pis Fırça.

         “Bekle bur’da. Az sonra seni çağırırlar.”

         “Baksana, sigara ver’cen mi?”

         “Hay gözün kör olsun, al da zıkkımlan. Sakın içeri sigarayla gireyim deme ama.”

         “Merak etme. Bir de yedek…”

         “Ananın gözü…”

         “Tamam, tamam, kızma.” Neşeyle güldü. Sigarasını keyifli etrafına bakarak içti.  Az sonra, binadan içeri soktular. Giriş katı. Sağ kapı.

         “Üstündekileri hemen çıkarıyorsun” diye buyurdu görevli. Bu yeniydi. Getirenlerden değildi.“Paraları şu poşete, ceplerinde başka bir şey varsa şu poşete, giysiler bu poşete. Beni anladın mı? Hepsi, hepsi…”

Çıplak kaldı.

         “Utanıyor musun? Dilenmekten utanmıyorsun ama !”

         “Dubara” diye homurdandı. “Ne oluyor ya?”

Bir duş kabinine soktular onu. Kapı kapanır kapanmaz sıcak su yağmuru başladı. Önce su hiç köpürmedi ve çok kötü bir koku yayıldı. Öyle ki Pis Fırça bile tıkandı.

         “Dubara!” (İşte o yüzden ıslanmak istemiyorum. Islanınca insan kokar.) Köpüklü kokulu su akmaya başladı. Aktı, aktı, (Baloncuklar tavuk tüyleri gibi gıdıklıyor insanı) sonra duru su … Ardından bir ilaç kokusu doldurdu kabini. Biraz korktu Pis Fırça ama aldırmadı. (Ceplerimdeki sinekler yüzünden beni ilaçlıyorlar.) Su durdu, kapı şırak diye açıldı. Kareli bir hamam peştamalı.  Çıplak ayakla yürüttüler. Ayakları buruşmuştu ama tırnakları hala pis görünüyordu. Adamlar ayakkabılarının üstüne hastane torbaları geçirmişlerdi, o çıplak ayaklı… Kendini hayvan gibi hissetti. Tabanları parlak taşların üzerine şap şup yapıştıkça çok hayvan gibi…

         “Muayene olacaksın ama önce şu kıllarından kurtulman gerek” dedi adam.

İtiraz etti Pis Fırça; “Saçımı neyse ne, bıyığımı ve sakalımı katiyen olmaz!”

         “Bak sen, itiraz da ediyor. Kökü sende değil mi muhterem, istiyorsan gene uzatırsın.” Kahkahayla güldüler. Acayip bir kahkahaydı. Pis Fırça’ya öyle geldi ki … Bu gülüş… Bu ses, konuşma biçimi belki…

         “Üşürüm yahu!” dedi cılız bir sesle.

         “Bu adamda tek kıl kalmayacak” dedi onları bekleyen berbere. Sordular; içki, uyuşturucu, sigara var mı? Ne hastalık geçirdin? Hiç ameliyat oldun mu? Hiç hastaneye yattın mı? Pis Fırça, başı, vücudu, bacakları dâhil tüm kıllarından, uzun yıllardır derisinin üzerindeki kirlerinden sıyrılmış, küçülmüş, garip bir beze sarılı soruları cevapladı. Kendini ilk kez çaresiz, yalnız ve kötü hissetti.

         Hep elektrik ışığı altında olduğu için olmalı zamanını şaşırdı. Sonrasında kanıyla çişiyle, kaşı gözü neyi varsa uğraştılar. Bıkkınlıkla bağırmaya yeltendiğinde tekerlekli bir arabayla yemek veriyorlardı. Uyumasına izin vardı. Çok kez uyudu, çünkü canı sıkılıyordu. Yıkanmadığı kadar yıkanmış, yemediği kadar yemiş olan bir insan nasıl ses edebilir ki? Korktu yalnız. Çok çok derinlerde kıl kadar inceydi ama hemen farkına varırsın böylesi bir duygunun. İçgüdüsel bir irkilme de denebilir, beklenti de. Sivri ve keskin ne varsa göğüsleyiş hali. Onu durduramadığı gibi kendisine de kapıyı kapat, içeri gir diyemiyordu. 

         Uykusunda bir şey mi görmüştü, emin olamadı. Gözünü açar açmaz, karanlıkta bir lamba açıldı. Tepede.  Onu sedyeye aldılar.

         “Dubara” dedi, “Ne var?”  daha uyku sersemiydi. “Ne var?” dedi yine bön, bön. Üstünde bebek önlüğü gibi arkadan bağcıklı hastane entarisi vardı.

         “Yok bir şey” dedi biri,  “sakince yat şimdi. Az sonra bitecek zaten.” Yeşil kıyafetliydiler.

         “Ama her yerim delik zaten” dedi güçsüzce.

         “Canın yanmayacak” dedi bir başkası.

         Ama içinde, hani çok derinlerdeki o çizgi yavaşça çatırdayıp yukarı doğru gelmeye başladı; korku. Çıplak ve inanılmaz beyazlıktaki bacaklarına baktı. Onlara alışamamıştı. Kaburgaları çıkık, kireçtaşı vücuduna alışamadığı gibi. Sanki Pis Fırça bir kabuktu ve onu soymuşlar içinden bu beyaz tırtıl çıkmıştı.

         “Canımı yakmayacaksınız di’mi?” dedi gene, bir ona bir ötekine bakarak.

         “Korkma,” dediler.

         “İyi o zaman,” dedi rahatça  yattı, kıpırdamadı. Bu iş bitince ne yemek verecekler diye merak etti. Koluna bir serum taktılar.

         “Okuma yazman var mı?” dedi bir ses.

         “Var ne olacak?” diye diklendi.

         “Ondan geriye sayabilir misin?”

         “Sayabilirim ne olacak?” diye diklendi, gene. Kılsız,  kılıksız çok zavallı hissederek. (Dayanılacak gibi değil.)

         “E , say o zaman” dedi o ses.

         “10, 9, 8, 7, …”