BİR FOTOĞRAFIN GICIRDAYARAK AÇTIĞI…

Bugün bir öyküyle değil bir fotoğrafla sözcüklerin tadını çıkaralım istedim. Fotoğrafın yarattığı çağrışımların izini süreceğim. Bakalım nereye gideceğiz?

Fotoğraf bir evin bahçe kapısında durmuş, elini demir kapının üstüne koymuş, ikinci basamaktan birinci basamağa adım atmak üzere olan bir kadını gösteriyor. Altmışlı yıllar, fotoğrafın netliğine bakılırsa güneşli bir gün. Kadının üstünde büyük ekoseli, japone kollu bir elbise, belinde ince bir kuşak, başında beyaz bir şapka var. Eli ayakkabılarıyla uyumlu olmasına özen gösterilmiş beyaz bir çanta tutmuş. Açık kapının ve zarif genç kadının gölgesi öğle saatlerine işaret ediyor. Fotoğraf karesinin bir yanı gri duvarla öbür yanı yeşil bitkilerle sınırlanmış. Bir sokaktan bir eve giriş yaparken sanki, bir dakika, demiş fotoğraf makinesini tutan kişi ve kıpırdamadığı o saniye deklanşöre basmış.

Bu fotoğraf Nesrin abla tarafından bana gönderildiğinde belleğimi adamakıllı karıştırarak kim olabileceğini düşündüm. Bana gelen elektronik iletide “tam da eniştem senin kitabını okur ve çok beğenirken, bugün anılar dolu fotoğrafların arka planında senin çocukluğuna rastladık” diye enfes bir cümle vardı. Arka plana değil, altmışlı yılların şıklığını taşıyan sarışın beyaz tenli kadına odaklandığımdan bana yapılan jesti algılayamamışım. İkinci bir iletinin açıklamasıyla fotoğrafı parmaklarımı kullanarak büyüttüm. Duvarın üstünde gibi duran aslında yolun öte yanındaki bahçeden fotoğraf çekme sahnesini belki de şık genç kadını izleyen bir kız çocuğu gördüm. Bahçedeydi, bir oyunun ortasında sesler dikkatini çekmiş, ne olduğuna bakıyor olmalıydı. Arkasında görünen evin bahçe kapısı açıktı. Üst katın Fransız balkonunda bir saksı duruyordu, açık pencereden el örgüsü dantel perdeler sarkıyordu. Kızın elinde anlaşılmayan bir şey mi vardı ellerini birleştirmiş miydi? Kâküllü kulak hizası siyah saçlarıyla beyaz tişörtü zıtlık oluşturuyordu. Kızın bulunduğu bahçede ama poz veren genç kadının şapkası, saçları ve omuzlarının üstünü çevreleyen pembe çiçekli bir bitki fotoğrafa renk katıyordu. Olasılıkla kendiliğinden çıkmış bir gül hatmi çiçeği.

Fotoğrafın çekildiği bahçeden başlayarak o yaşamın içine giriveriyorum ansızın. Çocukluğuma, çocukluk arkadaşlarımın çocukluğuna bir yolculuk… Güner Hanım Teyze ile Orhan Amca’nın evinde çekilmiş bu fotoğraftaki kişi Orhan Amcanın kız kardeşinin kızıymış. Dört kız kardeşten biri benim, biri kardeşimin mahalle arkadaşı oldu sonradan. Diğer ikisi bizden büyüktüler, karşılaştıkça saçımızı okşayıp yetişkinler gibi gülümsemekle yetiniyorlardı o zamanlar. Bana her zaman küçük kadınlar romanını çağrıştıran dört kız kardeş belki başka bir yazının konusu olur. Şimdilik bu iki sevgili büyüğü, Orhan Amca ve Güner Teyze’yi selamlayarak dar yolu atlayıp arka plandaki bahçeye girelim. Evin sahibinin hafta sonları keser (o zamanlar çekiç yoktu) çivi ve tahta çubuklardan yaptığı çitin tahta kapısını açalım, bahçeye girelim. Kapının mandalı da tahtaya çakılmış büyük bir çivinin ekseninde dönen başka bir tahta çubuktu, anımsıyorum.  

Daha sonra o bahçeye  ve ön bahçeye evin sahibi hanım tarafından dörder küçük çam fidesi dikildi ama fotoğrafta çamlar henüz görülmüyor, demek ki daha eski bir tarih. Daha inşaat artığı taşları taşıyarak bahçeye betonlama ve küçük çiçekler sebzeler ekme zamanındayız.  Hafta sonları komşular imece usulü, bahçeleri ve sokakları düzene sokmaya çalışıyor. Burası özel bir projeyle yapılmış bahçeli işçi konutları; Çamlık Sitesi. İngilizlerin köy evleri kadar küçük ve şehir merkezinin hayli uzağında. Ulaşım zor. Ama olsun herkes kendi evinin sahibi olmak için taksit ödemeye de sıkıntı çekmeye de razı. Bu taksit macerasına bu evdeki genç karı koca atılmış. Adamın yaşlı anne ve babasıyla, orta yaşlı dul ablası ve kızlarıyla yaşıyorlar.  Artık kira vermekten kurtuldukları için hiçbir iş onlara zor gelmiyor.

Kızın hiç arkadaşı yok. Daha kardeşi doğmamış, daha sokakta oynama zamanları başlamamış. Fena halde sıkılan canını kendi bulduğu oyunlarla neşelendirmeye çalışıyor. Karşıdaki evde ise -o sıralar saymayı bilmiyor- bir sürü kız çocuğu var, bazen görüyor. İlerleyen yıllarda bitişik komşunun küçük oğlu, iki ev sonrasındaki evin tek oğlu aynı yaşlarda oldukları için sıkı bir arkadaşlık geliştirecekler ama daha çok küçükler ve anneleri onların tek başlarına yalnızca bahçeye çıkmalarına izin veriyorlar.

Baba bir devlet dairesinde memur. Her sabah arka sokaktan (bu fotoğrafın çekildiği sokak) evin önüne gelip davudi sesiyle “Gökalp”, diye bağıran çalışma arkadaşı Sabri beyin çağrısıyla işe gidiyor. Saat başı bir otobüs var, o kaçarsa işe geç kalınır. Necati Bey her sabah jilet gibi traş olmuş, beyaz gömlek ve kravatlı, siyah saçları parlayarak Sabri Beyle aralığın ucuna doğru yürüyüp gözden kayboluyorlar. Saat sekiz buçuk dokuza doğru hala evden çıkıyor. Bir kuaför dükkanında çalışan, çok yıllar önce kocası ölmüş, kızını evlendirmiş, oğlu İstanbul’da amatör kümede futbol oynayan Nazmiye hanımın kahkahasını da göz yaşlarını da kimse engelleyemiyor. Ne zaman hangisinin devreye gireceği de her zaman belirsiz…

Dede Halit Hoca, çoktan işe gitmiş. Otuz yıla yakın öğretmenlik yaptıktan sonra yaşamın onu sürüklediği yer sebze halinde bir kabzımalın yanında katiplik. Gün doğmadan yola koyuluyor, akşam gün batımında geliyor. Her yere yürüyerek gitme alışkanlığı yüzünden olmalı hiç yaşını göstermeyen dinç bir ihtiyar. Çalışma yaşamından tümüyle ayrılmasına daha birkaç yıl var. Çünkü kooperatif evinin taksitleri hayli yüksek. Dedenin emekli maaşı, çalıştığı maaş, babanın memur maaşı, halanın haftalıkları yetmediği için zaman içinde baba dışarıdan muhasebecilik yaparken anne de evde makineyle çocuk takımları örüp ufak tefek dikiş işleriyle para kazanıyorlar. Mahallede bu gibi ek iş yapan ev kadınları çok. Çoğu işçi memur ve ev hanımı olan mahalle sakinleri kıt kanaat geçiniyorlar. Her evde iki üç çocuk, genellikle yaşlılar da var.

Olasılıkla şu an evde Deniz Hanım, kızı Serap ve babaanne Fatma Hanım var. Deniz hanım her günkü sonu gelmez işlerini yapıyor olmalı. Babaanne yatağında bağdaş kurup gelinini izliyor, arada ona emirler veriyordur. Deniz hanımın işi çok. Her günkü temizlikten sonra öğlende yemeğe gelecek kocası için yemek hazırlamalı. (Çünkü o zamanlar lokantada yemek alışkanlığı hiç yok.) Bu durumda küçük kızın kendi başının çaresine bakması gerekiyor. Sürekli ayak ağrısından şikâyet eden babaanneden de başını ev ve diğer işlerden kaldıramayan annesi de ona oyun arkadaşı olamaz.  Eğer çamaşır günüyse anne zaten saat 03.00 te kalkmış, merdaneli makinede yıkayıp elde duruladığı çamaşırları çoktan ön bahçeye kurumaya asmıştır. Babaannenin ilaç şişelerinden insanlar, kutulardan evler, kumaşlardan malzemelerle hayali evlerde hayali hikayeler kurgulayıp onları oynatıyor. Her seferinde ilaç şişelerini karıştırdığı için anneden azar işitmeye aldırmıyor. Açmadığını, kırmadığını söyleyip yalvarıp oyun için izin koparıyor. İleriki yıllarda arkadaşlarını ayartıp doktorculuk oynamak için sokağın başındaki iğneci Sabahat Hatım teyzenin bahçesine gizlice girecek, onun kuytu bir köşeye attığı penisilin iğnesi şişelerini, kırılmış cam enjektörleri, iğne ampullerini çalmaya başlayacaklar. İlaçlardan oyuncak yapmaktan vaz geçmeyecek. Bu iş annelerden gizli olmalı çünkü cam kırıklarıyla ellerini keserlerse diye kıyameti koparacakları kesin. Suç ortaklıkları sıkı dostluklara dönüşüyor. Ganimet oyuncaklar yalnızca çocukların bildiği bir yerde saklanıyor.

Bu mahalledeki evlerin hepsinde babaanneler, anneanneler, dedeler var. Zaman içinde hepsi birbiriyle arkadaş oluyor, ev ziyaretlerinde anne babalar ve çocuklar yakınlaşıyor. Bu yakınlaşma çocuklar için muhteşem bir güvenlik ağı olup sokak oyunları başlıyor. Öyle ki terlemiş çocuklar bahçesini sulayan herhangi bir komşunun hortumundan su içip, yabanıl kokular yayan bahçede yetişmiş domateslerden isteyebilir, üstüne sana yağı reçel sürülmüş ekmeklerini kaldırıma oturup yiyebilirler. Evden uzaklaşırlarsa veya satıcı arabaların peşine takılırlarsa komşu teyzelerden azar işitebilirler. Herkes bakırlarını alüminyum mutfak malzemeleriyle takas etme yarışında. Mahalle aralarında satıcılar geziyor, plastik ve alüminyum kaplardan başka halılar, kilimler yeni evler için taksitle satın alınıyor. Satıcılar tüm müşterileri ve alacaklarını akıllarında tutuyorlar.

Küçük kızın bulunduğu evin ön bahçesi bir çıkmaz sokağa bakıyor ve büyük pürüzlü taşların yan yana dizilip araları ziftlenerek geniş bir alan oluşturulmuş. Çocuklar burada oynamaya bayılıyor ama koşarken düşenin vay haline. Gene de dizlerde derin yaralar oluşturan pürtüklü betonun onların oyun heveslerini kırması olanaksız. Yaralanma durumunda yapılması gereken hemen eve koşup dizlerin veya yaralı yerin yıkanması. Sonrasında yaraya çığlık çığlığa tentürdiyot basılıp üstüne penisilin tozu serpiliyor. Bu ilkyardım annelerin azarlamaları eşliğinde gerçekleşiyor. Hıçkırıklar kesildiğinde cezalı köşeden annenin gözüne yalvararak bakmak, annenin her hareketini izleyip onu huzursuz etmek bir an önce arkadaşlarının yanına dönmek için her zaman işe yarar.  Böyle bir sokak oyununda iki dizim birden fena halde yaralandığı için iki gün babaannemin yatağından çıkmayıp “artık ben yürüyemeyeceğim bana Polyanna’daki Maria gibi tekerlekli iskemle alın,” diye ayağa kalkmadığım olmuştur.  Ama bu fotoğraftaki kız daha üç-dört yaşlarında ve nasıl bir yaşam macerasına atılacağını henüz hiç bilmiyor.

Teşekkürler Nesrin Abla, çocukluğuma -artık gıcırdayarak- kapı açan o “an”ı paylaştığın için. Fotoğrafın yalnızca benimle ilgili kısmını paylaşıyorum.

Yayınlayan

serapgokalp

Bursa doğumlu. Bir süre devlet memurluğu yaptı, istifa ederek otomotiv, gıda, tekstil, çelik, inşaat sektörlerinde değişik görevlerde çalıştı. İlk öyküsü Edebiyat-81 dergisinde 1983 yılında, daha sonra Yeni Olgu, Kıyı, Öner Sanat, Karşı, Yaklaşım, Yazko, Papirus, Agora, Türk Dili dergilerinde yayınlandı. Sonraki yıllarda; İle Dergisi, Patika Dergisi, Anafilya, Havuz, Öykü Teknesi, Sözcükler, Notos, Kurşun Kalem, Kar, Dünyanın Öyküsü, Kitaplık, Gösteri dergilerinde öyküleri, inceleme yazları yer aldı. İlk öykü dosyası Böcek Cinayetleri’dir. Ancak yayıncı tarafından yıllarca bekletilip basılmadığı için dosyayı geri almış ve imha etmiştir. İkinci dosyası Astak Kum Saatinde Akarken adlı kitabı, 2002 yılında Sistem Yayıncılık tarafından kitaplaştırıldı. Otuz sekiz yeni öyküsü 267 sayfalık bu ilk kitapta yer aldı. İkinci kitabı Kulak Misafiri, 2009 yılında Pupa Yayıncılık tarafından basıldı. Ödüllü öykülerinin yer aldığı bu kitabı Orhan Kemal Ödüllü üçüncü kitabı Tuz Saraylar izledi. 2010 yılında İlya Yayıncılık tarafından kitaplaştırıldı. Dördüncü kitabı Pirana Kahkahaları 2017 yılında Kanguru Yayınları tarafından yayımlandı. Kişisel kitapları dışında Anlatılan Bizim Hikâyelerimiz, Çığlık, Mübadele Öyküleri, Öykü Dostluğu, Kadınların Ruh Acıları, Öyküden Çıktım Yola-252 Yazardan Minimal Öyküler, Gurbet (Almanya, Gökyüzü Yayınevi Seçkisi) Tanzimattan Günümüze Rumeli Motifli Öyküler seçkilerinde öyküleri yer aldı. Kadın Yazarlar Derneği Yayını, Kadınlar Edebiyatla Buluşuyor adlı projede öykü atölyeleri düzenleyerek aynı adlı yapıtta ve yine Kadın Yazarlar Derneği Yayını olan Söz Kesmek, Kına Yakmak, Nikah Kıymak adlı kitapta incelemeleri, yayınlandı. Öykü kitapları dışında Kalp Krizi, Bu Gece Uyku Yok Çünkü ve Buket Başaran Akkaya ile ortak oyunlaştırdıkları İki Çığlık, İki Türkü, Bir Ağıt adlı oyunları bulunuyor. Serap Gökalp’in bir öyküsünden oyunlaştırılan bu oyun Devlet Tiyatrolarına kabul edildi. Çalışmalarından Fadime Hanımın Işığı adlı öyküsü Petrol İş Sendikası – Kadın Öyküler Yarışmasında 2007 birinciliğini, Sisin İzi adlı öyküsü, Madenci Öyküleri Yarışması 2007 ikinciliğini, 16/24 Vardiyası adlı öyküsü, Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri Yarışması 2007 üçüncülüğünü kazanmıştır. 2009 yılında Tuz Saraylar adlı dosya ile katıldığı öyküleri Orhan Kemal Ödülü ikinciliğini almıştır. Metin incelemelerini dergilerde, internet edebiyat siteleri ve edebiyat etkinliklerinde, paylaşmaktadır. Halen ÇYDD Bodrum şubesinde ve Bodrum Kent Konseyinde gönüllü olarak çalışmakta öykü atölyeleri düzenlemektedır.

Yorum bırakın