YARIM KALAN ŞARKI , KÖY ENSTİTÜLERİNİN KAPATILMASI

Kurban bayramı tam kışın ortasına rastlıyordu. Kar, fırtına, tipi… Eskişehir ortalarında papaz harmanı savruluyordu. Sular donmuştu. Santral kanalı kapandığından, elektriklerimiz kaç gündür doğru dürüst yanmıyordu. Akşam seminerlerinde kitap okuyamıyorduk, ders çalışamıyorduk. Lambalar  iki de bir usulca sönüveriyordu. Dersliklerimizde pelerinlerimizle oturuyorduk da, gene de ısınamıyorduk. Musluklarımızdan su akmıyordu. Ellerimizi yüzlerimizi yıkamak için dere kıyısına gidiyorduk. İçme suyumuz yoktu. Üç gün bayram iznimiz vardı, ama köyü yakın olanlar gitti ancak. Bayram sabahı kampana (zil) çaldı. Dışarıda toplanılacak dediler. Başımızı gözümüzü sararak, büzülerek çıktık. Müdürümüz Rauf İnan merdivende bizi bekliyordu. Üstünde palto bile yoktu. Ellerini arkasına bağlamıştı. Boz urbaları içinde, yağsız çehresiyle bir heykel gibiydi. Savrulan karlardan gözlerini kırpıştırıyordu. O halini görünce usulca pelerinlerimizin yakalarını indirdik. Ellerimizi cebimizden çıkardık. “Arkadaşlar !” diye başladı. Bir canlıydı sesi, bir heybetliydi. Önce yılgınlık psikolojisinin zararlarını anlattı. Korkan insanın muhakkak yenileceğini ve korktuğuna uğrayacağını söyledi. Bu hava soğuk evet, fakat siz isterseniz üşümezsiniz, dedi. Olduğumuz yerde birkaç kez sıçramamızı ve kuvvetli tepinmemizi istedi. Dediğini yaptık. Birden ısınmıştık sanki. Hoşumuza gitmişti. Bugün bayram, dedi. Şimdi birbirimizi tebrik edeceğiz. Sonra yapacağımız iki iş var: Ya tekrar içeri girip sıralara büzülmek, mıymıntı mıymıntı oturmak, bu üç günü böyle faydasız, hatta zararlı geçirmek, can sıkıntısından patlamak. Boşuna içlenmek. Üstelik üşümek. Yahut da kazmayı, küreği alıp, santral kanalını temizlemeye gitmek. Emin olun gidenler, kalanlar kadar üşümeyecektir. Çünkü inanarak çalışan insan ne soğukta üşür, ne sıcakta yanar. O; yücelten, dirilten, kuvvetli kılan bir heyecan içinde her türlü güçlüğün üstüne çıkmıştır… Onu hiçbir karşı kuvvet yolundan alıkoyamaz. Yeter ki bir insan yaptığı iş in gereğine inansın. Ben şimdi kazmamı küreğimi alıp kanala gidiyorum, dedi. Çünkü kanal açılınca elektriklerimiz yanacak. Elektrik yanınca okulun işleri yoluna girecek. Kitap okuyabileceksiniz, ders çalışabileceksiniz. Sularınız akacak, yıkanabileceksiniz. Size şunu söylüyorum, bizim asıl bayramımız, yurdumuz bu gerilikten, bu karanlıktan kurtulduğu gün başlayacaktır. Şimdilik bize düşen milletçe çalışmak, çok çalışmaktır. Parolamız şu olmalıdır: “Bayramlarda çalışırız bayramlar için”. Ben gidiyorum. Gelmek isteyenler gelsin. Heyecanlanmıştık, üşümemiz geçmişti.
-Hepimiz geleceğiz! diye bağırmıştık.-Bayramda çalışırız bayramlar için!
Altı yüz kişi böyle bağırdık. Sonra da kazma kürekleri koyduğumuz işliğe doğru bir koşuşma başladı.. Santral havuzundan başlayarak onar metre arayla su kanalına dizildik. Çıplak Hamidiye Ovası ayaz. Kırıkkız Dağı’ndan doğru zehir gibi bir rüzgâr esiyor. Bazı yerlerde kar her yeri doldurmuş, kanal dümdüz olmuş. Nereyi kazacağız belli değil. Müdürümüz, öğretmenlerimiz başımızda dört dönüyorlar. Öyle çalışıyoruz ki, boyunlarımızdan buğu çıkıyor. Bazen adam boyunda buz parçalarını elleyip çıkarıyoruz kıyıya. Bir gürültü gidiyor kanal boyunca. Yeşilyurt köylüleri evlerinin önüne çıkmış, bize bakıyorlar. Böyle çalışmamıza alışkınlar ama, bayram günü, bu soğukta  nasıl
donmadığımıza şaşıyorlar. Yeşilyurtlu arkadaşımız Azmi, -köyü yakın olduğu için izinli ya! – bize evlerden bazlama ekmek taşıyor. Koca ova çınlıyor. O gün o kanalın yarı yerini açtık. Bir buçuk metre derinliğinde, uzun, derin bir çukur karları yara yara gitti. Ertesi gün taa bende kadar tamamladık. Sonra merasimle suyu saldık. Türküler marşlar söyleyerek getirdik ve geç zamanda, santral havuzuna döndük, sonra bir baktık, okulumuzun balkonuna çakılı “C K E” yandı…( Çifteler Köyü Enstitüsü ). Hiç unutmam bir arkadaşımız kendi ellerini öpüyordu. “Aferin ulan eller, diyordu, bu elektriğin yanmasında senin de hissen var, yaşasın.”
(Talip APAYDIN’ın 1967 yılında yayınlanan ”Karanlığın Kuvveti” adlı kitabında yer alan anısı)

1946’dan sonra köylünün okutulmasından korkanlar, birbirinden yersiz çirkin iftiralarla o güzelim kurumları karaladılar, sonra da değiştirmeye başladılar.1950’den sonra temelli yıktılar. Dünya eğitimcilerinin ah vah ettikleri bu cinayet karşısında Hakkı Tonguç’un nasıl iç acıları çektiğini yakından bilenlerdenim. Emekliye ayırmışlardı. Köşesinde sessiz sedasız oturuyor, kitaplar yazıyordu. Her acı haberi susarak ve gözlerini karşıda bir yere dikerek dinleyişi vardı, insanı ağlamaklı ederdi. (Talip Apaydın-Köy Enstitüsü Yılları S.228 27 Haziran 1960 )

Ruhlarımız, nişan tahtaları gibi delik deşik edilmişti. Uğramadığımız iftira, çekmediğimiz acı  kalmamıştı. Bir tuhaf çalışmaydı bizim çalışmalarımız. Daha çok yararlı olalım diye çırpınıyorduk da Milli Eğitim Müdürümüz “bırak yahu, sana ne” diyordu. Valimiz “bırak” diye önümüze geçiyordu. Deyin ki omuzlarımızda hep birlikte uzun bir ağaç götürüyorduk. Çoğu eğilmişti yere. Bize de eğilin diyorlardı. Ama yükümüz yere düşecekti, nasıl işti bu? (Talip Apaydın- Köy Enstitüsü Yılları S. 230 27 Haziran 1960)

1942 yılı Temmuz ve Ağustos aylarında beş köy enstitümüzü gören İnönü, Tonguç’a şunları söyler; “Köy enstitülerini gelecek yıl 40’a sonra 60’a çıkarılmalı.” Kendisine bunun olanaksızlığı bildirildiğinde” Çok büyük fırsat kaçırıyorsunuz. Bu savaş yıllarından yararlanarak bunları yapmalı idiniz. Savaştan sonra ne olacağı belli değildir, bunların hiç birini bize yaptırmayacaklardır. İleride beni dinlemediğinize çok pişman olacaksınız” der.  (Tonguç’a Mektuplarla Köy Enstitüleri Yılları S. 167)

H.Ali Yücel’in saptaması; “Aleyhteki siyasi sebepler yanında sosyal sebepler de vardı. Birçok laik ve dini köy otoriteleri köy öğretmeni olarak yetiştirdiğimiz yeni adamı yadırgadılar.” “Enstitüde yetişecek öğretmenlere genel ve mesleki kültür bakımından gerekli olan bilgiyi vereceğimiz gibi, bunlara köye gittikleri vakit köy hayatında etkin, prestij sahibi, kendine fikir sorulabilecek, görüşü alınabilecek insan olabilmeleri için ameli bilgiler de verilecektir.” H.A.Yücel. (Bütün Dünya Sayı 2007/12) Hasan Fehmi Güneş ise söyleşisinde şu saptamayı yaptı; Köy Enstitüleri, aydınlanma programının köye yansıtılmış bölümüydü. İki amacı vardı; 1-Köylüyü aydınlatma ,2- Toprak reformu Kapatılması karşı devrimdir ve amacına ulaşmıştır. Köy Enstitüleri o denli hızla gelişti ki toprak ağalarını, şeyleri, aşiret reislerini, gerici ve şeriatçı çevreleri tedirginliğin ötesinde korkuttu. Hele Köy Enstitüleri ilk mezunlarını verdiği 1944 yılıyla onu izleyen 1945 yılının eğitim seferberliği yıllarına dönüşmesi çıkarcı siyasetçileri, derebeyliğin kökenini oluşturan aşiret reislerini, toprak ağalarını genörgütçüleri (bürokratları) gerici ve şeriatçıları ürküttü  1946 seçimleri sonrası Hasan Ali Yücel gibi ulusal eğitim sorunlarını “insancıl” bir yaklaşımla çözme yollarını üretmiş olan bu yüce insan erk dışı bırakıldı. Çok geçmeden, köye yönelişin mimarı üstün insan İsmail Hakkı Tonguç da görevin dışına itildi. (Nadir Gezer’in notları.)

Yeni hükümetin Milli Eğitim Bakanı R.Şemsettin Sirer’di artık. Hasan Fehmi Güneş’in CHP’li bir gerici olarak tanımladığı bir kişiydi. 19.11.1951 tarihli gizli oturumda “500 kişilik kadrodan 400 kişiyi defettik” diyen adamdı. (H.Fehmi Güneş söyleşisi)   CHP 1946 seçimlerinden yıpranarak çıkmıştı. Devrimci öz yapısını yitirmiş, gerici çevrelerin, ağaların, aşiret reislerinin açtığı yolun yolcusu konumuna düşürülmüştü. DP nin dayandığı güç ise Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına dayanıyordu. Devrimleri yadırgayanlar bir kez daha kurulur kurulmaz DP de buluştular. Derebeyi Kinyas Kartal’ın söylediği gibi “ayaklarının altından bir şeylerin kayıp gittiğini gördüler ve geleceğin kaygısına düştüler.” Şimdi Nadir Gezer’in anlatımına bir parantez açalım ve Mustafa Aydoğan’ın Köy Eğitim Sistemleri ve Köy Enstitüleri isimli kitabına bir göz atalım.

Kinyas Kartal! Moskova Harp Akademisi mezunu. Bir zamanlar milletvekilliği yapmış TBMM başkanlığı yapmış frak içinde bir yarasa! Sabri Tığlı , Kinyas Kartal’a sorar;“Ağa, sen bilirsin, CHP Türkiye’ye komünizmi getirmek için mi kurmuştur Köy Enstitülerini? Kinyas Kartal’ın yanıtı: “Yok canım, onlar komünizmi benim kadar bilmezler. Bak ben sana bunun aslını anlatayım. Benim köylülerimin işlerini ilçe merkezlerinde, il merkezlerinde benim adamlarım yapar. Benim köylülerim devlet kapısını bilmezler. Askere mektubu adamlarım yazar, gelen mektupları adamlarım okur, muhtar kararlarını, doğum, ölüm kararlarını benim adamlarım doldurur. Ücretlerini de alırlar. İşler böyle sürerken köylerimden ikisine Akçadağ Köy Enstitüsü çıkışlı iki öğretmen geldi. Altı ay sonra bu köyler bana biat etmekten çıktılar. Biz doğulu ağalar, oturduk, düşündük, eğer bu böyle on yıl devam ederse ağalık ölecek. İşte bunun üzerine DP ile pazarlık yaptık. Köy Enstitülerinin kapatılmasına söz verirseniz oyumuzu size vereceğiz dedik.” Bu metni Dursun Kut 27.2.1996 yılında Cumhuriyet’te yazdığı yazıda, Kadri Yamaç 17 Nisan 2010 tarihli yazısında kullanmış. Bana da Recep Bey verdi. Dönelim yine Nadir Gezer’e, “1947 Aralık ayı laik eğitimin en büyük darbelendiği ay oldu. İstanbul Milletvekili Faruk Nafiz Çamlıbel, (şu ünlü edebiyat adamımız)  DP sözcüsü olarak yaptığı konuşmadan bir cümle; “Laiklik bir devlet telakkisi, din bir aile ve cemiyet telakkisi olduğuna göre, biri idare ve siyaset, öteki vicdan ve iman yolunda tedahül (geçişme)etmeden ilerleyebilirler.”

Bakan R.Şemsettin Sirer ise, “Muhalefet partisinin sözcüsü ve şahsi dostum olan Çamlıbel’le benim beyanlarımın ifade ettiği manada, tamamen mutabık olduğumuzu ifade etmekle bahtiyarım,” diye konuşuyor.

Ama Köy Enstitüleri ile savaşımıyla en ünlü Milli Eğitim Bakanı Tahsin Banguoğlu’dur. Günaltay Hükümetinin izlencesindeki şu alıntı ilginçtir. Yıl 1949  “Türk devriminin ana ilkelerini titiz bir özenle savunmaya devam edeceğiz. Bütün diğer özgürlükler gibi vatandaşın vicdan özgülüğünü de kutsal sayarız. Din öğretiminin isteğe bağlı olması esasına sadık kalarak yurttaşların çocuklarına din bilgisi vermek haklarını kullanmaları için gereken olanakları hazırlayacağız…” Hazırlanan bu olanaklar dizgesi bizi iki binli yıllarda “başımı örtme özgürlüğünü kullanmak istiyorum” diye haykıran kadın resimlerine getirmiştir. (SG)

49 Bütçe görüşmelerine dönüyoruz. Bakan “koruyacağız” dediği sırada, iki gerici yobaz yüzlerini milletvekillerine doğru dönerek Arapça ezan okumaya başladılar.

1950 yılı seçimlerine ulaşıldığında ise DP nin ilk Milli Eğitim Bakanı Avni Başman’dır. Ama Köy Enstitüleri düşmanlığına dayanamayıp görevden ayrılmıştır. Ondan sonra bakan olan Tevfik İleri DP’nin düzeneklerini yaşama geçirdi. Köy Enstitülerinin yönetici ve öğretmenlerini baskı altına almak, komplolar kurmak, bakanlık emrine almak, dosdoğru enstitüleri suçlamak, kız öğrencileri belli enstitülerde toplamak, en sonunda da adlarını değiştirdi. 1951–52 öğretim yılında son mezunlarını verdi.

Talip Apaydın, Köy Enstitüleri temeliyle oluşturulmak istenen insan resmini tanımlarken az önce Kinyas Kartal’ın korktuğu insan tipini de çizmektedir.

  • Sorunlarını çözmeye, gelişmeye çok daha yatkın
  • Aklın bilimin verilerini kullanan, başkalarına aldanmayan,
  • Sömürülmeyen
  • Teknolojiyi daha iyi kullanan
  • Üretimi en yüksek düzeye ulaştıran
  • Hangi iş alanında olursa olsun, haklarını görevlerini olumlu yolda kullanan
  • Çağdaş insanın bilgileri ile donatıldığı için uygarlığın nimetlerini yaşayan
  • Sanatsal, bilimsel, kültürel etkinliklerden yararlanan
  • Yoksulluktan, karanlıktan kurtulmak için geri kalmışlık çemberini çok çabuk kıran

Ve Talip Apaydın soruyor; “O zaman, hırsız, yalancı düzenbaz bir takım insanlar yönetim yerlerine gelebilir miydi? Yarım yüzyıldır Türkiye’miz bu kadar kötü yönetilebilir miydi? Ulusumuzun gelişme yolları böylesine tıkanır mıydı? Bir avuç insanı zengin edeceğiz diye büyük çoğunluğumuz karanlıkta yoksul ve mutsuz bırakılabilir miydi? Nüfus böylesine plansız programsız başıboş artar mıydı?  Büyük kentlere ve yurt dışına bu oranda yoğun göç olur muydu? Toprak reformu yapılmaz mıydı, sanayi tüm yurda yayılmaz mıydı, her yörede insanlar iş bulup çalışmaz mıydı? Kalkınma bileşik kaplar örneği tüm yurt düzeyinde birlikte gerçekleşmez miydi? İşsizlik sorunu olur muydu? Bireyleri okuryazar, demokrat, kişilik sahibi, bilinçli ülke sorunları ile yakından ilgilenen ve çözüm yolları arayan bireyler olmaz mıydı? Ormanlarımız korunup genişlemez miydi, tarıma elverişli topraklarımız her yerde aynı özen ve verimlilikle işlenmez miydi? Bugünkü bilinçsiz yapılaşma yüzünden devre dışı kalır mıydı? Denizlerimiz sularımız ve göklerimiz temiz kalmaz mıydı?

Tonguç 21 Eylül 1946 da görevden alınır. Bu kapatmaya doğru ilk adımdır. Müdürlerine yazdığı mektuptan:

“Kardeşim, Sizinle birlikte çalıştığım yılların hayatımın sonuna kadar sürecek tatlı hatıraları ile kalbim ve vicdanım dolu olarak ilköğretim işinden ayrılıyorum. Ama kanun ve prensiplerde hiçbir değişiklik yoktur. İşbaşına gelen ve orada kalan arkadaşlara güvenerek görevinizi şimdiye kadar olduğu gibi yapmanızı, bu alanda son dileğim olarak, sizlere ve vasıtanızla bu işe bağlı olanların hepsine duyurmak istiyorum.”

Milli Eğitim Müdürlerine de “ Kardeşim,” diye başladığı mektubunda, verilen emeklere teşekkür ettikten sonra “ Yaz kış, gece gündüz, soğuk sıcak demeden ve hiçbir şahsi menfaat gütmeden ülküye bağlılığınız işe sarılışınızla bulunduğunuz ilin, çevrenin Milli Eğitim alanında birer anıt olarak kalacak eserlerini yarattınız. Sizlerin çalışmalarınız benim için iftihar vesilesi oldu. Şimdiden sonra da olacaktır. İlgili kanunlarda saptanan esaslardan ayrılmayarak işinizde şimdiye kadar olduğu gibi hep başarı göstermenizi…”

İyimserlik…

Şevket Gedikoğlu da  4.10.1946’ da Tonguç’a yazdığı bir mektup ta iyimserdir. “Ne derlerse desinler ve düşünsünler, gerçek olan şudur ki ok yaydan çıkmıştır, amaca ulaşılacaktır.” Ama iyimserlik çok sürmeyecektir. 4.10.1946 yılında Akpınar’dan Enver Kartekin’in satırlarına bakalım. “Fakat bu işin düşmanı o kadar çok ki. Onlar suret-i haktan görünerek bu işi o kadar dejenere etmeye çalışacaklar, bu işi kendilerine o kadar mal edecekler ki ihtimaller dahi beni sarsıyor…”

Enver Karatekin 9.1.1947’ de yazıyor; “Bu yıl mezun olanların durumu yürekler acısı. Ekserisi camilerde hasırlar üzerinde çocukları oturtarak ders yapıyorlar. Bir kısmı da hala açıkta. Aynî yardımlarını ve ücretlerini de alamayanlar çok. Vaziyet mahalle mekteplerinden daha feci. Fakat mezunlarımız yılgın değil, bedbin değil. Ülkü onları o kadar sarmış ki. Yokluk ve zorlukla mücadele etmekten usanmadan işlerini yürütüyorlar…” Ama baskılar artmakta, istifalar, olmazsa görevden almalar, akıl almaz denetleme biçimleri sürmektedir.

Ve Karatekin 11.11.1947’ de Tonguç’a uzun bir mektup yazar, işte çarpıcı birkaç satır da oradan; “Fakat aziz şefim ve büyük kurucumuz siz ayrılalı daha yarım yıl olmadığı halde bugün Enstitülerin arasına girseniz onların budana budana tanınmayacak hale geldiğini göreceksiniz…………Umum Müdürlüğe yazdığım yazıda da söylediğim gibi artık bize başka milletlerden getirilmiş ve beyhude yere emek harcamış ecnebi mütehassıslar muamelesi yapılıyor…………” 

Karatekin 26.7.1947 de ise şunları yazmıştır; “Uğrunda her şeyimizi harcadığımız bu milli varlığın bilinmeyen ellerde soysuzlaşacağından korkuyorum.”

Bahattin Fırtına Savaştepe Köy Enstitüsü Yıllarının 75 sayfasında şunları söylüyor;“Sıt kı Akkay ses yükselticiden öğretmen ve öğrencilerine ‘sağlıcakla kalın’ diyor ve görevden ayrılıyor. Aynı ses yükselticiden yeni müdürün sesi ‘Öğretmen ya da öğrenci hiç kimse eski müdür Sıtkı Akkay’ı yolcu etmek için istasyona gitmeyecektir. Gidenler hakkında gerekeni yaparım,”diyor. Savaştepe halkı ise, yaşlısı genci, kadını erkeği, çoluğu çocuğu ile trenin gelmesine daha saatler varken, akın akın istasyona gitmeye başlıyor. Ortalık mahşer yerine dönüyor.  Trenin kalmasına 5-10 dakika kala tarlalardan, bahçelerden yan yollardan geçerek, enstitünün tüm öğretmen ve öğrencileri istasyona akın ediyor. Ortalık göz alabildiğine insana kesiyor. Öğrenciler ve halk, hep bir ağızdan Akkay’ın en sevdiği “Emirdağı” türküsünü söylemeye başlıyor.

Antigone’ yi  peynir-ekmeğiyle aynı çıkında taşıyan çocuklar tarihe gömüldü.

Kendi kendine yeten yaratıcı yaşam biçimi bitti.

Küreselliğe direnç noktası yok edildi, tam bağımsızlık ülküsü yerle bir edildi.

Tanrı mesleği öğretmenliği “Tanrı yaratır, biz şekillendiririz” diye uygulayan öğretmenler yok edilmişti (H.Fehmi Güneş söyleşisi) 

13. YY.  da yaşamış ilahiyatçı Aquinalı Thomas “ Tek kitaplı insandan kork!” der. Bu cümle de bu araştırmanın sonuna uyuyor  mu ne dersiniz?

Son olarak, Turhan Selçuk’u selamlama zamanı. Bugünkü yazımın görseli olarak seçtiğim Cumhuriyet gazetesinde ölümünden kısa süre önce çizdiği karikatüründe Turhan Selçuk,“kadın” var, başına türban bağlayan “özgür kadın” var, kara çarşaf giyen “daha özgür kadınlarımız,” var, diyor.

Tüm Köy Enstitülülere, İkinci Kuşak Köy Enstitülülere ve Köy Enstitülerini genç kuşaklara anlatmayı görev edinmiş dostlara selam olsun!

Teşekkür: Bu çalışma, Haziran 2010 yılında 68’liler Birliği Bursa Şubesi üyeliğim sırasında çalışma grubunun isteği doğrultusunda Köy Enstitülerinin Kapatılışına ilişkin hazırladığım söyleşimden derlendi. Kaynak olarak, 2010 Bursa Tüyap Fuarında gerçekleşen Köy Enstitüleri oturumu, 2010 yılında Aydınlarla  Yüzyüze Programı çerçevesinde gerçekleşen Hasan Fehmi Güneş söyleşisi, Talip Apaydın’ın Köy Enstitüsü Yılları kitabı, Mustafa Aydoğan’ın  kaleme aldığı Tonguç’a Mektuplarla Köy Enstitüsü Yılları, yine Aydoğan’ın Köy Enstitüleri Amaçlar, İlkeler, Uygulamalar adlı yapıtından Bütün Dünya Dergisinin  2007/12. sayısından ve benim (rahmetle anıyorum) Emekli Öğretmen Nadir Gezer’ le yaptığım  söyleşimizin notlarından yararlanılmıştır. Hepsine bir kez daha gönül dolusu teşekkürlerimi sunuyorum.

Yayınlayan

serapgokalp

Bursa doğumlu. Bir süre devlet memurluğu yaptı, istifa ederek otomotiv, gıda, tekstil, çelik, inşaat sektörlerinde değişik görevlerde çalıştı. İlk öyküsü Edebiyat-81 dergisinde 1983 yılında, daha sonra Yeni Olgu, Kıyı, Öner Sanat, Karşı, Yaklaşım, Yazko, Papirus, Agora, Türk Dili dergilerinde yayınlandı. Sonraki yıllarda; İle Dergisi, Patika Dergisi, Anafilya, Havuz, Öykü Teknesi, Sözcükler, Notos, Kurşun Kalem, Kar, Dünyanın Öyküsü, Kitaplık, Gösteri dergilerinde öyküleri, inceleme yazları yer aldı. İlk öykü dosyası Böcek Cinayetleri’dir. Ancak yayıncı tarafından yıllarca bekletilip basılmadığı için dosyayı geri almış ve imha etmiştir. İkinci dosyası Astak Kum Saatinde Akarken adlı kitabı, 2002 yılında Sistem Yayıncılık tarafından kitaplaştırıldı. Otuz sekiz yeni öyküsü 267 sayfalık bu ilk kitapta yer aldı. İkinci kitabı Kulak Misafiri, 2009 yılında Pupa Yayıncılık tarafından basıldı. Ödüllü öykülerinin yer aldığı bu kitabı Orhan Kemal Ödüllü üçüncü kitabı Tuz Saraylar izledi. 2010 yılında İlya Yayıncılık tarafından kitaplaştırıldı. Dördüncü kitabı Pirana Kahkahaları 2017 yılında Kanguru Yayınları tarafından yayımlandı. Kişisel kitapları dışında Anlatılan Bizim Hikâyelerimiz, Çığlık, Mübadele Öyküleri, Öykü Dostluğu, Kadınların Ruh Acıları, Öyküden Çıktım Yola-252 Yazardan Minimal Öyküler, Gurbet (Almanya, Gökyüzü Yayınevi Seçkisi) Tanzimattan Günümüze Rumeli Motifli Öyküler seçkilerinde öyküleri yer aldı. Kadın Yazarlar Derneği Yayını, Kadınlar Edebiyatla Buluşuyor adlı projede öykü atölyeleri düzenleyerek aynı adlı yapıtta ve yine Kadın Yazarlar Derneği Yayını olan Söz Kesmek, Kına Yakmak, Nikah Kıymak adlı kitapta incelemeleri, yayınlandı. Öykü kitapları dışında Kalp Krizi, Bu Gece Uyku Yok Çünkü ve Buket Başaran Akkaya ile ortak oyunlaştırdıkları İki Çığlık, İki Türkü, Bir Ağıt adlı oyunları bulunuyor. Serap Gökalp’in bir öyküsünden oyunlaştırılan bu oyun Devlet Tiyatrolarına kabul edildi. Çalışmalarından Fadime Hanımın Işığı adlı öyküsü Petrol İş Sendikası – Kadın Öyküler Yarışmasında 2007 birinciliğini, Sisin İzi adlı öyküsü, Madenci Öyküleri Yarışması 2007 ikinciliğini, 16/24 Vardiyası adlı öyküsü, Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri Yarışması 2007 üçüncülüğünü kazanmıştır. 2009 yılında Tuz Saraylar adlı dosya ile katıldığı öyküleri Orhan Kemal Ödülü ikinciliğini almıştır. Metin incelemelerini dergilerde, internet edebiyat siteleri ve edebiyat etkinliklerinde, paylaşmaktadır. Halen ÇYDD Bodrum şubesinde ve Bodrum Kent Konseyinde gönüllü olarak çalışmakta öykü atölyeleri düzenlemektedır.

“YARIM KALAN ŞARKI , KÖY ENSTİTÜLERİNİN KAPATILMASI” için 2 yorum

  1. Bu ülkede kötülük nedir diye sorsalar bu yazıyı gösteririm, bir halk sınıfının kavgasını yapamazsa sonu böyle geri kalarak başlar. Siyasetçinin mesleği yoktur, din adamlarının, askerinde yoktur, memurunda, MESLEK siz toplumlar sınıf yaratmaz, bürokrasi inin kölesi olur, o yüzden senelerce devlet memuru olmak için insan yetiştirdikleri, bu arada bir memurun mesleği vardır, ÖĞRETMENİN..

    Liked by 1 kişi

ressamcengiz için bir cevap yazın Cevabı iptal et