Serap Gökalp’in Madenci Öyküleri Yarışması 2007 ikinciliğini alan öyküsü. Tüm madencilerimiz ve emekçilerimize armağan…
Sisler içinde yitirilmiş bir gün olacağını bilemezdiniz. Yürürken apansız ayaklarınızı yitireceğinizi, arabaların hareketli bir çift ışıktan ibaret olacağını. Bu narin ve tehlikeli duvar yüzünden kıpırdamaktan korkacağınızı. Çocuklarınızı, evlerinizi, sokaklarınızı hatta rüzgârı bile yutuvereceğinden kaygılanıp, ötesini göremediğiniz pencerelerden dışarı kaygıyla bakacağınızı.
Araçların kaza yapacağını, onları aramak için yola çıkan kurtarma aracının bir elektrik direğinde ya da yol ortasında kala kalacağını. Cankurtaranların çaresiz mavi ışıklarının sis içinde çırpınmaktan başka bir şey yapamayacağını. Belediye çukurlarında insanların öleceğini ve hırsızların bayram edip köşe bucağa saçılmışken yollarını yitirip karakollara sığınacağını. Siste ne olacağını bilemezdiniz.
Kadın şimdi kömür galerisinin göğe bakışıyla bakıyor. Yüreği 450 metre derinlikte atıyor. Sümüksü sıcağın şlap şlap seslerini duyuyor. Vagonlar yanıp sönen raylardan karanlığın yüreğine kayıyor. Susuzluktan çatlamış dudaklarıyla küf kokulu ocak ağzı, işçileri emip yutuyor. Sonra öğüttüğü vardiyaların kara çekirdeklerini tükürüyor.
Bunca görmüş geçirmiş, üççeyrek asrı geride bırakmış Mustafa Efendi ilk olarak bir kadının bakışlarından tedirgindi. Ama itiraf etti; ondan değil, birazdan kendini yenik hissedecek, kaygısı bundan. Kasketini geri itip kafasını azıcık havalandırdı. Pandizot kenarlıklar derisine yapışmıştı. Kadın bu hareketi kaçırmadı. Bunca direnmesine rağmen yaşlı adamın çözüleceğinin işaretiydi bu şapkayı geri itmek, sonra çıkarıp tozluymuşçasına pat pat elin tersine vurmak. Adamın kırış kırış yüzünden farksız, kullanılmaktan iyice büyüyüp yıpranmış, toprak, taş ve çimentoyla zora koşulmuş eller, kasketin gölgeliğini eğip bükerek; “Bunu yapamam hanım, benden olmayacak bir şey istiyorsun” deyip kasketi tekrar başa takan eller…
Hiç sesini çıkarmadı kadın. Bakmayı sürdürdü.
“Yaparsın,” diyordu gözleri. “Yapacaksın,” diye duruyordu sırtı. “Yap ne olur,” diye yalvardı hafifçe kabaran gözyaşları adama.
Ağaç köklerinin dibinde belli belirsiz bir sis, ansızın… Şimdilik masum gözüktüğünü, hatta sevimli olduğunu düşündü yaşlı adam, bakışlarını ondan kaçırdı. Kısa saplı madenci küreği, sapı duvara dayanmış öylece duruyordu. Duvar maden duvarına benzedi ansızın. Tahta sap, parlak ve kaygandı, kazmanınki de öyle. Bazı ellerine tükürmesi gerekiyordu kullanırken. Dinamit patlatılmış, kayalar temizlenmişti. Tahkimler sağlamdı ama kömür damarı çok inceydi. Önce eğik çalıştık sonra ben yatarak çalışmaya başladım. İşte bu kazmayla. Kürek duvara dayalı duruyordu, aynı şekil. Sıcak. Abidin Usta eski usul, panonun üst ucunu yeryüzüne irtibatlamıştı ama soluğum havaya yapışıyor, ağzımdan içeri giremiyor, öyle hissediyorum. Çavuş canımı sıkmıştı; ver ediyordum kazmayı kömüre. Yedekte Hüseyin vardı. Burnu çelik çizmeleri zemine yapışıp koparak benim öfke parçalarımı, küfürlerimi, çavuşun orasını burasını taşıyordu dışarıya. Islak ve karaydılar. Arada tükürüyordum sinirimden. Tükürüğüm sıcak ve kara… Soluğun, yediğin, düşlerin kara olur madenciysen. Kömür bencildir, kaplar, içine işler, gözünün gördüğü tek şey kömür olmak zorundadır. Yoksa kıskanır, üstüne kapaklanır anlamazsın. Sen kendini madendeyim sanırsın çoktan imam efendiyle yalnız kalmışsındır. İmam seslenir; Makbule oğlu Mustafaaa! Kalkmak istersin, başın tahtaya çarpınca anlarsın; burası mezardır, başındaki imam. “Eyvah ben ölmüşüm!” dersin ama elbiselerin çoktan ölü yıkayıcısına vermişler, ayakkabılarını kapının önüne koymuşlardır. Bre aman! Yedi gün evinin etrafında dönenir durursun.
“Bunu yapamam bayan” diye mırıldandı gene ve sesi sessizliğin içinde pek fena durdu gibisine geldi. Sesi mi fena durdu yoksa sözcükler mi tam yerini bulmamıştı pek emin olamadı. Belki tüm diyeceklerini bitirmiş, tüm gözyaşlarını tüketmiş kadının suskunluğu yüzünden. Otlar çıtırdıyor, çıtırtı sesinden nefret ederim. Karşısındakinin uzayan bekleyişinin adamı daha beter daralttığını keşfettiğinden beri sürdürüyor sessizliğini. Yaşlı adam bulundukları yerin tüm seslerini duyuyor olmasına karşın onun algıları kapalı. Ne bitkilerin kokularını ne toprağın kokusunu ne keskin ışıklı kuş seslerini… Herhangi birinin yapabileceği şeylerle oyalanmak-bir kumaş parçasını katlayıp açmak, bir söküğün ipini çekiştirmek, parmaklarını çıtlatmak- yerine paslı ayaklı bahçe sandalyesinde kaya duruşunu koruyordu. Yüzünde hiç duygu belirtisi olmaksızın; sadece Mustafa Efendi’yi vicdan azabıyla titreten, her an taşmayı bekleyen gözyaşı buğuları… Ağlasa belki, yaşlı adam rahatça “olmaz”, diyecek ama hiçbir şey yapmıyor olması… Karnım acıkmıştı, öğlen yediğimiz elma ekmek çoktan bitmişti içimde. Sıcak. Ben ses,mes duymuş değildim. Kendi tıklamalarım ve ötekilerin toklamaları sade… Hüseyin, can havliyle koluma yapıştı. Parmakları terden, kömür tozundan kaydı kıllarımın üstünde.
“Dinle!”
“Ne var?” diye terslendim, durmak istemiyordum. Kömür öfkemi alıyordu çünkü.
“Çıtırtıyı duydun mu?” diye fısıldadı, gözleri havalandırma bacası gibi. Sıkıntıyla yere baktım; kara, sonra ona; kara.
“Yoo.” Saçmalıyor bu velet.
“Çıtırdıyor, nasıl duymazsın!”
“Tahkimlerde mi?”
“Hayır be adam, kömürü dinle!”
Kısa saplı kürek kayıp yere düştüydü, şu kürek işte.
“Ha s….r! dedimdi can sıkıntısıyla. Küreğin düşmesine değil de çıtırtıya.
Tam o sırada “Kaçın!” diye bağırdı biri. “Göçük geliyor!”
Madenin sakin zamanının küflü kokusu ve kudurduğu zamanki yumurta kokusunu duydu, çenesini sertçe çevirdi savuşturmak için. Kokular yok oldu.
Kadın yedi gündür her Allahın günü geliyor, onu hep uzaktan gördü. İki günden beriyse adama musallat oldu. Adı Belkıs Erk ama Mustafa Efendi bilmiyor. Belkıs Hanım diyor ki; “İstersen sen görmezden gel, ben tek başıma başarabilirim. Eğer bunu suç görüyorsan yani… Ama senin çarçabuk yapacağın iş için saatlerce uğraşmak zorunda kalacağım. Gören olsa zararı sana… Hiç kazma kullanmış değilim çünkü kürek de. Ama olsun. Yapabilirim. Yeter ki izin ver. Dahası yardım edebilirsin. Bunu yapabilirsin. Hem emeğinin karşılığını vereceğim söz. Ne olur.” Yaşlı adam sade aklıyla bu isteğe hiç mi hiç anlam veremiyor. Kabullenmeyişin, reddedişin gerisindekileri anlamaktan çok uzakta. O çoktandır yitiriş yaşamış değil, hayli zamandır kimsesi yok, o yüzden. Rahmetliler onları çok yorduğunda, birlikte sigara içip, tepeden aşağıları kömür madenlerini seyrettiği yardımcısı var sade, o kadar. İnsanlar onu yok mu sayar, yoksa kazanılmış bir görünmezliği mi vardır nedir, kimse Mustafa Efendiyle konuşmayı akıl etmez ki. Bir kadınla en son ne zaman konuştu sözgelimi hatırlamıyor. İki gün öncesine dek. Bu geldi ve oraya; o paslı bahçe sandalyesine temiz memiz olmasına aldırmaksızın oturdu, konuşmaya başladı.
Ona; “Ne işin var senin bu toprakla?” bunu sordu ilkin.
“Ne işim olacak? Bunda sorup soruşturacak bir şey yoktur; iş çıkar, yaparsın. Bazı günler; şu mübarek melek gün boyu hiç dinlenmedi mi? diyesin gelir yorgunluktan ama yine de toprağı kazar durursun” dedi Mustafa Efendi.
Mübarek meleği çok eskiden tanıyor. Yeraltında sık karşılaşılır. Artık madene inmem ben, bu işi yapamam, diye karar verdiğinde Hüseyin bez bebek olmuş sallanırken kollarında, başkasını bulamayıp bu işe mecbur kalacağını yine toprağı kazacağını bilmiyordu. Kazmasıyla küreği de…
Çaresizlik duyuyordu, biraz da hüzün. Bütün kapıları zorlanıyordu şu anda. İçeride sıkışıp kalmıştı, bağıramıyor ve dışarı çıkamıyordu. Hüzün bulutları ağır öbekler halinde daima bulunmuştur çevresinde, biri gelir, öteki gider. Burası büyük, çok büyük, tüm hüzün bulutlarını barındırmaya yeter…
“Şimdi o senin çocuğun olsa…” demişti durup dururken.
Kimsesi olmadığını söyledi Yaşlı adam, ayakkabısının burnunu yere vurarak.
“Sana çocuğu olmak nasıldır anlatayım.”İki gündür anlatıyor. Sesinde koyu bir siyahlık. Kaplayıcı buyurgan renk. Onun olduğu yerde diğer renklerin sesi çıkmaz. Tıpkı madende tüm renklerin suskun olması gibi. “Analar hiç yalnızlık hissetmez,” diyor inançla. “Neden biliyor musun? Çocuk yeniden doğuştur da ondan. (Gözlerini patlatıyor.) Sanki sana bir fırsat daha verilmiştir. Keşke şunu yapsaydım falan dersin ya hani. (Örtüsünü kulaklarının arkasına sıkıştırıp öne doğru eğiliyor.) Çocuğu da öğrettin mi, o da başardı mı, keşkenin birini siliverirsin gider işte! Anladın mı? Parmakları ölümsüzlük kapılarını açar sana. Onun çocukları da ona, anladın mı beni? İki ayna arasında dururcasına çoğalırsın işte. Oğlumu kucaklamadan önce ne yapıyordum bilmiyorum.”
Yaşlı adam onun tüm yaşam öyküsünü, tüm duygularını biliyor şimdi. İlyas’ı da. Yalvarmalarını, baskıcı tutumunu, yorgunluğunu biliyor. Ne denli kararlı olduğunu ve yetmiş beş yaşındaki Mustafa Efendinin onu durduramayacağını da. Ama alınanın geri verildiği nerede görülmüş? Verilmez ki… Yaşlı adam bunu biliyor. Bir de kendi vazifesini. Derinlikli duygularla işi olmaz onun, anneliği nereden bilsin?
Ona bebeğin karnında ilk seğirişini anlatıyor sonra emzirirken göğsünün üstündeki küçük bir elin, meme kaçmasın diye onu nasıl tuttuğunu, saçlarının nasıl mersin ağacına koktuğunu… Adı neden İlyas anladın mı şimdi?
Hayır, anlamış falan değil Mustafa Efendi, sessizce bakıyor. Çocuk rüyadır; kehanet doludur ve kehanetler kendini gerçekleştirebilirler,” diyor Belkıs inançla. “İlyas uyanış demektir, bunu biliyor musun peki?” Hayır, Mustafa Efendi bunu da bilmiyor… Sık nefes alıyor şimdi kadın, soluğu dar yerden çıkıyor. Durup dururken oldu , Mustafa Efendi kaygılanıyor. Uzun konuşmanın sonrasında suskunluk meydanında –öyle ortalık yerde-kala kalmış, uzaklardan bakıyor artık.
Gökyüzünden esrarengiz bir elin koparıp serpiştirmeye koyulduğu sis parçaları toprağı örmeye başlıyordu. Seğirip sürdürüyor; “Benim ömrüm o. Uzamasını yürek çarpmasıyla beklediğim. Oysa olup bitenler sis içinde kaybolmaya benziyor. Öyle şaşkınım ki, hiçbir şeyi yerine koyamıyorum. Anlıyor musun? Parmaklarımın arasından akıp duran şey yüzünden çaresizim. Üzüntümden şaşkın. Bir hata oldu, biliyorum bu düzeltilmeli. Onu arayıp bulmamı bekliyor İlyas.”
Adam lütfen yavaş olmasını istiyor. Ömrü boyunca karşılaşmadığı kadar çok duygu keskinliklerinden paramparça çünkü. Yavaş, artık kaldıracak durumda değilmiş gibisine geliyor, annenin kederinin sızıntısı iki gündür ihtiyarı sessizce kuşatmış durumda; kurtulamayacağını ve çıkış için onun isteğini yapmak zorunda olduğunu sezinliyor yaşlı adam gene.
Onun,“Her insan kılına varan dek hayat, hayat derken, sen burada nasıl çalışabiliyorsun?” diye çıkışmasına da; “Belki de ölümden saklanmak içindir, ne dersin?” diye yanıt veriyor. Adamın söylenenleri dikkatle dinlediğinden kuşku yok. Belki yüzüne vurulanlar yüzünden acılar içinde kıvrandığı da söylenebilir ama yinede bu istek olağandan farklı; dahası uygunsuz geliyor.
Tamam, tut ki yapmış olsun. Para falan da istemiyor. Tut ki yaptı, ne değişecek ki? Değişen bir şey olacak mı? O güzel kokulu saçlı oğulun büyümesini yeniden izlemeyi, vücudunun serpilişini tekrardan yaşamayı mı umuyor? Peki ya kahkahası rüzgâr olup evin içinde mi dolaşacak sanki ? Hayır. Sadece gördüğün seni çıldırtacak. Bir kadın, bir ana yüreği bunu kaldıramaz ki! Neden böyle işleri kimsesiz ve ruhu kurumuş erkeklere yaptırıyorlar sanıyorsun kadın? Bir erkek dayanabilir de ondan. Hele bu duyguları bilmiyorsa… Ha mermer taşlar, ha bedenler, onun için fark eden bir şey olmaz ki.
Kadın bugün susuyor. Tüm söyleyeceklerini söyledi çünkü. Tepeden tırnağa yakarış olmuş duruşu; başörtüsü direniyor, bakışları direniyor. Yaşlı adamınsa kavrayışının dışında bu yaşadıkları. Annesini anımsamıyor ki, bir öksüz o. Babası madende kalınca çalışmaktan ciğeri üşüyüp ölmüş anası. Ana bildiği ninesini yedi yaşında yitirdiğinde de kimse onu teselli etmedi. Olmuş bitmiş şeyler için üzülmek boşunadır, o zaman öğrendi. Ninesini sever miydi? Şalvarının büzgüleri, pazen gömleği serindi kucakladığında. Başı yarıldığında, yaraya tütün basıp üflerken, nefesi sevgi olmalıydı. Göğsüne bastırıp hafifçe iki yana sallarken, ikisi birden beklemişti-çocuk ve ninesi- çocuğun acısının geçip gitmesini. Bu sevgi miydi?
Belkıs, Mustafa Efendiye; “ bir delikanlıyı sabah uyandırmak için seslenirken kendi gençliğinin yataktaki kaygısız ve yepyeni, uyanması demek olduğunu… İlyas’ın”
“İyi ya, bak bunlar ne hoş kokulu anılar. Onları öylece taze korusana. Paramparça edeceksin.”
“Olmaz! Sen anlayamazsın. Mezarı açmalıyız. Biliyorum ki orada değil. Bir hata oldu ama gözümle görmeliyim, anlasana. O zaman bana onu geri verecekler. Uyanacak. “
Artık sis meraklanmış her köşe bucağı yoklamaya niyetlenmişti, yaşlı adam sigarası ağzında yavaşça kalktı. Sanki hiç direnmemiş hiç de korkmamıştı. Kullanılmaktan sapları parlamış, madenin çalışkan ikizlerini; kazmayı ve küreği aldı. Zamanını hep açık havada geçiren insanların derisindeki kavrulmuşluk vardı ellerinde. Birbirine sürten parmakları, sigara kâğıdı sesi çıkarıyordu. Rengi atmış çelik burunlu madenci botlarıyla kadının düz ayakkabıları patikada yürümeye başladılar. Pantolon diye bacaklarını saran kalın bez,diz yapmış, paçaları, kırçıllı çorapların içine tıkıştırılmıştı. Toz ve çamur yüzünden paslı bir renk almış kaba ayakkabılar; bir çift paslı havanda bir çift tokmak tıkırdıyordu yürürken. Kadının dimdikti, siyah başörtüsü sırtının ortalarına dek iniyordu, gevşekçeydi kumaş titriyordu. Adamın sırtı kamburdu, kasketi başında, kulakları iriceydi, gözü seğiriyordu. Sigarasının dumanı, ikisinin arasından geriye doğru kayıyordu, sis ayak bileklerine.
“Hadi,” dedi kadın sabırsızca, “Hadi, sis bastırmadan yetişmeliyiz.”
Kazma sesini saymakla başladı beklemeye, yandaki [Melek Şekercioğlu’nun ruhuna fatiha] yazan mezar taşına dayanarak. Kazmanın tahtaya değişiyle irkildi. Yaşlı adam tekrar baktı ona; belki vazgeçer diye. Vazgeçmedi, sis dizlerine dek yükselmişti. Tahtaları elleriyle aldı mezarcı, aşağı inmek için uygun şekli düşünürken son tahtayı da kenara koymuştu. Bir ürperti kalın derili ensesinden tüm omurgasına aktı; mezar boştu! Bir anlık dalgınlıkları yüzünden içeri sis dolmuştu!
“Gördün mü?” diye haykırdı Belkıs, sevinçle. “ Sana demiştim. Artık onu geri almak için uykuya yatabilirim. Uyandığımda İlyas da yatağında uyanıyor olacak ve bütün olanlar sis altında kalacak. Madene de inmedi ki zaten o. Hiç inmedi!” Yaşlı adamın cebine aceleyle bir tomar kâğıt para sıkıştırıp etekleriyle eşarbı savrularak mezarlıktan çıktı, sislere karıştı…
Anne uykuya yatıp İlyas’la uyanabilecek miydi, mezarcı bilmiyordu. Kendisi uyandığındaysa eliyle kazdığı mezarı, el değmemiş olarak başucunda gülfidanıyla bulacağını da… Hıdırellez fidanı gibi dikenlerinde siyah kumaş parçasının nereden gelmiş olabileceğini düşünüp duracağını…
Sisler içinde yitirilmiş bir gündü. İlkin ayaklarınızı kaybettiniz yürürken; arabalarsa tekerleklerini. Saat ilerledikçe havada yüzen kafalara dönüştü insanlar, arabalarsa iki fardan ibaret oldu. Kıpırdamaktan korkar oldunuz çünkü kimse nereye gideceğini kestiremiyordu. Hiç alışık değildiniz böyle bir ortama. Buralarda hiç sis olmaz ki. Çocuklar biraz sevinecek oldular ama anneler gözlerini çıkararak; “sakın dışarı çıkmamalarını alimallah kaybolacaklarını” söyleyince tüm keyifleri kursaklarında kaldı çocukların. Hele mezarlık neleri gizliyordu bilemezdiniz. Ay bir rüzgâr çıkıverse de süpürse şu sisi dediniz. Ama ne rüzgârla süpürülecek gibiydi sis ne de rüzgârın uyuşukluğundan kurtulacağı vardı. Ara sokaklarda sinsi sisin sesini dinlediniz sessiz… Güneş çok sonra çıktı, renkli telleri pamukların içine saplanıp kaldı bir süre. Boyasız pamuk helvalar yavaşça eriyip gecenin karanlığında kaybolduktan çok sonra bile sisli günün izlerini anlatıp durdunuz, tüm bacalarda…
-o-