MADAM RAKIYLA BULUŞMA

Masada alevi camdan dışarı, ötelere, denize kaçmak istercesine çırpınan bir mum… Ateşin yararsız didinmesi masadakilerin gözlerinde seğiriyordu.

“Kandilli, yüzerken uykuda/ Mehtabı sürüklerdik sularda/Bir yoldu parıldayan gümüşten/Gittik bahs açmadık dönüşten,” dedi Yılmaz. Yahya Kemal’in bu dizeleri alevin içinden ve üçünün de gözlerinden geçti.

“Yahya Kemal’in şerefine!” dedi Ahmet. Rakı bardaklarını tokuşturdular. Yutkunup, “Şimdi sen Mehtap’sın ha? Peki Tülin”e ne oldu? İnsan adını değiştirir mi yahu?” “Tülin ilçe ağır ceza mahkemesindeki o çaylak daktilograf işte. Bırakalım duruşma salonunun kokusu, daktilo çekirdekleri içinde kalsın.”  “Anladım,” dedi Ahmet. Yılmaz, çatalının ucuyla biraz meze aldı. “Neyi anladın? İnanılmaz bir durumun şaşkınlığı mı, mutluluk sesi mi?”  Ahmet’in aksine bolca gülüyordu. Kadın kestiği bir parça eti ağzına götürüp çiğnerken, Ahmet gözlerini dikip kadının dudaklarının, dilinin hareketlerini  izledi. “Ne?”dedi kadın dik dik. Tülin, Mehtap olmuş artık. “Hiç,” dedi Ahmet, “Şeftali gibisin de gene.” Mehtap’ın gülüşü, bütün masları gülümsetti gibilerine geldi. “ O iyi biri mi bari?”dedi Yılmaz rakı bardağına. Tülin, Mithat hakkında söyleyecek bir şey bulamadığından “İyi kalpli biri” dedi, yavaşça. “Burada oturmuş üçümüz içki içiyoruz, aklımız tatilde mi ne? Delilik bu şerefsizim!” dedi Ahmet, sandalyesinde biraz kaykıldı. Kadın onun hafif göbeklenmiş olduğunu düşündü. “Her şeyi olgunlukla karşılamalı,”dedi Yılmaz. “Saçmalama ulan! Ahmet’in çatal , bıçağı tabağın kenarına bırakışında, bulunduğu duruma inanamayışını dile getiren anladım, deyişinde hep o aşırı maçoluk vardı. Dolaysız, barbar ve tutkulu Ahmet. Yılmazsa bir odun yığını üstünde yanıyor gibi. “İyi”, dedi  Yılmaz, aslında hiç iyi değil demekti bu, kadın anladı. “Burada da yaz bitmez,” dedi Ahmet. Bu laf da aslında özür dilemek, ama beceremez bir türlü, diye aklından geçirdi kadın. Sonra küçük bir kız sesiyle alay ederek, “Di’mi baba dedi  Tülin Mehtap. Mevsimlere ilişkin olağanüstü tahminler yapan hatta “daha kış gelmez” deyince kışı kapının arkasında bekletecek kadar  güçlü biri Ahmet,  Mehtap’la konuşurken dosdoğru onun gözünün içine bakıp konuşuyordu. Yılmaz, gülüp durmasına rağmen gözbebeklerinde titreşen bir şey, bir gerginlik gördü kadın, bir an korktu, sonra boş verdi ve onun, öyle ortaya “Düellolar bu yüzden çıkıyor biliyorsunuz, seninse silahlarımızın ortasına atabileceğin bir mendilin olmadığını biliyorum,” demesini ilgisizce, “Hadi var diyelim, bakalım iseteyecek miyim? Belki artık birbirinizi benim için öldürme zamanınız gelmiştir,” diye yanıtladı. “Bunu yürekten söylüyor eminim,”dedi Ahmet. “Bu akşam bu şekilde kendimi rekabet duygusuna gırtlağıma kadar batmış buluyorum ki dayanılır gibi değil. Saçmalığın dik âlâsı bu yaptığımız. Ben içki isteyeceğim, isteyen var mı?”

Mehtap çarpık bir gülümsemeyle tabağına eğildi. Sol eli masanın üzerinde, peçeteliğin yanındayken Ahmet’in kocaman eli,  kadının elini yakaladı. Avuçlarının aşırı sıcaklığı Tülin’i  tedirgin ettiyse de -bir tür meydan okuyuş gibi- elini çekmedi. Kaçmamak ve etkilenmemek ama o eli kafaya takmadan. “Bu aptalca buluşmanın anlam ve önemini biri açıklayacak mı?” dedi o da ortaya. “Sevgilimi bulacakmışım dendi,”dedi Ahmet, şikayetçiydi aslında. Mehtap, ona bakmadan elini kibarca çekip garsona gelmesini işaret etti. Böylece kaçmamış, elini işlevini yerine getirmesi için geri almıştı. Adamın avuç içinin kokusunu havaya savuran kendi eliyle, garsondan peynir ilave etmesini istedi gülümseyerek. Yılmaz’la rastlantıyla karşılaşan gözleri, garsona ikram edilmiş gülücüğü Yılmaz’ın almasına ve kocaman yanıtlamasına neden oldu bu arada.

“Unutma ki onu ben de seviyordum,” dedi Ahmet’e. Bıçağın ucuyla Mehtap’ı göstererek. Bıçaktan  yansıyan ışık kadının  yüzünde bir an parlak bir kesik oluşturdu.  Yılmaz, ışığı kadının boynunda, sonra elbisesinin açık yakasında gezdirdi. Kadın fark edip işbirlikçi, ama ayıplayan, aynı zamanda tahrik eden bir mimikle alt dudağını hafifçe ısırarak baktı ona.  “Ne fark eder ki,”dedi Ahmet, olup bitenin farkında olmayarak. “Sen sadece seviyordun ve onun haberi bile yoktu. Oysa biz sevgiliydik.”  Yılmaz, hatırladıkları yüzünden midesine bir ağrı saplanmış gibi çatalı bıçağı bıraktı. Kadın olası bir cevabı durdurmak için, “Rakını iç,”dedi. Bunu Yılmaz’a söylediğini sanıyordu ama önüne bakarak konuştuğu için kime söylendiği belirsizdi. “Cidden neydi istediğin?” dedi Ahmet. “Bilmem,” dedi Tülin Mehtap. Hani Bedri Rahmi demiş ya ‘Onu çok güzel bir yere götüreceklerdi unuttular.’ Belki böyle bir şeydir. “Kocan istediğin yere götürdü mü peki?” “İyi biri o, bir rock yıldızı kadar da yakışıklı.” “Olmadı desene.” “Öyle bir şey demedim.” “ Buradasın ama…”  “Merak işte, hani şu kediyi öldüren cinsinden.  Ben yürüdükçe geri geri giden bir şey var. Onu yakalarım belki demiştim.”  Yılmaz’ın bardağına doldurduğu buzlar, lâk lâk diye rakının içine düşüp, beyaz bir sis, sonra rakı bulutunda kayboldular. Dışarıda, lokantanın kapısının önünde bir araba durdu, bir adamla bir kadın indi, görevli kibrit kutusu gibi arabayı alıp götürdü. Bu görüntünün üstünde camdan yansıyan kendi görüntüleri de vardı, bir de camın üstünden yansıyan lokantanın dekoratif lambası, masada bir mum, her şey iç içeydi.

“Keşke şu tarafta otursaydım,” dedi Yılmaz. “Sağ elin hep yemek yemek için hareket halinde onu gece boyunca tutmama imkan yok.”  Kadın lokmasını ı ağzına götürecekken durdu. “Elimi tutmak mı istiyorsun?” “Lütfen elimi tutar mısın?” Mehtap sevecenlikle sağ eliyle uzanıp onun elini pat patladı ama o hemen kadının avucunu çevirdi, parmaklarını kuvvetlice yakalayıp, dudaklarına götürdü. “Yapma şunu Yılmaz, Burası Floransa mı?”  “Parmakların kahve kokuyordu. Şimdi anlıyorum, ne zaman şu İtalyan kahvelerinden içsem etrafta bir güvercin var mı diye bakıyorum. Bu hep deli saçması gibi gelmişti bana.”  “Ben o sırada havanın bile nasıl koktuğunu anımsıyorum. İlk olarak elini öpen bir adamı ve o anı hiç unutamazsın. Hiç düşünmediğim halde düşümde o kokuyu hep duydum o andaki binlerce ayrıntıyı gördüm. Yeşil beyaz bambu desenli  elbise giymiş bir kadın vardı mesela, kareli masa örtüsü, heykelin ayak parmağı , güvercinin tepesinde kalkmış bir tutam tüy, dudaklarının dokunuşu, masanın üstündeki çantamın tokasını altın gibi parlatan güneş ışığı… İçinde yuvarlandığım anlaşılmaz duygular.  Düşlerimin yarıklarından fırlar durur hâlâ. Senin böyle inceliklerin olmamıştır Ahmet. Sadece bir kere bana beyaz bir gül goncası getirmiştin.” Ahmet irkildi. Gözlerini ayırarak baktı kadına. İçinde yeşiller maviler gezen iki buz parçası.” O çiçeğin benden olduğunu anlamış mıydın?”  “Elbette anlamıştım  koca budala, iş yerine kadar gelip, olmayacak bir şey sorup, evrakların arasına çiçeği kim bırakmış olabilirdi ki?” “Hiçbir şey demedin. Ben de sandım ki…”  “Ahmet, sen hangi bağın tayısın  kuzum? Çiçek oraya buraya tıkıştırılmaz ki, insanın eline verilir.” Ahmet elinin tersiyle yanaklarını kontrol etti. Hiçbir şey demedi. Bu cümle nasıl söylenirse söylensin atasözünde değişen bir şey yoktu ve o bunu kaçırmamıştı.

Yılmaz , Floransa’nın hatırlanmış ve göz ardı edilmeye çalışılmış olması arasında sıkışmışlık hissetti. Mehtap’sa  bir erkeğin sevişme teklifini reddetmiş gibi pişmanlık… Sanki erkek bir iki saat sonra cepheye gidecek ve  görüşmeyecekler. Bunu hem reddeden bir özne olarak duyumsuyordu hem de  savaş filminin kadın kahramanını kanepede ayaklarını altına toplayıp içi sızlayarak izleyen olarak. Rakı bardağını kaldırdı, siyah gözler, yeşilimsi mavi gözler… Masanın dikdörtgen değil yuvarlak olmasının iyi olduğunu düşündü. İkisi de çok yakışıklı geldi gözüne ve bu havadaki gerilimi bir  yetmişlik dağıtmayacak gibi görünüyordu. “Şerefe beyler,” dedi. “Bu garip buluşmanın şerefine. Buna sevindim,  belki bir daha görüşemeyebiliriz, iyi oldu.” “Belli mi olur,” dedi Yılmaz iyimserlikle. “Ne yani,” dedi Ahmet, “Elbette  görüşmeyeceğiz. Ne anlamı var ki? On sekiz, on dokuz yaşlarında bir kız, üniversiteyi kazanamadığı için hüngür hüngür ağladığı bir gün, parkta deli bir güneş gözlerini dikmiş  onu izliyordu. Kızsa deli gibi ağlıyordu. Bu kadar gencecik ve güzel bir kızın güneşten ve ağlamaktan karşınızda su birikintisine dönüşmesine can mı dayanır? Teselli etmek için bir yol arıyorsun…. Salaklığın dik âlâsı işte!”

“Benim tanıdığım kız ise sonbaharın içinde yürüyordu,” dedi Yılmaz. “Bir esinti yaprakları böcek sürüleri yürür gibi çıtırdatıyordu. Sırtındaki rüzgârlığı pupa yelken  bir kız… Akşam acelesinde trafik lâmbalarında durmak zorunda kalmıştı. Hayatımda kadın takip etmişliğim yoktur. Nereden bilebilirdim o günkü peşine takılışın tüm ömrümü kapsayacağını?” “Sıkıldım,” dedi Kadın. “Şu an parkta ağladığım zamanki kadar hüzünlü, akşam acelesindeki kadar telaşatayım. Yanınızda tek başımayım. Bir kaplan kadar yalnız.” “Çevrende ve arkanda bıraktığın erkek sürüsüne rağmen mi?” dedi Ahmet acı acı. “Yarasa sürüsü diyecektin sanırım, vampir yarasalar!” Kötü kötü baktı kadın ona. Sustular.

Çantasından çalan cep telefonunu çıkardı, Tülin Mehtap. Kulağından yüzüne, tüm vücuduna yayılan bir sıcaklıkla ses tonu birden güzelleşti. Gülümseyerek canlılıkla konuşmaya başladı önüne bakarak. Gözlerini her ikisinden de saklıyordu şimdi. “İyiyim bir tanem, sen? Ben de… Yaaa? Hadi ya. Kim kim berabersiniz? Kaçta? Olur. Orayı çok merak ediyorum. Duyuyorum ama gidemedim. Yer ayırtmak gerekmez mi? Geleceğimi nereden bildin? Doğru. Ben mi? Ben iki yarasayla yemek yiyorum. Daha doğrusu ben yemek yiyorum, onlar birbirlerini yiyorlar. Gecenin sonunda beni de yiyebilirler gibi görünüyor. Bu yemek için çok uzun yoldan geldikleri biliniyor ama niyetleri asla…”  Ahmet, gene kadının sol elini hapsetti. Bu kereki tutuşta keskin bir kıskançlık olduğu gibi parmaklarını ezmesinde tehdit vardı. Mehtap, öfkeyle başını kaldırıp ona baktı ama elini kurtaramadı. Ahmet, dudağının arzulu kıvrımı ve nerdeyse saydam açık renk gözleriyle taş gibi karşıladı bu öfkeyi. Bir süre bekler, sonra uzanıp alır o, biliyorum. Ne olacağını da umursamaz. Bu denli iri yarı olmanın yarattığı doğal bir zorbalık hali… Aynı zamanda bana, dişiye gösteriş…

Yılmaz, arkasına yaslandı. Bu durumdan pişmanlık duydu birden ve kendini aptal hissetti. “Tabi ki gelirim,” diyen Tülin Mehtap’a ve masadaki muma baktı. “Yemeğimiz on bilemedin on buçukta biter. Zaten orası on birden önce başlamaz sanırım.” “Kapat şu telefonu artık Tülin, dedi Yılmaz.  Kadın karşıdan ona doğru, koyu renk rujlu hayali bir öpücük  gönderdi. Ama elini Ahmet’ten kurtarmış değil henüz. Gözleri her zamankinden daha kara Yılmaz’ın. Kadının parmak uçlarında hâlâ Yılmaz’ın dudakları, sakal bıyık batıkları var gibi. Floransa’dan beri aslında. Telefonla konuşurken, konuştuğu kişiyi, Ahmet’i, Yılmaz’ı üçünü birden algılıyor. Haksızlık etmiş olduğunu düşünüyor. Yılmaz’ın gözleri tepedeki ışıkları yansıtırken Ahmet’inkiler ışıkları emip yok ediyor. “Yok, diyor telefona. Ben bir taksiye atlar gelirim. Buraya gelmemen gerek. Tarikat toplantısı gibi bir şey bu.” Telefonu kapatıyor.

“Kaç yaşında?”dedi Ahmet.”Rakım bitti, ilgilenen yok,” dedi Mehtap. Garson yanında bitti, Ahmet onu bakışıyla durdurdu. Şişenin kapağını ağır ağır açarken elleri çok güzel görünüyordu. Bardağa bir göz atıp gene gözünü kadına dikti. “Tamam,” dedi kadın. “Rakıya tamam denmez, o istediği zaman gider,” dedi Yılmaz, başını iki yana sallayarak. Rakı, su, buz üçlemesi onda Mehtap’ı , kendini ve Ahmet’i çağrıştırıyordu. Madam rakı, ben mösyö su ve mösyö buz, yuvarlak masa toplantısı. Mehtap’ın rakısına su ve buz koydu. Rakı şişesini aldı, boynunu uzatıp Ahmet’in bardağına baktı, henüz bitirmediğini görünce kendine servis yaptı, şişenin kapağını ağır ağır bükerek kapattı. Ahmet’e, “ Buzsuz daha iyi içilir bu meret,” dedi onun fazlalık olduğunu ima ederek. “Ama susuz olmaz…” Ahmet onun neyi kast ettiğini anlamadı, kadına yiyecek gibi bakmakla meşguldü. “Yumruklarınızı cebinize sokar mısınız lütfen?” diye payladı Mehtap. “Rakı hem su hem buz istiyor bu akşam.” Mehtap anladı bak!  “Benim bir şey yaptığım yok, akşamdan beri sataşıp duruyor görmüyor musun?” dedi Yılmaz.  “Biliyor musunuz?” dedi Mehtap, “Sizin aranızda Euridike gibi hissediyorum. “Ben Orfeus’um,” dedi Yılmaz. “Ne diyorsunuz siz yahu?”dedi Ahmet. Yılmaz, duymazdan gelip kadına “Seni kovalayan oydu, Aristaios,”dedi ciddiyetle. “Yılana bastım, ondan kaçarken , bastım yılana değil mi? Yılan kimdi peki?” “O sokakta karşılaştığın serseri. Onun peşine takıldın. Aslında sen Ahmet’ten bunalmıştın, bundan eminim. Olan bana oldu.” “Ben kimseyi bunaltmış falan değildim. Evlenelim, dedim durdum. Ama o kalktı sokakta tanıştığı biriyle yattı, hamile kalıp hayatını bombok etti! Akıllandın mı bari?” “Birincisi sokakta karşılaşmış değilim, tatilde tanışmıştık. İkincisi hayatımın tamamı sayılmaz. Bir süre evet. Orfeus beni kurtardı.” Yılmaz’a gülümsedi. “Akıllanma konusuna gelince, emin değilim. Korkunç bir şey zamanın çıtırtısı. İnsanın kafası karışıyor.” Yılmaz’a minnettarlıkla baktı. Yılmaz’ın çene kemikleri oynadı, önüne baktı, “Ama Orfeus seni sonsuza dek yitirdi,”dedi. “Boş ver,” dedi Mehtap, “Belki böylesi daha iyiydi. Hanginizi seçersem seçeyim, ötekine haksızlık etmiş olacaktım, ona bakarsan. Belki de iyidir zamanın çıtırtısı.” “Sen gidip başkasıyla yattın,” dedi Ahmet. Rakı bardağını eline aldı dikkatle evirip çevirdi. “Bunu tekrarlayıp durmasana. Unuttuğum bir anı bu. Gömdüğüm bir taş. Ne diye aynı şeyi söyleyip duruyorsun sanki?”  “Tamam affedersin.”  “Belki de bir şeyden yoksun olduğumu düşünmüşümdür. Onun peşinden koşmak isterken.” “ Allah aşkına Tülin, neyden yoksundun, söyler misin? Akıldan yoksundun sen bana kalırsa. Seninle evlenmek istiyordum, ben askerdeyken, Yılmaz’la işi pişirdin. Yılmaz’a tutuldun ama gidip bir hergeleden…” “Kes şunu dedim!”  “Tamam affedersin.” “ Affedersin deyip durma bana!”  “Dilinin verdiği sözden aklının haberi yokmuş,” dedi Yılmaz. “Aklının mı başka yerinin mi?” “Yahu bırak! Ben konuyu dağıtmaya çalıştıkça sen…” “Platon lafının rakı mezesi olduğunu duymuyor iyi ki,” dedi Ahmet. “Ah Platon’u biliyorsun demek?” dedi Mehtap. “Ne sandındı? Hatta belki Platon, “ölümlülerin ölümsüzlük uğruna doğurduklarını, bir varlığın yerine yenisini koymak tutkusunu,” böyle bir durum için söylemiştir, ne dersin? İkiniz de canımı sıkıyorsunuz, bu entel dantel laflarla!”  dedi Ahmet. Bir sigara yaktı, ikram etmedi, ötekiler de istemedi.  “Bu buluşmayı çok farklı duygularla planlamıştım,” dedi Yılmaz. “Tabi,” dedi Ahmet. “Gözlerimizin keskinliğini yitirmeye başladığını düşündün. Artık düşünce gözünün iyi görmeye başladığı o çağa mı yaklaşıyoruz sence? Senin kuşun uçtu mu yoksa?”  “Ben tuvalete gideceğim,” dedi kadın, çantasını aldı. “Kaçmak huyundur,” dedi Ahmet. “Peki gitmeyeceğim. Ama siz de doğru düzgün konuşacaksınız.” Çantayı geri bıraktı. “Tamam, dedi Ahmet. Kaç yaşında?” “Ne önemi var? Salata aldı biraz Mehtap.  “Merak ettim sadece. Aşk bir çağrı mıdır, verilmiş bir karar mı?” “Kedi merakı mı? Bilmiyorum. Hangisi olursa olsun öyle bir fırtınanın içinde bulursun ki kendini hiçbir yangın karşısında duramaz.”  Yılmaz, “Bundan genç işte, diskoya gidiyor baksana,” dedi omuzları sarsılarak güldü. “ Belki on yıldır diskoya  falan gittiğim yok,” dedi Ahmet rakısını içip, peynire öfkeyle çatalını sapladı. “Niye, sen dans etmeyi severdin,” dedi Tülin. Ahmet irkilerek ona baktı. Her şeyi hatırlıyor! Sonra ilgisi söndü, kadın dalga geçiyordu. “Karım nefret eder.” Dili geçmiş zaman kullanmadığını fark etti.  Oysa karısı artık ona tahammül edemediğini söyledi evvelki gün. Boşanmak istiyormuş. Bu konuyu buradakilerle konuşmak yersiz şimdi. Yılmaz, “En az beş yaş küçük bundan. Benimle hiç dansa gelmedin sen,” diye lafa karıştı. “Demek daha bakireymiş o zamanlar,” dedi Ahmet. Mehtap ona kötü kötü bakmakla yetinip “Senin karın da dansı sevmez mi Yılmaz?” Ahmet, “Yaş farkı daha mı fazla yoksa?” “Genç. Ne var bunda? Biliyorsunuz yaşlandıkça erkeklerin döl kalitesi bozuluyor. Bir dişinin daima daha genç bir erkek bulması gerek. Soyun devamı için şart bu…” Yılmaz rakısından koca bir yudum aldı, boğazı yandığı için yüzünü buruşturup üstüne su içti sonra, peynir yedi biraz. Ahmet, “Aman yarabbim, burada oturmuş neler konuşuyoruz, kepazelik…”  “Ben özel bir şeyler yemek istiyorum,” dedi Mehtap.  “Emret,” dedi Yılmaz. “Şöyle adı abuk sabuk yemekler var. Yabancı mutfak. Ğa,ğa diye söylenen cinsten. Ğa,ğa yapıyorsun, listeye bakarak ama garson anlıyor seni.”  Yılmaz, “Burada yok bebeğim, burası öz be öz Türk meyhanesi,” dedi. İçtenlikle üzülmüşe benziyordu. “Şımarıklık yapamayacak mıyım?” Ahmet, “Sen on birden sonra yaparsın artık yapacağını,” dedi, kalbi kırılmış. “Sana yapsam itirazın olmaz ama!” “Ne demek, bayılırım. İstediğin kadar şımarabilirsin.” “Peki ya o? Onu niye çağırdın?” “Beni çağıran o unuttun mu?” “Ama onu atlatabilirdin.” Ahmet dikkatle  tabağındaki iyi pişmiş eti kesti. “ Adresi vermeyip buluşmamızı söyleyerek bu şansımız zaten baştan yok etti. Akıllı heriftir biliyorsun. E, sen ne ayak böyle onunla çıkıp gelmeler?” “İnan bilmiyorum. Şeytan dürtmüş olmalı.” Yılmaz, “Karım olmanı ve seni hamile bırakmayı hep istemişimdir. Sonra annemin seçtiği birine razı olduk. Kader işte. Yaşam size hiç güzel şeyler fısıldadı mı? Ha? Yoksa sürekli omzunuzun üstünden şunu yap, bunu yetiştir, tamam da öncelikle şunu yapmalısın diye bağırdı durdu mu?” İşaret parmağıyla garsonu çağırıp bir büyük daha söyledi. Mehtap, “Ben cidden gideceğim, baş başa mı bitireceksiniz o büyüğü?”dedi. Ahmet, “Ne gitmesi?  Seni zil edip gitmeni engelleyeceğim. Alıp evime götüreceğim. Sabah gözünü açtığında iş işten geçmiş olacak,”dedi.  “Karısını dolaba kilitleyecek bu,”  dedi ,Yılmaz bardağıyla Ahmet’in bardağını dürter gibi vurup. Ahmet bardağını kaldırdı, Mehtap’ta. Yılmaz, “Sabah gözünü açtığında yanını boş buluyorsun. Çünkü daha yanına uzanır uzanmaz kazma sapını ensende kırıyorum. Kızı alıp kaçıyorum. Ertesi gün düş gördüğünü …” “Ya bir dakka! Burada esas kız benim! Benim senaryomu kimse önemsemiyor mu?” İkisi birden ; “Hayır!” Etraftakiler onlara baktı ve kadın ayıp bir şey olmuş gibi elini ağzına götürüp güldü gizlice.  Ahmet, asık suratıyla gene homurdandı; “Maskaralığı bırakalım.” Mehtap toplantı yönetiyormuş gibi bir sesle, “Beyler beş dakika mola rica ediyorum, makyajımı kontrol edeceğim,” dedi. Ahmet, “Ne gerek var bebeğim, gözlerime bak yeter, dedi dişlerinin arasından. Yılmaz, “ Olmaz, senin gözlerin açık renk, bir şey göstermez. Kendini görmesi için bana bakmalı. Seninle geleyim,” diye sandalyesini geri itti. Kadın onu durdurdu.  “Ben  yeni yetme değilim.” “Olsun, adettendir,” dedi Yılmaz, ısrardan çok yalvarır gibi, yalnız kalmak istediğini açık ediyordu ve Ahmet’i bu işe karıştırdığına artık pişmandı.  Kadın parmağını kendi göğsüne bastırdı. “Ben giderim Yılmaz.”

Bin sekizyüzlü yıllardan kalma taş bina bir kervansaraydı. Şimdi restoran olarak kullanılan yapının birinci katında bir çığlık duyulduğunda saat 22.45 sularıydı.  Yaşlı bir kadın, bir bengal kaplanının, bayanlar tuvaletinden  çıkarak bina kapısına yöneldiğini söyleyip bayıldı.  A9 masasındaki smokinli adamlar da kalktılar. Ani karar vermiş gibiydiler, garsonu hemen çağırıp, fazla fazla ödeme yaparak çıkışa yöneldiler. Onlar da en az bengal kaplanı kadar tuhaftı. Çünkü Türkiye’de halka açık bir lokantada smokinli yarasalar sıklıkla göreceğiniz bir şey değildir…

Yazarın notu: Bir gün bu topraklarda da “aşk” ölümle yollarını ayıracak ve rakı sevmeyenler ölecek.