Cam Kırıkları
Sararmış dikey perdelerin arası tıka basa bulutlarla dolu. Kargacık burgacık arka sokağımızın damlarıysa bulutların altına saplanmış. İş hanının bitişiğindeki balıkhanenin gürültüleri buraya kadar geliyor. Kaloriferler yine çalışmıyor. Bu yüzden puslu hava içeri sinsice sokulmuş. Benim içimdeyse bir gazoz şişesi çalkalanıp kabarmakta ama telefon ve gelip gidenlerden ötürü taşmamakta. Hele bu karanlık duvarlar… Beni daraltmadığını söyleyemem.
Sabah saatlerinde Avukat Sonat Hanım duruşmada olur. Ona babasından kalmış bu büronun duvarlarındaki koyu renk ağaç kaplamalarını bir gün değiştirmeyi hayal ediyoruz ama henüz yeterince paramız yok. Bu ofisin böyle kokmasının nedeni bu kaplamalar bence. Sonat Hanım geldiğinde dışarıda halletmem gereken işleri masamın köşesine hazırladım.
Bu koyu renk duvarlara gözümü dikmişken kapı hafifçe tıkladı ve odaya sessizce biri girdi. Sanki bu sahnede yeri olmadığı için görünmez olmayı yeğleyen biri… Ne yazık ki burası küçük bir büro olduğu gibi tek çalışanı da ben olduğumdan görünmezlik olanaksız…
“Adım Hayrünisa,” dedi. Odamın en karanlık köşesine akarken. Dün telefon edip randevu almıştım.” Eteğinin eski koltuklarımıza takılmasının yarattığı heyecanı bastırıp; “Siz Gülay Hanım mısınız?” “Evet, Gülay Ünal benim. Aslında bu eski, evlenmeden önceki soyadımdı. Şimdiki soyadım Genç. Avukat da ben değilim, tabelada görmüşsünüzdür ya. O yüzden öğlenden sonra gelmenizi…” “Yo, yo,” dedi eliyle havayı bastırarak, “Görüşmek istediğim sizdiniz.” Parmaklarından su damlıyor gibi elleri havada duruyordu. Nedense içimdeki gazoz şişesi yine boğazımda boncuklanıyor ve hiç tanımadığım birinin beni niçin görmek istediğine ilişkin olasılıklar bu baloncuklar içinde patlıyor. Oturmasını rica ettim. Rica ettim ve gözlerimi ona diktim. O, dikey perdeler arasındaki bulut kümelerine ya da dikey perdeye; “Aslında konuya nasıl başlayacağını bilemediğini,” söyledi. Ben de perdeye bakıp bir kolaylık önerdim, “Tanışıyor muyuz?” “Hayır.” Hayır deyişi sırasında “y” harfini çenesinde bir yaylı mekanizma var gibi söyleyişine bakarak nereli olduğunu çıkarmam olası değil. Kendine özgü bir konuşma biçimi. İnsanların bu denli farklı biçimlere rağmen anlaşabiliyor olmaları dehşet… “Sizi bir tanıdık falan gönderdi o zaman.” “Hayır, hayır hiç değil.” Y’ler y’ler… Bir yerlerde karşılaşmış olabilir miyiz? Belki bir derdi vardı, yardımcı olacağıma söz verdim. Buranın bu kadar soğuk olması da utanç verici yani… “Sizinle görüşmek için çok emek harcamam gerekti. Ama karar vermiştim ve vazgeçmedim,” dedi.
Kendimi ulaşılmaz hissettim. Hani şu kırk kere not bırakırsın bir kere bile tenezzül edip aramazlardan… Bu da utanç verici… “Karar verdiniz,” diye konuşması için yüreklendirmeye çalıştım. “Ne zaman karar verdiniz ve neden zor oldu? Ben hep…” “Kürtaj olurken.” “Kürtaj mı oldunuz?!” Gereğinden fazla bir tepkiydi, özür dileyip açıkladım “Bağışlayın ben de çocuğum olsun diye tedavi görüyorum da. Ne garip… Neden kürtaj oldunuz? Özür dilerim. Bu saçma soruyu cevaplamayın.” “Pek fazla gelirimiz yok. Doğru düzgün bakamayacak olduktan sonra bu yükün altına girmeye cesaret edemedim…” “Kocanız?” Kendimi alamıyorum ki. Birinin çocuk doğurma hakkı var ve bu hakkı kullanmıyor… “O karışmaz. Nasıl istersen öyle olsun, dedi. Sanırım o da pek cesaretli değildi. “Zor olmadı mı? Karar yani?” “Hiç kolay değil… Ama onun da kendini bir nokta gibi hissetmesinden korktum. Bebekten söz ediyorum. Yani ne olacağımız belli mi? Ya ölürsem ya çocuğum yetiştirme yurdunda büyümek zorunda kalırsa… Bu duygu doktorda bile içimdeydi. Zaten bu kendimi bir nokta gibi hissetme duygusundan kurtulmak için… Hiçbir yere ya da herhangi bir yere sahip değilmişim gibi gelir bana hep. Oysa birtakım bağlarım olmalıydı.” “Anlıyorum. Göçmen falan mısınız?” “Bildiğim kadarıyla değilim. Kayıtlarda doğum yerim… görünüyor. Ama demek istediğim bu değil zaten. Bir göçmen ait olduğu yerin hep başka bir yer, doğduğu yer olduğunu düşünür. Rastlamışsınızdır, bizim memlekette, diye konuşurlar hep. Çok canım sıkılır buna. O insanların akıl almayacak karmaşık akrabalık bağları vardır. Öyle biriyle tanıştınız mı? Teyzemin, gelininin, eniştesi… Teyze tamam, gelini, o da tamam, oğlunun eşi yani. Eniştede duraksamadan edemesin. Çünkü başka bir soy ağacını algılama durumu… Söz etmek istediğim bu değildi. Hay Allah! Heyecandan olmalı! Demek istediğim… hiçbir bağınızın olmamasından kaynaklanan kıskançlık durumu. Nokta durumu…” “Bağları olmamayı nokta gibi hissetmemiştim ama ben de birtakım bağlarımın olmasını dilemişimdir zaman zaman.” Duygudaşlıkla öne doğru eğildi; “Kardeşler, anne, baba gibi mi?”
Onu hayal kırıklığına uğrattım; “Çocuğum olsun istemişimdir.” Sonra özür diler gibi. “Ben çocuk yetiştirme yurdunda büyüdüm de…” dedim.
“Yetiştirme yurdunda korunursun,” dedi hüzünle. “Ev yemeklerinin tadını bilmeden büyürsün. Toplu yerlerde pişirilen yemeklerin hepsinde de daima gereğinden fazla soğan vardır. Kavrulmuş soğan kokusundan ömür boyu nefret edecek kadar koklarsın.” “Bütün dünyanın saat 21.00 de uyuduğuna inanırsın uzun süre,” diye tamamladım. “Birine, herhangi birine dokunmak konusunda çok istekli oldunuz mu?” dedi. “Yaşlıları karşıdan karşıya gönüllü olarak geçirirdim. Amacım yardım etmek değildi. Birinin elimden tutmasını bir an da olsa bu sıcaklığı yaşamak istememdendi.”
“Ben en çok kalabalık ailelerin canlandırıldığı filmleri izlerdim. Çocuklar aynı odada yatar. Anneleri kızınca onları döver. Keşke bir annem olsaydı da dayak yeseydim, derdim. Durup dururken öğretmenimi sinirlendirir, annemin beni dövdüğünü hayal ederek bana vururken onun gözlerine bakardım.”
“Pahalı bir dokunma deneyimi.”
“Hayli pahalı. Üstelik gözünün içine bakınca daha beter sinirlenirdi. Bir de yatağımın çarşafından çadır yapmayı severdim. Ortasından ranzanın tavanına tutturursun. Ayakucuna yorganı, başucuna yastığı rulo yapıp sıkıştırırsın. Böylelikle dikkatli de davranırsan içinde rahatça hareket edebileceğin bir çadırın olur. Ranzam pencere kenarında olduğu zamanlar sabaha karşı güneş çarşafın içine dolardı, uyanır uyanmaz yetiştirme yurdunda yaşadığımı görmek zorunda kalmazdım. Canın ne istiyorsa onu düşünürsün. Bir ormanda kamp yapılıyor olabilir. Ya da az sonra odamın kapısı açılacaktır, annemin sesi, ‘A- aa yine cibinlik yapmış kendine,’ diyebilir. Bunu gözetmen söylerdi tabi.”
Neler olduğunu anlamak için yanıp tutuşuyordum ama bir türlü konuya giremeyişimiz yüzünden içime fenalık gelmeye başlamıştı. Sustu, bana bakıyordu. Kuru bir kafaya geniş başlı iki çivi çakılıp, bırakılmış. Hiç kırpmadan konuşması ve bakışlarının hissettirdikleri yüzünden elimi kalbimin üstüne koyup sıradan şeyler kekelemeye çabaladım;
“… yetiştirme yurdunda dokuz yıl kaldım. On dört yaşımdan sonra… ya gönderdiler,” dedim.
“Ben de aynı yurtlarda bulundum,” dedi. “Bundan daha önemlisi…” Gene sustu. O bakışlarla karşılaşmak istemediğimden, bu bir türlü geçit vermeyen konuşmanın içinden çıkabilmek için, üstümü kaplamış ağır bir yün yorganı savururcasına yerimden kalktım, “Çay içer miydiniz?” “İçerim.”
Ona çay hazırlamak üzere mutfak olarak kullandığımız küçük dolabın yanına kaçtım ve “Çok garip” dedim, bardakların içine kaşıkları koyarken. “Tüm arkadaşlarımı hatırlıyorum ama sizi…”
Nedensiz bir korkunun tik takları iki kulağım arasında gidip gelirken bir süre göz kapaklarımla örtmenin bir çözüm olacağını düşündüm.
“Hiç karşılaşmadık ki,” dedi.
“Evet.” Geniş bir nefes aldım. Şimdi eminim karşılaşmamış olmamıza karşın, karşılaşmamış öteki insanlara ilişkin bir söyleşiye gırtlağımıza kadar batacaktık. Böyle bir durumdan kurtulmak için ne yapmam gerektiğini düşünürken sustu ve sehpanın üzerine bıraktığı kocaman çantasına uzandı. Açarken elleri titriyordu. (Bu el titremesi iyi değil.) Sakın bana şantaj falan yapmaya kalkışmasın. Bu çok saçma. Şantaj yapılacak bir şeyim yok ki benim. Kocamın akrabalarından birisi mi acaba? Ama kaçınılmaz olarak heyecanını bana da bulaştırdığını bardakları doldururken hissettim. Yaklaşmakta olan şok dalgasının altıncı duyuyla algılanışı söz konusuydu ve ensemden kabaran ürperti sırtıma doğru aktı. Masanın üzerine dikkatlice tek tek yerleştirdiği kâğıtlara bakarak,
“Yaşamınızdaki sürprizleri nasıl karşılarsınız?” dedi.
Az önce senli benli konuşuyor olmamıza karşın geri gelen bu siz takısından irkiliverdim. Yaşamdaki sürprizler konusunun hangi sivri köşesini kemirmemiz gerekecek acaba? Bilmiyorum ama inan ol ki bir şey olmazsa patlayıp buruşacağım, demeyi düşünürken…
“Adım Hayrünisa Ünal, benim de eski soyadımdı… Sanırım ben sizin kardeşinizim,” dedi.
Duyduklarıma inanamadım. Gözlerime toz kaçmış gibi bir süre kırpıştırıp durdum. Sarsaklaştım ve çay bardağının parmaklarım arasından kaydığını fark edemedim. Neden sonra, “Nasıl yani?” dedim küçük bir sesle, itiraz etmek için sözcük arayarak. Ama misafirimin gözyaşlarının fışkırıp yüreğimin içine sızması an meselesiydi ki bu gözyaşlarının sızdığı bir yüreğin asla bu tür bir lafı etmesi mümkün değildi. Reddedersem eğer, sadece bununla kalmaz, bir insanın dünyasını karartmış olmanın sorumluluğu ve derin üzüntüsü hatta vicdan sızısı içinde öylesine kahırlara gark olurdum ki kendime gelemezdim.
Sırçalı bir sessizlik sardı dört bir yanımızı. Ağzımın içinde tokmak olmuş dilim, öyle dururken başım döndü. Nasıl yani? Yirmi yedi yaşındaydım, bir kız kardeş… Bu el değmemiş duyguyu-hatta bir tür korku- hiç tanımıyordum. Tüm yaşamım boyunca onu taşıdığımın ayırdında değildim. Şimdi bu duygu tıpkı bir erkek çocuğun genetik kodlarında var olan ve ortaya çıkmak için zamanını bekleyen sakal gibi ortaya çıkıyordu. Çay da çok kaynamış olmalı, ne kötü koktu…Ne zaman bir dilek tutmam gerekse bir çocuğum olmasını istemişimdir. İçimde birikmiş hiç kullanılmamış sevgi dağarımın ağzını açabilmek için. Ama her nedense günün birinde annemle ya da babamla karşılaşmak aklımın köşesinden geçmemiştir. Kardeşimin var olmasıysa tamamen duygularımı felç edici bir şeydi. Ve sevgi dağarıma bir şeyler olduğunu duyumsuyordum şimdi. Bir kız kardeş! Aman Tanrım!
Cam kırıklarını dikkatlice topladım. Birden aklıma ailemizin de böyle parça parça olmuş olabileceği geldi. Yerdeki çay lekelerini bir bezle sildim. Onun bardağındaki çayı da lavaboya döküp ikisini de yeniledim. Masama değil onun karşısındaki misafir koltuğuna oturdum. Dudaklarımızı ince belli çay bardaklarının kenarında hortum gibi kullanıp ilk yudumlarımızı içtik.
“Şaşırdınız,” dedi anlayışlı bir ses ve sabit gözlerle. “Sizi anlıyorum. Aynı şaşkınlığı ben de yaşadım. İlkin kendi yurduma gittim. Yetişkin birine saygıyla yaklaşılıyor. Müdüre (bir takım mevzuat lafları etmesin diye) el ele tutuşup okula giden kardeşleri yıllar boyu nasıl gıptayla izlediğimi söyledim. Bu hayalle yurttaki yapay kardeşlerimi nasıl benimsediğimi ama nedense hepimizde var olan sinirli ve arsız tutumlar yüzünden nasıl hemen bozuştuğumuzu. Sonra başka hayallerimi… Bir masaya sığmaya çalışan kalabalık bir aile, dökülüp saçılan yiyecekler, hiç susmayan çocuklar, onlara dur-otur diyen ince kaşlı bir anne. Bir gün okuldan gelirken rastladığım bir amcayı baba resminin yerine koyuşum. Her gün aynı saatte aynı yerlerde ona rastlamak için ısrarlı dakikliğim… Günün birinde buluşamayışımızı anlattım. Yolunu değiştirmişti büyük bir olasılıkla. İçimi kaplayan kayıp duygusuyla okula nasıl ağlayarak gittiğimi… Neyse müdür kayıtlara bakmaya razı oldu. Tüm bu evrakları sabırla bekledim. Zaman zaman adama yalvardım. Ama sanırım en çok şansım yardım etti. Benim kaydımın yapıldığı yıla bakıp Ünal soyadlı kişileri buldular. Sonra nüfus bilgileri kontrol edildi. Aynı yurtta olmamız mucizeydi ama bunca yıl yalnız olmam hiç gerekmiyorken senin varlığından bile haberim olmayışı derin bir hayıflanma yarattı içimde. Sarsıldım. Bulduğuma sevinmekten çok aynı ortamda çıldırtıcı yalnızlığı paylaşamamış olmak sarstı beni. Sonradan gönderildiğin yurda telefon etti. Resmi yazıyla sormalarını istediler. Yazının yazılmasını ve cevabın gelmesini bekledim. On sekiz yaşından sonra arkadaşlarınla bir ev kiralamışsın ama verilen adresten taşınmıştın. Yeni kiracıdan ev sahibine ulaştım. Ona olup biteni anlattım. İkna olunca senin evlendiğini söyledi. Sadece iş telefonunu verdi. Ah!”
Sözünü bitirdiğinde arı kovanının içinde vızıldayıp duran, dışarı çıkmak için dişlerimi zorlayan sözcükler canımı yakıyordu. Onun ise soluksuz kaldığını görebiliyordum. Bu sesler ve sözcükler yığıntısının içinden doğru sözü bulup çıkarmanın kendisi için de olanaksızlığını anlatan gözlerini benden ayırmıyordu. Yutkundum… Yutkundum ve dolabın camından yansıyan görüntüme baktım.
“Peki ya anne baba?”
Bu sözlerim beni irkiltti ama aitlik takılarıyla dağarcığımda yer almamış bu sözcükleri belki de hiç kullanmamıştım. O yüzden çatal çatal çıkmış olabilir miydi sesim?
“İlk seni buldum. Kayıtlarda babamızın ölmüş olduğu yazıyor. Belki sen hatırlarsın…”
“Hayır,” dedim. “Ben beş yaşındaymışım. Oraya nasıl geldiğimi bile bilmiyorum. Ben bazen kuluçka makinesinden sonra oraya alındığımı düşünmüşümdür. Belki de hatırlamak istemiyorumdur. Düşünsene bu gece evindesin, bir gece sonra bir ranzada uyumaya çalışıyorsun. Beş yaşındasın çıplakça bir yalnızlıkta nasıl donduğumu hatırlamayı istemiyor olabilirim. Anne baba fikri beni zaten bunalıma sokar. Onlara hep hınç duymuşumdur.”
“Ben üç… ben hiç… İnsanın anne ve babası olması bence güzel bir şey. Zaman zaman mutsuzluklar yaratabilir ama bizim durumumuzda mutsuzluğun için suçlayacak insan bile yoktur. Bu da beni bunalıma sokmuştur.”
Sözcükleri benim gibi kullanmıyor. Konuşurken alt dudağı daha hareketli ve üst dişleri değil alt dişleri gözüküyor. “Dilini fırçalar mısın?” dedim. “Hayır,” dedi kısaca. “Bir anlamı var mı?” “Bilmem. Ellerimiz çok benziyor ama.” “Biri genetik diğeri kazanılmış özellik ama.” “Evet, elbette. Lütfen devam et. Peki, bu iş nereden aklına geldi?” “Bu acı bir deneyimden sonra alınmış bir karar. Kürtaj olurken. Çocuğum terk ederken acaba annemin beni nasıl terk etmiş olabileceğini düşündüm. Bir noktanın ait olduğu bir cümle olmalıydı. Bir kız kardeşim olsaydı şimdi doğum doktorunda yanımda olurdu, dedim kendi kendime. Belki vardır, dedim. Ya varsa, diye düşününce buraya kadar geldim.”
İçimdeki gazozu artık durduramadım. Ruhumdan açılan gümüşsü bir koridorlardan yere basmayarak ona doğru kayarken çatallı bir sesle; “Artık iki noktayız” dedim. “İki nokta üst üste,” dedi. “Bu ne demek biliyor musun? Cümlenin devamı var demek.”
Aynı anda ayağa kalktık, aynı anda sehpanın çevresini dolaşıp birbirimize sarıldığımızda dayanamadı, gülmeyle, ağlamayla, konuşma arası birtakım sesler çıkarıyordu. Aksırınca patladı ve durdurulamaz bir su akması gibi gözlerinden yaşlar akarak, içini çekerek, gülmeye başladı. Kaç zaman sonra aynı gözyaşlarını dökeceğimizi ve cam kırıklarının hangi eksik parçasını tamamlayacağımızı henüz bilmiyorduk .
-0-