Öykülerin öyküsü
Sevgili blog dostlarım,
Hep derim ki yazmak delilik işidir. Hiç tanımadığınız insanlara-üstelik seni nasıl anlayacaklarını da bilemezsin- beyninin kapaklarını açıp bir şeyler paylaşmak, üstelik hiç karşılık beklemeksizin, delilikten başka şey değil. Yazma işini olsa olsa “tutku” tanımıyla açıklamak gerek sanırım. Bu tutkunun benim için birçok yönü var. Eylem olarak, kalem ve kağıtla haşır neşir olmak söz gelimi vaz geçilmezdir. Düşüncelerimin kâğıt üzerine birtakım kodlar olarak şekillenmesi büyüleyici bir eylemdir. Benim bu çağda klavye yerine kalem ve kağıtla yazmam yadırganır. Ne kadar iyi bilgisayar kullandığımı bilen genç kuşaktan bir oğlum, kocamın bana deste deste kurşun kalem hediye almasını hayretle karşıladı. Ama ben bunca yıllık tutku objelerimi, kalem ve kâğıdı klavye yüzünden terk etmeyi düşünmüyorum. En son aşamada bilgisayara sıra geliyor. Yazmanın başka çekici bir yanı da kayıt tutucu olma özelliği. Hem kendi beyniniz hem yaşadığınız dönemle ilgili kayıtları tutmuş oluyorsunuz. Bunu niye söyledim? Kişisel arşivimi dijital ortama aktarmayı ne zamandır düşünüyordum. Şimdi şuradan başlayacağım, öykülerimin yayımlandığı dergilerden. Öykülerin de öyküleri olduğunu hiç düşündünüz mü? Var elbette. İşte şimdi 2023 yılında öykülerimin öykülerini bu sanal ortamdan kişisel bloğumdan sizlerle paylaşacağım. Bu çalışma aynı zamanda hakkımda doğrudan bir kaynak olma özelliğini taşıyor. Blog işinin en güzel yanı aracısız, üzüntüsüz doğrudan meraklısına ulaşmak. Bu büyük özgürlük.
Bu yazılarımın başlığı “Ömrüm geçen bir sağnak gibi” tanımı şair Metin Güven’e aittir. Onun 1981 yılında çıkan şiir kitabının adı. O zamanlar elbette benim ömrüm hiç de sağnak gibi geçmiyordu. O yıllarda Metin Güven’i tam anlamıyla anladığımı söyleyemeyeceğim, ama çok sevdiğim, yıllar içinde yaş aldıkça da andığım bir cümle oldu. Şimdi burada hem yazarlığıma katkıları hem dostluğunu anma fırsatı olsun diye kişisel arşiv yazılarımın başlığı bu olsun istedim. Bu dünyadan geçen sayısız sanatçılardan biri Metin Güven’e bir selam gönderelim. O uyudukça şiirleri yankılanacak.
İlk olarak bir öyküm ve adım dergide
Nisan ayı ortalarında bir gün. Bursa Atatürk caddesinde bir genç kız yürüyor. Bursalılar oraya Heykel, der. Atatürk heykelinin olduğu cadde, merkez demek istenir. Heykel’e çıkmak deyimi vardır mesela. Mağazalara, vitrinlere bakma, alışveriş ama en çok da piyasa yapıp gezmek, tanıdıklarla karşılaşmak içindir. 1983 yılı. Heykel’de şık bir kıyafetle yürümekte olan genç kızın gözlerinde bir gülümseme, elinde bir dergi var. Edebiyat ’81 dergisinin 1 Nisan 1983 tarihli 23. sayısı. “Aylık Siyasi Dergi, Yıl 2.” Kapakta, “Sanatımızın usta kalemi Kemal Sülker yazarlığının 50. Yılına” yazan derginin kapağında Kemal Sülker’in üç ayrı açıdan çizilmiş siyah beyaz portresi var. Nural Birden imzalı. Künyesinde Yayın yönetmeni Tanju Cılızoğlu yazıyor. Bu adam bu genç kız için çok önem taşıyan bir isim olmasına karşın hiçbir zaman karşılaşmadılar. Tanışıklıkları daktiloyla yazılmış bir iki mektupla sınırlı kaldı. “Sayın Cılızoğlu Hiçkimse adlı öykümü değerlendirmeniz dileğiyle,” falan filan… Bu mektubu yazalı birkaç ay olmuş. Ama kolunun altındaki derginin içinde Hiçkimse öyküsü var. Genç kız tüm renklerin bu denli parlak olduğunu ilk kez hayretle görüyor. Onun için “bu arkadaşınız büyüyünce yazar olacak,” diyen Türkçe öğretmeninin bu cümlesinin üstünden beş yıl geçmiş. Penceredeki gölgesine bakarak saçlarını düzelten yakışıklı babasının “ne olacaksın, başımıza yazar mı olacaksın?” deyişinin üstünden on yıl… 95 m2lik 23 numaralı evin üst katında kız kardeşiyle paylaştığı odada yazdıklarıyla ilgili hayaller kuralı ise çok zaman olmuş. Bugün o gün, ilk öyküsünün basıldığı gün. Bir yerde durup 70. Sayfadaki başlığa bakıyor Hiçkimse-Serap Gökalp. Kurşun kalemle mum ışığında yazdığı sonradan dolma kalemle temize çektiği ve dosyaladığı öykülerinden biri. Mumla yazmasının nedeni ilham verici atmosfer yaratmak için. Ayrıca o yazarken karşı yatakta uyumakta olan kardeşine rahatsızlık vermemek için. Dergiye gidecekse daktiloda temize çekiliyor. Şimdi artık hepsini daktiloyla temize çekmeye karar veriyor, her yazdığı öyküden karbon kopyaları da ayrı düzenlemeli, bir kopya dergilere bir kopya kendisine bir kopya da kitap dosyası için. Kitap o an uzak bir dağ, eteklerine doğru yürüyüşe henüz geçti. Ama oldu bu iş! En güzel yanı ne? Fakir Baykurt’un da dergide yazısının olması. Sırtını dikleştiriyor. “Fakir Baykurt’un yazısıyla aynı sayıda çıktı,”diyecek. “Çok iyi bir sanat edebiyat dergisi, öykü, şiir, söyleşilerin yanı sıra sekiz on sayfasını izlenmiş tiyatro oyunlarının tanıtımlarına yer veriyorlar, ayrıca sinema, plastik sanatlar sayfaları var…”
Şimdi yıllar sonra bu dergileri arşivimin uykusundan uyandırıp okurken sayfalardaki isimlerin görkemine bir kez daha kapılıyorum. O sıralar ikincisi yapılacak olan Tüyap kitap fuarının reklamı iç kapakta. İmza günleri listesinde göze çarpan bazı isimler; Recep Bilginer, Tarık Buğra, Çetin Altan İsmail Cem Cemil Meriç, Adalet Ağaoğlu, Orhan Hançerlioğlu, Gülten Akın, Uğur Mumcu, Demirtaş Ceyhun, Aziz Nesin, Melih Cevdet Anday, Ferit Edgü, Haldun Taner, Ataol Behramoğlu, Bekir Yıldız, Necati Cumalı, Oktay Akbal, Nadir Nadi, Rıfat Ilgaz, Tarık Dursun K. Atilla İlhan, Şükran Kurdakul, Muzaffer İzgü. Tiyatro sinema sayfalarını yöneten Seçkin Cılızoğlu, Ali Poyrazoğlu’nun yazıp yönettiği Orkestra oyununu izlemiş. Oynayan isimlerden bazıları, Ayla Algan, Tijen Par, Beyhan Akbaş, Zeynep Tedü, Güzin Çorağan, Duygu Ankara, Derya Alabora, Nilgün Belgün, Gülsen Tuncer, İsmet Ay, Alpay İzer… Seçkin Cılızoğlu, Ephraim Kishon’un yazdığı Saksağanın Kuyruğu oyununu ise beğenmemiş. Çünkü yazı şöyle bitiyor. “Eğer bu yıl Fikret Hakan’ın aklına tiyatro yapmak gelmeseydi, hiç değilse Adalet Cimcoz’un kemikleri sızlamamış olacaktı. Bundan yirmi yıl kadar önce yine böyle sinemacıların bir tiyatro girişimi olmuştu da, Adalet hanım, “Peki dublajı kim yapacak kuzum?” diye sormuştu. Fikret Hakan, bu sözü bilir sanıyorum ama unutmuş olmalı. Hem de kötü unutmuş. Erol Günaydın’ın güzelim oyunculuğu bile, bu keçiboynuzunu çiğnenir kalmaya yetmiyor. Gala gecesindeki çiçek ve kürk kalabalığı, bu oyunu ayakta tutar mı, tutmaz mı pek kestiremiyorum. Benden oyunculara ve de seyredeceklere sabır dileği… Oyunun olanca yükü, tiyatro deneyimi olduğu için sahnede belirli bir rahatlığı olan Işıl Yücesoy ile baştan sona bir ustalık sergileyen Erol Günaydın’ın omuzlarına yıkıl- (Bu cümlenin -mış takısı, dizgi hatası nedeniyle sütunun başında duruyor. Sütun şöyle başlıyor; mış. Erol Günaydın’ın güzelim oyunculuğu bile, bu keçiboynuzunu çiğnenir kılmaya yetmiyor.)
Haberler 56. Sayfada başlayıp 60. Sayfaya dek paragraflar halinde aralarına büyük siyah noktalar konarak yazılmış. Dünyaya Barış, isimli politik şarkı festivali Türkmenistan’da yapıldı. – (Moskova-Tass-Uba)- Leupzig Film Festivali yapıldı. -New York’ta Türk şiiri programı, Talat Halman’ın Amerika konferansları- SSCB’de Abdullah Vakhabov’un yazdığı İslam ve Dinmeyen Kitapları toplatıldı- Antony Quinn Zorba müzikhalinde oynuyor-Bayan King, Regan’ı Suçladı, Beyaz Sarayı işgal eden kişi zencilere hakaret etti. -Bedri Baykam Amerika’da otuzuncu sergisini açtı. Sovyet edebiyatı festivali yapıldı- Bolşoy baş balerini Roma’da üç yıl yönetmenlik yapacak- Norman Mailer’in yeni romanı tamamlandı-Devlet Opera ve Balesi Personeli arasında verem hastalığı görüldü- Kartal Tibet’e fotoroman çalışması nedeniyle 7 maaş ceza verildi.-Nevzat Üstün Ödülünü İnci Aral aldı.
Derginin son sayfasına tam sayfa bir reklam Sigaramatik. Çok ilgi çekici bir nesne bu. O yüzden reklam metninde yer alan özelliklerini buraya almalıyım: Sürücüye can güvenliği sağlayan buluş. 20 sigara depolar, düğmesine basmakla size otomatik olarak yakılmış sigara sunar. Her türü trafik şartlarında sürücüye kolaylık ve güven sağlar. Gece yolculuklarında ışıktan rahatsız olmanızı önler. Murat 131 ve Renault tipleri orijinal küllüklerinin yerine takılır. Küllük olarak da kullanılır. Genel tipleri 3 vida ile arabanızın istenilen yerine takılır. Arabaya estetik (esttik yazılmış) görünüş kazandırır. Dalkıran Koll.Şti. adres….
Arka iç kapakta tiyatro oyunlarının siyah beyaz afişleri, hepsi fotoğrafsız. Arka kapakta Nuri İyem’in bir tablosu bulunuyor. Altında şöyle bir cümle “…O kahrolası batı bizden çok ileride sakızını hiç olmazsa bu konuda çiğnemeyelim…) 150TL
Bu dergiden iki adet almışım. Yazar olmamı istemeyen babam şaşırmış, annem pek gururlanmıştı. Eve gelen misafirlere dergi gösteriliyordu. Ben de ciddi ve alçak gönüllü davranmaya çalışıyor içimde zıp zıp zıplayan küçük kızı kimseye göstermiyordum. Öyküde otuzlu yaşlarında evde kalmış bir kız kurusu anlatılıyordu. Babamın bekarlık arkadaşı Caner Amcamın eşi Güney Yenge öyküyü okudu ve “kendini yazmışsın,” dedi. Babam hemen “onun daha çok zamanı var, önce senin kardeşin Gülten’i baş göz edelim de…” diye saldırdı. Benim evde kalmam fikri bile çok fena geliyordu, her ne kadar şimdilik söz konusu değilse de. Annemse misafirler gittikten sonra hiç önemsemiyormuş tavrıyla, “Şu Güney oldu bitti bizi kıskanmıştır. Bu kadar da açık edilmez ki canım, utanmaz!” deyip konuyu kapattı. Oysa “kendini yazmışsın,” cümlesi bende büyük bir sevinç yaratmıştı. Çünkü okuyan kişi kendimi yazdığımı sandıysa çok gerçekçi yazmışım demekti ki bu harika bir şeydi… Elbette gece yatakta hâlâ Güney Yenge’yi çekiştiren annemle babamın sesini duyarken bu sevinci kendime sakladım, onları daha fazla bunalıma sokmak istemedim. Yıllar sonra kızı Belgin otuzlu yaşlarına gelmiş hâlâ evlenememiş Güney Yenge, bütün tanıdıklara haber salmış kızlarının özelliklerini sayıp dökmüş, ona koca arıyordu. (Bu deyim bana ait değil. Eş dost dedikoducularının deyimi.) Ben yazmaya devam ediyor, çalışıyor ve oğluma annelik ediyordum. Yeni öykülerimin de ben yaşamışım gibi algılanmasından mutlu olduğum bir gün Güney Yenge’ye şunu demekten de kendimi alamadım; “Benim yayınlanan ilk öykümü hatırlıyor musun yenge?” “Hı, yaşlı bir kızın hikayesiydi.” “Sen onu ben sanmıştın ya, aslında ben bir gün Belgin’e fal bakmıştım, onun geleceğini görüp yazmıştım,” dedim gözlerimi devirerek. Yenge hayretle, “Sen fal biliyor musun ki?”diye sıçradı. Bu sorunun cevabına göre yakama yapışacak da kızına kısmet var mı yok mu diye fal baktıracak diye çay getirmek için mutfağa kaçtım.
Hiçkimse yayımlandığında ilk fırsatta Metin Güven’e gidip, onun bir mektup eşliğinde Tanju Cılızoğlu’na gönderdiği öykümün yayınlandığı müjdesini verdim. Teşekkürlerimi kabul etmediğini anımsıyorum. Çünkü metnin iyi olduğu için seçildiğini, torpil falan yapmadığını söylemişti. Ama her zaman yazılarıma gösterdiği ilgi ve beni yüreklendirmelerine borçluluk duymuşumdur.
Metin Güven’le tanışmama liseden hiç ama hiç sevmediğim bir arkadaşım aracı olmuştu. Karşılaşmamak için çaba sarf ettiğim, olabildiğince buluşmalardan kaçındığım o arkadaşıma herkesten sakladığım yazma uğraşımı (neden sakladığımı inanın bilmiyorum) her nedense söylemişim sanırım. Bir gün geldi dedi ki, “benim tanıdığım bir şair var, senden söz ettim, öykülerini görmek istiyor.” Galiba o zamanlar eski adliyenin arkasında bir sokakta oturuyordu Metin Güven. Sonradan Hamam sokaktaki ahşap eve taşınmış olmalı, tam anımsayamıyorum şimdi. Öykülerimi titizlikle okur, görüşlerini söyler ben de onları dikkate alarak sıkılmadan üzerinde çalışırdım. Mektuplaşırdık. Ben ona öykülerimi o bana şiirlerini gönderdi yıllar içerisinde. O zamanlar aynı şehirde olsak bile mektuplaşmak bir başka disiplindi. Sonra bir gün bu öyküyü Edebiyat 81’e gönderelim, demiş ve göndermişti. İşte o bebek sonunda doğmuştu. Yaşamdan hiç iz bırakmadan gelip geçenlerin simgesi Fatma’nın öyküsü şöyle başlar; “Yaşama o kalın ahlaksal zarın arkasından bakanlara ve zarın dokunulmazlığına(!)”
Bir başka öykünün öyküsünde buluşmak üzere…