Ömrüm Geçen Bir Sağanak Gibi -10
Kişisel arşivimde her zaman değerli yazın malzemeleri olarak duran, edebiyat dergilerini anmaya devam ediyorum. Bu anma teknolojik yetersizliklere karşın gerçekleştirilen çalışmalara kişisel bir saygı duruşu aynı zamanda.
Yazar Hasan Özkılıç’la tanışmamıza aracı olan Agora Dergisi’nin benim gönlümdeki yeri bambaşkadır. Sayfa tasarımından, yazı karakterine özgün bir dergi olan tam adıyla Agora Yeni Binyıl Kültür Sanat Edebiyat’ı yayına hazırlayanlar Tacim Çiçek, Altay Ömer Erdoğan, Asım Gönen, Ahmet Günbaş, Hasan Özkılıç, Timuçin Özyürekli, Hayri K.Yetik’ti. Aylık bir dergiydi, İzmir’de 2000 yılı Ocak ayından itibaren okurla buluşmaya başlamıştı. Nasıl haberim oldu şimdi anımsamıyorum. Agora Dergisi’nin Ekim 2000’ deki 10.sayısında şimdi burada yazıyı uzatmamak için hepsini sayamadığım, Afşar Timuçin, Feridun Andaç, Abbas Sayar, Arif Madanoğlu, gibi isimler var. Öykü bölümünü A.Alper Akçam’ın “Ağladığımız Bir Düğündü İşte” öyküsüyle benim “Kendini Ölüme Bağlayan Kadın” öyküm paylaşıyor.
Şimdi sizinle bir keyfimi paylaşmak isterim. Daha önceki yazılarımda, dergilerin, yazarlara yazılarınızı kabul ettik ya da etmedik, gibi bilgileri vermediğinden yakınmıştım. Bunun bir uygarlık nezaketi olduğunu ve yazar olarak beni hem incittiğini hem de takip etmenin zor olduğunu (özellikle 2000’den önceki yıllarda) yazmıştım. Ama her konuda olduğu gibi bu konuda da bir istisna vardı ve bu istisnayla karşılaştığımı her fırsatta dile getirmişimdir. Posta yoluyla gönderdiğim öykümün Agora tarafından ne zaman kabul edileceğini bilmeyerek çalışmalarımı da, başka dergilere öykü göndermeyi de sürdürdüm. Sonra çok garip bir şey oldu(!) İş yerimdeyken telefonum çaldı ve karşımdaki kişi Agora Dergisi’nden aradığını, gönderdiğim öyküyü aldıklarını, Ekim sayısında kullanacaklarını söyledi. İçimden şunun geçtiğini hâlâ hatırlarım, “Nassıl yani? Agora’ bana bilgi mi veriyor?” Dahası da vardı, arayan derginin sahibi ve yazı işleri sorumlusu yazar Hasan Özkılıç’tı. Kısa bir konuşmaydı ama yüzüme yayılan gülümsemenin aydınlığını bunca yıl sonra bile anımsarım. Ne hoş insanlar da var bu yayın dünyasında demek ki… Bu işine saygı ve edebi nezaket ve yayın disiplinini hiç unutmadım. Hasan Özkılıç’ın Kuş Boranı kitabı 1998’de yayımlanmıştı ama ben okumuş değildim. Bu telefon konuşması ta bugünlere uzanan bir dostluğun başlangıcı oldu. Yazdıklarım konusunda bana gerçekçi görüşlerini söyleyerek ve zaman zaman överek yüreklendiren, her zaman korumacı gölgesini hissettiğim bir ustamdır. İlerleyen yıllarda sohbetlerimizde yazmayı planladıklarından keyifle söz edişi, benimle paylaşması bana kendimi ayrıcalıklı hissettirmiştir. Bütün kitapları harikadır ama benim göz bebeğim Lataros Değirmeninde Üç Dakika’dır. Bu öykülerle ilgili çalışmaya başladığında bir edebiyat etkinliği nedeniyle buluşmuştuk. Bana Lataros Değirmeninde Üç Dakika’yı öyle bir coşku ve canlandırmayla anlattı ki, daha yazılma aşamasında hayran olmuştum metne. Belki ondandır bu kitaba ayrı sevgim. Gönlümün Şirazesi Bozuldu kitabını okuduktan sonra ise bu lâf benim de kullandığım bir deyim oldu. Çünkü şirazemizi bozan çok şeyler yaşamaya başladık. Onun yazdıklarını okuyup öykülerini incelemek ayrı bir keyiftir. Metinlerinin yakın okuma olarak tanımladığım incelemelerini hep yapmışımdır, kendime saklamışımdır. Edebiyat okurlarıyla paylaşmayı nedense hep öteledim. Sanırım kusursuz olmasına çalıştıkça yılların geçtiğinden haberim yoktu. Ancak son yapıtı Şima’ya ilişkin yazdıklarımı paylaştım. Onu doğru anlayabildiğimi öğrenince de mutlu oldum. Küçük bir sürpriz planladım, kitap çıktığı ilk günlerde aldım, hemen okudum, hemen de bir edebiyat sitesine yazıp gönderdim. Zaman zaman yazdığım incelemelerimi kabul eden site de hemen yayımlamış. Hasan’la keyifli bir telefon sohbetine aracılık etti o yazı. Çünkü artık eskisi kadar bir araya gelemiyoruz ne yazık ki.
Küçük yaşta zorla evlendirilen bir kadının öyküsü
Evet, 2000 yılı Agora’sına dönersek. Kendini Ölüme Bağlayan Kadın, benim ilk kitabımın ilk öyküsü oldu sonradan. Umutsuz bir evlilik nedeniyle yaşamına kendini asma yoluyla son veren hamile genç bir kadını anlatır. Öykü bir hekimin ağzından anlatılır, ölüm raporu yazmak üzere olay yerine getirilen genç bir hekim, kadının evindeki eşyaları, evi, yaşam parçacıklarını okurla paylaşırken dışarıdaki polis araçlarının mavi ışıkları öykünün üzerinde yanıp söner. “Hiç kimseyle bağı olmayan, kendini iple ölüme bağlayan kadını ipten alıyoruz,” der anlatıcı. Damlayan su sesiyle öykü sona erer. Son cümleyi doktor söyler: “Eldivenlerimi ve maskemi taktım.”
Metnin içinde üç yıldız
Yazım kuralları ve noktalama işaretleriyle arası iyi olmayanlara birazdan sözünü edeceğim üç yıldız (***) işaretinin ve elbette metnin içindeki her bir işaretin metne şiddetli katkısı vardır. Çünkü yazarın beyninden çıkan mesajın okura ulaşırken kayba uğrayacağı iletişim kuralları gereği doğaldır. O nedenle ses=sözcük kodları dışında dilde “imla” işaretlerine ihtiyaç duyulmuştur. Ama bu “leke”ler kimi zaman “gadre uğrar” ve metnin sesini kısar ne yazık ki… İşte bir örnek. Suat Bey’in Son Gecesi öyküm yaşlı bir adamın hâyâl dünyasına götürür okuru. Gazete okuyormuş gibi yapıp unutamadığı bir kadını düşlemektedir. Eski sevgilisiyle bir terminalde “buluşma noktası” tabelasının altında son kez vedalaşmışlardır. Yaşlı adam bu sahneyi düşünürken yanı başında karısını görürüz ve adama gerçek yaşamla ilgili ayrıntıları anlatmaktadır. Kadın konuşmaktayken yaşlı adam sessizce ölür. Öldüğünü onun yarım bıraktığı sözcükten anlarız: “Bakı…” Aynı anda başka bir mekânda bir kadın çığlık atarak uyanır ve kocasına gördüğü korkunç bir rüyayı anlatır. Rüyanın ip uçlarıyla yaşlı adamın hayâllerinin ipuçlarını birleştiren okur, yıllar önce birbirinden ayrılmış bir adamla bir kadının hikayelerini bütünleştirir. Adamın öldüğü anda çok uzaklarda bir kadının çığlık atarak bir düşten uyandığını görür okur. Kadın, rüyasında üzerinde “buluşma noktası” yazan bir tabelanın bedenini ikiye böldüğünü görmüştür. Korkunç olansa yarısı yerde ölü olarak yatmaktayken, diğer yarısı kalkıp yürümüştür. Kadın kocasına rüyasını anlatırken, “şimdi böyle nasıl olacak deyip duruyordum kendi kendime, şimdi ben nasıl kucaklarım insanları, nasıl elbise bulurum üstüme?” Tabi burada mekân sıçramasının işareti olan (***) işareti dizgide uçtuğundan, dizgicinin mi, matbaacının mı gadrine uğramış bilinmez öykü karışmış. Mekân sıçraması hissedilmez olmuş. Ne diyelim canımız sağ olsun.
Çıplak ayaklı toprak testi öyküsü
Bir dergiye bu öyküyü gönderip yayımlanmasını ummak biraz hayalcilikti ama Agora Dergisi 2005 yılında 45. sayısını çıkarmış ve 80 sayfaya ulaşmıştı. Boyutları büyümüş, okuru artmış tüm hızıyla çalışmaları sürüyor. Benim bir iş kazasını anlatan öyküme yer vermiş. Bu öyküde iş kazası çok sonradan ölen inşaat işçisinin annesinin ağzından, penceresinden aktarılır okura. Bu pencere işin acılığının ne denli büyük olduğuna işaret eder. Öykü tarlada çalışan bir kadının betimlemesiyle başlar: “Çıplak ayaklarla, sürülmüş tarlanın kenarında duruyor, yarım daire çizen mıcırlı yolda ağır ağır ilerlediğimiz sürece önce gözleriyle sonra bedenini çevirerek bizi izliyor. Konuşmaya karar veriyor olmalı, ayağına kara lastik ayakkabılarını giyiyor. Beyaz yaşmak, kalın gövdesi ve büzgüden kabarık şalvarını dalgalandırarak elleri belinde, renkli bir toprak testi ayaklanıp, iki yanından sürülmüş tarlalar aheste akarken bize doğru geliyor…” Yaşamda ve kişilerdeki zıtlıklara da dikkat çeker. Ufku ve dünyası küçük insanların yürek burkan dünyasına götürür okuru. Yaşlılığın ve evlat kaybı yaşamış bir kadının dünyasında olup bitenlere bakarız. Yaşlı kadınla okur arasında bağ kuran, hayırsever diye tanımlanan yaşlı kadının büyük oğlunun bekçiliğini yaptığı inşaatın müteahhididir. Ama bu iyilikseverliğin altında nasıl bir duygusuzluk olduğunu konu aktıkça yalnızca okur anlar, öykü kahramanları aniden kuşkulu bir biçimde ölüveren müteahhidi “iyi bilirdik” diye uğurlamışlardır. Onlar bu hayırsever görünümlü adamın yaşlı kadının tüm trajedisinin kaynağı olduğunu, küçük oğlunun inşaat kazasında ölümü, evlerinin istimlaki sırasında yıkılıp tüm eşyasının yok olmasının kaynağı olduğunu da bilmezler. Çok zengin müteahhit annesinden önce kuşkulu bir biçimde öte dünyaya gittiğinde öykü kahramanları bunun bir öç öyküsü olduğunu bilmemektedir. Yalnızca okur anlar. Çıplak Ayaklı Toprak Testi, öcünü yıllar sonra almıştır.
Agora’ya gönderdiğim her öykü okurla buluştu. Her keresinde Hasan Özkılıç haber verdi, sürekli alışveriş ettiğim kitapçıdan rica ettim, bana dergiyi temin etti. Sonra 2007 yılında İzmir Öykü Günleri’nde, o güne dek benim için bir ses ve bir beyin olan Hasan Özkılıç’la tanışma fırsatı buldum. Öykümü okurken fotoğrafım yoktur ama Hasan’la çekilmiş bu resmimiz benim için harika anılarımdan biridir.
Beni yaralayan bir öykü….
BeğenLiked by 1 kişi