PAPİRUS DERGİSİ

Ömrüm Geçen Bir Sağanak Gibi – IX

OYSA BİR DERGİYE ÖYKÜ GÖNDERMENİN SORUMLULUĞU VARDIR

Bir önceki yazımda dergilerin yazarlara kibirli davrandığı, iletişimden kaçındıklarından yakınmıştım. Bir yazar olarak benim tarafımda işler çok başkadır. Dergilere öykü gönderirken çok titizlenirim. En iyi öykülerimden seçmeye, metinleri tekrar tekrar gözden geçirmeye özen gösteririm. Çünkü edebiyat dergilerinin okuruna saygı duyarım. Bu yazımda arşivimde bulundurabildiğim Papirus Dergilerindeki öykülerimi ele alacağım.  

Papirüs Dergisi’yle 1998 Eylül’ünde çıkan 19.sayısıyla tanışmışız. İçeriği ve emek veren kalemleriyle benim için en önemli dergilerden biri olmuş, uzun süre de öykülerime yer vermiş bir dergidir. Bu sayıda yapıtları olan yazarlara bakıyorum da, Bertan Onaran, “Yaratma ve Yaratıcılık” üzerine yazmış, Tarık Dursun K., “Şairler Gerçekten Ölürler Mi”, başlıklı yazısıyla, Cengiz Bektaş “Onlar Cami Değildi”, Burhan Günel, “Çığlık”, Kandemir Konduk “İyi Bir Haber Programında Neler Olmalıdır?”, Hasan Özkılıç “Karpuzkaldıran” başlıklı yazılarıyla yer alıyor. Bense Rüzgârlı Bir Gecede Yaşlı Bir Çınar öykümle, şimdi burada hepsini sayamadığım önemli yazarların arasındayım ki bu genç bir yazar için mutluluk verici.

Derginin iç kapağında Selda’nın Türkülerimiz 3 kasetinin reklamı var. “Vurulduk Ey Halkım Unutma Bizi” başlığında.  Arka dış kapakta ise Turan Dursun’un 4 Eylül 1990’da katledilişinin yıldönümü için siyah zemin üzerine fotoğrafının yer aldığı bir anma sayfası tasarlanmış. “Ben yüzyılların doğurduğu ölümüm,” demişti. Çaktığı kıvılcım şeriatçı karanlığı boğan aydınlanma ateşine dönüştü, notuyla.

Rüzgarlı Bir Gecede Yaşlı Bir Çınar

Rüzgârlı Bir Gecede Yaşlı Bir Çınar, öyküsü Türkiye’de sanatçı olmanın sefaletini anlatmak için yapılandırılmıştır. Özellikle müzikle ilgilenen insanlarımızın genellikle de tüm sanatçıların sıradan olamama, korunamama, yaşamını güvence altına alamama durumlarına ilişkin bir metindir.

Bir erkek karakterin ağzından anlatılır. Müzmin bekârlığın yaşlılıktaki halini dile getirir. Yaşamında söylenecek, kavga edecek bile olsa bir karısı olmadığına hayıflanır, kahramanımız. Udunun can yoldaşlığına sığınan bir bestecidir. Onun düşlerle dolu bir gecesine tanık oluruz, yeryüzündeki son gecesine.

“Tam o sırada altın sarısı saçlarına vuran ay ışıl ışıl yansıdı, gözlerimi yaktı. Başını oynattıkça, saçından seken ışıklar, duvardaki karanlıkların içinde delikler oluşturuyordu. Yok canım, yabancı falan sanmayın, tanıyorum onu. Hep geceleri gelir, hep çıplaktır, kötü şeyler getirir aklıma. Kimi gece hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, kadehimdeki bulutun içinden başını uzatıp gülümser, sonra bardağın kenarına tutunup kendini yukarı çeker. Mermer gibi vücudundan damlacıklar süzülürken, atlar kucağıma.”

(…)“Ah sarı saçlı bu gece rüzgârlı sevgilim. Kendi gözlerimin aynasından baksan bir bana. O vakit benim için neyin vaktidir konuşurduk seninle. Şu yıllar yüzünden ağarmış, sigaradan sararmış pos bıyığım titriyor elbet seni görünce, yüreğim hopluyor ya, neye yarar, mutsuzum ben.”

(…)“Aptal olma, iç bir kadeh şarap gözlerinin pusu dağılsın. Şu pencereden görünen çirkin antenlerin birer ağaç olduğunu, rüzgârın orasına burasına takılmış çöp kokularının çiçek koktuğunu, mehtabın da uzay adamlarının konup kalktığı bilimsel işler taşı değil o eski mehtap olduğunu anlarsın.”

“Mehtap, hani şu apartmanlar arasında oflaya puflaya girip çıkmak zorunda olan mehtap mı, boş versene…”

Hayalindeki sarışın çekip gidince çocukluğuna kaçar öykü kahramanı.

“Karanlık gecede rüzgâr. Rüzgârla savrulan sesler, kediler, tabelalar, ağaçlar yer yer sessizlik…. Gidiverdi geldiği gibi o. Kokusunu aradım, hadi canım, sonra ondan vazgeçtim. Rüzgâr çocukluğumu getirsin diye bekledim. Bir uçurtmanın ipine tutulmuş çocukluğumu, kırlarda saçlarım uça uça koşan ayağı takılıp düşen, diz kapakları kanayan, bir taşın üstünde peynir ekmek yiyen çocukluğumu…

(…) İpi koptu, boynunu büküp sarsıla sarsıla kaydı uçurtmam. Asırlık bir çınarın en üst dallarında çarmıha gerildi. Koşarken düştüm, başımı yardım, sigara külü bastılar yaraya, ninem okuyup üfledi, nazar oldum diye. Üfleme bana nine, üfleme öyle ölecekmişim gibi. Yapma ne olur korkuyorum…”

Öykünün sonunda bir gazete haberinden bir parça gözümüze takılır ve onun aslında evinden atıldığını, gecelemek için bir kahvehaneye sığındığını, sabah ölüsünün bulunduğunu öğreniriz. Udunu kim almıştır bilinmez.

Büyücü ve Herdemtaze

Papirüs Dergisinin Şubat 2000’de, 36.sayısında yer alan öykü eril karakter olarak Büyücü , dişil karakter olarak herdemtaze bitkisi üzerinden anlatılan bir aşk öyküsüdür. Masalsı anlatımı ve metaforlarıyla tutku kavramı, tutkunun bireyler üzerindeki dönüştürücü etkisi üzerinde çalışır. Helichrysum sanguineum bitkisi Türkçesi herdemtaze, diğer adıyla ölmez çiçek, genellikle sarı renkte ve çok ender kırmızı renkte olan her mevsimlik bir dağ bitkisidir. Kurutulduğunda bile rengini kaybetmeme özelliği vardır. Bu özellikleri nedeniyle “kadın” için kullanılmıştır. Öyküde ölmez çiçeğin yaşadığı yer şöyle anlatılır; “İşte bu yalnızlığın damıtıldığı, yılın büyük zamanının karlarla kaplı olduğu, sessizliğin çın çın öttüğü tepelerde, ilkbaharla birlikte beyaz, yerini çılgın yeşillere terk ederken, kırmızı bir herdemtaze gerinerek uyanır, kendini doğaya heyecanla ikram ederdi.”  Herdemtazenin özelliklerinden hareketle kadına gönderme yapan yalnızlık duygusu şöyle tanımlanır: “Öyle göz değmez, öyle yalnız yerlerdi ki kar tavşanları ve dağ keçilerinin ayak izleri bile oralarda tükenirdi. Bir hayaletin fırfırlı eteklerine benzeyen kalın bir sis, sık sık dört bir yanı kaplar, ulaştığı yere yalnızlığı taşırdı.”

Büyücü tanımı ise şöyle yapılmıştır, “Bu yüksek dağlara yaslanmış bir de köy vardı masalımıza konu olan, adı Biber Köyü’ydü. Biber Köyünde zümrüt gözlü, kara saçlı, yay vücutlu bir büyücü yaşardı. (…) Biber Köyü insanları, zümrüt gözlü büyücülerini biraz çekingenlik, biraz sevgiyle barındırır, hastalarını, uğrak yemişlerini, evde kalmışlarını, cinlere karışmışlarını ona götürür şifa ararlardı.”

Bu öyküde tarafların birbirlerinin yaşamlarına müdahale etmediği, değiştirmek, sahip olmak gibi tutumlara girmediği görülür. Herdemtaze yüksek dağlardaki yerinde, büyücü yaşadığı köydedir, zaman zaman bir araya gelerek birlikte olmanın değişimini ve güzelliğini yaşamaktadırlar. Bu kadın ve erkeğin birey olarak kabul eden, özgün yanlarıyla özgür yaşamaları gerektiğini öneren bir öyküdür. En sevdiğim öykülerimden biridir, ilk kitabımda üçüncü bölümün ilk öyküsü olarak yer almıştır. 

Dolunay

Papirus’un 39.sayısında (Mayıs 2000) Dolunay adlı öyküm yayımlanmış. Batıl inançlar üzerine kurgulanmış, köy kahvesinde bir iddiayla başlayıp köyün mezarlığında biten bir dizi küçük olayla şekillendirilmiş bir öykü Dolunay. Kahve dışında açık alanda geçiyor. Mevsim kış. Askerden yeni dönmüş kahramanın batıl inançlarla savaşmak için gösterdiği çaba ama koşullandırılmışlığın etkisinden de kurtulamayıp trajediyle sonlanması. Adı Tekin olan baş karakterin “tekinsiz” iddianın kurbanı oluşunda kendi dağarcığındaki korkularına yenik düşmesidir. Betimlemelerinin zenginliğiyle, okurun canlandırmasına kapılar açan bu öyküden bir seçki: “Kapı açılınca, basıla basıla betonlaşmış toprağın üstüne bir ışık düştü. Karşıdan soğuk rüzgârın sesi ve köpek havlamaları geliyordu. Kahvenin ışığı binanın dışına sarı bir leke gibi sarktı. Toprağın üzerinde yayılıp eridi.”

(…)“Kahvedekiler iskambil kağıtlarını şırrak şırrak masaya atarken, akıllarından Tekin’i izliyorlardı. Şimdi Kâmillerin evin önüne varmıştır, şimdi Hasanların kapının önünden geçiyordur… Tavla zarları gereğinden fazla ses çıkarıyordu.”

Kanlı Mary

Temmuz 2000’de 41.sayıda Kanlı Mary var. Bu öykü kadın, çocuk tacizine eğilen bir öykü.

Tacizcileri tek tek bulup, kılık değiştirerek “etkisiz hale getiren” bir gazete çalışanının hikayesi. Öyküde Gönül Abla köşesine gelen mektubun izini sürerek, adaletin dokunamadığı tacizcilere kadın olarak adaleti uyguladığına tanık oluruz. Votka-domates suyunu (blody mary) içmekte olan tacizci kanlı bir şekilde de öldürülmüştür. Bu hikâyede katil yakalanmaz.

(…)“Otuz yedi neşter darbesi, organını ağzında buldukları için mafya cinayeti olabilir diyorlar. Adamın karışık borsa işleri varmış. Yanında çalışan temizlikçi kadın doktordan önce çıkmış. Dediğine göre adam saat 17.30 sularında odasında oturuyormuş. Votka domates suyu içiyormuş. Hani şu senin sevdiğin “blody mary”den. Cinayetin adını Blody Mary koymuş bizim çocuklar.”

Nezaket, Fazilet, Nalan,

Mart 2001 49.sayıda üç kız kardeşin öyküsü var. Adlarının Nezaket, Fazilet ve Nâlân, olduğunu öğreniriz. Öykü bir genelevde kasabanın gazetecisi (ki gündüzleri lahmacuncuda çalışmaktadır) ve bir hayat kadınının konuşmasıyla başlar. Kadını ikincil gören zihniyetlere başkaldıran, bunu din kavramına kafa tutan bir hayat kadınıyla yapar öykü. Üvey babasının tacizine uğramış, bunu içine gömmüş bir kız çocuğunun on bir yaşında evden kaçmasıyla başlayan yaşam öyküsünü, gazeteciye anlatan hayat kadını, üç kız kardeşten Nezaket’in ırzına geçildiğini, Fazilet’in bir cinayete kurban gittiğini, kendisinin de burada olduğunu haykırır. Nâlân (anlamı, inleyendir) sağ kalmıştır ama… Din motiflerinin kadını yok eden din kavramlarının üzerine kurgulanmış bu öykü, gazeteci delikanlının odayı terk etmesi ve kadının arkasından bağırmasıyla biter: “Kadın kapanan kapıya sordu: Havva kaburga kemiği ise, Adem kaburga kemiği ile yatıyorsa, Adem kime tecavüz etmiş oluyor? Kaburga kemiği kötü yola düşerse, kötü yol kaburgalı ya da kaburgasız Ademlerin yoluysa, hangi günahlar kimin olacak? (Daha çok bağırdı) Ha aklıma gelmişken, benim adım Nâlân!”

Uzun Saçlı Kadın

Papirus’ta 2001 yılının Mayıs 51.sayısında Uzun Saçlı Kadın öyküm var. Bir de üstelik öyküye özel desenler ekleyerek, bana jest yapmışlar. Bu sayıda iki öyküye yer verilmiş biri Jack London’un Yuvarlanan Taş Yosun Tutmaz, öyküsü ve benim Uzun Saçlı Kadın öyküm.  Kocası tarafından sürekli dövülen, bunu yıllarca sineye çeken öykü kahramanı banyoya sığınır. Çünkü hem evliliği hem yaşamı hem de az önce olanları değerlendirmesi gerekir. Işığı yakmaz. Öykü tümüyle karanlık banyoda geçer. Bu nedenle kulak algısı yoğun bir metindir. Olup bitenleri düşünen karakterin şiddet dolu kurtuluş eylemiyle biter.

“Hastaneye gitmek için daha erkendi. Sonra çayı demlemek için mutfağa gitmişti. Sonra sabunun üzerindeki saçlarına kızmıştı kocası, sonra kadın sabah sabah gönlünü yapmasına rağmen neden kocasının kızdığını sormuştu adama, sonra kocası banyodan çıkmış saçını ellerine dolamış… sonra…sonra…sonra… “Ah yeter artık vurma!” Sonra gene… gene…gene…Gene sonra… sonra… Sandalyenin üstüne düşmüştü. Başını vurdu. Bu onu tarifsiz öfkelendirdi. Demek böyle, diye mırıldandı. Hastaneye gitmek için evden çıkması gerekiyordu o sıra. Masanın üstündeki mermer vazoyu belinden yakaladı. Beyaz mermer kıpkızıl olana dek vurdu, vurdu, vurdu. Sonra adamın avucunun içine kilitlenip kalmış saç tutamını açık ağzına tıktı. İşte bu kadar! Hastaneye gitmekten vazgeçti. Bugün kadınlar yalnız başlarına doğurabilirlerdi!”

Düşünüyorum da benim öykülerimdeki dramatik yaşamları olan kadınlar hep bir şekilde (suç işliyor olsalar bile) “dayan – katlan” değil “dur – yeter” noktasında öyküden ayrılıyorlar. Bu tutuma onları ben sürüklüyorum, yüreklendiriyorum evet. Kadınlara yapılagelen haksızlıklar ve bu haksızlıkların adil bir biçimde çözümlenmeyişi sanırım beni fazlasıyla öfkelendiriyor. Ne yazık ki yıl olmuş 2023 hâlâ bu öyküler geçerliliğini koruyor. Hak kayıpları giderek artıyor ve kadınlar ölmeye devam ediyor.

Keşke böyle öyküler yazmak zorunda kalmasam diyorum. O günler gelecek mi?

Yayınlayan

serapgokalp

Bursa doğumlu. Bir süre devlet memurluğu yaptı, istifa ederek otomotiv, gıda, tekstil, çelik, inşaat sektörlerinde değişik görevlerde çalıştı. İlk öyküsü Edebiyat-81 dergisinde 1983 yılında, daha sonra Yeni Olgu, Kıyı, Öner Sanat, Karşı, Yaklaşım, Yazko, Papirus, Agora, Türk Dili dergilerinde yayınlandı. Sonraki yıllarda; İle Dergisi, Patika Dergisi, Anafilya, Havuz, Öykü Teknesi, Sözcükler, Notos, Kurşun Kalem, Kar, Dünyanın Öyküsü, Kitaplık, Gösteri dergilerinde öyküleri, inceleme yazları yer aldı. İlk öykü dosyası Böcek Cinayetleri’dir. Ancak yayıncı tarafından yıllarca bekletilip basılmadığı için dosyayı geri almış ve imha etmiştir. İkinci dosyası Astak Kum Saatinde Akarken adlı kitabı, 2002 yılında Sistem Yayıncılık tarafından kitaplaştırıldı. Otuz sekiz yeni öyküsü 267 sayfalık bu ilk kitapta yer aldı. İkinci kitabı Kulak Misafiri, 2009 yılında Pupa Yayıncılık tarafından basıldı. Ödüllü öykülerinin yer aldığı bu kitabı Orhan Kemal Ödüllü üçüncü kitabı Tuz Saraylar izledi. 2010 yılında İlya Yayıncılık tarafından kitaplaştırıldı. Dördüncü kitabı Pirana Kahkahaları 2017 yılında Kanguru Yayınları tarafından yayımlandı. Kişisel kitapları dışında Anlatılan Bizim Hikâyelerimiz, Çığlık, Mübadele Öyküleri, Öykü Dostluğu, Kadınların Ruh Acıları, Öyküden Çıktım Yola-252 Yazardan Minimal Öyküler, Gurbet (Almanya, Gökyüzü Yayınevi Seçkisi) Tanzimattan Günümüze Rumeli Motifli Öyküler seçkilerinde öyküleri yer aldı. Kadın Yazarlar Derneği Yayını, Kadınlar Edebiyatla Buluşuyor adlı projede öykü atölyeleri düzenleyerek aynı adlı yapıtta ve yine Kadın Yazarlar Derneği Yayını olan Söz Kesmek, Kına Yakmak, Nikah Kıymak adlı kitapta incelemeleri, yayınlandı. Öykü kitapları dışında Kalp Krizi, Bu Gece Uyku Yok Çünkü ve Buket Başaran Akkaya ile ortak oyunlaştırdıkları İki Çığlık, İki Türkü, Bir Ağıt adlı oyunları bulunuyor. Serap Gökalp’in bir öyküsünden oyunlaştırılan bu oyun Devlet Tiyatrolarına kabul edildi. Çalışmalarından Fadime Hanımın Işığı adlı öyküsü Petrol İş Sendikası – Kadın Öyküler Yarışmasında 2007 birinciliğini, Sisin İzi adlı öyküsü, Madenci Öyküleri Yarışması 2007 ikinciliğini, 16/24 Vardiyası adlı öyküsü, Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri Yarışması 2007 üçüncülüğünü kazanmıştır. 2009 yılında Tuz Saraylar adlı dosya ile katıldığı öyküleri Orhan Kemal Ödülü ikinciliğini almıştır. Metin incelemelerini dergilerde, internet edebiyat siteleri ve edebiyat etkinliklerinde, paylaşmaktadır. Halen ÇYDD Bodrum şubesinde ve Bodrum Kent Konseyinde gönüllü olarak çalışmakta öykü atölyeleri düzenlemektedır.

“PAPİRUS DERGİSİ” için 4 yorum

  1. Yazılarınız çok güzel. Bu dergi hala çıkıyor mu ilmiyorum ama son hali bu temadaysa biraz geliştirilmesi gerekiyor. Ansiklopedi tarzında olması ve puntoların ufaklığı ilk bakışta caydırıcı duruyor. Çok uğraş var yazılarınızda umarım hak ettiği değeri de görür.

    Liked by 1 kişi

    1. Merhabalar, Papirus sanırım çıkmıyor. Eskiden dergiler hep böyleydi. Yoğun içerikli, görseller çok kaliteli değildi ve evet küçük puntolu. Artık insanların böyle dergileri okumaya sabrı mı yoktur nedir, kalmadı. Esenlikler diliyorum.

      Liked by 1 kişi

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s