Geçmişin Çanakları II

Kucaklayamadığımız

Ben Hayrünisa Ünal, yaşamın benim için yanlış ve yanılgı tuğlalarının üst üste yığıldığı, rastlantıların gevşek harcıyla yapışmış bir yapı olduğunu hissediyorum. Yirmi dört yaşımdayım. Yeni bir yanlışlığa engel olmam gerek. Bu tuğla; özellikle ve hiç olmazsa bu tuğla için gevşek harç kullanılamaz.

Pembe ve lila renklerin uyumuyla döşenmiş bir bekleme salonundayım. Yeşil bitkiler, duvarlarda tombul sağlıklı bebek posterleri, sehpa üstünde bebek dergileri. Bebeklerin ve annelerin gülümseyişlerini konservelemiş bir albüm, benim elimde… Albüme bakmayı kesiyorum. Güneşi alnımızdan aldılar, gülüşler çığ altında şimdi, kimsesiz mutluluklar dört bir yanımız. Issız fincanlarda, kuru telvelerde ıslıksızız… Bu cümleyi nerede okudum acaba?

Yeni bir yaşama soluk vermenin ilk aşamasında ve ürkütücü bir deneyimin eşiğindeyim. Ölümcül kararlar vermekle yaşamcıl sonlandırmalar yapma kavşağında duruyorum.

Öngörülü davranma yetisi kazandığımdan beri önlem almak ilkem olmuştur. Şimdi ellerimde tuttuğum bu yanlış tuğla için de öngörülerim var. Bazı kararlar tamamen kadınlarındır ve bu kararları verirken kendi yaşam duvarlarımıza bakarız. Benim duvarlarımın bir tanesinin eksik olması, yapıma güvensizlik duymama neden olmuştur. Aile duvarımı sağlamlaştırmayı tek başıma gerçekleştirmenin olanaksızlığını kavradığımda evlendim. Ama kocamın sağlam yapısına karşın umulmadık gelişmeler hesaplamaktan kendimi hala alamıyorum. Sadece akılcı olmaya çalışıyorum. Elimdeki bu tuğlayı sağlam yerleştirmezsem eğer, yaşadıklarımın bir döngü şeklinde yineleneceğine ilişkin bir saplantım var.

Bu salonda her ayrıntı incelikle düşünülmüş. Sadece girişte ayakkabıların üzerine geçirilen naylon kılıflar bir gariplik yaratıyor. Evce hazırlanmış bir sağaltım noktasının başka hangi yanılgıları kucakladığını düşünüyorum.

Kucaklamak sözcüğü beni bugün fazlasıyla incitiyor. Şimdi burada beni kucaklayacak birinin olmaması söz gelimi. Bütün bu duyarlılık hamilelik yüzünden olmalı, kitapta öyle yazıyor. Keşke tek başıma gelmeseydim. Bir kız kardeş böyle bir ortamda ne harikulade olurdu. Ya da bir anne. Düğünümde takılan bilezikleri bozdururken de “üzülme yenisini alırsın” deyip birinin omzumu sıkmaması da aynı oranda incitici. Bu altınlar her ne kadar kara gün için bekletiliyor olsa da üzülmeden edemiyor insan. Üstelik bayağı kara bir gün yaşanıyor bugün. Alnıma yapışan terli bir saçı itip; tamam canım geçecek, diyecek ve beni kucaklayacak bir kız kardeş…

Pirinç kapı tokmağını çok sıkı tutmuş olmalıyım, kokusu elime sinmiş. Pirinç kahve değirmeninin kokusu bu. Bir elinle tutup öbür elinle minik tokmağa dairesel hareketlerle çevirir çekirdekleri öğütürsün ya, kokla elini. İşte o kokuyu çok severim. Tülay yüzünden. Bir kereliğine gittiğim –bayram diye – bir evin, benim yaşımdaki kızı Tülay. Annesi değirmeni vermiş bayram için kahve öğütmesini istemişti. Tülay bana nasıl yapılacağını öğretmişti. Çekirdeklerin tıkırtısı, değirmenin elime sinen kokusu ve Tülay’ın kız kardeşim olduğunu düşleyişim. Bir daha hiçbir zaman çocuk yetiştirme yurtlarından konuk evlat almaca kampanyası yapılmadı. Beni mutlaka yine davet edeceklerini söylemişti, bunu ayarlayabiliriz demişti. Bekledim ama…

– Karar verdiniz demek.

Doktorun sesi duygularımı kopan gitar tellerine dönüştürüyor. Yumuşak bir sesle konuşuyor olmasına karşın o konuşurken tekerlenen sözcük dikenleri içimi yırtıyor.

Hemşire sağlıklı, iri yarı ve güler yüzlü olmasına karşın bel ekleminde bir sorun var gibi. Gezerken boynu ve bacakları arasında bir oklava olduğuna yemin edebilirim. Gezinmesi bitince oklava hamura batmaya başlıyor; oturuyor ve kartınızdaki bilgileri gözden geçiriyor. Sonra görülmez bir el görünmez bir radyoyu açıyor;  hemşire konuşmaya başlıyor. Tiz ve inişli çıkışlı konuşması karanfiller çizerken benim konuşmam kaçınılmaz olarak şişip pörsüyor. İlk karşılaşmamızdaki eleştiren bakışından sonra omzumun gerisindeki duman rengi perdeyle bakışmayı yeğleyerek konuşup durmuştuk. Görüş alanına girebilmek için parmak uçlarımdan yükselmekten başka yapacağım bir şey yok gibiydi.  Duman rengi bir uçurumun kenarında dolaştığımı ve onun bir hohlamasıyla derinlere gidivereceğimi düşünüyordum.

-Evet, diyorum doktora.  Hemşire arka odada.

-Soyadınız Ünal’dı değil mi? Eşiniz razı mı Hayrünisa Hanım? Formu kontrol ediyor.

-Razı, razı. İş krizinden ötürü iki ay önce işsiz kaldı. Ne doktor ne doğum parasını karşılayacak durumumuz yok. Haydi bunları hallettik diyelim, çocuğa nasıl bakacağız? Yok, endişelenmeyin, sizin paranızı temin ettik. Razı olmayıp ne yapacak, hem nasılsa canı yanacak olan benim.

Sevecenlikle gülümsüyor;

-Hiçbir şey duymayacaksınız, merak etmeyin, diye çaresiz bir gülümseme damlıyor halıya.

-Anne olmaya da hazır değilim aslında. Üstelik bizim fabrikada hamile olanları bir bahaneyle çıkarıyorlar.

-Anlıyorum, diyor. Bu tür sözler karşısında alet kutusunda bir zımpara taşı olmak için şiddetli bir istek duyarım.

-Öyle mi? diyorum gergin.

Bakışları yavaşça soluyor ve gülüşünün geldiği yolu siliyor.

-Sinirlisiniz, çok normal. Keşke yanınızda bir yakınınızı getirseydiniz…

Bu yakınınız sözcüğüyle derimi yüzmüş oluyor. Tüm kaslarım tel tel apaçık ortada şimdi.

-Keşke yanımda getirebileceğim bir yakınım olsaydı, diye düzeltiyorum. (Bu ıslık çalarak yanımdan geçen de kim? Islık sesiyle örtünmeye çalışan yalnızlık.)

-Başka şehirde mi yaşıyorlar? diye beni dizlerine yatırıp derisi yüzülmüş gövdemi kanun tırnaklarıyla çalmaya başlıyor.

-Bilmiyorum ki. Ben hiçbir yere ait olmayan noktalardanım. Yetiştirme yurdu çocuklarından. Artık başlayalım, diyorum sertçe, kanun olmak dayanılır gibi değil çünkü.

-Peki diyor doktor. “p” harfi bıyıklarını havalandırıyor. Arkasındaki kapıyı başparmağıyla işaret edip;

-Hemşira’anım sizi hazırlayacak, diyor.  Başparmağı çok çirkin, topuz gibi.  Sakin olun, diyor. (Sakin olmak ufukta koşan bir at oysa…)

Hamilelik her kadın için farklı anlamlar yüklü olmalı.  Benim için kalabalıklaşmaydı. Çevremi vanilya kokulu bir pamuk helva gibi sevgi kaplayacaktı. Tüm yaşam tekil olma halinden çoğul olma haline dönüşecekti. Ama bu olamıyordu. O zaman ailemi bulmalıydım. Çünkü vanilya kokulu pamuk helvaya çok ihtiyacım vardı.

Yapay deri kaplı koltuğa temiz bir bez yayıyorlar. Terleniyor olmalı. Çaresizlik çarmıhında duygularla baş etmeye çalışırken ayırdına varılamıyordur ama.  O an başka bir şeyin daha ayırdına varıyorum; alışveriş kavramında her zaman alışın kazanımlı, verişin de kayıplı kavramları karşılamadığını. Kararı veren bendim, hemşire narkozu verecekti, doktor da ölümü. Cenin tüm bu aldıklarına karşın zararlı çıkacaktı ve ben parayı verecek ama kazançlı çıkacaktım. (Balığı dışarı at solungaçlarındayım çünkü.)

Doktor, başının üstündeki kıl kitlesinden zaman zaman kurtuluyor olmalı. Senede bir ya da iki… Bu işleme başkaları saç kestirmek derler… Garip, tavanda hiç sıva çatlağı yok… Olmayan bir duvar için üzülmekten yorgun düştüm. Başım ağrıyor. Limon çayı, bal ve tarçın karıştırıp “bu sana iyi gelir” diyecek bir annem olsaydı… Karnımın üstüne sürülen yapışkan sıvı yüzünden cihaz kaygan-soğuktu vücudumdan çarçabuk ısındı- gezerken ekranda seğiren görüntü kaçınılmaz olarak zor bir yutkunma duygusu yaratıyor. Başımı çevirirken seneler, seneler önce annemin de başını çevirmiş olabileceğini düşüyorum.  Üstelik ballı, tarçınlı limon çayı vermedi bana hiçbir zaman… İlaç dolabının önünde duran hemşirenin önlüğü yeterince beyaz, en beyaz, üstün beyaz değil ama. Düğmesinin biri kopmak üzere. Ellerinin üstünde yaşlılık lekeleri başlamış. Manikür yaptırırken işaret parmağını kanatmışlar. Annem yetiştirme yurduna beni bırakıp başını çevirdiğinde ilk ne görmüştü?

Annemin yaşamımda hiçbir zaman var olmamış olması… Duygularımı dikkatle izleyince, belleğimi kılı kırk yararak yoklayınca, bir yerlerde kırık bir anne yansıması bile bulamayış… O büyük hüzün kraterinin nedeni bu mudur?

Onu mutlaka bulmalıyım. Belki bir kız kardeş sonra. Anneme sormalıyım; beni bıraktığında üstünde nasıl bir giysi vardı? Yüzün ne renkti? Kalbin sıkıştı mı hiç? Ellerin nasıl kokuyordu senin anne? Ayakkabıların içe mi basıktır, dışa mı? Uykunda horlar mısın? Ya gece korktuğunda yanına gelmek için dünyaları vermeye hazır başka çocukları kucaklar mısın? Allah’ın cezası pis orospu! Seni günahtan korkmaz hain yaratık! Güneş alnımda değil o günden beri. Gülüşlerim çığ altında! Beni attın sen attın! O yüzden hep kimsesiz mutluluklar yaşadım.

Benim üzerimde yazlık bir elbise var. Sarı üzerine beyaz puanlı. Ayakkabılarımı içine basarım. Yüzümün rengini şu an göremiyorum ama gözlerimden alev çıktığını biliyorum. Ellerim sigara kokar ve gece horlamam. Çocuğumu terk ediyorum. Elimi uzattığım teselli sepetinde tüm incirlerin bittiğini fark ediyorum ve yılana değiyorum!

– Her şey yolunda, diyor doktor ve damarıma bir iğne giriyor. Şimdi orası çürüyecek, kocaman kahverengi bir iz uzun süre orada duracak. Sizi uyutacağız, uyandığınızda… Kardeşlerim ve annemin etrafımı sardığını görüyorum. Ünal soyadlı birileri, başkaları… Yüzleri boş… Serbest kolumu kaldırıp parmaklarımı kıpırdatıyorum. Güneşe karşı birbirine çarpmaları küçük hançer sesleri çıkarıyor. Uyuşturucu etkisini göstermeye başladığında korku havada bir balık ağı olmuş tepemden aşağı… Sesler uzun bir koridor boyunca koşarak kendini balkondan aşağı atıyor; pembe ve şekerli sislerin içine…

-O-