SU USTASI MİRAÇ ÖYKÜSÜNÜN YAKIN OKUMASI (1)
Yaşama sanatı, bize acı çektiren insanlardan yararlanmaktır. Kederler, düşüncelere dönüştükleri anda, bize acı çektirme gücünü yitirirler. – Proust
Füruzan hikâyelerinde, ayak direme gücü, olanın ötesinde bir şeyin bulunduğu var sayımıyla hareket etmek demektir ki güç gerektirir. İşte, edebiyatın olduğu yer tam da bu noktadır. Yapıtın (karakter unsuruyla veya başka unsurlarla) ayak dirediği noktadan söz ediyorum. Su Ustası Miraç’ta Vedat karakteri direnç unsurudur. (Dikkat, Vedat okurla doğrudan ilişki kurmaz, yapıp ettiklerini okuruz direngenliğine o şekilde tanıklık ederiz.) Bu nedenle metin hareket kazanır, yer değiştirir, dönüşür. Bu ayak direyişle, zıt kutuplar arasında köprüler kurar. Egemen olma düşleriyle, fırlatılıp atılmış, kimi zaman bastırılmış imgeleri, başarıyla başarısızlığı, yenilgiyi ve kavgayı, iyiyi ve kötüyü bağlayan köprüler keşfedersiniz. Garip olan, başka bir deyişle okuru sersemleten bu köprüleri defalarca farklı yönlerde geçmek zorunluluğudur. Hangi yön? Yaşamın aykırı uçlarına, farklı toplum kesitlerine, adalet kavramının iki ucuna, hatta akılla akılsızlık arasına, bugünden düne bugünden geleceğe köprüler kurar yazar. Bu hikâyelere “çözümleme yamaları yaparak anlamaya çalışabiliriz” (tıpkı şimdi benim yapmayı denediğim gibi) ama yine de içimizde peki ya bu, ya öteki, soruları kalır.
Parasız Yatılı kitabında, peş peşe yer almasından da yola çıkarak Su Ustası Miraç’ı, Nehir hikayesiyle ilişkilendiriyorum. (Bknz. Nehir Öyküsü’nün Bir Yakın Okuması- serapgokalp.com) Şunu söyleyebilirim, Nehir’in isimsiz kahramanı çocuk-kadının yaşamının ilerilerine gideriz. Bu metnin içinde olabildiğince, olabildiğince açılıyorum şimdi, onunla tekrar karşılaşmış olmaktan ötürü sevinçle ürperiyorum. Onu merak etmiştim. İyi ki burada tekrar karşılaştık. Her ne kadar kendisi kabul etmese de… (“Güya ben hizmetçilikten gelmişim, ablam aşçıymış. Nasıl da utanmazlar bunu demeye. Ablam filan yok. Arada Topraklı Mahalleye kimlere gidiyormuşum?”… S.53) O hikâyenin (Nehir’den söz ediyorum) adsız / konuşmayan / tanımsız kahramanı doğurganlığıyla kimlik kazanmış olarak karşımıza çıkar. (“Güya ben hizmetçilikten gelmişim, ablam aşçıymış.” (S.53) “ O ağa ki beni aldığında babam yaşındaydı.” (S.53) “Ablam falan yok. (S. 53) “Yere Yörük kilimleri serilmişti ben ilk geldiğimde. Yani evlendiğimizde…” (S.53)
Yalnız yazarın yine ona bir ad vermediğini görürüz. Para ve yönetim ondadır ama adı yoktur. Hanım olarak tanımlanır. Niye acaba? Sayfa 61’in yarısına kadar anlatıcı kadınının yaşamı ve Vedat (oğullarından biri) kimliği öndedir. S.61’ de Miraç sahneye çıkar. Hikâyeye adını veren karakter. Güz hazırlıkları. Çiçekler “aradaki sofanın girinti penceresine” dizildikten sonra kışın onları Miraç’ın suladığını öğreniriz; Miraç hikâyeye girmiştir. Su ustası da ne demek oluyor mu, diyeceksiniz. Çiçek bakıcısı, boş ev bekçisi, bahçevan karışımı bir iştir. Yazarın özel sözlüğüdür; Su Ustası. O yayla evinde bütün kış “kilerin yanındaki sandık odasında kalırdı” (S.61) “sandık odasında kurutulmuş meyvelerin kokusu ve ışıksızlığı Miraç’ın kış korkusunu azaltırdı,” cümlesiyle onun portre parçaları verilir. “… her yeri bir insansızlık sarardı” yalnızlığına vurgu yapar. “… o bilirdi bu evin seslerini tavanından tabanına…” çok yıllardır bu işi yaptığı anlaşılır.
Bu kere bekçilik görevinin başladığı tarih ise şöyle verilir; (bu alıntıyı bir tür kahve ikramı gibi veriyorum sizlere yan anlamlarıyla birlikte tablo çizen cümlelerden biridir çünkü) “… Yılanların kaygan çıtırtılı gezmeleri duyulmuyordu artık.” (mevsim; yılanlar kış uykusuna yatmıştır artık, algılar; yaz sevinci, hareketlilikleri, insan kalabalıkları, yılanın simgeselliği (bereket), bereketli günler, üretilen çalışılan günler uykuya yatmıştır…)
Hikâyeye adını veren karakter Miraç (anlamı yükseğe çıkma, merdiven olan Arapça sözcük) olmasına karşın hikayenin üç karakter arasında denge kurularak (Miraç, Hanım ve Vedat) Vedat karakteri ve onun simgelerinin/simgelediklerinin aktarımı için var edildiğini ileri sürebiliriz. Vedat karakterinde bir insana ait iki hayat anlatılır. Hangisi gerçektir? Buna karar veremediğimiz gibi dönüp kendimize de bakarız, hangi maskelerimizi, kim, ne kadar tanıyor, gerçek ben hangisi? Doğuran ananın bildiği mi gerçektir, yabancılarla paylaşılan mı? Bunu şöyle dile getirir yazar, anne sorar; “ Karıncayı incitmezdi. Ne olmuş, neyin azılısı olmuş?”
Belirtenler, göstergelere baktığımızda bu hikayenin en çarpıcı yanının bakış açısı olduğunu düşünüyorum. Bunu çizimsel olarak göstereceğim. Çünkü yalnızca söz konusu olan bakış açısı değil, buradan yola çıkarak başka yerlere ulaşacağımızdan eminim.

Karakterler ve tiplerimizi listeleyelim,
- Ölmüş köy ağası
- Anlatıcı anne
- Ağanın eski karısı
- Döne (hizmetçi)
- Aşçı Satı teyze
- Aşçı Satı Teyzenin oğlu
- Vedat’ın büyük ağabeyi
- Vedat’ın küçük ağabeyi
- Miraç
- Vedat
Üçgen bir yapı (eşkenar üçgendir) üzerine kurulmuş olan hikâyede üç ağırlık noktasına üç karakter yerleştirilmiş ve ilişkileri karşılıklı anlatımlarla dile getirilmiştir. Hikâyenin bir anında tepe açısında anne varken (hikâye ilk başladığında) bir süre sonra Vedat’a doğru yoğunlaşırız, tepe açısına Vedat geçmiştir. Sonra çok hoş, güz hazırlığı tablosuna dalmışken Miraç sahneye çıkar ve hikâyenin tepe açısına Miraç yerleşir. (Ama zaten eşit açılar, eşit kenarlardan söz ediyoruz.)
Son sahnede adeta başa döner bütünleştiririz. Bütün bunlar aslında anlatılmamıştır da annenin belleğine mi girmişizdir? (Böyle bir duyguya kapılırım bu hikâyede.) S.63 ilk paragraf sahnesinde bir çay bardağı görürüz. “Kenarı yaldızlı bardaktaki çay hiç tütmüyordu.” Bunu Miraç görür ve okura aracı olur. Hanımın alışılmadık sakinliğini aktarırken de başkalaşım -hayır köklü değişim- hissettirilir. (Bu cümleye bir başka açıdan da bakmalıyız daha sonra.)Bir şeyler ciddiyetle ve geri gelmemecesine değişmektedir, öyle anlaşılır.
Hikâyenin gerçek başlama noktası sayfa 62’ de “Bu yıl hanım ona geç haber salmıştı” cümlesidir bana kalırsa. Neden mi, şöyle; Miraç geldiğinde kışlık yiyecekler hazırdır. Eşya ve çiçek saksıları toparlanmıştır. “Hemen her şeyin hazır olduğu sıraydı, büyük oğul bir gece geldi trenle Ankara’dan” (S.63) Hanım orada yemek masasındadır. Tüm hikâye o yemek masasında bardaktaki çay soğumaktayken olup biter.
Şimdi burada tekrar başa dönüyorum; sol görüşlü bir ağa oğlu portresini, yetiştiği coğrafya, annesi gözünden (kendisi dışında- ters/aykırı yönden) verir metin. Aykırılık bununla bitmez. Kahramanın yapıp ettikleri de aykırıdır. Öylesine alışılmışın dışındadır ki (kendisiyle hiç yüz yüze gelmediğimiz hep hakkında bir şeyler duyduğumuz) Vedat’ın delirdiği düşünülür.
Kim düşünür? İlkin annesi. Metin öyle başlar. Bilinmeyen biri şunu fısıldar; “Vedat’ın delirdiğini ilk kim söyledi; annesi mi?” Hemen annenin belleğine geçiş yapılır.
Hikayenin tek hedefi insan sömürüsüne karşı olan kişilerin alışılmışlığa baş kaldırmanın bedelini ödeyişidir. Günlük yaşamda ilkin “delimi ne?” diye basitçe tepki gösterdiğimiz konudur bu. “Bir rapor alacağız anneciğim. Akli dengesi bozuktur diye” noktasına kadar gelir. Çünkü “Başka türlü çıkartamayız. Hapse mi girsin! Hem onun suçundan bütün aile rezil oluruz. Çocuklarımıza bile kalır bu leke” gerekçesi vardır. Ağabey söyler bunu.
Metnin kültüre bağını incelediğimizde varsıl, ataerkil (anaerkil mi yoksa?) bir ailenin yaşamına bakarız. Anne dâhil ailenin –kaysı ipucuyla Malatya olma olasılığı fazla diye düşünüyorum- coğrafyanın toplumsal düzenine bakarız. Toplumun sömüren kesiminden gelen hikâye kahramanının bu insanlara insanca yaşamı öneren(diyebileceğimiz) tutumu, yaşam şekliyle bütünleşen fikirleri delilik olarak anlamlandırılır.
İşte bir iki ipucu;
Hamile bırakılıp düşük yapmış hizmetçiye davranışı,
Aşçı Satı kadınla mutfakta yemek yemesi,
Karcılarla kar küremeye, kar satmaya gitmeye çalışması,
Keloğlan- kötü padişah masalına düşkünlüğü,
Parasız yatılıda okumayı seçmesi,
Nazım Hikmet şiirleri okuyuşu (Şiirlere merakı dolaylı yoldan verilir. Bir tartışma sırasında bir tür yergiyle ağabeyi Sedat onun taklidini yaparak , “kıytırık” dediği dizeleri okur.)
Annenin tanımıyla verilir; “Oğlumun tutulduğu illet kara sevdadan daha zorluydu bana sorarsanız.” (S.61) Bunu dönüp bize söyler, gerçeklik duygusunu güçlendirici bir bakıştır okura.
Yine bir başka kişi gözünden bir özelliği tanımlanır. S.63; “Okulda bir azılılar güruhu var ve elebaşısı sizin Vedat.”
“Güçlülerin yönettiği hukuku” okumuş olan savcıya kafa tutuşundan söz edilir. (S.64)
“Peki, ne yapmış (diye sorar anne) hırsızlık filan mı?” “Başkalarına hırsız diyormuş” diye cevap verir ağabey. Şimdi burada duruyoruz. Bu ikili konuşmaya bir kez daha kulak vermeliyiz.
Genel toplum düzeninde, insanlık ölçülerinde hırsızlık yapmak suçtur. Bu eylemi yapanlar tutuklanır. Hikâyede kahraman hırsızlık yaptığı için değil, hırsızların suçlarını yüzlerine vurduğu için tutuklanmıştır. O suçsuzdur içeridedir, hırsızlar suçludur dışarıdadır. Toplumdaki çarpıklığı tümüyle okurun yüzüne vuran bir tokattır bu iki karakterin konuşması. (Bir doruk noktasıdır bu cümle.)
Başka bir açıya geçiyorum. Anne gelenekçi, Vedat yeni düzenin eşitlikçi yaşamın simgesidir. Anne-Oğul, Dişi-Erkek, Doğuran-Doğmuş olan, Yöneten- Yönetene baş kaldıran, Sevgi veren- Sevgiyi alan /ama reddedip adalet arayışında olan. (Daha da var aslında, diğer karakterlerde de var.) Bu zıtlıklarla hikâye hareket kazanmıştır. Betimleme düzeyi toplumsal yapıdır.
Buradaki karakterlerin özelliklerinden işlevlerine yöneliriz kendiliğinden. Anne yokluktan varlığa istemeden (nikâh yoluyla, doğurganlığı sayesinde) geçiştir. Vedat varsıllıktan yoksulluğa isteyerek geçiştir.
Görünenle gerçeklik arasındaki zıtlık da hikâyede son derece çarpıcıdır. Koca bir soru olarak tüm metin boyunca yankılanır kulaklarınızda. İşte ayrıntılar;
Annede; zenginlik, (ama cimri olduğu söylenir) hâkim olan (ama ağanın gölgesi hissedilir), veren -çocuklarına ve çalışanlarına (ama çalışanlarını özellikle sömürendir, denetim sağlayan (ama üzerinde toplum baskısı vardır).
Vedat’ta; dik başlı (ama herkes onu sever), ağa oğludur (ama kendi gerçekliğinin dışında bir gerçeklik içinde yaşamayı yeğleyen), sömürmesi gereken (yanlış şeylerle uğraşan (!) sömürülenlerin yanında yer alan), deli (okulda en başarılı olan aile bireyi). Onunla ilgili diğer gerçekler şunlardır, adalet duygusu güçlü, insanla ilgili tüm tanımlarda bunu arayan, gerçekleştirmek için bir yerden başlayan, gerekirse savaş veren, dediğiyle yaptığı bütünleşen, insanca gerçekliklerin peşinden koşan, doğru ve olması gereken şeylerle uğraşan…
Hemen belirtmek gerek ki burada tam olarak birey kadın yine yoktur. Ama toplum piramidinde üste tırmanan dirayetli kadınla karşılaşırız. Bir yandan da şunu dersiniz; bu kadar para ve insanı çekip çeviren kadının birey olmaması ne acı… Yine adsız bir kahramandır bu kadın ama Nehir hikâyesindeki saydam karakter bu hikâyenin sonunda Miraç gözünden tanımlanır. Bu tümüyle benim fikrim. Sayfa 66’da şu cümleyi okuruz; “Hanım masadan kalktı. Nefti yün giyiminin içinde zayıf dimdik durdu.” Bir kararlılık, görkem vardır bu betimleyişte. Zayıftır, (yiyip içmekten semirmemiştir)her işi kendi kotarır, işin başındadır. Dimdiktir, olup bitenlere adeta kafa tutar bir duruşu vardır. Şimdi burada giysinin rengini önemsemeliyiz. Nefti yeşil. Yeşil rengin evrensel anlamı doğadır. Buna bağlı olarak yaşamı, gençliği (burada yeni bir davranış biçimi denebilir mi acaba?), yenilenmeyi, umutları dinçliği simgeler. Sakinleştirici bir renktir. Nefti yeşil, zeytin yeşilinin psikolojik anlamı barıştır.
Sözcük olarak neftî farsçadır. Siyaha yakın koyu yeşili karşılar. Annenin siyaha çalan koyu yeşil giysisi onun yaşlılığının, geçkinliğinin, bir çam veya serviyi andırışının mı işaretidir? (Hatta ailenin başkomutanı-askeri renk olması nedeniyle.)Ama bu noktada bir ilginç bilgi daha var. Neft Bitlis yöresel ağzında kibrit anlamında kullanılıyor. Böyle bakınca tutuşturan, harekete geçiren, durağanlıktan çıkmış, kararlılık… Böyle düşünülebilir mi acaba?
Hikâye zamanı evin yaşlı hanımının Ankara’ya gitmek için hazır olduğu, yemek masasında kendi kendine durum değerlendirmesi yaptığı, bu arada belleğinin sıçramalarıyla bizimle yaşamını paylaştığı kısa bir andır. Sahneye Miraç girer, onunla kısa konuşmalar yaparlar ve hanım çıkar. Hanımın anı girdabında gezerken geçmiş-şimdi-gelecek (gelecek kaygı şeklinde gizlice var edilmiştir) aynı düzlemde izlenir. Füruzan’ın çok özgün bir yanı zamanda doğrusal bir çizgi yaratarak okura tümgörüsel bakış açısı vermektir. Burada yine bunu yapmıştır. Ve burada da bir spazm zamanından söz edeceğim. Hikâyenin bitiş cümlesi tam bir spazm zamanıdır;
“Hanım arayı geçti. Oymalı ağır tahta kapıyı kapadı.” Çok görkemli bulurum. İki cümledir ama bir tablo gibidir. Karşısına geçip izleyebilirsiniz. Bu cümleye az sonra tekrar bakmak isteyeceğim, başka bir açıdan.
Olay örüntüsü değil, zaman üzerine anlatısal söylemle yapılandırılmış hikayeyi okuyan öznede yaratılmak istenen duygu düzeni sanırım şöyledir,
Merak: Vedat delirmiş mi gerçekten acaba? Sorgulama: Vedat niçin böyle alışılmadık davranıyor? Vedat’a rahat mı batıyor? Vedat neyin savaşını vermeye çalışıyor? Yargılama: Vedat ailesini zor durumda bırakıyor. Karşıt görüş yaratma: Vedat ailesini zor durumda bırakmıyor adalet kavramının peşinden giden bir serüvenci ve kendini kurban etmekten de kaçınmıyor. Anıştırma: Vedat asla geri adım atmıyor, savcının yüzüne gerçekleri söylüyor. Çaresizlik: Vedat delirmiş olmalı, bir insan bile-isteye bu kadar kendi çıkarlarına aykırı davranır mı? Çözüm arayışı: Vedat delirmediyse de delirmiş gibi olmalı çünkü başına açtığı bu işlerden başka çıkış yolu görünmüyor. Bir kabulleniş gibi görülen gerçeği ret noktası: Vedat delirdi. (Annenin sözü; “ Vedat’ım biraz hastaymış da” S.65)
65. sayfada biraz daha oyalanmak gerek. Burada harika bir boşluk- bir kopma noktası vardır. Anlamsal bir boşluk vardır. Anne “ Vedat’ım biraz hastaymış da” der. Bunun ardından gelen cümle Miraç’ın şu cümlesidir; “Allah sana çok şükür” .
Bu “an” eşsiz bir saptamadır. Bu toprakların insanlarına ilişkin bir belirteçle karşı karşıyayız.
Bu sırada Miraç (evet, Vedat’la ilgili düşüncelere dalmıştır ama) insanlarımızın o tipik tavrını gösterir, olur olmaz her şeye şükretme alışkanlığının kimi kere nasıl yersizce ve densizce olduğuna işaret eder Yazar. “Hanım döndü. Miraç’a uzun uzun baktı. Ekmeğinin kıyısından ısırdı. Elindeki taşlı yüzük sabahın solgunluğunda ışıdı. Çayını yudumladı sessizce…” (Siz de acı acı gülmüyor musunuz bu sahneyi okurken?) Burada metinsel bir boşluk öte yandan çok yoğun damıtık bir tablo vardır. Hem görsel hem psikolojik bir tablo ve okur tarafından üstündeki örtünün çekilip alınmasını ister yazar. Bu susku/anlaşılamama/kendini dile getirememe durumundan kaynaklanan bir ara olayın (ama üstü kapalıdır bunu okurun oluşturmasını bekler yazar; Vedat nerededir ve ne yapmaktadır?) bu cümleyle (bir göndergedir kuşkusuz) beliriverdiğini görürüz.
Belirimlerin ağırlıkta olduğu, bir metinle karşı karşıyayız yine. İşte hayranlık uyandıracak birkaç örnek seçiyorum. Bu örnekler aynı zamanda dil doyumunun göstergeleri, sözcüklerin, yansıtma, titreşim ve patlamalarla yarattığı imgeler de son derece görkemlidir.
“üç mızrak atımı öteden bilinen yürüyüş” S.53
“erkeğin harcı, kadının boynunun borcu” S.53
“… Biz Fransız gâvurunu söküp atmaya avratlığımızla duralım da körpeliğimizde, oğlumuz karı kız peşinde koşup anasının ölüsün eller eline bıraksın. Hangi kancık kasığında yattı, desem, benim oğlum bu…” S.55
… atlas yorgan kan olacak diye uykular girmedi gözüme… s.58
…Ara sıra yatak odama gelir otururdu. Onu kucağımda emzirdiğim günlerdeki ana sütü kokusu sarardı içimi… S.60 (bu cümlenin aynı zamanda göz algısından koku çağrışımı, kokudan duyguya geçiş sağlayan, algıyı başka algı için kullanma olduğunu da burada belirtelim. Duygusal bir ayrıntının bu zincirleme algıyla derinleştirildiğini de belirterek. )
… Sandık odasında kurutulmuş meyvelerin kokusu ve ışıksızlığı Miraç’ın kış korkusunu azaltırdı. S.61 Koku algısından > duygulara geçiş. Burada ayrı bir şey daha var, koku algısını savunma mekanizması olarak kullanma söz konusu.
… O bilirdi bu evin seslerini tavanından tabanına… Yılanların kaygan çıtırtılı gezmelerini duymuyordu artık S.62
“karnım karardı” > renklerin yitimiyle doğurganlığın bitimini anıştırma.
“Kenarı yaldızlı bardaktaki çay hiç tütmüyordu” S.65 (görme algısından zaman algısına geçiş). Bu cümleye kısa bir an için yeniden dönmek istiyorum. Burada Miraç tarafından her ne kadar çayın sofraya soğuk getirilmiş olabileceği yorumu yapılsa da yan anlamı zamana ilişkin anıştırmadır. Soğuyana kadar içilmemişti. Bu hanımın çok düşünceli, kaygılı olduğunun göstergesiydi ve tüm hikaye çay masaya konduğundan Miraç’ın oraya gelişine kadarki süreyi kapsıyordu, bana kalırsa.
Kenarı yaldızlı bardak > zarafet, belki zenginlik belirtisi.
Finalle ilgili söylenenler vardır: 1-hanım kendi seccadesini bıraktığını söyler Miraç’a , 2- bir takım tembihlerde bulunur kış mevsimiyle ilgili 3- gelecek yıl kışa hazır yiyecekler alacağını bunun için de uygun kişileri araştırmasını ister.
Bir de yapılanlar vardır bugüne değin hiç olmadık bollukta yiyecek bırakılmıştır Miraç’a. Bu değişim her ne kadar hanımda kendiliğinden gibi gözükse de bir anlamda Vedat yaratmamış mıdır bu dönüşüm/değişimi? Anne cimrilikle suçlanırken “ölüsünü bile paklayacak” miktarda yiyecek stoku bırakılmıştır bekçiye.
Hanımın “araya geçmesinin” simgeselliği üzerinde de biraz durursak eğer. Ara nedir burada? (Görünürde evin kullanılan hacimlerinden biridir elbette, ama…) Gidilecek yolun üzerinde aşılması gereken bir alandır. Ara bir geçişin eşiğidir aynı zamanda. Değişime doğru gitmektedir anne, gelecek yıl için hazır yiyecekler alacaktır, artık başka şeylerle uğraşacaktır bir takım kararlarla ayrılır hikâyeden. Oymalı, ağır ve tahta olan kapıyı arkasından kapatması da bir dönemi kapatıp arkasını dönmesidir aslında. Onu neler beklemektedir?
İncelememizi tamamlamadan önce sormak istiyorum adı Su Ustası Miraç olan bu hikâye, yalnızca veya özellikle Miraç’ ın mıdır? Anneyle mi ilgiliyiz yalnızca? Peki ya Vedat mı kuşatır metni? Hayır. Az önce sözünü ettiğim üçgenin içi bir sürü hikâyeyle doludur. İşte şimdi onlara, hikâye içindeki öteki hikâyelere değinmeliyiz. Ayrı enstrümanlar olarak hikâyenin ezgilerini seslendirirler. Kuşkusuz hepsi başlı başına ayrı incelemelerle başka çıkarsamalara götürür bizi başta dediğim gibi çözümleme yamaları yapmaya çalışıyorum.
- Ölmüş köy ağasının hikâyesi.
- Anlatıcı annenin hikâyesi.
- Ağanın eski karısının hikâyesi.
- Döne’nin hikâyesi(hizmetçi)
- Aşçı Satı teyzenin hikâyesi.
- Aşçı Satı Teyzenin oğlunun hikâyesi.
- Vedat’ın büyük ağabeyinin hikâyesi.
- Vedat’ın küçük ağabeyinin hikâyesi.
- Miraç’ın hikâyesi
- Tüm bu parçalardan oluşan Vedat hikâyesi
Bu metnin de dişil ses olduğunu düşünüyorum. Anne karakterinden ötürü değil, en dış çeperdeki anlatıcı sesinden. Onu fark edebildiniz m? “Vedat’ın delirdiğini ilk kim söyledi, annesi mi?” diyen sestir o. Sonra yine karşımıza çıkar “ Yaylada günler kısalmaya, serili kayısılar kurumaya dönmüştü,” diye sürdürür anlatısını. “Sabah hava iyice yıldız poyraza dönmüştü,” der. O görkemli final cümlesini de o söyler;(evet bakan göz Miraç’ın gözüdür ama konuşan anlatıcıdır.)
“Hanım arayı geçti. Oymalı ağır tahta kapıyı kapadı.”
Evet yineleyeceğim; “Yaşama sanatı bize acı çektiren insanlardan yararlanmaktır.” Acaba bir avuntu olabilir mi?
(1) Serap Gökalp’in Dil Irmağında Füruzan’la öykü incelemelerinden