Bir Ege öyküsü Kanı Unutma’nın yakın okuması -Bölüm 4

Kanı Unutma’da hareket sağlayan unsurlar

Hikayenin hareket sağlayıcı diğer unsuru ise kıyaslamalardır, dedik. İzninizle burada bir kez daha bu konu üzerinde çalışacağım. Musa, İnce İrahim, Zenker Osman, üç delikanlı giderler. Osman kaçıp gelmiştir. Olup bitenleri anlattığında okur spazm=gerilim sürecine sokulur. Koşulların kötülüğünü ondan dinleriz. Diğer iki delikanlının her an ölüm haberlerinin gelmesi içten bile değildir. “Aynı bura gibiydi Durkadın teyzem,” diye anlatışından bir koşutluk daha yaratılır ve kara haber beklentisi artırılır. Rum dalgıç ölmüştür, baba papaz getirmiştir, yapacaklarından korkup anneyi tutmuşlardır. “Oralı dalgıcın tabutuna Musa’nın omuz verdiğini, tabutun “vapurun alt katına tıkıldığını, yanına adam kattıklarını, raporlu polis kâğıdını…” her şey aynıdır. Burası gibi(!) Babası Rumca konuşmasa Hüseyin Emmi sanılacaktır.

   Ve bu noktadan 31. sayfaya geçersek eğer, yatsı okunurken bir tekne yanaşır iskeleye… “Kahvede oturanlar ayağa kalktılar.” Şu an düşünüyorum da… Böyle bir cümlenin çözümlenmesi cesaretini bulabilecek miyim? Bu cümleyle tüylerimiz diken diken olur. Çünkü Rum dalgıcın ölüm hikâyesi, tekne, tabut, akılımızdayken tekne yanaşır. Kahvedekileri bir düşünün, sessizce sözleşmişçesine ayağa kalkarlar… Dalgalanan duyguları algılarız… Burada tüm teknik, akademik gölgelerden çıkıp tümüyle duygularıma kapılmaktan kendimi alamıyorum. “Kahvede oturanlar ayağa kalktılar.” Gerilimin doruk noktası. Sessizce elimizi göğsümüze bastırdığımız nokta bu. Devam ediyorum şu cümleyi okumalıyız:  “Kahveye öbeklenen insan yığınını araladım.” Durkadın ananın cümlesi bu. Ağır çekim bir sahneye benziyor. Hayır, ölüm korkusunun, oğlunu yitirme olasılığının cümlesi bu. Zihinsel bir sarsıntı. Bir şey olmuş gibi. Ama olmayabilir mi? İnsanlar adeta cisim gibi algılanır “aralanırlar” Durkadın’ın çalışkan ve yorgun ellerini görürsünüz insanları sessizce bir perde aralarcasına iki yana çekişini… Sessizlik vardır. Belki kırık dökük konuşmalar. Ama en iç sızlatan cümlelerden biri; “o tabutta hem İbrahim hem Musa var.” Acının en derinidir bu. “O kan Musa’nın da kanıdır” der. “O ciğerini tükürüp ölen Rum dalgıçların da kanıdır” der. Annelik ortak paydası böyle dile getirilir. Korku daha da artar. Musa’ya ne olacak? Koku unsuru devreye girer; “Bir koku sardı burnumu,” der Durkadın ana. Ölmüş çiçeklerle ölmüş insanın kokusunu aktarır bize.

   Sonunda ana çocuğunu sahilde bekler olur. Biz onu bulduğumuzda o kendi gerilimini yaşıyordur. Ama orada olması köy için de okur için de gerilim unsurudur. Evlat yitirme korkusunun derinliklerinde okurla özdeşleşme kurar. Duygudaşlık kurar. Hikayelik arkadaşlığımızın doruk noktası Durkadın anayla.

   Gelelim “Kanı Unutma”da duyguların dile getirilişine…

S.21 “İçim kanım sarı sarı titredi.” Öyle bir gerçek vardır ki apansız yakalanmıştır kişi. O güne değin hiç yaşanmamış bir durum söz konusudur; “Doğmuşum, gözlerim dünyamı her olanı görmüş.” Sivri, (keskin kenarlı diye ekliyorum) bir gerçeğin donuk saptaması, der R.Barthes buna. Yayılım yaratan (duygusal yayılım yaratan bir yoğunlaşma! Bir satori! İşte bu konuda duygusal yayılıma örnek bir cümle alıyorum hikayeden; “Kafamın kemiği incecik ayrılıp sızısı gözümü tutup çekerdi sanırsın.”  >> kör oluşun yarattığı duygu!

Oğlunun gidişini de körleşme acısıyla karşılaştırır. “Gözümü ilk yitirdiğimdeki, ığım ığım acıya hiç benzemez dikelen bir ağulama aldı içimi.  Ağulanma ki çıkar görelim diyen olsa şöyle elimi yüreğimin başına daldırıp incecikten yeşil bir yılan koparıp çıkaracağım gün gibi ayan ve belli.” S.23 Daha beter bir duygudur oğlunun gidişi. S.23 “o günden bu yana hiç ağlamam demiş miydim?”>> katılaşma hali.

“Biz hep hayır dileyip de neyi sakınabildik…” S.23 >> çaresizlik

“Ağlasa bir Durkadın, dedi köylü sana değil mi?”>> katılaşma hali.

S.23 “Ben yanlarına varamadım,” > derin üzüntüden ötürü yok sayma isteği. (Gençler giderken.)

S.31 “Kahvede oturanlar ayağa kalktılar,” > sessiz bir panik hali, ortak duygulanım, ortak korkunun dile getirilişi.

S.31 “Teknede duran ince uzun sandığı görüp de hiç tanımazdan niye geldiğimi hala bilemem,” > korkuyu reddediş.

S.33 Salih çavuş elimden tutup öteye aldı beni, > derin duygusal çöküntü nedeniyle donup kalma durumu vardır burada. İrade yok olmuştur, birinin güdümü gereklidir. Salih çavuş bunu hissedip onun yerini değiştirmiştir. Muhteşem insani bir duygu akışı ve yardımlaşma anıdır bu. Duygu seli ikisini de kuşatmıştır.

   Bu hikayede, duyguların dışa vurumunda bir yıldız gibi parlayan yılan metaforuna sıra geldi sanırım.

İlk kullanıldığı yer 23. sayfadır. Oğlu Musa’nın gidiş acısıyla gözünü yitiriş acısını karşılaştırır Durkadın ana. “Gözümü ilk yitirdiğimdeki, ığım ığım acıya hiç benzemez dikilen bir ağulama aldı içimi. Ağulanma ki çıkar görelim diyen olsa şöyle elimi yüreğimin başına daldırıp incecikten yeşil bir yılan koparıp çıkaracağım gün gibi ayan ve belli. Acının yılanı içimde bitiyor, yürüyor, kanı canı tamamlanıyor derdimce.”

Gözünü yitirişini sarı renkle betimlerken “İçim karnım sarı sarı titredi.” (S.21) oğlun yitirilişini daha koyu olan yeşil renkle tanımlar.

   Burada aynı zamanda “bebek” kavramına gönderme vardır. Birincisi “göz bebeğini” yitiriştir. Çok değerlidir. Yokluğu büyük yoksunluktur. Büyük acı vermiştir. İkincisi “kendi bebeği Musa”dır. Daha değerlidir, yokluğu ölümcül bir yoksunluktur. Her ikisi de bedeninin parçasıdır. Gözün yedeği vardır, Musa’nınsa yoktur…

Yılan sembolizmine gelmiş geçmiş tüm kültürlerde rastlanmaktadır. Birçok anlamlar yüklenmiştir.  Edinebildiğimiz bilgileri metnin süzgecinden geçirecek olursak yok edici güç ilk simgesidir. Acının kaynağıdır. Ölümü ve yıkımı temsil etmektedir. Ama periyodik olarak derisini değiştirme özelliğiyle yeniden dirilişi de temsil eder. Yaşam gücü, yaşam çarkı. (Zimmer’in görüşü.) ( Zimmer, Heinrich; Hint Sanatı ve Uygarlığı’nda Mitler ve Simgeler) Bu anlamdan hareket edilirse metinde bir umut ışığı bırakılmıştır.  Acının kaynağı yılanın yine şifa kaynağı olma olasılığı da vardır. Bu Jung’un gözlemidir; imge homeopatinin sezdirimidir. Homeopati: Bir hastalığın, hastalık belirtilerini sağlam bir insanda ortaya çıkarabilecek maddelerin çok düşük dozlarda hastaya verilmesiyle tedavi edilebileceği inancına dayanan bir alternatif tıp yöntemidir. Bu tanımlamayı anımsayarak  tedavinin, hastalığa neden olan unsurla tedavi edilmesi durumundan söz etmek gerek. Dolayısıyla yılan, yine yılanın neden olduğu yaranın şifa kaynağı olmaktadır. > Musa gidişiyle neden olduğu acı onun geri dönmesiyle iyileşecektir.

   Yeşil renk dikkatin ve odaklanmanın rengidir. Durkadın’ın bu acıya odaklanmış olduğunu görürüz. Tüm yaşam akışını durdurmuş oğlunun gidişiyle oluşan acıya kilitlenmiştir. Beri yandan yeşil renk sağlam bir irade ve başkalarını kontrol becerisine sahip olmayı simgeler. Durkadın ananın iradesini hikaye boyunca görürüz zaten. Onun için de yeşil yılan hem Durkadın ananın acısının (> Musa’nın yokluğu, yani Musa) hem iyileşme gücünün, hem iradesinin simgesidir diyebiliriz. 

   İkinci olarak 24. sayfada yılan metaforunun kullanılışına bakalım;

“Ipıldayıp esen yele bağrımı veriyorum. Yüreğimin başını ağulayan incecikten yeşil yılan azından azından duruluyor, yatışıyor, dinleniyor, güç toplamaya. O da dinlensin, o benim can gözümdür, şimden geri o ölürse ben de canımı teslim ederim bellidir.”

Burada kullanılışında yılana duru görü (can gözü) anlamı yüklenmiştir. Yani beş duyu algısı dışında algı gerçekleştiren aracıdır. Yatışıp dinlenmeye çekilmiştir. Artık oğlundan olağan biçimde haber alamayacak ana duru görüsüyle (yeşil yılanla) onunla iletişim kuracaktır. 

   Yılan metaforu daha sonra 29. sayfada belirir. Osman geri gelmiş, olup bitenleri anlatmış tüm köyü, ama asıl Durkadın anayı kaygı almıştır. Der ki; “İçimin ağrısının belirmesini ince yılanın yeşermesini asıl o sabah tanıdım, bildim. Say ki yarıklar açıladuruyorda etlerimde.” (S.29)

   Peki. Bunun bir çığlık olduğunu içimizdeki titreşimlerden anlıyoruz. Her ne kadar olağan bir sesle söylenmiş, sözcükler, söz dizimi olağanmış gibiyse de… Buradaki anıştırmanın kapısını çalmalıyım. Yeşerme bitkisel büyüme karşılığı olmasına karşın yeşil ortak noktası kullanılarak, yılanın şekli gözetilerek, artan üzüntü ve kaygı yeşerme olarak tanımlanmıştır. (36. sayfada da yeşerme olarak tanımlanır.) Ayrıca, bu kere yılanın ortaya çıkışı, içinde yarıklar açılması denli derin ve acıtıcıdır. Oğlunun yaşamının tehlikede olduğu artık besbellidir ve annenin çaresizliği çok derinleşir.

   Son olarak 36. sayfadaki yılan metaforu, Durkadın ana sahildedir, oğlunun geliş zamanını beklemektedir. Okuyalım;

(…)(Dolunay)Kemiğe kesmiş göğüslerimin altında çöreklenmiş bekleyen yeşil incecikten yılanı uyarır. O yılan kötülük içredir bellersin ya yanılırsın.

“Unutma,” der bana.

Ağusunu, analığın ne olduğunu bilen can ağacıma siyim siyim yayarak.

“Kanı unutma,” der.

Yılanın iyisi yoktur elbet… Madem sürünür, madem ağuludur, madem gülemez ve ağlayamaz, kötüdür. Kötü olmasıdır şimdilerde iyi. Yapılanlara alışmayayım diye her gece filizlenmesi iyidir. “ (S.36)

   Dolunay simgeselliği : Dolunay genellikle dişil ilke simgesidir.

Farklı evreler geçirerek form değiştirmesi, biyolojik ritimler ile ilgili işlevleri nedeniyle döngüsel değişimin ve yenilenmenin simgesidir.

Zamanın, doğum- ölüm- yeniden doğuş çemberinin sembolüdür. Analığın simgesidir. (ilk dördün; bakire, dolunay; ana, son dördün; yaşlılık)

   Metne dönersek ayın gel-git etkisini göz önünde bulunduruyorum ve dolunayı umut olarak yorumluyorum. Dolunayın yaşlı göğüsleri uyarması da analık duygusunu, umudu, yeniden doğuşu, Musa’nın geleceğine ilişkin işarettir.

   Çöreklenmiş  yılanın simgeselliklerini anımsayalım (elbette buraya yalnızca yorumlamamıza yardımcı olacakları almak durumundayız);

  • Kadının adet döngüsünün oluşumunun simgesidir. Bu anlamıyla iyi ya da kötü ama dinamik ve potansiyel olan gizil gücü simgeler. > Durkadın ana pes etmemiştir. Güçlüdür.
  • Bir ağacın etrafında (hikayede can ağacının etrafında tanımlıdır) ya da herhangi bir eksensel sembolün etrafında çöreklenmiş olan yılan, dinamik gücün uyandırıcı gücü, tüm büyüyen canlıların dahisi; anima mundi, yani dünyanın ruhu, saf semavi ruhun devresel varoluşudur. > Durkadın anayı da “Kanı unutma” diyerek uyarır.
  • Birçok öğretide hayatın doğum-ölüm çemberidir. Musa bir tür ölüme gidişini,  geri gelişiyle doğuma çevirecektir.
  • Zimmer’e[1] göre, yılan doğuşu ve tekrar doğuşu belirleyen hayat gücüdür ve dolayısıyla yaşam çarkı ile ilişkilidir. > Musa köye geri dönmekle tekrar doğmuş olacaktır. Yılan varlığıyla, anayı uyarışıyla bu tekrar doğuş için onu ayakta tutmaktadır.
  • Sanskritçede kundalini enerjisini temsil eder.

Kundala sıfat olarak sarmal, halka, kundalini sembolik olarak halka şeklinde kıvrılmış bir yılan olarak temsil edilmektedir. > ateşin sarma açılma şekli > ateş yılanı > uyandırıldığında ritmik şekilde yukarı aşağı hareket eden kap/rahim içinde uyuyan evrimsel dişil yaratıcı güç. >Yılan Durkadın ananın içinde “yeşeren” “her gece filizlenen” bir güçtür. Varlığı olup bitenleri hatırlatır.

Yılan eğretilemesinin dışında duygunun dışa vurumunda tam tersine gönderme yapan gülme eylemi ile ilgili incelememizi birazdan algılar başlığı altında yapacağız.

Sürecek


 

YAŞAMA SANATINA “SU USTASI”NIN GÖZÜYLE BAKMAK

SU USTASI MİRAÇ ÖYKÜSÜNÜN YAKIN OKUMASI (1)

Yaşama sanatı, bize acı çektiren insanlardan yararlanmaktır. Kederler, düşüncelere dönüştükleri anda, bize acı çektirme gücünü yitirirler. – Proust

Füruzan hikâyelerinde, ayak direme gücü, olanın ötesinde bir şeyin bulunduğu var sayımıyla hareket etmek demektir ki güç gerektirir. İşte, edebiyatın olduğu yer tam da bu noktadır. Yapıtın (karakter unsuruyla veya başka unsurlarla) ayak dirediği noktadan söz ediyorum. Su Ustası Miraç’ta Vedat karakteri direnç unsurudur. (Dikkat, Vedat okurla doğrudan ilişki kurmaz, yapıp ettiklerini okuruz direngenliğine o şekilde tanıklık ederiz.) Bu nedenle metin hareket kazanır, yer değiştirir, dönüşür. Bu ayak direyişle, zıt kutuplar arasında köprüler kurar. Egemen olma düşleriyle, fırlatılıp atılmış, kimi zaman bastırılmış imgeleri, başarıyla başarısızlığı, yenilgiyi ve kavgayı, iyiyi ve kötüyü bağlayan köprüler keşfedersiniz. Garip olan, başka bir deyişle okuru sersemleten bu köprüleri defalarca farklı yönlerde geçmek zorunluluğudur. Hangi yön? Yaşamın aykırı uçlarına, farklı toplum kesitlerine, adalet kavramının iki ucuna, hatta akılla akılsızlık arasına, bugünden düne bugünden geleceğe köprüler kurar yazar. Bu hikâyelere “çözümleme yamaları yaparak anlamaya çalışabiliriz” (tıpkı şimdi benim yapmayı denediğim gibi) ama yine de içimizde peki ya bu, ya öteki, soruları kalır.

Parasız Yatılı kitabında, peş peşe yer almasından da yola çıkarak Su Ustası Miraç’ı, Nehir hikayesiyle ilişkilendiriyorum. (Bknz. Nehir Öyküsü’nün Bir Yakın Okuması- serapgokalp.com) Şunu söyleyebilirim, Nehir’in isimsiz kahramanı çocuk-kadının yaşamının ilerilerine gideriz. Bu metnin içinde olabildiğince, olabildiğince açılıyorum şimdi, onunla tekrar karşılaşmış olmaktan ötürü sevinçle ürperiyorum. Onu merak etmiştim. İyi ki burada tekrar karşılaştık.  Her ne kadar kendisi kabul etmese de… (“Güya ben hizmetçilikten gelmişim, ablam aşçıymış. Nasıl da utanmazlar bunu demeye. Ablam filan yok. Arada Topraklı Mahalleye kimlere gidiyormuşum?”… S.53)    O hikâyenin (Nehir’den söz ediyorum) adsız / konuşmayan / tanımsız kahramanı doğurganlığıyla kimlik kazanmış olarak karşımıza çıkar. (“Güya ben hizmetçilikten gelmişim, ablam aşçıymış.” (S.53) “ O ağa ki beni aldığında babam yaşındaydı.” (S.53) “Ablam falan yok. (S. 53) “Yere Yörük kilimleri serilmişti ben ilk geldiğimde. Yani evlendiğimizde…” (S.53)

Yalnız yazarın yine ona bir ad vermediğini görürüz. Para ve yönetim ondadır ama adı yoktur. Hanım olarak tanımlanır. Niye acaba?  Sayfa 61’in yarısına kadar anlatıcı kadınının yaşamı ve Vedat (oğullarından biri) kimliği öndedir. S.61’ de Miraç sahneye çıkar. Hikâyeye adını veren karakter. Güz hazırlıkları.  Çiçekler  “aradaki sofanın girinti penceresine” dizildikten sonra kışın onları Miraç’ın suladığını öğreniriz; Miraç hikâyeye girmiştir. Su ustası da ne demek oluyor mu, diyeceksiniz. Çiçek bakıcısı, boş ev bekçisi, bahçevan karışımı bir iştir. Yazarın özel sözlüğüdür; Su Ustası.  O yayla evinde bütün kış  “kilerin yanındaki sandık odasında kalırdı” (S.61) “sandık odasında kurutulmuş meyvelerin kokusu ve ışıksızlığı Miraç’ın kış korkusunu azaltırdı,” cümlesiyle onun portre parçaları verilir. “… her yeri bir insansızlık sarardı” yalnızlığına vurgu yapar. “… o bilirdi bu evin seslerini tavanından tabanına…” çok yıllardır bu işi yaptığı anlaşılır.

Bu kere bekçilik görevinin başladığı tarih ise şöyle verilir; (bu alıntıyı bir tür kahve ikramı gibi veriyorum sizlere yan anlamlarıyla birlikte tablo çizen cümlelerden biridir çünkü) “… Yılanların kaygan çıtırtılı gezmeleri duyulmuyordu artık.” (mevsim; yılanlar kış uykusuna yatmıştır artık, algılar; yaz sevinci, hareketlilikleri, insan kalabalıkları, yılanın simgeselliği (bereket), bereketli günler, üretilen çalışılan günler uykuya yatmıştır…)

Hikâyeye adını veren karakter Miraç (anlamı yükseğe çıkma, merdiven olan Arapça sözcük) olmasına karşın hikayenin üç karakter arasında denge kurularak (Miraç, Hanım ve Vedat)  Vedat karakteri ve onun simgelerinin/simgelediklerinin aktarımı için var edildiğini ileri sürebiliriz. Vedat karakterinde bir insana ait iki hayat anlatılır. Hangisi gerçektir? Buna karar veremediğimiz gibi dönüp kendimize de bakarız, hangi maskelerimizi, kim, ne kadar tanıyor, gerçek ben hangisi? Doğuran ananın bildiği mi gerçektir, yabancılarla paylaşılan mı? Bunu şöyle dile getirir yazar, anne sorar; “ Karıncayı incitmezdi. Ne olmuş, neyin azılısı olmuş?”

Belirtenler, göstergelere baktığımızda bu hikayenin en çarpıcı yanının bakış açısı olduğunu düşünüyorum.  Bunu çizimsel olarak göstereceğim. Çünkü yalnızca söz konusu olan bakış açısı değil, buradan yola çıkarak başka yerlere ulaşacağımızdan eminim.

Karakter ve tipler

Karakterler ve tiplerimizi listeleyelim,

  1. Ölmüş köy ağası
  2. Anlatıcı anne
  3. Ağanın eski karısı
  4. Döne (hizmetçi)
  5. Aşçı Satı teyze
  6. Aşçı Satı Teyzenin oğlu
  7. Vedat’ın büyük ağabeyi
  8. Vedat’ın küçük ağabeyi
  9. Miraç
  10. Vedat

Üçgen bir yapı (eşkenar üçgendir) üzerine kurulmuş olan hikâyede üç ağırlık noktasına üç karakter yerleştirilmiş ve ilişkileri karşılıklı anlatımlarla dile getirilmiştir. Hikâyenin bir anında tepe açısında anne varken (hikâye ilk başladığında) bir süre sonra Vedat’a doğru yoğunlaşırız, tepe açısına Vedat geçmiştir. Sonra çok hoş, güz hazırlığı tablosuna dalmışken Miraç sahneye çıkar ve hikâyenin tepe açısına Miraç yerleşir. (Ama zaten eşit açılar, eşit kenarlardan söz ediyoruz.)

Son sahnede adeta başa döner bütünleştiririz. Bütün bunlar aslında anlatılmamıştır da annenin belleğine mi girmişizdir? (Böyle bir duyguya kapılırım bu hikâyede.) S.63 ilk paragraf sahnesinde bir çay bardağı görürüz. “Kenarı yaldızlı bardaktaki çay hiç tütmüyordu.”  Bunu Miraç görür ve okura aracı olur. Hanımın alışılmadık sakinliğini aktarırken de başkalaşım -hayır köklü değişim- hissettirilir. (Bu cümleye bir başka açıdan da bakmalıyız daha sonra.)Bir şeyler ciddiyetle ve geri gelmemecesine değişmektedir, öyle anlaşılır.

Hikâyenin gerçek başlama noktası sayfa 62’ de “Bu yıl hanım ona geç haber salmıştı” cümlesidir bana kalırsa. Neden mi, şöyle; Miraç geldiğinde kışlık yiyecekler hazırdır. Eşya ve çiçek saksıları toparlanmıştır. “Hemen her şeyin hazır olduğu sıraydı, büyük oğul bir gece geldi trenle Ankara’dan” (S.63) Hanım orada yemek masasındadır. Tüm hikâye o yemek masasında bardaktaki çay soğumaktayken olup biter.

Şimdi burada tekrar başa dönüyorum; sol görüşlü bir ağa oğlu portresini, yetiştiği coğrafya, annesi gözünden (kendisi dışında- ters/aykırı yönden) verir metin.  Aykırılık bununla bitmez. Kahramanın yapıp ettikleri de aykırıdır. Öylesine alışılmışın dışındadır ki (kendisiyle hiç yüz yüze gelmediğimiz hep hakkında bir şeyler duyduğumuz) Vedat’ın delirdiği düşünülür.

Kim düşünür? İlkin annesi. Metin öyle başlar. Bilinmeyen biri şunu fısıldar; “Vedat’ın delirdiğini ilk kim söyledi; annesi mi?” Hemen annenin belleğine geçiş yapılır.

Hikayenin tek hedefi insan sömürüsüne karşı olan kişilerin alışılmışlığa baş kaldırmanın bedelini ödeyişidir. Günlük yaşamda ilkin “delimi ne?” diye basitçe tepki gösterdiğimiz konudur bu.  “Bir rapor alacağız anneciğim. Akli dengesi bozuktur diye” noktasına kadar gelir. Çünkü “Başka türlü çıkartamayız. Hapse mi girsin! Hem onun suçundan bütün aile rezil oluruz. Çocuklarımıza bile kalır bu leke” gerekçesi vardır. Ağabey söyler bunu.

Metnin kültüre bağını incelediğimizde varsıl, ataerkil (anaerkil mi yoksa?) bir ailenin yaşamına bakarız. Anne dâhil ailenin –kaysı ipucuyla Malatya olma olasılığı fazla diye düşünüyorum- coğrafyanın toplumsal düzenine bakarız. Toplumun sömüren kesiminden gelen hikâye kahramanının bu insanlara insanca yaşamı öneren(diyebileceğimiz) tutumu, yaşam şekliyle bütünleşen fikirleri delilik olarak anlamlandırılır.

İşte bir iki ipucu;

Hamile bırakılıp düşük yapmış hizmetçiye davranışı,

Aşçı Satı kadınla mutfakta yemek yemesi,

Karcılarla kar küremeye, kar satmaya gitmeye çalışması,

Keloğlan- kötü padişah masalına düşkünlüğü,

Parasız yatılıda okumayı seçmesi,

Nazım Hikmet şiirleri okuyuşu  (Şiirlere merakı dolaylı yoldan verilir. Bir tartışma sırasında bir tür yergiyle ağabeyi Sedat onun taklidini yaparak , “kıytırık” dediği dizeleri okur.)

Annenin tanımıyla verilir; “Oğlumun tutulduğu illet kara sevdadan daha zorluydu bana sorarsanız.” (S.61) Bunu dönüp bize söyler, gerçeklik duygusunu güçlendirici bir bakıştır okura.

Yine bir başka kişi gözünden bir özelliği tanımlanır. S.63; “Okulda bir azılılar güruhu var ve elebaşısı sizin Vedat.”

“Güçlülerin yönettiği hukuku” okumuş olan savcıya kafa tutuşundan söz edilir. (S.64)

“Peki, ne yapmış  (diye sorar anne) hırsızlık filan mı?” “Başkalarına hırsız diyormuş” diye cevap verir ağabey. Şimdi burada duruyoruz. Bu ikili konuşmaya bir kez daha kulak vermeliyiz.

Genel toplum düzeninde, insanlık ölçülerinde hırsızlık yapmak suçtur. Bu eylemi yapanlar tutuklanır. Hikâyede kahraman hırsızlık yaptığı için değil, hırsızların suçlarını yüzlerine vurduğu için tutuklanmıştır. O suçsuzdur içeridedir,  hırsızlar suçludur dışarıdadır. Toplumdaki çarpıklığı tümüyle okurun yüzüne vuran bir tokattır bu iki karakterin konuşması. (Bir doruk noktasıdır bu cümle.)

Başka bir açıya geçiyorum. Anne gelenekçi, Vedat yeni düzenin eşitlikçi yaşamın simgesidir. Anne-Oğul, Dişi-Erkek, Doğuran-Doğmuş olan, Yöneten- Yönetene baş kaldıran, Sevgi veren- Sevgiyi alan /ama reddedip adalet arayışında olan. (Daha da var aslında, diğer karakterlerde de var.) Bu zıtlıklarla hikâye hareket kazanmıştır. Betimleme düzeyi toplumsal yapıdır.

Buradaki karakterlerin özelliklerinden işlevlerine yöneliriz kendiliğinden. Anne yokluktan varlığa istemeden (nikâh yoluyla, doğurganlığı sayesinde) geçiştir. Vedat varsıllıktan yoksulluğa isteyerek geçiştir.

Görünenle gerçeklik arasındaki zıtlık da hikâyede son derece çarpıcıdır. Koca bir soru olarak tüm metin boyunca yankılanır kulaklarınızda. İşte ayrıntılar;

Annede; zenginlik, (ama cimri olduğu söylenir) hâkim olan (ama ağanın gölgesi hissedilir), veren -çocuklarına ve çalışanlarına (ama çalışanlarını özellikle sömürendir, denetim sağlayan (ama üzerinde toplum baskısı vardır).

Vedat’ta; dik başlı (ama herkes onu sever), ağa oğludur (ama kendi gerçekliğinin dışında bir gerçeklik içinde yaşamayı yeğleyen),  sömürmesi gereken (yanlış şeylerle uğraşan (!) sömürülenlerin yanında yer alan), deli (okulda en başarılı olan aile bireyi). Onunla ilgili diğer gerçekler şunlardır,  adalet duygusu güçlü, insanla ilgili tüm tanımlarda bunu arayan, gerçekleştirmek için bir yerden başlayan, gerekirse savaş veren, dediğiyle yaptığı bütünleşen, insanca gerçekliklerin peşinden koşan, doğru ve olması gereken şeylerle uğraşan…

Hemen belirtmek gerek ki burada tam olarak birey kadın yine yoktur. Ama toplum piramidinde üste tırmanan dirayetli kadınla karşılaşırız. Bir yandan da şunu dersiniz; bu kadar para ve insanı çekip çeviren kadının birey olmaması ne acı… Yine adsız bir kahramandır bu kadın ama Nehir hikâyesindeki saydam karakter bu hikâyenin sonunda Miraç gözünden tanımlanır. Bu tümüyle benim fikrim. Sayfa 66’da şu cümleyi okuruz; “Hanım masadan kalktı. Nefti yün giyiminin içinde zayıf dimdik durdu.” Bir kararlılık, görkem vardır bu betimleyişte. Zayıftır, (yiyip içmekten semirmemiştir)her işi kendi kotarır, işin başındadır. Dimdiktir, olup bitenlere adeta kafa tutar bir duruşu vardır. Şimdi burada giysinin rengini önemsemeliyiz. Nefti yeşil. Yeşil rengin evrensel anlamı doğadır. Buna bağlı olarak yaşamı, gençliği (burada yeni bir davranış biçimi denebilir mi acaba?), yenilenmeyi, umutları dinçliği simgeler. Sakinleştirici bir renktir. Nefti yeşil, zeytin yeşilinin psikolojik anlamı barıştır.

Sözcük olarak neftî  farsçadır.   Siyaha yakın koyu yeşili karşılar. Annenin siyaha çalan koyu yeşil giysisi onun yaşlılığının, geçkinliğinin, bir çam veya serviyi andırışının mı işaretidir? (Hatta ailenin başkomutanı-askeri renk olması nedeniyle.)Ama bu noktada bir ilginç bilgi daha var. Neft Bitlis yöresel ağzında kibrit anlamında kullanılıyor. Böyle bakınca tutuşturan, harekete geçiren, durağanlıktan çıkmış, kararlılık… Böyle düşünülebilir mi acaba?

Hikâye zamanı evin yaşlı hanımının Ankara’ya gitmek için hazır olduğu, yemek masasında kendi kendine durum değerlendirmesi yaptığı, bu arada belleğinin sıçramalarıyla bizimle yaşamını paylaştığı kısa bir andır. Sahneye Miraç girer, onunla kısa konuşmalar yaparlar ve hanım çıkar. Hanımın anı girdabında gezerken geçmiş-şimdi-gelecek (gelecek kaygı şeklinde gizlice var edilmiştir) aynı düzlemde izlenir. Füruzan’ın çok özgün bir yanı zamanda doğrusal bir çizgi yaratarak okura tümgörüsel bakış açısı vermektir. Burada yine bunu yapmıştır. Ve burada da bir spazm zamanından söz edeceğim. Hikâyenin bitiş cümlesi tam bir spazm zamanıdır;

“Hanım arayı geçti. Oymalı ağır tahta kapıyı kapadı.” Çok görkemli bulurum. İki cümledir ama bir tablo gibidir. Karşısına geçip izleyebilirsiniz. Bu cümleye az sonra tekrar bakmak isteyeceğim, başka bir açıdan.

Olay örüntüsü değil, zaman üzerine anlatısal söylemle yapılandırılmış hikayeyi okuyan öznede yaratılmak istenen duygu düzeni sanırım şöyledir,

Merak: Vedat delirmiş mi gerçekten acaba? – Sorgulama:  Vedat niçin böyle alışılmadık davranıyor? – Vedat’a rahat mı batıyor? – Vedat neyin savaşını vermeye çalışıyor? – Yargılama: Vedat ailesini zor durumda bırakıyor. –Karşıt görüş yaratma: Vedat ailesini zor durumda bırakmıyor adalet kavramının peşinden giden bir serüvenci ve kendini kurban etmekten de kaçınmıyor. – Anıştırma: Vedat asla geri adım atmıyor, savcının yüzüne gerçekleri söylüyor. –  Çaresizlik: Vedat delirmiş olmalı, bir insan bile-isteye bu kadar kendi çıkarlarına aykırı davranır mı? –  Çözüm arayışı: Vedat delirmediyse de delirmiş gibi olmalı çünkü başına açtığı bu işlerden başka çıkış yolu görünmüyor. – Bir kabulleniş gibi görülen gerçeği ret noktası: Vedat delirdi. (Annenin sözü; “ Vedat’ım biraz hastaymış da” S.65)

65. sayfada biraz daha oyalanmak gerek. Burada harika bir boşluk- bir kopma noktası vardır. Anlamsal bir boşluk vardır. Anne “ Vedat’ım biraz hastaymış da” der. Bunun ardından gelen cümle Miraç’ın şu cümlesidir; “Allah sana çok şükür” .

Bu “an” eşsiz bir saptamadır. Bu toprakların insanlarına ilişkin bir belirteçle karşı karşıyayız.

Bu sırada Miraç (evet, Vedat’la ilgili düşüncelere dalmıştır ama)  insanlarımızın o tipik tavrını gösterir, olur olmaz her şeye şükretme alışkanlığının kimi kere nasıl yersizce ve densizce olduğuna işaret eder Yazar.   “Hanım döndü. Miraç’a uzun uzun baktı. Ekmeğinin kıyısından ısırdı. Elindeki taşlı yüzük sabahın solgunluğunda ışıdı. Çayını yudumladı sessizce…” (Siz de acı acı gülmüyor musunuz bu sahneyi okurken?) Burada metinsel bir boşluk öte yandan çok yoğun damıtık bir tablo vardır. Hem görsel hem psikolojik bir tablo ve okur tarafından üstündeki örtünün çekilip alınmasını ister yazar. Bu susku/anlaşılamama/kendini dile getirememe durumundan kaynaklanan bir ara olayın (ama üstü kapalıdır bunu okurun oluşturmasını bekler yazar; Vedat nerededir ve ne yapmaktadır?) bu cümleyle (bir göndergedir kuşkusuz) beliriverdiğini görürüz.

Belirimlerin ağırlıkta olduğu, bir metinle karşı karşıyayız yine. İşte hayranlık uyandıracak birkaç örnek seçiyorum. Bu örnekler aynı zamanda dil doyumunun göstergeleri, sözcüklerin, yansıtma, titreşim ve patlamalarla yarattığı imgeler de son derece görkemlidir. 

“üç mızrak atımı öteden bilinen yürüyüş” S.53

“erkeğin harcı, kadının boynunun borcu” S.53

“… Biz Fransız gâvurunu söküp atmaya avratlığımızla duralım da körpeliğimizde, oğlumuz karı kız peşinde koşup anasının ölüsün eller eline bıraksın. Hangi kancık kasığında yattı, desem, benim oğlum bu…” S.55

… atlas yorgan kan olacak diye uykular girmedi gözüme… s.58

…Ara sıra yatak odama gelir otururdu. Onu kucağımda emzirdiğim günlerdeki ana sütü kokusu sarardı içimi… S.60 (bu cümlenin aynı zamanda göz algısından koku çağrışımı, kokudan duyguya geçiş sağlayan,  algıyı başka algı için kullanma olduğunu da burada belirtelim. Duygusal bir ayrıntının bu zincirleme algıyla derinleştirildiğini de belirterek. )

… Sandık odasında kurutulmuş meyvelerin kokusu ve ışıksızlığı Miraç’ın kış korkusunu azaltırdı. S.61 Koku algısından > duygulara geçiş. Burada ayrı bir şey daha var, koku algısını savunma mekanizması olarak kullanma söz konusu.

… O bilirdi bu evin seslerini tavanından tabanına… Yılanların kaygan çıtırtılı gezmelerini duymuyordu artık S.62

“karnım karardı” > renklerin yitimiyle doğurganlığın bitimini anıştırma.

“Kenarı yaldızlı bardaktaki çay hiç tütmüyordu” S.65 (görme algısından zaman algısına geçiş). Bu cümleye kısa bir an için yeniden dönmek istiyorum. Burada Miraç tarafından her ne kadar çayın sofraya soğuk getirilmiş olabileceği yorumu yapılsa da yan anlamı zamana ilişkin anıştırmadır. Soğuyana kadar içilmemişti. Bu hanımın çok düşünceli, kaygılı olduğunun göstergesiydi ve tüm hikaye çay masaya konduğundan Miraç’ın oraya gelişine kadarki süreyi kapsıyordu, bana kalırsa.

Kenarı yaldızlı bardak > zarafet, belki zenginlik belirtisi.

Finalle ilgili söylenenler vardır: 1-hanım kendi seccadesini bıraktığını söyler Miraç’a , 2- bir takım tembihlerde bulunur kış mevsimiyle ilgili 3- gelecek yıl kışa hazır yiyecekler alacağını bunun için de uygun kişileri araştırmasını ister.

Bir de yapılanlar vardır bugüne değin hiç olmadık bollukta yiyecek bırakılmıştır Miraç’a. Bu değişim her ne kadar hanımda kendiliğinden gibi gözükse de bir anlamda Vedat yaratmamış mıdır bu dönüşüm/değişimi?  Anne cimrilikle suçlanırken “ölüsünü bile paklayacak” miktarda yiyecek stoku bırakılmıştır bekçiye.

Hanımın “araya geçmesinin” simgeselliği üzerinde de biraz durursak eğer.  Ara nedir burada? (Görünürde evin kullanılan hacimlerinden biridir elbette, ama…) Gidilecek yolun üzerinde aşılması gereken bir alandır. Ara bir geçişin eşiğidir aynı zamanda. Değişime doğru gitmektedir anne, gelecek yıl için hazır yiyecekler alacaktır, artık başka şeylerle uğraşacaktır bir takım kararlarla ayrılır hikâyeden. Oymalı, ağır ve tahta olan kapıyı arkasından kapatması da bir dönemi kapatıp arkasını dönmesidir aslında. Onu neler beklemektedir?

İncelememizi tamamlamadan önce sormak istiyorum adı Su Ustası Miraç olan bu hikâye, yalnızca veya özellikle Miraç’ ın mıdır? Anneyle mi ilgiliyiz yalnızca? Peki ya Vedat mı kuşatır metni? Hayır. Az önce sözünü ettiğim üçgenin içi bir sürü hikâyeyle doludur.  İşte şimdi onlara, hikâye içindeki öteki hikâyelere değinmeliyiz. Ayrı enstrümanlar olarak hikâyenin ezgilerini seslendirirler. Kuşkusuz hepsi başlı başına ayrı incelemelerle başka çıkarsamalara götürür bizi başta dediğim gibi çözümleme yamaları yapmaya çalışıyorum.

  1. Ölmüş köy ağasının hikâyesi.
  2. Anlatıcı annenin hikâyesi.
  3. Ağanın eski karısının hikâyesi.
  4. Döne’nin hikâyesi(hizmetçi)
  5. Aşçı Satı teyzenin hikâyesi.
  6. Aşçı Satı Teyzenin oğlunun hikâyesi.
  7. Vedat’ın büyük ağabeyinin hikâyesi.
  8. Vedat’ın küçük ağabeyinin hikâyesi.
  9. Miraç’ın hikâyesi
  10. Tüm bu parçalardan oluşan Vedat hikâyesi

Bu metnin de dişil ses olduğunu düşünüyorum. Anne karakterinden ötürü değil, en dış çeperdeki anlatıcı sesinden. Onu fark edebildiniz m? “Vedat’ın delirdiğini ilk kim söyledi, annesi mi?” diyen sestir o. Sonra yine karşımıza çıkar “ Yaylada günler kısalmaya, serili kayısılar kurumaya dönmüştü,” diye sürdürür anlatısını. “Sabah hava iyice yıldız poyraza dönmüştü,” der. O görkemli final cümlesini de o söyler;(evet bakan göz Miraç’ın gözüdür ama konuşan anlatıcıdır.)

 “Hanım arayı geçti. Oymalı ağır tahta kapıyı kapadı.”

Evet yineleyeceğim; “Yaşama sanatı bize acı çektiren insanlardan yararlanmaktır.” Acaba bir avuntu olabilir mi?

(1) Serap Gökalp’in Dil Irmağında Füruzan’la öykü incelemelerinden