Bir Ege öyküsü Kanı Unutma’nın yakın okuması -Bölüm 4

Kanı Unutma’da hareket sağlayan unsurlar

Hikayenin hareket sağlayıcı diğer unsuru ise kıyaslamalardır, dedik. İzninizle burada bir kez daha bu konu üzerinde çalışacağım. Musa, İnce İrahim, Zenker Osman, üç delikanlı giderler. Osman kaçıp gelmiştir. Olup bitenleri anlattığında okur spazm=gerilim sürecine sokulur. Koşulların kötülüğünü ondan dinleriz. Diğer iki delikanlının her an ölüm haberlerinin gelmesi içten bile değildir. “Aynı bura gibiydi Durkadın teyzem,” diye anlatışından bir koşutluk daha yaratılır ve kara haber beklentisi artırılır. Rum dalgıç ölmüştür, baba papaz getirmiştir, yapacaklarından korkup anneyi tutmuşlardır. “Oralı dalgıcın tabutuna Musa’nın omuz verdiğini, tabutun “vapurun alt katına tıkıldığını, yanına adam kattıklarını, raporlu polis kâğıdını…” her şey aynıdır. Burası gibi(!) Babası Rumca konuşmasa Hüseyin Emmi sanılacaktır.

   Ve bu noktadan 31. sayfaya geçersek eğer, yatsı okunurken bir tekne yanaşır iskeleye… “Kahvede oturanlar ayağa kalktılar.” Şu an düşünüyorum da… Böyle bir cümlenin çözümlenmesi cesaretini bulabilecek miyim? Bu cümleyle tüylerimiz diken diken olur. Çünkü Rum dalgıcın ölüm hikâyesi, tekne, tabut, akılımızdayken tekne yanaşır. Kahvedekileri bir düşünün, sessizce sözleşmişçesine ayağa kalkarlar… Dalgalanan duyguları algılarız… Burada tüm teknik, akademik gölgelerden çıkıp tümüyle duygularıma kapılmaktan kendimi alamıyorum. “Kahvede oturanlar ayağa kalktılar.” Gerilimin doruk noktası. Sessizce elimizi göğsümüze bastırdığımız nokta bu. Devam ediyorum şu cümleyi okumalıyız:  “Kahveye öbeklenen insan yığınını araladım.” Durkadın ananın cümlesi bu. Ağır çekim bir sahneye benziyor. Hayır, ölüm korkusunun, oğlunu yitirme olasılığının cümlesi bu. Zihinsel bir sarsıntı. Bir şey olmuş gibi. Ama olmayabilir mi? İnsanlar adeta cisim gibi algılanır “aralanırlar” Durkadın’ın çalışkan ve yorgun ellerini görürsünüz insanları sessizce bir perde aralarcasına iki yana çekişini… Sessizlik vardır. Belki kırık dökük konuşmalar. Ama en iç sızlatan cümlelerden biri; “o tabutta hem İbrahim hem Musa var.” Acının en derinidir bu. “O kan Musa’nın da kanıdır” der. “O ciğerini tükürüp ölen Rum dalgıçların da kanıdır” der. Annelik ortak paydası böyle dile getirilir. Korku daha da artar. Musa’ya ne olacak? Koku unsuru devreye girer; “Bir koku sardı burnumu,” der Durkadın ana. Ölmüş çiçeklerle ölmüş insanın kokusunu aktarır bize.

   Sonunda ana çocuğunu sahilde bekler olur. Biz onu bulduğumuzda o kendi gerilimini yaşıyordur. Ama orada olması köy için de okur için de gerilim unsurudur. Evlat yitirme korkusunun derinliklerinde okurla özdeşleşme kurar. Duygudaşlık kurar. Hikayelik arkadaşlığımızın doruk noktası Durkadın anayla.

   Gelelim “Kanı Unutma”da duyguların dile getirilişine…

S.21 “İçim kanım sarı sarı titredi.” Öyle bir gerçek vardır ki apansız yakalanmıştır kişi. O güne değin hiç yaşanmamış bir durum söz konusudur; “Doğmuşum, gözlerim dünyamı her olanı görmüş.” Sivri, (keskin kenarlı diye ekliyorum) bir gerçeğin donuk saptaması, der R.Barthes buna. Yayılım yaratan (duygusal yayılım yaratan bir yoğunlaşma! Bir satori! İşte bu konuda duygusal yayılıma örnek bir cümle alıyorum hikayeden; “Kafamın kemiği incecik ayrılıp sızısı gözümü tutup çekerdi sanırsın.”  >> kör oluşun yarattığı duygu!

Oğlunun gidişini de körleşme acısıyla karşılaştırır. “Gözümü ilk yitirdiğimdeki, ığım ığım acıya hiç benzemez dikelen bir ağulama aldı içimi.  Ağulanma ki çıkar görelim diyen olsa şöyle elimi yüreğimin başına daldırıp incecikten yeşil bir yılan koparıp çıkaracağım gün gibi ayan ve belli.” S.23 Daha beter bir duygudur oğlunun gidişi. S.23 “o günden bu yana hiç ağlamam demiş miydim?”>> katılaşma hali.

“Biz hep hayır dileyip de neyi sakınabildik…” S.23 >> çaresizlik

“Ağlasa bir Durkadın, dedi köylü sana değil mi?”>> katılaşma hali.

S.23 “Ben yanlarına varamadım,” > derin üzüntüden ötürü yok sayma isteği. (Gençler giderken.)

S.31 “Kahvede oturanlar ayağa kalktılar,” > sessiz bir panik hali, ortak duygulanım, ortak korkunun dile getirilişi.

S.31 “Teknede duran ince uzun sandığı görüp de hiç tanımazdan niye geldiğimi hala bilemem,” > korkuyu reddediş.

S.33 Salih çavuş elimden tutup öteye aldı beni, > derin duygusal çöküntü nedeniyle donup kalma durumu vardır burada. İrade yok olmuştur, birinin güdümü gereklidir. Salih çavuş bunu hissedip onun yerini değiştirmiştir. Muhteşem insani bir duygu akışı ve yardımlaşma anıdır bu. Duygu seli ikisini de kuşatmıştır.

   Bu hikayede, duyguların dışa vurumunda bir yıldız gibi parlayan yılan metaforuna sıra geldi sanırım.

İlk kullanıldığı yer 23. sayfadır. Oğlu Musa’nın gidiş acısıyla gözünü yitiriş acısını karşılaştırır Durkadın ana. “Gözümü ilk yitirdiğimdeki, ığım ığım acıya hiç benzemez dikilen bir ağulama aldı içimi. Ağulanma ki çıkar görelim diyen olsa şöyle elimi yüreğimin başına daldırıp incecikten yeşil bir yılan koparıp çıkaracağım gün gibi ayan ve belli. Acının yılanı içimde bitiyor, yürüyor, kanı canı tamamlanıyor derdimce.”

Gözünü yitirişini sarı renkle betimlerken “İçim karnım sarı sarı titredi.” (S.21) oğlun yitirilişini daha koyu olan yeşil renkle tanımlar.

   Burada aynı zamanda “bebek” kavramına gönderme vardır. Birincisi “göz bebeğini” yitiriştir. Çok değerlidir. Yokluğu büyük yoksunluktur. Büyük acı vermiştir. İkincisi “kendi bebeği Musa”dır. Daha değerlidir, yokluğu ölümcül bir yoksunluktur. Her ikisi de bedeninin parçasıdır. Gözün yedeği vardır, Musa’nınsa yoktur…

Yılan sembolizmine gelmiş geçmiş tüm kültürlerde rastlanmaktadır. Birçok anlamlar yüklenmiştir.  Edinebildiğimiz bilgileri metnin süzgecinden geçirecek olursak yok edici güç ilk simgesidir. Acının kaynağıdır. Ölümü ve yıkımı temsil etmektedir. Ama periyodik olarak derisini değiştirme özelliğiyle yeniden dirilişi de temsil eder. Yaşam gücü, yaşam çarkı. (Zimmer’in görüşü.) ( Zimmer, Heinrich; Hint Sanatı ve Uygarlığı’nda Mitler ve Simgeler) Bu anlamdan hareket edilirse metinde bir umut ışığı bırakılmıştır.  Acının kaynağı yılanın yine şifa kaynağı olma olasılığı da vardır. Bu Jung’un gözlemidir; imge homeopatinin sezdirimidir. Homeopati: Bir hastalığın, hastalık belirtilerini sağlam bir insanda ortaya çıkarabilecek maddelerin çok düşük dozlarda hastaya verilmesiyle tedavi edilebileceği inancına dayanan bir alternatif tıp yöntemidir. Bu tanımlamayı anımsayarak  tedavinin, hastalığa neden olan unsurla tedavi edilmesi durumundan söz etmek gerek. Dolayısıyla yılan, yine yılanın neden olduğu yaranın şifa kaynağı olmaktadır. > Musa gidişiyle neden olduğu acı onun geri dönmesiyle iyileşecektir.

   Yeşil renk dikkatin ve odaklanmanın rengidir. Durkadın’ın bu acıya odaklanmış olduğunu görürüz. Tüm yaşam akışını durdurmuş oğlunun gidişiyle oluşan acıya kilitlenmiştir. Beri yandan yeşil renk sağlam bir irade ve başkalarını kontrol becerisine sahip olmayı simgeler. Durkadın ananın iradesini hikaye boyunca görürüz zaten. Onun için de yeşil yılan hem Durkadın ananın acısının (> Musa’nın yokluğu, yani Musa) hem iyileşme gücünün, hem iradesinin simgesidir diyebiliriz. 

   İkinci olarak 24. sayfada yılan metaforunun kullanılışına bakalım;

“Ipıldayıp esen yele bağrımı veriyorum. Yüreğimin başını ağulayan incecikten yeşil yılan azından azından duruluyor, yatışıyor, dinleniyor, güç toplamaya. O da dinlensin, o benim can gözümdür, şimden geri o ölürse ben de canımı teslim ederim bellidir.”

Burada kullanılışında yılana duru görü (can gözü) anlamı yüklenmiştir. Yani beş duyu algısı dışında algı gerçekleştiren aracıdır. Yatışıp dinlenmeye çekilmiştir. Artık oğlundan olağan biçimde haber alamayacak ana duru görüsüyle (yeşil yılanla) onunla iletişim kuracaktır. 

   Yılan metaforu daha sonra 29. sayfada belirir. Osman geri gelmiş, olup bitenleri anlatmış tüm köyü, ama asıl Durkadın anayı kaygı almıştır. Der ki; “İçimin ağrısının belirmesini ince yılanın yeşermesini asıl o sabah tanıdım, bildim. Say ki yarıklar açıladuruyorda etlerimde.” (S.29)

   Peki. Bunun bir çığlık olduğunu içimizdeki titreşimlerden anlıyoruz. Her ne kadar olağan bir sesle söylenmiş, sözcükler, söz dizimi olağanmış gibiyse de… Buradaki anıştırmanın kapısını çalmalıyım. Yeşerme bitkisel büyüme karşılığı olmasına karşın yeşil ortak noktası kullanılarak, yılanın şekli gözetilerek, artan üzüntü ve kaygı yeşerme olarak tanımlanmıştır. (36. sayfada da yeşerme olarak tanımlanır.) Ayrıca, bu kere yılanın ortaya çıkışı, içinde yarıklar açılması denli derin ve acıtıcıdır. Oğlunun yaşamının tehlikede olduğu artık besbellidir ve annenin çaresizliği çok derinleşir.

   Son olarak 36. sayfadaki yılan metaforu, Durkadın ana sahildedir, oğlunun geliş zamanını beklemektedir. Okuyalım;

(…)(Dolunay)Kemiğe kesmiş göğüslerimin altında çöreklenmiş bekleyen yeşil incecikten yılanı uyarır. O yılan kötülük içredir bellersin ya yanılırsın.

“Unutma,” der bana.

Ağusunu, analığın ne olduğunu bilen can ağacıma siyim siyim yayarak.

“Kanı unutma,” der.

Yılanın iyisi yoktur elbet… Madem sürünür, madem ağuludur, madem gülemez ve ağlayamaz, kötüdür. Kötü olmasıdır şimdilerde iyi. Yapılanlara alışmayayım diye her gece filizlenmesi iyidir. “ (S.36)

   Dolunay simgeselliği : Dolunay genellikle dişil ilke simgesidir.

Farklı evreler geçirerek form değiştirmesi, biyolojik ritimler ile ilgili işlevleri nedeniyle döngüsel değişimin ve yenilenmenin simgesidir.

Zamanın, doğum- ölüm- yeniden doğuş çemberinin sembolüdür. Analığın simgesidir. (ilk dördün; bakire, dolunay; ana, son dördün; yaşlılık)

   Metne dönersek ayın gel-git etkisini göz önünde bulunduruyorum ve dolunayı umut olarak yorumluyorum. Dolunayın yaşlı göğüsleri uyarması da analık duygusunu, umudu, yeniden doğuşu, Musa’nın geleceğine ilişkin işarettir.

   Çöreklenmiş  yılanın simgeselliklerini anımsayalım (elbette buraya yalnızca yorumlamamıza yardımcı olacakları almak durumundayız);

  • Kadının adet döngüsünün oluşumunun simgesidir. Bu anlamıyla iyi ya da kötü ama dinamik ve potansiyel olan gizil gücü simgeler. > Durkadın ana pes etmemiştir. Güçlüdür.
  • Bir ağacın etrafında (hikayede can ağacının etrafında tanımlıdır) ya da herhangi bir eksensel sembolün etrafında çöreklenmiş olan yılan, dinamik gücün uyandırıcı gücü, tüm büyüyen canlıların dahisi; anima mundi, yani dünyanın ruhu, saf semavi ruhun devresel varoluşudur. > Durkadın anayı da “Kanı unutma” diyerek uyarır.
  • Birçok öğretide hayatın doğum-ölüm çemberidir. Musa bir tür ölüme gidişini,  geri gelişiyle doğuma çevirecektir.
  • Zimmer’e[1] göre, yılan doğuşu ve tekrar doğuşu belirleyen hayat gücüdür ve dolayısıyla yaşam çarkı ile ilişkilidir. > Musa köye geri dönmekle tekrar doğmuş olacaktır. Yılan varlığıyla, anayı uyarışıyla bu tekrar doğuş için onu ayakta tutmaktadır.
  • Sanskritçede kundalini enerjisini temsil eder.

Kundala sıfat olarak sarmal, halka, kundalini sembolik olarak halka şeklinde kıvrılmış bir yılan olarak temsil edilmektedir. > ateşin sarma açılma şekli > ateş yılanı > uyandırıldığında ritmik şekilde yukarı aşağı hareket eden kap/rahim içinde uyuyan evrimsel dişil yaratıcı güç. >Yılan Durkadın ananın içinde “yeşeren” “her gece filizlenen” bir güçtür. Varlığı olup bitenleri hatırlatır.

Yılan eğretilemesinin dışında duygunun dışa vurumunda tam tersine gönderme yapan gülme eylemi ile ilgili incelememizi birazdan algılar başlığı altında yapacağız.

Sürecek


 

Bir Ege öyküsü Kanı Unutma’nın yakın okuması – Bölüm 2

Anlatım Özellikleri

Şimdi anlatım özellikleri olarak bu hikayede bize sunulan tabloların tadını çıkarmaya yöneliyoruz. İşte oradaymış duygusunu veren anlatım özelliklerinden bir  iki örnek buraya alıyorum;Tarihi eser demez, “Buraya İngiliz Alman gavurları da gelir. Sapaktaki çeşmenin çevresinde dolanır, kurnasını, çeşmenin alınlığındaki oygulanmış mermerleri ziyade okşayıp dururlar. “(S.8) der. Bu nedenle burada anlatım söz konusu değildir artık okur karakterin içindedir. Durkadın’ı dinler olur. Durkadın’ın kendi kendine konuşmasını dinler…

   Sayfa 11’deki cümleyi bir kez daha alıntılayacağım, başka çıkarsamalar keşfedeceğiz çünkü; “Bize döndü taze, bebeyle konuşur gibi(…)

Ön yargıyla algıdan söz etmiştik, okumuş insanın okumamış insanı algısıdır bu ayrıca şu çıkarsamalar vardır.

  • Yetişkin olduğunu yaşamışlığını hiçe sayış,
  • Zekâ düzeyini hiçe sayış,
  • Duygu düzeyini hiçe sayış söz konusudur bu cümlede.

Bunlarla birlikte bir tutumdan söz ederken aynı anda iki karakterle ilgili olarak şimşek hızıyla çizimler gerçekleştirir Füruzan.

Arkeolog kadın ukaladır, oradakiler ve elbette Durkadın onun çokbilmişliğinin farkındadır ama yüzüne vurmaları söz konusu değildir hem konuktur (görgü kuralı söz konusudur) hem devlet tarafından gelmiştir (bir bakıma tehlike unsurudur). Asıl önemlisi köylülerin onunla konuşurken “kullanabilecekleri malzemeleri yoktur alet çantalarında.” Onlar düşünüyor olduklarını dillendiremediklerinden suskuyu yeğleyenlerdir. Burada da bir toplumsal gönderge flaşı vardır. Köylünün zor koşulları eğitime ulaşamama durumu…

S.13 “Hesabın mani gibi söyleneni var, onu karşımıza geçip şaşırtmacasına okuyup dururlar.” Hiç çarpım tablosunu böyle adlandırmak aklınıza gelmiş miydi?

   Toplumsal koşullara gönderme yapan bir başka anlatım özelliğine geçiyorum.

“Cumadan cumaya iman tahtalarını karartmadan inanıp namaza varan bu adamlar neyin nesine kötülük etmiş olsunlar ki böylesine ucuzuna hırp diye elden çıkıveriyorlar. (S.9)

Çıkarsamalarımız;

  1. İsyan duygusunun dışa vurumu: Temiz bir yürekle Tanrının karşısına çıkan insanlar söz konusudur. Haftada bir de olsa, bunlar ibadetlerini yapmaktadır. Tanrının onları seviyor olması gerekir. Bu yalın yaşamın içinde temel toplumsal ve dinsel öğreti kimsenin kimseye kötülük etmemesi olduğuna göre buna da uymaktadırlar. Bu nedenle de Tanrı tarafından seviliyor olmaları gerekir. Ama yaşamlarının sürerken ve sonlanışına bakılırsa eğer, Tanrı terazisinde bir yanlışlık mı vardır? İsyan eder Durkadın Ana.
  2. Köy yaşamının çarçabuk bir panoraması çizilmiştir. Çalışma koşulları, yaşam koşulları, ibadet, birbirleriyle ilişkiler.
  3. Köy insanın psikolojik özellikleri tanımlanmıştır. “İman tahtasını karartmadan” (yine yoğun bir şeye rastladık işte.)
  4. Süngercilerin yaşamının bitimi betimlenmiştir “hırp diye elden çıkmak” der buna Durkadın Ana. “Hırp”, bir ses taklidiyle ölümün bu denli yalın anlatılabilmesi ne kadar etkileyici… Köyün dolambaçsız yaşamının bir göstereni sözcükler…

Başka bir isyanı yine 30-31. sayfalarda görürüz. Bu söyleyişi tekrar okumadan edemeyeceğim;

“Bunca yıl başkasının lokmasını ağzından alıp saçı bitmemiş yetimler yaratmadı insanım, dedim. Her yetimlik her açlık ötemizden berimize kadar pekişmiş geçim zorundadır. Sen Tanrısın ya, her can verdiğin rızkını ömür pahasına mı alır!”

Sonra susar… Yanıt mı beklemektedir, yaptığı başkaldırının gazabını mı yoksa? Hayır. Hiçbir şey iddia etmez görünür. Saptamayı yapmış, isteğini iletmiş, derin bir nefes almıştır. Ruhunun ışıdığı andır.

   Anlatım özelliklerini örneklemeye devam ediyorum. Yöresel ağızla, felsefeyle, toplumsal görgüyle yoğrulmuş bir cümle buluyorum. S.17 “Musa’ya ağıt tutup uyku kuşlarının çığrınmasını örtüp utanmazlık edersin.”

  1. Konuşulan ağızla coğrafya özelliğinin tanımı yapılmıştır,
  2. Ağıt yakıldığının vurgulanmasıyla töreye işaret edilmiştir,
  3. Görkemli bir gece belirteci kullanılmıştır; “uyku kuşlarının çığrınması”
  4. Gece gürültü yapmanın “uyku kuşlarının çığrınmasını örtmek” ayıp olduğu vurgulanmıştır.
  5. Ama hoşgörü de vardır, sesi duyarız, tatlı sert bir söyleyiş. Kolundan tutup eve yatağa götürmeye çalıştığını görür gibi oluruz…

Sarı demez yazar “tüyünün rengini güneş çalmış güleç” yüzden söz eder bize. Gülüş de saçlar da sarı renktir, neşelidir.

 Tek cümlelik paragraflar kullanır, söylemi güçlü kılmak için yapar bunu. “Dişlerinin akından anlarsın.”

   Her bir cümleden bir hikayenin neredeyse sınırsız yayılımını düşleyebiliriz. Aynı zamanda Durkadın’ın bu cümleler arasında sustuğunu da anlarız. Kısa susku anlarında aklından neler geçtiği bizim düş gücümüze bırakılmıştır. 

Şimdi bir cümle seçiyorum. Bir deneme yapıyorum. Eğik harflerle yazılmış olanlar benim düşlediklerimdir.

            Dur hele resmi göstereyim(Basma elbisenin göğsüne sokar elini, katları arasında yarı sert bir şey bulunan bir mendil çıkarır. Teri, memesinin kokusu sinmiş mendili tutan sert parmaklarının kumaşa dokunurken çıkardığı ses duyulur bu bekleyiş sırasında. Konuşulmamaktadır çünkü. Nefesi biraz hızlanmış mıdır? Belki. Belki hafifçe titrer mendilin sarkan köşesi. Ne renktir bu mendil? Kenarları mavi çizgili beyaz mı? Pamuklu kumaştan mı? Bir hikâyesi bile vardır düşünürsek, çeyizinden kalmadır Durkadın’ın.)

   Sayfalarda tek cümlelere rastlarız. Bazen bir kez kullanılır. S.29’ da “Eve vardım,” der Durkadın. Onun tüm duygusal ve fiziksel algılarını bu cümle içinde barındırır. Bazen de yukarıda olduğu gibi, kısa cümleler alt alta kullanılır, duygusal yoğunluğu dile getiren bir anlatımdır bu. Sayfa 31’e bakalım lütfen.

      “Sustum.

Pencereden dışarıya baktım.

Kuran’ı kapadım.

Öpüp alnıma koydum.

Oda alacalanıyordu.

Uzaktan iki keklik ötüşü geldi peş peşe.

Dört gün dört gece geçip gitti.”

Satırbaşı yapmakla boşluklar verilmiştir. Sebep? Metnin yavaşlamaya gereksinimi vardır. İyice özümsenmesi için. Burada Umberto Eco’nun bir saptamasına katılarak alıntılama yapacağım izninizle, boşluklar için der ki; “boşluk bırakmak yavaşlık yaratır ki bu az söz ile gerçekleşir.” Az söz. Birer satırlık paragraflar… “Yazıda yöntem yavaşlıktır. Betimlemeler, anlatıdaki çeşitli noktaların ayrıntılı anlatımı ile gerçekleştirilir.” Katılıyorum ve ekliyorum, okuma hazzımızı yukarılara taşır bu yöntem.

    Elbette şu anda biz bu cümleleri teknik olarak inceliyoruz. Estetik inceleme sırsında çizilen tablolar arasında yine bu paragraflara dönmek isteyeceğiz. Daha onlara geçmeden önce bakmamız gereken başka ayrıntılar var. Hikayenin içinde çok ağaç kökleri çok ağır taşlar, çok sarmaşıklar var. (Bu hikayede oyalandıkça keşfedeceğim anlam derinliklerinin beni yıldırmasından korkuyorum. İtiraf etmeliyim.)   Söz gelimi devlet yurttaş ilişkisinde duralım.

“Bizim köylük yere ne zaman yazıp çizen biri gelse sonu bize hayır değildir.” S.13

“Köyümüze yabandan gelip de yazmaya oturanlar var ya, işte onlardan ziyade korkarım. (…) Ya asker toplama ya da vergi, toprak moprak işi diye yazarlar yazıya durduklarında. Ya da dediğim gibi şu iş, bu iş için derler, sende mi, onda mı, şunda mı, diye inceden inceye sorarlar. Sıralanıp yere bakarız. Sonu hep paraya dayanır.

Sonra sil silebilirsen. Bir yazmayagörsünler. (…)Hükümetse, bellersin ki hep dışarıdan gelenlerin elindedir. Hayır denmeyecektir onlara. Biz de hayır demede çare aramayız ya zaten.”  (S.14)

Ürkütücü bir saptama değil mi? İsteyen yurttaş olması gerekiyorken cumhuriyet rejiminde eşit ve hakça olmayı tanımlayan demokraside isteyen “hükümettir.” Ne diyor ansiklopedi? Demokrasi, tüm üye veya vatandaşların, organizasyon veya devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimidir. Türkçeye, Fransızca démocratie sözcüğünden geçmiştir. Halkın kendi kendini yönetmesi, demektir.

Ne diyor hikaye? Üye veya vatandaşların organizasyon veya devlet politikasını şekillendirmede değil eşit hakka sahip olması, hakkı bile yoktur. Yönetim biçimi sözcüğü birilerinin birilerini güdümlemesi olarak kullanılır. Fransızcadan geçmiş bu sözcüğün henüz Türk dilinde karşılığı yoktur, yani halkın kendi kendini yönetmesinin karşılığı bir sözcük üretmemiştir üye. Destan sözcüğünü üreten toplumsal bilinç bu sözcüğü üretemez olmuştur. Yazar karşımızda duruyor. Ve soruyor. İşte büyük harflerle hikayenin atmosferine yazmış; Neden?

   Hemen ardından hikayenin sünger avcılığının dramına, sorunlarına eğilişini irdelemek istiyorum. Bu acı iş adeta metnin içinde eritilmiş, dokularına iyice yedirilmiştir. Her harfte kokusu/korkusu vardır sünger avcılığının.

İşte  bir örnek: S.16 “Herif dedim, Memet’in belinden aşağısı yeni bolarıp durdu vurgunda, çaput bebek benzeri canı yok. Alanya yöresinde varıp kaba süngere dalanlardan kaç kişileri vurgun erliğinden, civanlığından etti. Sayayım mı? Ya sen? Gece uyuyakoyunca, hökürtünü duyan odaya deli dana tıkılmış sanır. Ciğerlerin kevgir olmuş öte de öte soludukça (…)” 26. sayfayı okuduğumuzda 40 metre kimi kere 60 metre derinliğe dalındığı, korkunç çalışma koşulları anlatılır. Öyle ki Zenker Osman dayanamayıp kaçmıştır Girit’ten. Onun ağzından dinleriz yapılan işi, yaşam koşullarını.

Sürecek