Bir Ege öyküsü Kanı Unutma’nın yakın okuması – Bölüm 5

Kanı Unutma Metninde Ara Olaylar

Hikayenin akışı içinde yer alan ara olaylara gelince. Bunları listelemekle yetinecek, okuma ve keşfetme zevkini sizlere bırakacağım.

  • Turistler ve tarihi kalıntılara gösterdikleri ilgi,
  • Rum aile,
  • Köy öğretmeni (bu eksende okuma yazmanın kırsal kesimde kapladığı alan),
  • Devlet yetkililerinin tutumu,
  • Arkeologlar,
  • Babanın Kurtuluş Savaşı anıları,

Gerek ara olaylarda gerekse metnin bütününde oluşturulan parlayıp sönen, geçip giden, bilinç eşiği, bilinçaltı görüntülere benzeyen gönderge flaşlarından(R.Barthes tanımı. ) örnekler seçecek olursak;

S.11 “Neyi bilecektik ya, yine de bilmiyorum kadın kızım.>”salt bilinçsizlik, derin kuyu

S.11(…) bebeğiyle konuşur gibi > küçümsemenin algılanışı

S.15 “Yaşım boy kesimim gözü çelip durur.” > Halil İbrahim’in iri yarı bedeni

S.16 “Dövdü beni.

        İyi geldi kadın kızım.” > tersine gönderme

S.17 “Damatlığındaki bana ilk el atma şaşkınlığı aynen esip dururdu yüzünde.” > ne yapacağını bilememe durumu

S.27 “Sopalara asılıp boşalıp kalmış babası(…)”

Tüm bu üzerinde durduğumuz anlatısal ormandaki gezintimizin temelinde algılar yatıyor. Şimdi sıra metin yolu boyunca biriktirdiğim algılarda.

Ses algısı örneği: S.35 “Arada çırpıp durur bir ötüş duyacaksın, bülbüldür.”

Koku algısı örneği; “Gönlümü kara bulut denli boğuntuya, kusturucu bulantıya saran o onmaz koku…(S.33)

Göz ve kulak algısı aynı anda ; “Bir tosbağanın çıtırdayıp duran sürünmesini tek gözle izledim.”

Göz algısı gözün körleştiği an: (S.20) “Güneşin tüm şavkı çatladı bebeğimde.” 

Dokunma algısı; “güneş sırtımdan geçip döşüme vurmaya başladığında” (S.21)

Elbette özellikle üzerinde durulması gereken renk algıları var. Çünkü bu Füruzan üslubunun can alıcı noktalarından biri.

❅Mavi mor koca canavarı gördüğünde deniz içine gövdesinin sıcak terini salan olur mu? (S.8) Renk korku betimlemesi için kullanılmıştır.

❅Ak yalımlı kağıt (S.11) Gümüş rengi tanımı, aliminyum ilaç ambalajını adlandırır.  

❅Sarı adamlar (S.12) > Turist tanımı için renk kullanımı.

İçim alazlanıyordu (S.12)> alazlanmak;kızıllık > için alev alması= korku renk duygu tanımı için kullanılmıştır.

❅Yeşil yılan (S.23) Renk, yılanın zehirini çağrıştırıcı unsur olarak kullanılmıştır, > yılanın zehiri duygusal acıyı simgelemektedir. (Algı için algı.)

❅Zifir gece (S.25) > Renk gecenin betimlemesi için ışıksızlık olarak kullanılmıştır. Duygusallığa gönderme de yapar.

❅Gözün harı (S. …) > yangı> kızıl renk > Renk hem acı duygusunun anıştırılmasında hem gözün kararması anlamında kullanılmıştır.

❅Taze kesilmiş çam tahtası kızılı (S. 32) Renk gençlik kavramını anıştırmak için kullanılmıştır. “kesilmiş” ölüm kavramına gönderme yapar.

Zincirleme algı;S.27 Lüksün cızırdayan yanışı, uyku kuşunun geceyi dumanlaştıran sesi, yaz böceklerinin duyuverdiğimiz çığırtılarına Osman, yutuşundaki aceleyi, şapırtıyı da katarak yiyip eritti aşını..

Şu anda, sırada bu hikayenin parlayan noktalarından biri var karşımızda algının tam tersi durumuna bir örnek sunacağım. Gülme eyleminin, kaynak tarafından algısı farklıdır, karşı taraftan algısı farklıdır. Okur her ikisini de bilir. Çıkarsamamız; olup bitenler o kadar zor kabul edilebilirdir ki Durkadın ana çaresizce, insan olarak kınayarak, buruk güldüğünü düşünür. Oysa ağlamaktadır. Gülmeyle ağlama arasındaki o ince çizgide dururuz. Her iki kas hareketini de izler ve anlarız. Duygunun ters yöne doğru gülme > gülme yitimi > ağlama algıya şekilsel olarak bakmak istiyorum.

Gülme, ağlama eyleminin kullanılışı

Algının duygu dile getirişi için ve aynı zamanda gücünü artırması için kullanışını sayfa 24’te okuruz.  “Yumuşadı fotoğrafın kâğıdı.”

Algı kanalı dokunma duyusudur. Gerçek özlemli nesneye dokunamadığından onun yerini almış olan fotoğraf kâğıdı nesnesidir. Fotoğraf gerçekte göz algısı için var edilmiştir. Ama burada özlemin doyurulması için dokunma nesnesine dönüşmüştür/yönlenmiştir. Bu haliyle özlem duygusunu dile getirir. Bir çember içine tutsak eder yazar okuru. Hangisi başlatandır? Bilmiyorum. Aynı cümle/anlatımın zaman unsuru olarak kullanımına daha önce değinmiştim.

Algıları konuştuktan sonra hikayenin tablolarına geçebileceğimizi düşünüyorum. Kuşkusuz yine çok ve bir o kadar da güzel tablolar keşfedeceksiniz. Benim seçtiklerim örnek niteliğinde, diğer tabloların hazzını tek başınıza yaşamanız için örnekler seçiyorum

S.35 “Bu gece ay var. Siz Çıbıcağa varana dek ışımaz. Gittiğiniz yerde görürsünüz. Bizim aya kati benzemez o göreceğiniz. İnsanların gürültüsü kirletir.”

“Babası Rumca konuşmasa bizim Hüseyin emmi bellersin öyle giyimli kesimli biri.” (S.29) İkili amaç vardır bu cümlede. Betimleme dışında hem toplumların karşılaştırılması (benzeşmesi aynı zamanda) hem yakınlık duygusunun dışa vurumudur.

S.14’ te arkeologların gidişinin anlatımı: “Giderlerken bize el salladılardı. Onların ardından ak taşlara bakadurmuştık.

S.18 Sabahtır, annesi Musa’ya çorba ısıtır, o yerken Zelha geçer görüş alanlarından ve Durkadın ana onu çağırır. Zelha anlatırılır.

Aynı sayfada Durkadın ananın ellerine bakarız bu tablonun bir yanında.

S.20’ de delikanlıların gidiş anı vardır.

Helalleştiler.

İskeleye varıp küçülene dek onları tek gözümle izlediydim.

Bende silinmezler, gurbetliğe çıkma günlerindeki halleriyle.

Sol gözüm görmez demiş miydim başta? (Körleştiği anla oğlunun gidişi anını belleğinde birleştirir.  Şöyle der” Sanırsın gözümün bebeği denize akıp gitti. Akdeniz’in tuzlu, yakan suyu şorladı bebeğimden içeriye. Güneşin tüm şavkı çatladı bebeğimde.” Burada gözün bebeğiyle Durkadının bebeği birdir.  “İki gözümü yumdum. Büyük büke varıp baktığımdaki koyulmuş deniz kuyularının eşi renkte karanlık çöküp durdu soluğuma.” Kör olma anıyla bu ayrı trajik bir tablodur 21. sayfada da devam eder, oğlunun gidişi tablosu iç içedir.

“Görmezliğini” anlatırken ayrıntılar girer görüntülere 21. sayfada tosbağayı anlatır. 23. sayfada “Musa’mı öbür yeniyetme civanları gurbetliğe taşıyan tekne, küçüldü, bebelerin yaptığı oyuksuz tahta kayıklara döndü” der.

S.25’ te Zenker Osman’ın geldiği akşam. Babası Halil Emmi “kötürüm gövdesini sopalarla askıya almaya çabalayıp ilerler”  Bu çok ayrıntılı, uzun bir tablodur. Duygu boyutu, çevre betimlemesi, tiplerin çizimleriyle karanlık içinde olmasına karşı renklerle doludur.

S.27 Osman yemek yiyor : “Lüksün cızırdayan yanışı, uyku kuşunun geceyi ılımanlaştıran sesi, yaz böceklerinin duyuverdiğimiz çığırtılarına Osman, yutuşundaki aceleyi, şapırtıyı da katarak yiyip eritti aşını.”

S.30’da Osman’ın anlattıklarından paniğe kapılan ve çaresiz kalan Durkadın’ın Tanrı’ya sığınışı tablosu çok görkemlidir. Okuma yazma bilmemesine karşın okuyacakmışçasına tüm ayrıntılarıyla kuran okumaya hazırlanır, abdest alır, bir köşeye çekilir ve kutsal kitabın harfleri üzerinden parmaklarını geçirir. Bu tablo hafif bir sis perdesi ardından seyredilir adeta öylesine mistik öylesine özel bir anlatımı vardır.

S.32’ de bir süngercinin ölümü. Bir delikanlının cesedinin evine getirilişi, köyün acısı, çocukluğunu bildikleri, evlatları gibi saydıkları bu süngercinin sonu vardır. 

Elbette hikayenin başında ve bitiminde sahilde ufku gözleyen Durkadın ananin içinde bulunduğu tablo.

Artık Durkadın anadan ayrılıyoruz, hikayenin sonu. Sözü edilen trajedinin okur üzerindeki etkisini artırır.  

“Adınız eş dediydin.

Gittiğin yerde bizleri söylemeye durunca karıştırırım kuşkusunda mısın? Ayrı adlara özenmek niye? Bizcileyin insandırlar demen yetmez mi?”

Burada bir büyülenme daha yaşarız. Yansımalı bir anlatımla, Durkadın ananın yas/korku/gerilim içinde olmasına karşın bir filozofa taş çıkartan yanını keşfederiz.

Yanılsamalı anlatım

Durkadın ananın yanından ayrılırken, işlevsel, yapısal, estetik ve simgesel özellikleriyle tam bir okuma hazzı yaratan “Kanı Unutma” hikayesinden ayrılıyoruz.

Beş bölümlük bu uzun incelemeyle ilgilenip okuyan öykü dostlarına selamlar.

Bitti

Bir Ege öyküsü Kanı Unutma’nın yakın okuması -Bölüm 4

Kanı Unutma’da hareket sağlayan unsurlar

Hikayenin hareket sağlayıcı diğer unsuru ise kıyaslamalardır, dedik. İzninizle burada bir kez daha bu konu üzerinde çalışacağım. Musa, İnce İrahim, Zenker Osman, üç delikanlı giderler. Osman kaçıp gelmiştir. Olup bitenleri anlattığında okur spazm=gerilim sürecine sokulur. Koşulların kötülüğünü ondan dinleriz. Diğer iki delikanlının her an ölüm haberlerinin gelmesi içten bile değildir. “Aynı bura gibiydi Durkadın teyzem,” diye anlatışından bir koşutluk daha yaratılır ve kara haber beklentisi artırılır. Rum dalgıç ölmüştür, baba papaz getirmiştir, yapacaklarından korkup anneyi tutmuşlardır. “Oralı dalgıcın tabutuna Musa’nın omuz verdiğini, tabutun “vapurun alt katına tıkıldığını, yanına adam kattıklarını, raporlu polis kâğıdını…” her şey aynıdır. Burası gibi(!) Babası Rumca konuşmasa Hüseyin Emmi sanılacaktır.

   Ve bu noktadan 31. sayfaya geçersek eğer, yatsı okunurken bir tekne yanaşır iskeleye… “Kahvede oturanlar ayağa kalktılar.” Şu an düşünüyorum da… Böyle bir cümlenin çözümlenmesi cesaretini bulabilecek miyim? Bu cümleyle tüylerimiz diken diken olur. Çünkü Rum dalgıcın ölüm hikâyesi, tekne, tabut, akılımızdayken tekne yanaşır. Kahvedekileri bir düşünün, sessizce sözleşmişçesine ayağa kalkarlar… Dalgalanan duyguları algılarız… Burada tüm teknik, akademik gölgelerden çıkıp tümüyle duygularıma kapılmaktan kendimi alamıyorum. “Kahvede oturanlar ayağa kalktılar.” Gerilimin doruk noktası. Sessizce elimizi göğsümüze bastırdığımız nokta bu. Devam ediyorum şu cümleyi okumalıyız:  “Kahveye öbeklenen insan yığınını araladım.” Durkadın ananın cümlesi bu. Ağır çekim bir sahneye benziyor. Hayır, ölüm korkusunun, oğlunu yitirme olasılığının cümlesi bu. Zihinsel bir sarsıntı. Bir şey olmuş gibi. Ama olmayabilir mi? İnsanlar adeta cisim gibi algılanır “aralanırlar” Durkadın’ın çalışkan ve yorgun ellerini görürsünüz insanları sessizce bir perde aralarcasına iki yana çekişini… Sessizlik vardır. Belki kırık dökük konuşmalar. Ama en iç sızlatan cümlelerden biri; “o tabutta hem İbrahim hem Musa var.” Acının en derinidir bu. “O kan Musa’nın da kanıdır” der. “O ciğerini tükürüp ölen Rum dalgıçların da kanıdır” der. Annelik ortak paydası böyle dile getirilir. Korku daha da artar. Musa’ya ne olacak? Koku unsuru devreye girer; “Bir koku sardı burnumu,” der Durkadın ana. Ölmüş çiçeklerle ölmüş insanın kokusunu aktarır bize.

   Sonunda ana çocuğunu sahilde bekler olur. Biz onu bulduğumuzda o kendi gerilimini yaşıyordur. Ama orada olması köy için de okur için de gerilim unsurudur. Evlat yitirme korkusunun derinliklerinde okurla özdeşleşme kurar. Duygudaşlık kurar. Hikayelik arkadaşlığımızın doruk noktası Durkadın anayla.

   Gelelim “Kanı Unutma”da duyguların dile getirilişine…

S.21 “İçim kanım sarı sarı titredi.” Öyle bir gerçek vardır ki apansız yakalanmıştır kişi. O güne değin hiç yaşanmamış bir durum söz konusudur; “Doğmuşum, gözlerim dünyamı her olanı görmüş.” Sivri, (keskin kenarlı diye ekliyorum) bir gerçeğin donuk saptaması, der R.Barthes buna. Yayılım yaratan (duygusal yayılım yaratan bir yoğunlaşma! Bir satori! İşte bu konuda duygusal yayılıma örnek bir cümle alıyorum hikayeden; “Kafamın kemiği incecik ayrılıp sızısı gözümü tutup çekerdi sanırsın.”  >> kör oluşun yarattığı duygu!

Oğlunun gidişini de körleşme acısıyla karşılaştırır. “Gözümü ilk yitirdiğimdeki, ığım ığım acıya hiç benzemez dikelen bir ağulama aldı içimi.  Ağulanma ki çıkar görelim diyen olsa şöyle elimi yüreğimin başına daldırıp incecikten yeşil bir yılan koparıp çıkaracağım gün gibi ayan ve belli.” S.23 Daha beter bir duygudur oğlunun gidişi. S.23 “o günden bu yana hiç ağlamam demiş miydim?”>> katılaşma hali.

“Biz hep hayır dileyip de neyi sakınabildik…” S.23 >> çaresizlik

“Ağlasa bir Durkadın, dedi köylü sana değil mi?”>> katılaşma hali.

S.23 “Ben yanlarına varamadım,” > derin üzüntüden ötürü yok sayma isteği. (Gençler giderken.)

S.31 “Kahvede oturanlar ayağa kalktılar,” > sessiz bir panik hali, ortak duygulanım, ortak korkunun dile getirilişi.

S.31 “Teknede duran ince uzun sandığı görüp de hiç tanımazdan niye geldiğimi hala bilemem,” > korkuyu reddediş.

S.33 Salih çavuş elimden tutup öteye aldı beni, > derin duygusal çöküntü nedeniyle donup kalma durumu vardır burada. İrade yok olmuştur, birinin güdümü gereklidir. Salih çavuş bunu hissedip onun yerini değiştirmiştir. Muhteşem insani bir duygu akışı ve yardımlaşma anıdır bu. Duygu seli ikisini de kuşatmıştır.

   Bu hikayede, duyguların dışa vurumunda bir yıldız gibi parlayan yılan metaforuna sıra geldi sanırım.

İlk kullanıldığı yer 23. sayfadır. Oğlu Musa’nın gidiş acısıyla gözünü yitiriş acısını karşılaştırır Durkadın ana. “Gözümü ilk yitirdiğimdeki, ığım ığım acıya hiç benzemez dikilen bir ağulama aldı içimi. Ağulanma ki çıkar görelim diyen olsa şöyle elimi yüreğimin başına daldırıp incecikten yeşil bir yılan koparıp çıkaracağım gün gibi ayan ve belli. Acının yılanı içimde bitiyor, yürüyor, kanı canı tamamlanıyor derdimce.”

Gözünü yitirişini sarı renkle betimlerken “İçim karnım sarı sarı titredi.” (S.21) oğlun yitirilişini daha koyu olan yeşil renkle tanımlar.

   Burada aynı zamanda “bebek” kavramına gönderme vardır. Birincisi “göz bebeğini” yitiriştir. Çok değerlidir. Yokluğu büyük yoksunluktur. Büyük acı vermiştir. İkincisi “kendi bebeği Musa”dır. Daha değerlidir, yokluğu ölümcül bir yoksunluktur. Her ikisi de bedeninin parçasıdır. Gözün yedeği vardır, Musa’nınsa yoktur…

Yılan sembolizmine gelmiş geçmiş tüm kültürlerde rastlanmaktadır. Birçok anlamlar yüklenmiştir.  Edinebildiğimiz bilgileri metnin süzgecinden geçirecek olursak yok edici güç ilk simgesidir. Acının kaynağıdır. Ölümü ve yıkımı temsil etmektedir. Ama periyodik olarak derisini değiştirme özelliğiyle yeniden dirilişi de temsil eder. Yaşam gücü, yaşam çarkı. (Zimmer’in görüşü.) ( Zimmer, Heinrich; Hint Sanatı ve Uygarlığı’nda Mitler ve Simgeler) Bu anlamdan hareket edilirse metinde bir umut ışığı bırakılmıştır.  Acının kaynağı yılanın yine şifa kaynağı olma olasılığı da vardır. Bu Jung’un gözlemidir; imge homeopatinin sezdirimidir. Homeopati: Bir hastalığın, hastalık belirtilerini sağlam bir insanda ortaya çıkarabilecek maddelerin çok düşük dozlarda hastaya verilmesiyle tedavi edilebileceği inancına dayanan bir alternatif tıp yöntemidir. Bu tanımlamayı anımsayarak  tedavinin, hastalığa neden olan unsurla tedavi edilmesi durumundan söz etmek gerek. Dolayısıyla yılan, yine yılanın neden olduğu yaranın şifa kaynağı olmaktadır. > Musa gidişiyle neden olduğu acı onun geri dönmesiyle iyileşecektir.

   Yeşil renk dikkatin ve odaklanmanın rengidir. Durkadın’ın bu acıya odaklanmış olduğunu görürüz. Tüm yaşam akışını durdurmuş oğlunun gidişiyle oluşan acıya kilitlenmiştir. Beri yandan yeşil renk sağlam bir irade ve başkalarını kontrol becerisine sahip olmayı simgeler. Durkadın ananın iradesini hikaye boyunca görürüz zaten. Onun için de yeşil yılan hem Durkadın ananın acısının (> Musa’nın yokluğu, yani Musa) hem iyileşme gücünün, hem iradesinin simgesidir diyebiliriz. 

   İkinci olarak 24. sayfada yılan metaforunun kullanılışına bakalım;

“Ipıldayıp esen yele bağrımı veriyorum. Yüreğimin başını ağulayan incecikten yeşil yılan azından azından duruluyor, yatışıyor, dinleniyor, güç toplamaya. O da dinlensin, o benim can gözümdür, şimden geri o ölürse ben de canımı teslim ederim bellidir.”

Burada kullanılışında yılana duru görü (can gözü) anlamı yüklenmiştir. Yani beş duyu algısı dışında algı gerçekleştiren aracıdır. Yatışıp dinlenmeye çekilmiştir. Artık oğlundan olağan biçimde haber alamayacak ana duru görüsüyle (yeşil yılanla) onunla iletişim kuracaktır. 

   Yılan metaforu daha sonra 29. sayfada belirir. Osman geri gelmiş, olup bitenleri anlatmış tüm köyü, ama asıl Durkadın anayı kaygı almıştır. Der ki; “İçimin ağrısının belirmesini ince yılanın yeşermesini asıl o sabah tanıdım, bildim. Say ki yarıklar açıladuruyorda etlerimde.” (S.29)

   Peki. Bunun bir çığlık olduğunu içimizdeki titreşimlerden anlıyoruz. Her ne kadar olağan bir sesle söylenmiş, sözcükler, söz dizimi olağanmış gibiyse de… Buradaki anıştırmanın kapısını çalmalıyım. Yeşerme bitkisel büyüme karşılığı olmasına karşın yeşil ortak noktası kullanılarak, yılanın şekli gözetilerek, artan üzüntü ve kaygı yeşerme olarak tanımlanmıştır. (36. sayfada da yeşerme olarak tanımlanır.) Ayrıca, bu kere yılanın ortaya çıkışı, içinde yarıklar açılması denli derin ve acıtıcıdır. Oğlunun yaşamının tehlikede olduğu artık besbellidir ve annenin çaresizliği çok derinleşir.

   Son olarak 36. sayfadaki yılan metaforu, Durkadın ana sahildedir, oğlunun geliş zamanını beklemektedir. Okuyalım;

(…)(Dolunay)Kemiğe kesmiş göğüslerimin altında çöreklenmiş bekleyen yeşil incecikten yılanı uyarır. O yılan kötülük içredir bellersin ya yanılırsın.

“Unutma,” der bana.

Ağusunu, analığın ne olduğunu bilen can ağacıma siyim siyim yayarak.

“Kanı unutma,” der.

Yılanın iyisi yoktur elbet… Madem sürünür, madem ağuludur, madem gülemez ve ağlayamaz, kötüdür. Kötü olmasıdır şimdilerde iyi. Yapılanlara alışmayayım diye her gece filizlenmesi iyidir. “ (S.36)

   Dolunay simgeselliği : Dolunay genellikle dişil ilke simgesidir.

Farklı evreler geçirerek form değiştirmesi, biyolojik ritimler ile ilgili işlevleri nedeniyle döngüsel değişimin ve yenilenmenin simgesidir.

Zamanın, doğum- ölüm- yeniden doğuş çemberinin sembolüdür. Analığın simgesidir. (ilk dördün; bakire, dolunay; ana, son dördün; yaşlılık)

   Metne dönersek ayın gel-git etkisini göz önünde bulunduruyorum ve dolunayı umut olarak yorumluyorum. Dolunayın yaşlı göğüsleri uyarması da analık duygusunu, umudu, yeniden doğuşu, Musa’nın geleceğine ilişkin işarettir.

   Çöreklenmiş  yılanın simgeselliklerini anımsayalım (elbette buraya yalnızca yorumlamamıza yardımcı olacakları almak durumundayız);

  • Kadının adet döngüsünün oluşumunun simgesidir. Bu anlamıyla iyi ya da kötü ama dinamik ve potansiyel olan gizil gücü simgeler. > Durkadın ana pes etmemiştir. Güçlüdür.
  • Bir ağacın etrafında (hikayede can ağacının etrafında tanımlıdır) ya da herhangi bir eksensel sembolün etrafında çöreklenmiş olan yılan, dinamik gücün uyandırıcı gücü, tüm büyüyen canlıların dahisi; anima mundi, yani dünyanın ruhu, saf semavi ruhun devresel varoluşudur. > Durkadın anayı da “Kanı unutma” diyerek uyarır.
  • Birçok öğretide hayatın doğum-ölüm çemberidir. Musa bir tür ölüme gidişini,  geri gelişiyle doğuma çevirecektir.
  • Zimmer’e[1] göre, yılan doğuşu ve tekrar doğuşu belirleyen hayat gücüdür ve dolayısıyla yaşam çarkı ile ilişkilidir. > Musa köye geri dönmekle tekrar doğmuş olacaktır. Yılan varlığıyla, anayı uyarışıyla bu tekrar doğuş için onu ayakta tutmaktadır.
  • Sanskritçede kundalini enerjisini temsil eder.

Kundala sıfat olarak sarmal, halka, kundalini sembolik olarak halka şeklinde kıvrılmış bir yılan olarak temsil edilmektedir. > ateşin sarma açılma şekli > ateş yılanı > uyandırıldığında ritmik şekilde yukarı aşağı hareket eden kap/rahim içinde uyuyan evrimsel dişil yaratıcı güç. >Yılan Durkadın ananın içinde “yeşeren” “her gece filizlenen” bir güçtür. Varlığı olup bitenleri hatırlatır.

Yılan eğretilemesinin dışında duygunun dışa vurumunda tam tersine gönderme yapan gülme eylemi ile ilgili incelememizi birazdan algılar başlığı altında yapacağız.

Sürecek


 

Bir Ege öyküsü Kanı Unutma’nın yakın okuması

Zeytin ağaçlarının tehlikede olduğu günlerdeyiz. Doğa ve tarihin yağmalandığı günlerde…Dil Irmağında Füruzan’la adlı dosyamdan seçtiğim otuz sayfayı aşan bir öykünün metin incelemesi değil keyifli incelemesini okuyacaksınız. Zengin bir metin olması nedeniyle incelemesi de hayli hacimli oldu. Beş bölüm halinde paylaşıyorum. Doğayı ve öz dokularımızı daha iyi koruyabilmemiz dileğiyle. İyi okumalar.

Kanı Unutma İncelemesi

Bölüm 1  

Dayanaksız yaşamayı bilenler, Cesurdurlar, Kişiyi korkutacak denli. (Füruzan – Lodoslar Kenti)

Bu öyküde dayanaksız yaşayan, cesur insanların, dünyasına gireceğiz. Dayanaksız cesur bir kadının seslendirdiği bir hikayenin kapısını aralayacağız. Durkadın Ana içindeki yılana aracılık edip konuşur; Kanı Unutma…

  Başlangıç olarak karşımızda Akdeniz ağzı konuşmayla karakter çiziminin egemen olduğu bir metnin durduğunu söylemeliyim. Aslında metin sözcüğünü bir alışkanlık nedeniyle kullanıyorum. Oysa şunu demeliyim; siz okur, bir kıyı köyüne gidiyorsunuz. Sizin için anlamı, güneş, kum, görkemli deniz ve elbette dinlenme keyfi… Bir köy kahvesi görüp çay içmek mi istediniz? Peki. Tam çayınızdan ilk yudumu almışken bakışınızı izleyen birinin söyledikleriyle, ağzınızı yakarak bardağınızdakini bitirip kalkıyorsunuz. Ona doğru yürüyorsunuz. Rengi atmış basma giysisiyle çalışkan ellerini görüyorsunuz. O andan sonra eğilip bükülen sayfalar, kalınlaşıyor… Macunsu kıvama gelene kadar oyalanırsınız. Çünkü o sırada aklınızda hikayenin adı vardır. Kanı unutma. Bir emir cümlesi. Bir de bakarsınız ki sayfa(lar) hızla macunun içine katışmaya başlar. Genleşir, uzar, hacmi değişir, bir kadına dönüşür. Der ki; “Tazelerin eline kına ne uygun gelir. Benimkilere bak bir de. Yeşili kesik ağaç dallarına benzer. Küçük bebeleri tutar olduğumda çekinirim, pamuk etlerini incitir horlarım, diye. Köyümüzün kocamış her kişisinin eli dal budaktır, dayanıklıdır.” (S.18) Sonra başını kaldırır, “Çolağın kahvesine vardığınızda, beni gösterdiler sizlere değil mi kadın kızım?” der. (S.7) Bir gözünün yerinde büzüşmüş göz kapağını fark etmemiş gibi yaparsınız. Size söyleneni de bilir: “Seni bu yana salarlarken git göredur demişlerdir. Musa’nın anası Durkadın teyze anlatsın sana bekleyişinin aslını…” (S.7) Durkadın ana “çok manayla dolu beklemesini” anlatmaya koyulur. Siz İstanbullu konuğa sorar: “İstanbullu olmasanız da soracaktır” bu soruyu ya… “Sizin İstanbul şehrinin şehir denizindeki balıklar bunlardan mı kurulur, deyiver bana…” (S. 8)

   Yazarın açtığı patikadan hikayenin içlerine yol alırken yazarın el yazısı kadar ayırt edici özgün izler buluruz. Çünkü her patika başka bir selva oscura[1]nın içinden geçer. Belki onun için Umberto Eco “anlatı ormanı gezintileri” (Selva oscura; cehennemin açıldığı karanlık orman deyimini kullanmıştır). İlk bakışta tuhaf bir kavramdır. (Çünkü sıklıkla ve yinelemelerle okuma hazzından, okumada doyumdan, zevkten söz ediyoruz.)  Kuşkusuz konu Füruzan metniyse orada izlerden, noktalardan değil bütünden söz etmek gerektiğini söylemek gerek.  Yani patikanın yönü, genişliği, çevresindeki doku, dokunun içinde kımıldanan yaşam, kokular, sesler, tatlar, duygular, kaygılar… Algılarla, ayrıntılarla örülmüş başka bir metin var elimizde. Bazen tedirgin edici bir patikadır bazen gerçekten tehlikeli bir suyolu dersem eğer, bilmem “Kanı Unutma”yı doğru biçimde tanımlamış  olur muyum?

   Füruzan’ın yol göstericiliğinde gerçekleştirdiğimiz anlatı ormanı gezintilerimiz nereye gittiğimizi bilmeyerek gerçekleşir.  Diyebilirim ki yazarın peşine takılırız. An gelir hikaye içinize sızar, an gelir tümüyle metnin içine yerleşmişsinizdir.  Okuma hazzını tanımlamaya çalıştığım bu

serüvende çabamın odak noktası Füruzan’ın düşünce ve duygu yapısına, beyin kıvrımlarına doğru yol alabilmektir. Bu bütünlükten tadımlıklar alıp inceleme metnimin içine serpiştiriyorum. Kanı Unutma boyunca hikayelik arkadaşımız Durkadın anadır.

   Hikayenin adı emir söylemi gibi durur. Kanı unutma. Ünlem gerekir ama böyle bir imleme yapılmamıştır yazar tarafından. Buradan hareketle söylemin “emir” değil “tembih” tarafında durduğu söylenebilir mi? Sanırım. Çünkü Durkadın ananın sahilde iki büklüm duruşu bir soru işaretidir benim gözümün önünde. Ne olacak? Orada oturur Durkadın…. Annenin ağzından çıkmakla birlikte yüreğindeki tehdittir. Yeşil yılan dile getiricisidir o korkunun. Her an oğlunu yitirme korkusunun simgesidir yılan. Durkadın ana bekler ve hep oğlunun ölümü için kaygılanır.

   Toplumsal bir konu ele alınmıştır. Kaçak olarak yurt dışında çalışan sünger avcılarının sorunlarını duyurmaya yönelik bir işlevi vardır “Kanı Unutma” hikayesinin. Yaşamdan ölüme yapılan dalışlarla, can alıcıyla oynanan bir Rus ruletidir bu yaşam. Yan anlamları ise tarih kayıtlarının bilinç eksikliğinden yitirilişi, eğitimsizliğin acı tabloları, devlet-yurttaş arası uçurum, aydın yurttaş- cahil yurttaş arası uçurum, işçi-işveren ilişkileri, insan-çevre ilişkileri, beri yandan Türk-Rum benzerliklerini de üstlenmiştir.

   Sünger avcılarının dünyasıdır gittiğimiz yer. Dört bir yanı vurgun yemiş erkeklerle dolu bir anne konuşur. (Dikkatli okur hikayenin söylem biçiminin konuşma şeklinde bir bildirim olduğunu anlayacaktır. Göz hizası, eşit koşulları tanımlıyorum bildirim-konuşmayla. Yakınma değildir, Seslenme olmayan bir bildirimdir.  Durkadın ana yanına yaklaşan bir “dinleyen özneye” anlatır olup biteni. Bu yöntemle sorgulama değildir, değilleme değildir… Ama bir çağrı vardır. Duyulur. Fazlasıyla yoğundur. Fazlasıyla “orada olma” durumu yaratılır. Nasıl mı? Düşünmeliyim. Çünkü bir öykücü olarak beni ilgilendiriyor bu ayrıntı. Dinleyen özne sayesinde olabilir mi? Yazı yolu boyunca bizimle birlikte olan… İsimsiz ve tanımsız dinleyen. Belli ki oranın yabancısıdır. Ama bir biçimde Durkadın ananın yakın hissettiği biri olmalıdır. (Kadınlık paydasında mı? Olabilir.)Çünkü Durkadın ana kendi yaşamından çekip aldığı ciddi ayrıntıları paylaşır, yüreğinin en kuytularına sokulmasına izin verir. Kadından kadına kadın duygularının çağlayanına tanık olunur.

   Kalabalık kadrolu bir hikayedir. Simgeledikleri nedeniyle öne çıkanları söyleyeceğim.

Durkadın Ana; Sünger avcılığı yapmak için Yunan adasına giden oğlunu bekleyen bir kaygı “heykelidir” ki kıyıda oturur. Olup bitenleri anlatan karakterdir. Akdeniz köylüsünün ana olma durumu ön planda olmak üzere yaşamı, kadın sorunları, sosyal yaşamının örneği, gösterenidir.

Kördür, bunu konuşmasının akışı içinde öğreniriz. İlkin 8. sayfada karşısındaki dinleyen kadına (ve okura elbette) açıklar bunu. Son derece güzel şu cümleyi tekrarlıyorum; “Sol gözümü gördün mü, görmezdir.” Nasıl soğukkanlı bir söyleyiştir bu, kabullenmenin gerisinde nasıl bir dram yatar… Bilinçlidir; “Yerimizin dirileri bizlerse deniz sırt dönüverirse elimiz kuru, dilimiz kuru kalıp dururuz,” der 9. sayfada. Kendisini ve köylüleri önyargılarıyla algılayan sözde aydın arkeolog kadını öyle bir tanımlar ki Durkadın ananın kişiliğinin psikolojik boyutunun bir ayrıntısını da keşfederiz. Sayfa 11’e bakalım. “Bize döndü taze, bebeyle konuşur gibi(…)” Bebeyle konuşur gibi… Ne kadar yoğundur bu cümle…

   Musa; gidişiyle hikayede gerilim unsuru yaratan sünger avcısı. O ve arkadaşları genç erkek olma halinin sorumluluklarının simgesidirler. Ekmeğini ele alma, ev ocak kurmanın koşullarından geçmektedir. Kazanmak için masaya yaşamını sürmüştür.

   Zelha gelin; Musa’nın nişanlısıdır. Evlenme meselesinin öteki yarısı olmasına ve sünger avlama işine karşı olmasına rağmen onu dinleyen olmaz. “Zelha’ysa gelinimiz olmadan işe sıvandı evde.” (S.34) Nişanlısının ailesinin bir bireyi olur nikah mikah aramadan. Üzüntü ve kaygısıyla baş etme yöntemidir belki de bu birliktelik.

   Musa’nın Babası Halil İbrahim; O da geçmişte sünger avcılığı yapmıştır. Oğlunun istediği parasal düzeye ulaşması için tarım yerine süngercilikle kısa yoldan para kazanacağını düşünür. Kaygı düzeyi tam olarak anlaşılmaz. Duygularını saklıyor da olabilir, Durkadın ananın duygularını fazla kadınca buluyor da olabilir. Kurtuluş savaşını yaşamış bir kuşaktan gelmenin gözü pekliği mi vardır onda?

   Osman; Musa ile birlikte gitmiş olan ama çalışma koşullarına dayanamayıp kaçarak köyüne geri gelen kahramanımız. Sünger avcısı olmanın, başka ülke sularında çalışma koşullarını ayrı bir açıdan izlememizi sağlayan karakterdir. Onun anlatımı gerilim unsurlarından biridir.

   İbrahim’in analğı; Vurgun yemiş çocuklu bir süngerciyle evlenmiş kadın tipidir. Üzüntüsünün içten olmadığı yönünde bir tanımı vardır Durkadın ananın.

   Aydınlar, arkeologlar: Biri kadın biri erkek, iki kişi deli zeytinlikteki tarihi kalıntıları gelip görürler. Hemen burada yazarın sesini duyarız; “Oysa insanlarımız umarsız kopmalara bırakılmalara uğratılmışlarsa asıl yargılanacak aydınlardır, halk değil. Görüyoruz çağdaşlık bizde birkaç büyük kentin pahalı semtlerinde oturmaktadır.”(Füruzan Diye Bir Öykü S. 53)

   Onların varlığı farklı bir bakış açısı getirir hikayeye, şehirli, okumuş “aydın” insan tipinin köylü, “cahil” insan tipine bakışı olarak var edilmişlerdir ama bir yansımayla karşı karşıyayızdır. “Köylü ve cahil” olan özne de onları kendi ölçüleriyle, yaşam deneyimlerine göre değerlendirmektedir.

   Hikayenin anlamı burada karşımıza çıkar; diyebilirim ki, bu anlatı tarihi eser kıyımı ve insan kıyımının bağıntısından doğar. Bu kesişme noktasından doğan, baştan sona ölümün gölgesi, tehdidinin olduğu bir hikayedir. Ölümden daha korkunç olan ölümün beklenişidir. Metni okurken tarihi eser parantezi içinde süngercilik hikayesi olarak şekillenir bellekte. Çünkü Musa deli zeytinlikle uğraşmak istemesine karşın tarihi kalıntıların değeri nedeniyle onun kazanç kapısı kapanmıştır. Her an ölüm gölgesinde yaşayan, (Belki ölümün içinde yüzen demeliyiz bu duruma, çünkü 40 metre, hatta 60 metrelere dalış söz konusudur.) genç erkeklerin ekmek kavgasında başka bir seçeneğe yönelişleridir.

   Yaşam yoğunluğunu Durkadın’ın penceresinden izleriz. Okurla dertleşir. Bana öyle gelir ki Durkadın ana konuşarak oğlunu kurtarmak, ölümün gölgesini sesiyle silmek ister…

   Dinleyen – Turist: Durkadın anaylaokur arasında kimliği bilinmeyen, uzaklardan gelmiş olduğu, şehirli olduğu ve dişi olduğu hissedilen bir dinleyen özne vardır. Belki burada onunla iletişime giren yazardır diyeceksiniz. Hayır. Bu saydam yapılı özne köprüdür. Sanırım “köy- kırsal kesim” bu denli çıplak anlatıldığında (olayları ve Akdeniz ağzını çıplak sözcüğü ile niteliyorum) zorlukla algılama tehlikesi vardır. Çünkü büyük olasılıkla okur kent kökenli olacaktır. Bu birbirinden apayrı noktalarda duran (karakter ve okur) özne bir iletkene gereksineceklerdir. Okur tarafından belli belirsiz algılanmalıdır. Ya da saydam dinleyicinin arkasında yer alırız. Böylelikle tümüyle “orada olma” duygusu oluşur. Bence. 

Hikayedeki iki ayrı eksene dönersek,1.Tarihi eser katliamı, 2. İnsan katliamı,

Metnin başında bizi içine alan girdaptan hikaye boyunca kurtulamayız; hangisi daha içimize dokunur, hangisi diğerinin nedenidir? Eğer deli zeytinlikte tarihi kalıntılar bulunmasaydı Musa gitmeyecek miydi? Musa gitmeyip deli zeytinlikte çalışsaydı bu kültür mirası ziyan mı olacaktı? Hangisi? Feci bir döngü içindeyiz. Köylülerin tarihsel kalıntılara duyarsızlığı mı daha kötüdür, devletin insanlara duyarsızlığı mı?

Halk gerçekten uzağa hiç düşmez. Çünkü maddi şeylerle, yaşama koşullarıyla zorluklarla burun buruna bırakılmıştır. –Füruzan (Füruzan Diye Bir Öykü S. 53)

Metinde ilerlemeden önce kültürle bağına değinmeyi isterim. Anadolu-Akdeniz kültürü; 1.Sünger avcılarının yaşamı üzerinden verilir. 2.Kadının toplumdaki yeri üzerinden verilir.

Bununla birlikte toplumsal yapının üç yanı ele alınmıştır.

1. Tarihsel kalıntılar motifi üzerinden;

    a) Kentli-köylü bilinç kültür, dünya görüşü farklılıklarına değinilir.

    b) Bir trajedinin perdesi açılır; sünger avcılarının ölümleri, sakatlıkları ve enselerindeki ölüm tehdidi, ölüm riskleri… S.31’ de Durkadın soruyor; “Sen Tanrısın ya, her can verdiğin rızkını ömür pahasına mı alır?” (Burada cümlenin soru cümlesi değil başkaldırı cümlesi olduğuna dikkatinizi çekmeliyim.)

2. Gittiği yerden kaçan sünger avcısı üzerinden bu işin korkunçluğu, çalışma koşulları, devletin tutumu verilir.

3. Oğulu bekleme eylemi üzerinden yaşanan köklü evlat acısı korkusu. Yaşanmış olmamasına karşın ölüp giden diğer delikanlılar (Rum veya Türk bu noktada anlamsız bir tanımdır) Musa’nın ölme olasılığını artırdığı gibi analarının üzüntüsüyle kurulan duygudaşlığı da dile getirir. Burada insan olma > ana olma temeli söz konusudur. İşte o yoğunluk cümlelerinden biri (S.34) “Dönse de başkaları gider olur. Onların kanı da bulaşır İbrahim’in kefenine.”

Ayrıca köyün;

P Günlük yaşamına ilişkin ➽ “Kimi elinde bir somun kemiriyordu, kimi ağlıyordu (S.29),

P Geleneklerine ilişkin ➽ “Havva kadının böylesi çırpınıp yırtınması biraz töre gereğiydi. Çünkü İbrahim’in babası bunu alınca, ‘Analıklı yerde yiğidin benzi sarı kalır’ diye köy ardından konuşup dururdu.” (S.28) 

P Kadın erkek ilişkilerine ilişkin ➽ “Ne o Durkadın sayrı mısın, diye kaktı beni,” (S.22) çarpıcı tablolar karşımıza getirir.

Bunlara başka konularla birlikte ayrıca değineceğim.

   Bu konunun hemen ardından metnin “kadın”la olan ilişkisine geçeceğim izninizle. Anlatıcı ve dinleyen kadındır. İlk dikkat çeken kuşkusuz budur. Ama ben Durkadın anaya odaklanacağım. Anılarında ve yaşamında gezinirken onun tutumlarını ve karşısındaki öznelerin tutumlarını inceleyeceğim, yorumlayacağım.

   Musa’nın gitme kararıyla Durkadın ananın duygularını nasıl dışa vurduğuna bakalım.

S.16 nasıl ağıtlar yaktığını görürüz. Kocası onu susturmak için ilkin döver. Yararsız bir çaba… “Her bir yanım belerip yüreğimin başı acıdan koptu da susmadım,” der. Susturamadığını görünce Halil İbrahim “Durkadın, inlemeni kesmene yediğin kötek yetmez mi? Tanrının verdiği canı aldığımda mı gücüm yetecek sana?” diye gözdağı gibi görünen çaresizce konuşmaya yeltenir. Gene dayak yer. Hiç böyle bir tavırla karşılaşmamış olan Halil İbrahim’in 17. sayfada şunu dediği duyarız; “Dur kız, hele dedi dur! Ne oluyor sana? Hele okutmalara mı varalım seni. Tan atsın her bir şey uyansın, dur, sus.” Ve sonra “Bir dam altına girip birbirimizin nikâhlısı olalıdan beri böylesi uzun konuşup danışmış değildi benimle herifim” öyle uzun konuşur Durkadın’la.  “Derdini şeytan alası Durkadın. Ne biçim olmadık huylar çıkarıp durursun. Bura insanının işidir bizim oğlumuzun yapacağı da. (…) Musa’ya ağıt tutup uyku kuşlarının çığrınmasını örtüp utanmazlık edersin. Evereceğiz. Ana oğul, deli zeytinlik adam olur bellediniz bir zaman. Olur mu be cahil kadın! Şehrin kalemli kâğıtlı adamları gelip sakın ha cezası vardır demediler mi? (…) Ben de seni gelin istemeye dünür çıkardığımda Fethiye’ye dalgıçlığa varmadım mı hı, altı ay?”

Ama yatışmaz Durkadın. Oğlunun süngere gitmesi üstelik yabancı bir yere gitmesi kör olmakla eştir onun için. S.21’ de tarlada çalışırken nasıl kör olduğunu öğreniriz. (Buradan yaşam koşulları ve sağlık hizmetlerinden yardım alma durumunun sıfır olduğu çıkarsamasını yapmak zor değildir.)

Kör olma durumuna kendisinin nasıl ağıt söyleyerek tepki verdiğini, (S.22) kocasının nasıl tepki verdiğini, (S.22) dile getirir. (Bu tepkiyi hamile kaldığını sanarak hafifseyerek göstermiştir) > hemen o arada hamileliğe ilişkin kadın ve erkeğin farklı bakış açlarını (iç içe halkalar şeklinde örgütlenmiştir verilmek istenen fikirler) görürüz. Halkalar devam ediyor. Yaşlanma duygusunu dile getirişini de görürüz. “Gene de gel aslını sor. Kadın kişinin elleri kolları çalıya dönse de gönlünde baş koyulası yumuşacık bir yer kalıyor.” (S.22)

   Peki ya Musa gittikten sonra neler olur? İlkin sevinç. 25. sayfayı okuyalım; “Adamım ilk ayın sonunda gelen bu mektubun fotoğrafın beni şenlediğini, hoşladığını görünce ilçeye varıp pazardan kıpır kıpır çiçek dağıtımlı bir basma kestirmez mi?

Karşı karşıya durduğumuzda:

-Aha herif dediydim, bunun yakışığı gelinimizdi. (…)

-Şunu Kamburun Selime’ye kestirip dikin de arada düğünlere çıkınca hayırlı haber esvabın olsun.

   Zenker Osman’ın kaçıp gelmesi, onun ardından İbrahim’in ölüsünün gelmesiyle her şey tersine döner. Durkadın ana kaygıdan yere göğe sığamaz, eve gitmez, kocası pes etmiştir. S.34:

“Eve hiç girmem.

Adamımın umudu kesik, beni zorlamaz. Yanıma bazen aşımı o iletir.”

   Bu cümleyle yoğunlaştırılmış ölümcül “bekleme(nin) durumu” devinimin yokluğu ya da azlığına (“Uyunmaz olur mu? Yenmez olur mu? ”-S.37) karşın metinde yayılım ve devinim olması nasıl gerçekleşiyor? Kişisel görüşüm, yaşamdan çekip alınmış ayrıntılarla örülmüş,

-neredeyse sayısız bölünebilen ayrıntılardır bunlar- okuyan öznenin dağarcığında-hatta fazlasıyla yeni keşifler olur-imgelerle çoğalarak gerçekleşir. İkincisi bu metnin çarpıcı özelliklerinden olan 

gizli veya görünür kıyaslamalarla yaratılan, onlardan kaynaklanan devinim ortaya çıkar. Şimdi bu devinim unsurlarına yakından bakmayı deneyeceğim.

   Kanı Unutma hikayesi, adından son sözcüğüne dek, tek karakterin konuşmasıdır. Bir tirad olduğunu söyleyeceğim. Adeta. Tiyatroda kanlı canlı bir insanın tüm becerilerinin bileşkesi olarak sunduğu tiradlar benzersiz seyir keyfi yaratır. Bu işi kâğıt üzerinde yapmanın risklerini düşünüyorum… Bir düşüncenin kesintisiz gelişimini vermenin zorluğunu… Okurun dikkati dağılır, tekdüzelik duygusu yaratır. Üstelik dilin ortak kodlarını değil yöresel kodlarını kullanmıştır yazar. (Bir tehlike daha!) Ama gelin görün ki bu tekli konuşma bir an bile sıkmaz bizi. Tersine can kulağıyla dinleriz Durkadın anayı. Kıyaslamalar. Kıyaslamalar hem hareket sağlayıcı unsurdur hem gönderge flaşları olarak kullanılırlar. İşte onlardan bir örnek  getiriyorum buraya. Süngercilerin “hırp diye elden çıkarılıvermeleriyle” (S.9) diğer az riskli işlerde çalışanların karşılaştırılması yapılır.

   S.22 de cinsler arası karşıt bakış açısı verilir. Durkadın’ın kocası Halil İbrahim geçmişten konuşur ; “Gene mi çocuğa kaldın? Kalanlar ölenlerden daha az be cahil. Varsın olsun.” Erkek için sayısal bir değerlendirmeden öteye gitmeyen gebelik, özellikle kırsal kesimde kadın için tam bir kambur, çocuk yitimi bir yıkımdır. Ama her ikisi de birbirini anlamaz.

İnce İbrahim’in cenazesi ile düşsel Musa cenazesinin bir kıyaslaması da vardır. (Gerilim unsuru.) Bu kıyaslamaları çarpıcı tablolar halinde sunan “Kanı Unutma”nın betimleme düzeyi analık duygusu açısından toplumsal yapıdır. Dişil sesle anlatılır ve annenin çocuğunu yitirme korkusu ayrıntısından okuru yakalar. Okuru yakalayan başka bir unsur da ritimdir. Ritim ne yapar? Uyarır veya yatıştırır. Burada uyarıcıdır. İki tür ritimden söz etmeliyiz. Akdeniz ağzı ile gerçekleştirilen çınlamalardan ortaya çıkan ses renkleri “dilsel kodlar.” İkincisi zaman sıçramalarıyla gerçekleştirilen ritim. Zaman sıçramalarını ayrıca ele alacağım.

Sürecek


 

KADININ BİTMEYEN KUŞATILMASI ve KADININ ÇIĞLIĞI

Füruzan’ın Türk Dil Kurumu  1975 yılı hikaye ödülünü almış, Can Yayıncılıktan 1989 yılında çıkmış , kapak tasarımı Orhan Taylan tarafından yapılmış Kuşatma adlı kitabı. Kitabın 6. baskısından 2014 yılında yaptığım Kuşatma hikayesinin incelemesini sunuyorum. Hayli ayrıntılı ve teknik bu inceleme, meraklısı için uzun olmayacaktır. Böyle bir çalışma, metinlerin nasıl yapılandırıldığına dair de ipuçları oluşturur. Okumalarımda da önemsediğim, inceleme metinlerimde de dikkat ettiğim ayrıntıları paylaşıyorum. (Ne yazık ki yayınlanmayan Füruzan hikayelerini incelediğim “Dil Irmağında Füruzan’la” dosyamdaki üç kitaplık çalışmadan yalnızca biri )Kuşatma’yı seçtim bugün. Bu eski  duran “meselenin”  günümüzde de gündemde olmayı sürdüren bir konu olması nedeniyle ilginizi çekeceğini düşünüyorum. Bir yanıyla da artık tarih olmuş bir dönemi izleme olanağı veriyor.

Kuşatma

Kitaba adını veren hikâyeye hoş geldiniz. Elli iki sayfalık sözcüklerle örülü bir kuşatmaya tanıklık edeceğiz. Yazıldığı yıllarda ne söylediğini anlamaya çalışacağım gibi yaşadığımız yıllarda ne söylediğine de kulak kabartacağım. Bu öyle bir metin ki sesini duymak yetmiyor onunla diyaloga girmeyi bekliyor.  Çoğul anlamlı, çok sesli bir metinle karşı karşıyayız. Bu noktada Umberto Eco’nun sesini duyuyorum; “… unutma ki yazar yapıtında sana yapıtını yorumlayabilmen için belli ipuçları vermektedir(…) o bilinçle yapıtındaki her noktayı, birbiriyle kesişen her göndermeyi hesaplamıştır ve metnin bu doğrultuda alımlanmasını istemektedir.”  Öyle yapmaya çalışacağız.  

Benim belleğimdeki ilk çağrışımı askeri tanımıdır; sistemli, planlı, adım adım çevresini sarıp çembere almak, yalnızlaştırmak.  Kuşatma uzun, ağır bir süreçtir. Ölüm olup olmayacağı belli değildir ama yıpratıcı, acı verici bir yaşam formunun tanımıdır. Kuşatma sözcüğünün izini sürersek eğer “düşman” kavramına ulaşırız. Bu iki sözcük/kavram hiç ilgisiz bir insanda buluşacak. Bunu aklımızda tutalım. Kuşkusuz bir takım çözümler çıkışları olur kuşatmaların ama “hasar”…

Bizim tanık olacağımız kuşatmanın dıştaki ilk halkasında bir annenin sınırlandırılmış yaşamı var. İkinci halka kız çocuğunun koşulları. Üçüncü halka kızın çalıştığı yerin/ işverenin koşulları ve kıza yansıyanlar.  En içeride de müşterinin benci içgüdüleri…

Kuşatma, Raşel’le başlar. Vitrin camlarını siler. İçeri girer. Okur da peşinden. Hem onun yapıp ettiklerine tanık oluruz hem, dükkân ve çevresine ilişkin fikir sahibi oluruz. “Çeşit” adlı tuhafiye dükkânındaki renkler, kadınsı malzemeler, ip, kumaş, dantellerden yayılan kokuları duyarız.

Cinsiyetsiz bir anlatıcının sesiyle duyacağız hikayeyi. Zaman zaman o susacak ve karakterlerle karşı karşıya kalacağız. Farklı sosyal kesitlerden, farklı kültürlerden -güncel deyimle- etnik kökenden yanımıza geldiklerini göreceğiz,  onları çok sınırlı tanımlayacağım,  çünkü benim burada asıl amacım işlevlerinin ne olduğunu anlamaya çalışmak. İşte kahramanlarımız;

Nazan;  Eksen karakter ve hikâyenin tek etkisinin üzerinde şekillendiği kahramanı. Kuşatılan, çözüm üretme yetisi ve seçeneği olmayan Nazan. On iki yaşında çalışmaya başlayıp,  şimdi (biz onunla karşılaştığımızda) on dördünü sürmekte olan kız çocuğu. Babasızdır, evde dikiş işleri yapan annesiyle yaşamaktadır.

Nazan’ın annesi;  İsimsiz kadın. Ad kişiyi yanımıza çağırmak, kişiyle ilişki kurabilmek anlamını taşır. İki kişi arasında ad söylemek bir bağ, bir sevgi bağı oluşturmak demektir. Nazan’ın annesinin adını çağıracak kişi yoktur. Biz onunla tanıştığımızda kocası ölmüştür. Yazar bu bağın kesilmesinden sonra tanışmamızı istemiştir. Adsız kadını Nazan olmazsa yitiririz. Derinlemesine de ilişki kuramadığımız bir karakterdir.

Ayrıca belirtmeliyim ki bu anne çökmüş annedir. Çökmüş sözcüğünü çile çeken, sağlığı bozuk, seçeneksiz olarak kullanıyorum ve biraz daha açmak isterim.  Kendisine ilişkin duygularını yitirmiş “Epeydir saçlarını bir firketeyle ensesine topluyordu. İlk akları gördüğünde… (S.65)” Parasızlık tehdidi, içine korku olarak yerleşmiştir. Kafası karışıktır. Evlenmesi çözümmüş gibi gösterilir dışarıdan bir kişi(bakkal) tarafından ama ruhu kabul etmez. Böylesine duyarlı olmasına karşın içsel ve dışsal dünyanın kaygısız yerler olmadığını anlatan, kaygı duymaması için gerekli donanımı sağlayabilen bir rehber olamamıştır kızına.  “Nazan’da gelişen, ince açığa çıkmayan değişmeyi izleyememişti annesi.” (S. 76)

 “Anneme illet oluyorum. Arada kızsa bağırsa daha iyi. Hep gülümsüyor, hep gülümsüyor.”  S.97 (…) “Anneme bak, büyüdüğümü görmüyor. Hani anneler büyümeleri bilirdi?” (S. 97) Tüm yapabildiği kızı ve kendi için karnını doyurmakla sınırlı gelir sağlamaya çalışmaktır.

Der ki 65 . sayfada ; “… aç kalmayacak kadar yemek, açık olmayacak kadar barınak…”

Nigar; Komşu kızı, manikürcülük yapıyor. Evinin tüm gelirini o karşılıyor. Nazan’a iş bulan da o. Bulunduğu toplumsal tabakada pek de fazla olmayan seçeneklerden birini kullanmış, bedelini sineye çekmiş, ayağa kalkmıştır. “Nigar” dan “Nigar Abla” ya doğru oluşan değişimiyle bir kıyaslama noktasıdır. Toplumun ikiyüzlülüğünün aynasıdır. Bir ailenin geçimini omuzlamış yiğit bir kadındır ama geleneksel olmadığı için(her şeyin ahlak penceresinden izlendiği cemaat toplumları) onun da başka bir kuşatma altında olduğu bilincimize sıçrar. “Abla” kuşatması.  Danışılandır (S. 60) “Mahalledekiler bazı öğrenilecek şeylerin Nigar’a sorulmasından yanaydılar…”  ama yine aynı insanlar onu yok sayar. Sayfa 63’e bakalım;

-Baban nasıl Reha? -İyi. -Annen nasıl? -İyi. Nigar sorulmazdı. (…)

Nigar, bu yalıtılma onda değişim yaratmıştır. Aynı sayfada anlatıcı şöyle der; “Nigar kız değildi ya, buydu ışığını alıp götüren. (…) Mahalledeki anneler, oğullarına ondan ‘Zavallı Nigar, yazgısı kötüymüş’ diye söz ediyorlardı. Bununla bazı şeyleri engelliyorlardı.”

Neyi engelliyorlardı diye düşünürüz? Acaba bu gizli korumaya benzer tutum olmasa mahallenin erkekleri de Nigar’ı taciz mi edeceklerdir? Belki. Bu konularda sürü davranışı ortaya çıkar ya… Yazar bunu sezinlememizi bekler. Nigar, Nazan’ın geleceği şeklinde hissettirilir. Bu yanıyla baktığımızda “gerilim /spazm unsuru” dur.  Ayrıca Nigar’ın davranışı kadınlık yöntemlerinden biridir. Hem yoksulluktan hem kuşatılmışlıktan kaçıştır Nigar’ın yaşam mücadelesi. İkinci yol evlenmektir, örneği Nazan’ın annesidir (o da trajik hale gelebilir ama. İşte baba ölüp gitmiştir, kalakalmışlardır) ve okul arkadaşı Neriman’dır. Üçüncü bir yol yoktur toplumun bu tabakasında.

Raşel; Nazan’ın iş arkadaşı. Hikâye onun vitrin camlarını silmesiyle başlar. Bir yaşam amacı vardır; İsrail’e gitmek. Yahudi genç kız, Madam Sara’nın da bir zamanlar böyle insan canlısı olduğunu düşündürür bize.

Madam Sara; Nazan ve Raşel’in çalıştığı Çeşit adlı tuhafiye dükkânının sahibi. Nazan’ın yaşamındaki değişikliğe neden olan kişidir. Yalnız bunu bir düşmanlık gibi yapmaz. Çıkarlarını korumaya çalışmaktadır. İki kez de onun “gençlik elden gitmeden” düşüncesiyle yaşamı “eğlenceli kılmak” tan yana olduğunu duyarız. Biraz da kültür farkından kaynaklanan bir düşünce kalıbıyla karşı karşıyayızdır kanımca. Cinselliği yaşamakta kadın ve erkek eşittir onun düşüncesinde. Yetişkin Yahudi- kadın tiplemesidir.

Hurşit; Dükkân civarındaki kahvecinin Kürt çırağı. Nazan’la flört etmez, oysa yaşıtı olması nedeniyle, uygun olandır. Yoksul olduğundan Nazan için kayda değer değildir. 

Eczacının oğlu; Anlatıcı onu şöyle tanımlar, “Köşe eczacının oğlu” eşya tanımı gibidir. Gönül meseleleri için uzak bir olasılık.

İzhak; Madam Sara’nın kocasıdır. Madam Sara’nın belleği kanalıyla tanışırız. İsrail’e gitmek istemektedir (karısının aksine). Bunun için olabildiğince para kazanmayı amaçlamaktadır.

Neriman ; Nazan’ın arkadaşı. İlk bakışta yalınkat tiplerden biri gibi görünse de önemsememiz gereken karakterlerden biri bana kalırsa. (O nedenle karakter diyorum.) Belki Nazan’ın “durumunun” zıddını yaşayan biri olması nedeniyle. Bir yaş büyüktür, evleniyordur. Onun düğünü olduğu gece Nazan ikinci büyük sarsıntısını yaşar. Nazan’ın “değillemesi” olarak var edilmiştir adeta.

Reha; Nigar’ın oğlan kardeşi. Abla’nın seçtiği yaşam biçimi bu çocuğa (da) nasıl yansıtılır  -toplum tarafından- onun üzerinden izleriz.

 Tahsin; Nigar’ın babası. Denetimini yitirmiş aile reisi tiplemesidir. Her şeyin farkındadır ve tek gelir kaynağı haline gelen Nigar’ın evlenmesini istememektedir. Nigar’ın bu ikiyüzlü yaşam içinde para nedeniyle varlığını sürdürmesinden yanadır.

Suat Bey; Nigar’ın işverenidir. Nigar’ın gelir düzeyini hakça yükseltmeyen insan modeli. Buradan salt çalışmayla kadınların yalnızca sömürüldüğü, çaresiz bırakıldığı (Madam Sara’nın da öyle aman aman haftalıklara zam yapmayacağı söylenir) bu tip üzerinden vurgulanır.

Yozgatlı; Nazan’ın annesiyle bir zamanlar evlenmeyi isteyen bir adam. Bir kadının vicdan muhasebesi yapma noktası. Yoksulluk, yalnızlık veya olabilecek iyi koşullar ama bağlanma korkusu…

Çingene kız; Hikayenin  68. sayfasında bir tablo olarak gördüğümüz. Pencerenin öte yanında (arada saydam bir sınır vardır), mezarlıkta yabanıl otları toplamaktadır. Nazan’ın annesinin gözleriyle görürüz onu. Başına buyruk kadın tiplemesidir. Nazan’ın annesi şöyle düşünür; “Aç kalmamak mutluluktur. (Benzeşme noktası.) Onlar da aç değil. Gene de bize aykırıdır yaptıkları, utanmamak bize yaraşmaz…(farklılık noktası)”

Nazan’ın babası; Bulutsu bir görüntü olarak çoğunlukla annenin anılarından tanıdığımız, ölmüş olan, ailenin yitirilen güvenliği, yitirilen mutluluğu… Ölümü anne-kızın yaşamını tümüyle değiştirmiştir. Bu sarsıntı anne yanından etraflıca anlatılır. Nazan yanı ise çok kesin, neredeyse patlama olarak niteleyebileceğimiz bir şekilde verilir. S. 73; “Sonra bir gün pencereleri silerken, pervazın birine, boydan boya kurşun kalemle “babam öldü” “babam öldü” diye yazdığını görmüştü annesi.” Bu zihinsel bir sarsıntının dile getirilişi olduğu gibi aynı zamanda okurda da zihinsel sarsıntıya neden olur. Barthes’in satori tanımına uyar mı bilemiyorum.

Kazibe Hanım; Nazan’ların komşusu. Yoksul kadın tiplemelerine devam ediyoruz. O da tek başına yaşam savaşı vermeye çalışan, bazı toplumsal yargılardan sıyrılmış (çünkü çaresizdir) kadındır. 74. ve 76. sayfalarda onun hakkında bilgi ediniriz. Duldur, “arada Kızılay’dan yemek aldığı söyleniyordu. Karda kışta elinde bakır tenceresiyle caminin yanında beklediğini görenler vardı. Kimse yüzlememişti gerçi…” Kazibe Hanım’ da toplumsal organizasyonun olmamasından kaynaklanan mağduriyetler çeşitlemelerine bir örnek olarak var edilmiştir. Kendi seçimleri dışında hayatın akışı nedeniyle ortaya çıkan mağduriyetine kişisel/kestirme çözümler üretir. Onu tanıyınca keşke yerel yönetimler bu tür durumdaki kadınlara yarım günlük işler, meslekler vs. edindirse dersiniz. Kızılay’dan yemek dağıtmak kolay çözümdür.

Haluk Bey;  Bir kadının yaşamını sömüren, hayatını çarçur etmesine yol açan unsur olarak vardır. (Hem Madam Sara’yı sömürür borcuna karşılık istekleriyle hem Nazan’ı.) Bir yok edicidir. Bir mavi sakal! Sayfa 86’ da Hürşit’in tanımıyla “Rengi uçmuş herif.” Onu en sona bıraktım. Çünkü hem onun hakkında etraflıca düşünmeliyiz hem de o hikâyenin hayli yol almasından sonra karşılaştığımız biridir. Ama gelmiş geçmiş erkek içtepilerinin cisimleşmiş bir örneği olarak Çeşit mağazasının kapısından girdiğinde neler olacağını bilmiyoruzdur. Yazar kuşatmanın son aşamasını vurucu darbeyi, onun yaptığını, bizden gizlemiştiri. Kapıdan ve hikâyeden içeri girer, 85. sayfada “Haluk Bey’e gösterilen ağırlama en çok alışveriş yapan Bayan Cazibe’yle Kızı Sibel’e bile yapılmazdı,” diye fısıldanır kulağımıza.  Demek oluyor ki adam canı ne isterse onu yapmaya alışmış. “devetüyü paltosu, parlatılmış düzgün taranmış saçları, özel tıraş losyonu…” Zengin biri evet. Temiz huylu iyi ahlaklı… Adının anlamı bu. Ne çok Haluk Bey’ler var olmuştur, ne çok olmaktadır hala… Tam da bu noktada paylaşmak isterem; Füruzan hikâyelerine ilişkin sıklıkla “düşmüş kadınlar ve kızların yaşam mücadelesini anlatır,” derler.  Ben de diyorum ki “düşmüş erkekleri inceler” Nasıl mı? Söyleyeyim.  Kibar tabakanın cebi dolu Haluk’u küçük kızların peşindedir. Düşmüş olan odur. On dört yaşındaki bir kızın kırmızı çantasına para tıkıştırarak anlık zevkini doyurmaktan daha düşük bir davranış düşünebilir miyiz? Kuşatma bunu irdeler, “düşmüşlüğün” nedenleri üzerine eğilirken, ayıbı üstlenen dişi öznenin durumuna büyüteç tutar. Çevrenin hiç bir şey yapmadan uzak durması “Abla” lafıyla kuşatmanın sınırlarının çizilmesi. Tam tersine gönderme yapar bence. Düşmüş denilen Nigar ve sonrasında Nazan’ın değil, bu temiz huylu ahlaklı (!) Haluk’un düşmüş olduğuna gönderme yapar.

Elbette bu arada dikkatimi çeken isimlere ilişkin bazı noktaları da paylaşmadan geçemeyeceğim. Nazan adının anlamı, nazlı, işveli, cilveli olmasına karşın tümüyle farklı bir portreyle karşı karşıyayızdır.  Sessiz, içine kapanık biridir.  Neriman, yiğit cesur anlamlı olmasına karşın savaşmayı değil, kısa yoldan on beş yaşında evlenmeyi, kolay yolu seçmiştir.  Nigar ise resim gibi güzel, güler yüzlü anlamındadır ama S. 63’ da belirtildiği üzere  “giderek sessizleşir, gündüz ortalarda görünmez olur, gülmez olur…”

Üç genç kız, adları N ile başlar, sanki başlangıç noktaları aynıdır; yaşam zorluğu ama sonraki harfler başkalaşımlarıdır… Anlatıcı okur iletişimi konusunda mesafeli bir iletişim hissedilir bu hikâyede. Tacize uğrayan kızları kuşatan koşullar onları kuşatan duygular biçimsel bir titizlikle incelenmiştir. Çok ağır bir konu işlenir Kuşatma’da.

Şimdi hikâyenin kurgusuna geçmek istiyorum. Adı “Çeşit” olan bir tuhafiye dükkânı. (Hikâye mekânı tuhaf şeyler satıcısının dükkânı, tıpkı yaşam gibi! Muhteşem!) Çok sevdiğim sözcüklerden biri; tuhafiye. Garip, kadınca bir sürü ayrıntının satıldığı inanılmaz çeşitlilikte mal barındıran o dükkânları bilirsiniz. Tuhaf şeyler satıldığı gibi tuhaf şeyler de yaşanır “Çeşit”te.  Başka bir çeşitlilik daha vardır. Farklı kültürlerden insanların gelip gittiği bir yerdir orası. Bu dükkânda bir güne tanık oluruz. Sabah başlar, Raşel vitrin camlarını parlatırken gideriz oraya. Toz alınır, sabah çayı içilir, her günün tekdüze işleri ve onlardan bir tanesi eczacının oğlunun her sabah geçişinin izlenişi vs. gün boyu çalışılır, çörek almaya gidilir (o gün Nazan gitmek istemez), Haluk Bey gelir, Nazan dükkândan erken çıkmak ister, arkadaşının düğününe katılması gerekiyordur, bir punduna getirip Haluk da onunla çıkar, sinemaya giderler, taciz ve sonra kız düğün mekânına gider. Bu dramatik öğelerden biridir; iki kız biri 15 yaşındadır evlendirilmektedir ahlakçı pencereye göre paçayı kurtarmıştır (!) Diğeri 14 yaşındadır, kullanılmıştır.  Her ikisi de çocuk-kadındır!

Bu akış içerisinde “durumu” -böyle diyelim- yazarın doğrudan aktarmadığını görürüz. Nigar’la yapılan kıyaslamayla derinden bir tehdit olduğunu sezinleterek derece derece-tıpkı kuşatma gibi- artırdığını, görürsünüz. Bu merak unsurundan daha farklı bir şeydir. Tokat havadadır, ne zaman ineceğini bilmeden öyle beklersiniz. Çok etkili. Diken üstünde duruyorsunuz.

Dükkân ve oraya gidip gelenler, anıları, geçmişleri, duyguları zaman sıçramalarıyla, bilinç akışlarıyla aktarılır, anlatının hacmi inanılmaz boyutlarda genişletilir. Bu konuya zaman unsurunu incelerken tekrar değineceğim.

Hikayenin örgütlenmesinde çatışma unsuru yoktur. “Kuşatma” adım adım kahramanı çevreleyen önce ekonomik, sonra cinsel sömürünün kuşatmasını anlatır. Hareket sağlayan unsur kıyaslamadır. Nigar-Nazan kıyaslaması tümüyle haksızlık yüklü olduğu için kışkırtıcıdır. Buna tam bir başkaldırı diyemeyiz. Ama metin öyle örgütlenmiştir ki karakter veya anlatıcıdan herhangi bir başkaldırı sezinlemezsiniz. Başkaldırı okurda olur. Kışkırtma tıpkı bir enjektörle okurun yüzüne zehiri fışkırtırcasına gerçekleştirilir; bağırırsınız. Okurda yarattığı duygu düzeni budur.

Çarpıcı ara olaylar vardır. Bir iki örnek vermek isterim, kuşkusuz her okur başka güzellikler keşfedecektir.

  • Çeşit dükkânının bulunduğu sokak.
  • Kazibe Hanım’ın yaşam hikâyesi.
  • Nigar’ın babasının ve annesinin hikâyeleri,
  • Nigar’a görücü geldiği gün evdeki “O girişi çıkışı kapı açışı bol gün…” (Buradaki belirimin özellikle tadını çıkarmalıyız. Umut vardır o günkü koşuşturmada, her anında her deviniminde umut… Eğer gerçekleşirse Nigar toplumda kabul edilecektir. Çirkin ördek yavrusu masalı bitecektir…)

Sanırım bu örneklerin hemen ardından betimlemeler, belirimlerin olduğu, benim seçtiğim tanımlamayla “tablo”lara bakmanın tam sırası.Hemen belirtmeliyim ki, çalışmamı yaparken “en beğendiğim” diye not aldığım yirmiden fazla tablo saptadım. Kuşkusuz bunların tümünü burada paylaşmak insafsızca hikayenin tadını kaçırmak olacak. O yüzden içlerinden bir eleme daha yapmayı deneyeceğim.

  • Madam Sara’nın düğünü. (S.54)
  • Nazan’ın annesinin ikinci koca adayıyla karşılaşma sahnesi (S.64-65)
  • Nigar’a görücü gelmesi söz konusu olduğunda hazırlanışı (S.62)
  • Nazan’ın annesinin dispanserde yaşadıkları, hasta kadın > başını çevirip pencereden dışarı bakışı> Çingeneleri izleyişi (S.67)
  • Nazan’ın babasının ölümü sahnesi. >  Nazan’ın Annesi ve Nazan üzerindeki izleri.
  • S. 76’ da anne kızın iletişimini, neşesini anlatırken tersine gönderme yapar; gerçekte yaşamlarında gülünecek bir şey yoktur. Bunu keşfeder ve ağlamaklı olursunuz.
  • S.77 ve 78’de anne kızın ilk ve son hıdrellez gezmeleri anlatılır. Mezarlıktan geçilerek gidilip gelinir. Çok çarpıcı bir ayrıntıdır.
  • S.96’ da taciz sonrası Nazan’ın gözüyle sokağı ve evini izleyişimiz.

Şimdi bu tablolarla ilintili olmaları nedeniyle ama ayrı incelemeyi yeğlediğim bir iki tabloyu ele almak isterim.

İlk kan sahnesi; bu bir erginlenme tablosudur. Bazı alıntılar yaparak ilerleyeceğim;

“İlk kanı gördüğünde helâdan çıkamamıştı bir süre. Tepedeki delik gibi camda eski kümes tellerine karışmış bir uçurtma görünüyordu. Çıtalarının bir yanında rengini belirten kırmızı kaplama kâğıdı kalmıştı.  (…) Epeydir helâ camının tel kafesine takıldığı belliydi. (…) Onca rüzgâra karşın el kadar da olsa biri direniyordu orda, kırmızı…

Burada çok ilginç bir belirim vardır. Karakterin bakışı önce aşağı doğrudur, bacaklarına doğru: aybaşı kanaması > anne tarafından daha az korunan başka bir hayata geçiştir.  Kanı görüş > rahimden gelen > çocuğun dünyaya getirilişi ya da düşük yapmanın kanı [1]> sonra korku nedeniyle başını yukarı kaldırır “tepedeki delik gibi cam”a bakar. Bunu iki şekilde değerlendiriyorum. 1. Vajinaya gönderme yapan bir algı 2- Bir tür sığınma, yakarış.

“eski kümes telleri” > kümes telleriyle kapatılmışlık duygusu, engellenme, delikli yapısıyla aldatıcıdır, engel varmış gibidir ama dışarısı izlenebilirdir. Yokmuş gibidir ama aşmak isterseniz canınız yanar; kümes telleri… Eski kümes telleri >> kadını hep sınırlayagelen değerler sistemi… Özgürmüş sanısı yaratan delikli, hava geçirgen sınırlar, yok zannettiğinde canını yakan gergin teller ergenlikle başlar bunlar.

“bir uçurtma görünüyordu” > uçmak,  kaçmak çağrışımı/istenci. Uçurtmanın kırmızı parçası duygularına gönderme yapıyor olabilir mi? Nazan’ın, korku, parçalanmışlık duygularının simgesi gibidir.   “Epeydir helâ camının tel kafesine takıldığı belliydi” uçurtma>  uçmak kaçmak çağrışımı >  ama çaresizlik (kümes telleriyle engellenmiştir, uçurtma da oraya sıkışmıştır,) bakan özne gibi.  “Çıtalarının bir yanında rengini belirten kırmızı kaplama kâğıdı kalmıştı.” “(…) onca rüzgâra karşın el kadar da olsa biri direniyordu orada,” Bakınız bu umut noktasıdır işte. Parçalanmış da olsa, sakatlanmış da olsa bir parça uçurtmadan kalan, kırmızı, el kadar olan, titreşip uçma taklidi yaparak ama rengi solarak direnmektedir… Ne olursa olsun bir parça uçurtmanın (kaçma olasılığı) kırmızının (bu bir parça kırmızı burada yükseliş karşılığıdır) bir parça umudun varlığı olarak durur.

Kırmızılara odaklanan kahramanı izleriz. Simgesi kademeli olarak anlam değişikliğine uğrar:

(…) incelmiş kiremitler savruluyordu hemen(…)

(…) yerdeki iplikleri seçilen, kilimin kırmızısı ölüydü.  (S.58)

Burada kırmızı önceden inanılan değerlerin feda edilmesi, öfke anlamıyla karşımızdadır. [2]

Bakış, aşağı doğruyken helânın tel örgülerine kaldırılır gözler > uçurtma görülür > uçurtma >sihirli halıya mı gider? Başka yere taşınma, kaçma isteği, ruhsal uçuş simgesi >  kaçıp gitmek isteyiş. Ama tel > tutsaklık çağrışımı!  Dalgalanan duygular. Tersine yorgan altına sığınılır! Oyun oynamaya arkadaşlarının yanına gitmeyi reddeder Nazan, yorganın altına sığınır.  Bir şeyler geri gelmemecesine kayıp gitmiştir.

Nazan’ın bayramlık kırmızı giysisi; çocukluğun geride kalışının yas giysisi. Öncelikle bu giysiye ilişkin kazı çalışmaları yapalım istiyorum. S.97 ve 98’de kopuşun simgesi olan giysi. Anneden kopuş, çocukluktan kopuş, sarsıntının getirdiği zorunlu hal… Burada öfke, feda edişi simgeleyen kırmızı… “Bıktım artık, bıktım. O giy dediği şeylerden,” diye düşünür Nazan 97. sayfada. “Kıpırdandıkça yanları çıtır çıtır sökülüyor” dur. Büyüyordur çünkü küçük kız. “Yıkanınca sörpmüştür kumaşı.” Yıllar kumaşın üstünden geçip gitmektedir, soldurmaktadır. İnsanları soldurduğu gibi…

Nazan’ın kırmızı çantası; Nesne –özne/ben ilişkisi önemlidir. Hem öznenin çantaya yüklediği anlamı önemsemeliyiz,  hem de duygusal dışa vuruma aracılık ettiği için önemli bir nesnedir. Saat de öyle. Onu hikayenin birkaç yerinde farklı anlamları yüklenmiş olarak buluruz. Bakalım; çantanın kırmızı olması fedakârlığı da içeren coşkulu bir hayat süreci beklentisi gibi durur. Kazanılan paralar orada taşınır. Plastik olması ise yapay/zorlama olduğunun işareti olabilir mi? Çantayı ilk gördüğümüz yer, 50. sayfadadır;  “Askılı çantası vardı artık.” Artık… Geride bırakılmış bir şeyler ve bundan böyle beslenen umutların anahtar sözcüğü. Durumu/kendini hafif büyümseme… Devam ediyorum; “Çantayı açıp kapamak, kapanırken çıkan çıt sesi çok hoşuna giderdi. (…) Hem ürktüğü bir büyümenin başlangıcındaydı, hem de çantanın kapanış sesi incelik gerektiren açılışı hoşuna gidiyordu. Omzuna onu astığından beri de küçük adımlar atar olmuştu.” (S.54) Bir anlamda büyüme/erginlenme işaretlerinden biri olarak yer alır kırmızı çanta. Sonra 90. sayfada “ Çantasını aldı, elleri kabuklanıyor, üstelik pul pul da kalkıyordu, daha kışın koyusu başlamamışken,” cümlesiyle yoksulluğuna gönderme yapılır. Geliyoruz 93. sayfaya  “Adam paraları alıp Nazan’ın elinde sıkıca tuttuğu çantasına koydu. Nazan iki yıldır çantasını sıkı tutar, saatinin kayışını arada yoklardı.” Burada da baskılama çanta üzerinden yansıtılmıştır. Sayfa 95’teki söylem tümüyle duygusal dışavurumdur; “Plastikten yapılmış kırmızı çantasını bir süre nasıl taşıyacağını kestiremedi. Caddeye çıkana dek omzuyla elleri arasında gitti geldi çanta.” Sonra yine bir duygusal dışavurum cümlesi 97. sayfadadır. Karanlık > bu hem içsel hem dışarının karanlığıdır, ışıksızlık halidir, Nigar gibi ışık yitimi başlamıştır. Ona bir işaret; “Çantası sokak elektriğinin altında donuk donuk parlıyordu. Baktı, adamın içine tıkıştırdığı kâğıt paralar görünümünü değiştirmemişti hiç.” Nesne-ben ilişkisi burada özdeşleşmeye dönüşmüştür. Çanta aynı çantadır/görünümünde değişiklik yoktur ama içinde bir şeyler değişmiştir. İçine giren benliği zorlayan para= kızın içine giren benliğini zorlayan penis.

Final de bir kararlılık işaretidir. Bir muhasebe yapar; “Artık mahalleyi istemiyorum,” reddedişiyle biten karar, çocukluğunun simgesi kırmızı bayramlık elbiseye son bir duygusal bakış görülür ve 99. sayfada Nazan bir karar verir; “Çantasını omzuna astı.” Karar okura böyle açıklanır.

Nazan’ın saati; 88. sayfada saatine bakar, erken çıkmak istediğini söylemeden önce nasıl aldıklarını, nasıl pahalı olduklarını, koluna uyması için üç delik daha açtıklarını (fiziksel tanımı pekiştirici ayrıntı Nazan hayli zayıf bir çocuktur,) öğreniriz. Saat yan anlamıyla tehlikenin yaklaştığını okura işaret eder. 93. sayfada bir sığınma noktasıdır “Nazan iki yıldır çantasını sıkı tutar, saatinin kayışını arada yoklardı.” “Saatine baktı cadde lambasını altında, dokuza geliyordu.”(S.95) Eve gecikmiştir, perişan haldedir ama düğün alanına gidip annesini alması gerekmektedir. Düğünü kaçırmıştır; bir yaşam biçimini kaçırmıştır, artık onun da (Nigar Abla gibi) düğünü olmayacaktır büyük bir olasılıkla… Gizli bir ileti vardır burada.

Tüm bu tabloların/sahneleri ve elbette simgeleri oluşturan iç ve dış algıların (ki tümüyle okura da geçen canlılıktadırlar) çeşitlemelerine örnekler vermeliyiz.

Koku algısı örnekleri ;  Sayfa: 58 çirişli bez kokusu. Sayfa: 66.kirli çamaşır suyu kokusuna bulandığını düşünmek > koku algısının yanında aynı zamanda kendini küçümsemeyi tanımlar. Sayfa: 73 Yeni demli çay kokusu.

Dokunma algısı örnekleri; Bir yorum yapmaksızın bu cümleyle baş başa bırakıyorum sizi. Lütfen sayfa 72’ye bakınız: Kocasının bıyıklarının geçmiş acıtışı.

Kulak algısı örnekleri; Sayfa 58: kaynayan çamaşırların kalın fokurtusu > algı için algı. Kokuyu da duyarız… Sayfa 71: Yazlık sinema sesi. Bu algı aynı zamanda artık yaşamımızda var olmayan bir sosyal alanın betimlemesidir. Bitmiş ve geri gelmeyecek olan bir yaşam şeklinin kaydıdır.

Sezinleme yoluyla algı örnekleri; Sayfa: 58; Taşlık yosun bağlıyor, kayganlaşıyordu sanki adımlarını atamıyordu.  > Gördüklerinin duyguları için; çaresizlik, korku, katılaşma halinin dışa vurumu olarak dile getirilişi. Sayfa: 62 Sonra da kovayla su serpmişti eşikten öteye, toprağa, güzel koyu bir görünüm almışta kapı önü, yaz yağmuru yeni dinmiş de kurumamış gibi. > Ferahlık, iyi duygular çağrıştıran beklenti.

Algı için algı örnekleri; Sayfa: 67; “O zaman kapı önlerinde unutulmuş leğenleri, takunyaları, götürebilecek gibi olan her şeyi toplamak gerekirdi.” > Hırsızlık olasılığı.

Göz algılarının içinde en çok ilgimi çeken  renk algılarını, algı konusunun en sonuna sakladım. İşte bana göre en çarpıcı olanlar;

  • Madam sara çilek rengi dudak boyası sürer. (S.57)
  • Raşel ve Nazan çalışırken mavi naylon önlük giyerler (S.57),
  • Nazan’ın tuvalette (ilk kanla karşılaştığında) gördüğü uçurtma parçası kırmızıdır.
  • Nigar abla onlara sarı kasımpatılar verir. (Kasımpatılarla ilgili simgeselliğe birazdan değinmek istiyorum.)
  • Kara başörtü (S.62).
  • Rengi sarıya dönük bez yığını(S.64). 
  • (…) alı al moru mor (S.66) renk bir duygulanımın tanımlanması için kullanılmıştır.
  • S. 67’ de mezarlıktaki renkler anlatılır.
  • S.68’ de Çingene’nin gözleri.
  • S.69 mavi patiska iç gömlek giyer Nazan’ın annesi. (İç gömlek içsel gizli duyguları, mavi oluşu yalnızlığı, üzüntüyü, depresyonu ve sadakati simgeler diyebilir miyiz? Peki ya saten askılar yoksulluğa küçük bir direniş olabilir mi? Yoksul mavi gömleğini taşımak için biraz kendini desteklemesi gerekmektedir. Omuzlarındaki bu ağır yük… Mavi saten askılarla omuzlarındaki dayanıklılığı artırmak istiyor olabilir mi Nazan’ın annesi?) 
  • S. 76 sarı kamyon ve yeşil ağaç çizen baba.
  • Menevişli renk (S79).
  • “rengi uçmuş herif” Hürşit’in Haluk’u tanımı renkli olmayışladır.  (S.86)

Kırmızı rengin simgeselliğine tekrar dönmek istiyorum. Kadim renk. Kan. Hayatın simgesi. Feda edilme, öfke, cinayet. Öte yandan coşkulu hayat, dinamik duygular canlılık (eros) ve arzunun rengi. İştah uyandıran, psişik rahatsızlıklar için ilaç olarak değerlenirden[3]. Mitlerde masallarda kırmızı rengin kırmızı tanrıçalardan türemiş olduğuna inanılıyor. [4] Kırmızı tanrıçalar kadınsal dönüşümün bütün yelpazesini, bütün “kırmızı” olayları cinsellik, doğum ve erotizmi yöneten ilahi güçlerdir. Özgür halleriyle üç kız kardeş hem doğum, hem ölüm ve yeniden doğum arketipininin hem de dünyanın her yanında yükselen ve ölen güneş mitosunun bir parçasıdır.

Bu algıları dile getirişleri de okurda zihinsel sarsıntılar yaratacak niteliktedir. Bazı alıntılamalar yapacağım yine, işte yazara özgü deyimler.

(…)ince ağrı çıtırtısı (S.58)  “Sıcak sarıcı sesleriyle arsız sözlerden örülmüş şarkılarını söyleyerek yol uçlarında yok olurlardı Çingeneler.” (S.67) (…) gözlerinin akını çoğaltan bakışıyla çevreyi sardı. (S.55) Yıllardır bir sehpanın üstünde unutulmuş bir küllük gibi kararıyor, kirleniyordu. (S.61) O girişi çıkışı, kapı açışı bol günden sonra ne gelen ne giden olmuştu. (S.62) Kızının çocuk boynu üstündeki sarı ince saçlarını görmek iş yaparken içini süsleyiverirdi. (S.70) Yaşlı kadının istediği tülbendi bulup da verememişti bir türlü. Nazan’ın çocukluk tülbentlerini düşünmüştü bir ara. Korkuyordu vermeye. Kızıyla ölüm arasında bir yakınlık kurulur gibisine gelmişti. (S.72) Taşlığın oraya kazan kurulduğunda koşuşturma bitmişti. Nazan’ı yandakiler almıştı. Zorlu bir şey gelip gitmişti odalarına. (S.72)  Duvardaki aynının önünden geçişlerinde sıkça bakar olmuştu kendisine. (S.76) Nazan’ın içinde karanlık, onmaz bir şeyler uçuverdi. (S.85) Nazan’ın babası mangal başında onu güçlü dizlerine oturtmuş birisiydi. Bir de mangalda kurutulan ıslanmış, buharlı kara bir ceket. (S.87) Haluk Bey onu kıstırılmış gülmesiyle izliyordu. (S.87) Dilenciler sandıkta küflenmiş gibi gün ışığında kırpışıyorlardı. (S.89) Nazan çocuk yüzündeki gözlerine birden yer etmiş tortulu bir bakışla epeyce durdu duvarın dibinde. (S. 98)

Dile getirişler sırasında yaptığı göndermelerin bazıları üzerinde çalışırsak; bu metinde en çok yoksulluğa gönderme yaptığını buluruz:S. 79 (…) dolu doluya ısıtılmamış odalarda yatmaya alışık Nazan. (…) S 88’ de (…) kat yerleri incelmiş paralarını (…) S.91 (…) Uzaktan görünen, sıcaklık içindeki masalarda bakışlarla çevrili acemiliğinin tıkayacağı iştahını (…) 93. sayfada şöyle bir cümle var; “Nazan iki yıldır çantasını sıkı tutar, saatinin kayışını arada yoklardı.” >>> Bütün mal varlığı bunlardır.

Çok zarif bir cinsellik göndergesi vardır bu metinde ve iki şekilde kullanılır. İşte o söyleyiş; “İğneyle ortalarından iliştirilmiş yaz perdeleri.” 1- Annenin mutlu evliliğini dile getiriş  >  Bir yaz gecesi iğneyle, açılmasın diye ortasından iliştirilmiş perdeleri düşünmüştü.(S.80)

 2- Küçük kızın cinsellik dünyasına geçişinin dile getirilişi için.  >>>İğneyle ortalarından iliştirilmiş yaz perdelerini biliyorum gibi geliyordu Nazan’a (S.93)

Olay gecesi Nazan’ın düğüne gidiyor oluşu ters yönde göndermedir. 76. sayfada anne-kız iletişimindeki ters yönde gönderme de çok hüzünlüdür. Şöyle anlatılır; “Nazan’ın okulunda inanılmaz gülünçlükte şeyler olurdu (…) Merdivenden düşenler, öğretmene belli etmeden kedi sesi çıkaranlar (…) Yaşamlarındaki tek gülünecek konuların bunlar olması onların yalnızca para yoksulu değil mutluluk yoksulu da olduğunun işaretidir sanki.

Vazodaki sarı kasımpatılara geldik sanırım. Harikulade sarı renkleriyle hikayenin öyle bir yerinde dururlar ki… Ben burada dönüp bakacağım onlara ama. Vazodaki sarı kasımpatıları Nigar Abla verir. (Petunya vermez petunya umudunu yitirme iletisidir. Ama hem mevsime işaret etmek için petunya yazarın amacına hizmet etmez hem de kasımpatı dramatik yapıya tam da uygundur.  Chrysanthemum, Yunancachrys- (altın) ve –anthemon (çiçek) sözcüğüdür. Yaklaşık otuz türü olan bu bitki papatyagillerdendir (Asteraceae). Vatanı Asya ve Kuzeydoğu Avrupa’dır. M.Ö. 15.yy’larda Çin’de ekilmekte olduğu bilinmektedir. (Çinde Chu-Hsien= kasımpatı kenti adlı bir şehir bulunmaktadır.) Japonya’ya 8. y.y. dolaylarında getirildiği sanılmaktadır ve imparatorluk mühürü olarak kullanıldığı kayıtlara geçmiştir. Bazı kaynaklar Japonya’da çiçek adına “Mutluluk Festivali” olarak anılan bir festival bulunmakta olduğunu yazmakla birlikte aynı zamanda krizantemler ölümü sembolize etmekte ve bu nedenle tercihen cenaze törenlerinde ve mezarlara koymak için kullanılmaktadır.  Bizde de kasımpatılar 10 Kasım Atatürk’ün ölüm günüyle neredeyse özdeşleşmiştir. Geleneksel rengi sarıdır ve yas durumu dışında armağan olarak verilmesinin anlamı karşılıksız sevgi, zayıflayan aşktır.  Bu bilgiler ışığında vazodaki sarı çiçeklere baktığımızda Nigar’ın bir karşılıksız aşk yaşadığı belki de bu duygu durumu nedeniyle (“yazgısı kötü”)  yaşamının yönünü değiştirmeye karar vermiştir. Çiçeklerin Nazan’a verilmesi de “yazgının” yaşam yönü değiştirmenin Nazan’a da etki edeceğinin gizli bir mesajı olabilir mi? Nigar’dan Nazan’a bir “yazgı bağı”. Vazoda durmaktadırlar. Ayrıca metnin içinde Nigar’a geçiş için kullanılır.  (S. 60) Diğer geçişlere (zaman sıçramalarına) birazdan geleceğiz. İzninizle metnin içinde gezen karakterlerin beden dillerine kısa bir süre dikkatinizi çekmek istiyorum. Çünkü Füruzan bu kanalı da demek istediğini anlatmada kullanır.

Bu arada belirtmeliyim ki, (tümüyle kişisel görüşüm) beden diliyle karakter derinleştirmelerini psikolojik boyutunu verir. Bazen duyguyu davranışla verir. Yüz ifadesini, bakışı, anlatırken hep yan anlamlar gözetir. Bunları okurken keşfetmek ayrı bir hazdır. 

Örneklemek üzere üç beden dili alacağım buraya şimdi.

  1. 97. sayfada Nazan sırtını duvara dayar; saplanma hali. Hareketsizleşmeyi ister o korkunç olay gerçekleşmiştir ve beyninde ruhunda oluşan burgaçlar kıpırdamasına engeldir aslında. Ama irade koyar o küçücük kız, evine ama önce düğün ortamına gider, şimdi başka bir yiğitlik yapması gerekmektedir, başına gelenleri çevresine sezdirmemesi gerekmektedir. Bir dayanağı yoktur, her ayrıntı güvensizlik yüklüdür onun için… Sırtını duvara dayar.
  2. 91. sayfada Nazan yürürken kamburdur. Tipik bir ergen duruşu olmasına karşın burada güvensizlik iletisiyle yüklüdür, kanımca. Yuvarlaklaşmış omuzlarıyla gözümün önünde canlandırabiliyorum onu. Boyun eğme, düşük bir benlik değeri hatta bir yükü omuzlayışının belirtisi. Ama öyle değil midir? Yanında Haluk vardır, gıcırtılı ayakkabıları, zengin paltosu, parlak saçları ve kızın sezgilerinin algılayabileceği bir cinsel manyetik saldırı alanı vardır… Geçitten yürümektedirler, Nazan kambur yürümektedir. Burada geçit yaya geçidi anlamının dışında Nazan’ın yaşamında bir evreden bambaşka bir evreye geçişi de simgeler.
  3. Kırmızı çantaya epeyce değindik ama burada beden dili kapsamında da eklemek istediklerim olacak, çok önemli bir ileti var, her okuyuşumuzda başka anlamlar kazanabilir hatta. Kadınlar, kendilerine güvenlerini kaybettiklerinde tedirginliklerini gizlemek için, karşı özneyle engel oluşturmak için çantalarını  (veya başka bir nesne de olabilir, burada çantadır) kullanırlar. Bizim kırmızı çantamız, Nazan’ın yani daha önce saptadığımız beden dili iletilerini yaptıktan sonra 99. sayfada omuza asılır. (İlkin ne yapacağını bilemez= tedirginlik.  Anlatıcı bize durumu şöyle aktarır; duvarın dibindedir, “çocuk yüzündeki gözlerine birden yer etmiş tortulu bir bakışla epeyce durur.” Sonra anlatıcı tek keskin ve çok yalın bir cümle söyler, “Çantasını omzuna astı.” Paragraf başıdır bu cümle aynı zamanda. Bir dizi eylem/karar/duygu dalgalanmalarından sonra ortaya çıkan bu durumu taşıyacaktır. Çantayı omuzladığı gibi.
  4. Sakız çiğneme iki yerde var, Çingene ve Nazan çiğniyor.  Nazan’ın annesi pencereden dışarıya baktığında mezarlıkta gördüğü Çingene kız, bir pervasızlık, özgürlük, başına buyruk olma halinin dışa vurumu şeklinde sakız çiğnemektedir. “alabildiğine iştahla” der anlatıcı bunu tanımlamak için.  İkinci kullanım, 94. sayfadadır ve tümüyle zıt bir görev üstlenmiştir sakız. Burada bir yas durumu oluşmuştur aslında. Nazan yaşadığı travmayı, bu yas durumunu aşmak için sakızı kullanır. Dişlerini ezme eylemini öfke yatıştırmak için kullanır, sakızın tadıyla bir teselli arayışı… Burada elle tutulur bir itki/baskı vardır, isteme durumu karşıtlığı vardır. Bağır-a-mama durumunu, sessiz çığlıkları karşılar burada sakızın çiğnenmesi. Gizli bir ilişkimiz var burada bu sakızla, kışkırtıcı ve yıkıcı bir şey bu sakız, sıkıntıyla sabır ilişkisini öylesine verir ki okuyan özneye daha fazla konuşmaya gerek var mı?  Bu kadar görkemli bir sahneyi bu kadar yalın bir eylemin içine sığdırmakla yaratılan hareketliliğin hüznünü yaşamak için buraya üç nokta koyacağım, biraz ara vermeliyiz…

Peki, hareketlilik üzerine düşünmekle sürdürmek iyi olacak gibi görünüyor. Bu metinde hareket çatışmayla değil kıyaslamalarla sağlanmıştır. Nigar’ın varlığı, sıklıkla onunla türlü nedenlerle karşılaşmamız, teknik olarak karakter tanımlamasının hikayenin içine yayılımı olarak yorumlansa bile asıl nedeni her dakika Nazan için kaygılanmamıza neden olması içindir. Nigar bir gerilim/spazm unsurudur hikâyede. 

Metnin hem irkiltici yanı hem de derinlik kazandıran unsuru zihne girme tekniğidir. Özellikle tek etkisi taciz konusuna göre yapılandırılan hikâyenin odak noktasında anlatıcının aradan çekildiği görülür. Doğrudan mağdurun bilincine girilir, algıları ve bilinç akışıyla karşı karşıya kalırız.

Yatay unsur şimdi (gerçek mekânın/olayın şimdiki zamanında) olur. Dikey unsurlar ise bir kerede verilen kısa yayılımlar yani Nazan’ın annesinin hikâyesi, Nigar’ın hikâyesi Madam Sara’nın hikâyesi, Raşel’in hikâyesi Nazan’ın Babasının hikâyesi vs. biçiminde düzenlenmiştir.

Hikâyenin tek etkisi taciz… Artık yavaşça değinmenin zamanıdır diye düşünüyorum. Öncesinde Füruzan’ın söylemediği sözler var burada onu bulup çıkarmamız gerek. Nazan 14 yaşında. İkinci yedide. Çoğunlukla kadınlara özgü bir sayı olan 7 mistik bir sayıdır. (Yeni ay, yarım ay, dolunay ve son dördün, ay döngüsüyle kadınsı döngüyü simgeler. )

Şimdi, Haluk’la Nazan’ın yürüyüşleriyle başlayıp Nazan’ın sinemada yaşadığı olaya kadarki yaşananları anımsayalım. Nazan erken çıkmayı ister, izin alır, hazırlanır, Allahaısmarladık, der. Birden Haluk’ da kalkar. “Nazan çıkmadı dışarı, durdu, saygılı görünme kaygısıyla.” (Nazik olma eğitimi almıştır.) “Madam Sara parayı geciktirmenin sağladığı iç ferahlığıyla çevik şen…” Geçitten, (burada geçidi aynı zamanda başkalaşımın ilk noktası olarak yorumlayabilir miyiz diye düşünüyorum. Sanırım.) “Nazan ne yapması gerektiğini çıkaramadığından, gene de bu adamla bir şey konuşmazsa işi tehlikeye girer kaygısıyla…”  (Gelişmemiş olan, safdil kadınla karşı karşıyayız. İhtiyatlı değildir. İçsel uyaran düzenleri gelişmemiştir. “Ne yapması gerektiğini çıkaramaz.” İkilem içindedir yolda giderken, ama bu ikilemi çözmek için elinde malzemesi var mıdır? Hayır. Çünkü Nazan bir genç kız için çok önemli olan ana babanın sevgi dolu rehberliğinden yoksundur. Okumaya devam ediyorum; “… Adam dünyadaki tüm insanların konuştuğu en olağan kelimelerle konuşmaya başladı. Ürkütücü tek söz etmiyordu. Her sözü tok, ısıtıcıydı. Salt kendi rahatına, kendi çıkarına çalışmanın getirdiği utanmamayla dolu yaşamında edindiği sözleri parlak çözümlü seriyordu art arda.” Dikkat! Gerilimin tırmanma hızının arttığı bir noktadayız. İpucu verir yazar. Genç kızlar av oldukları gerçeğini kavrayamazlar. Umursamazlar da. Sezgilerine bakalım. “Midesine bir ezilme oturmuştu. Elleri karıncalanıyordu. “Düğüne yetişsem hiç olmazsa…”  “Pasta yiyelim” diyen adama, karşı koyar. Ama bunun nedeni yoksulluğunu belirginleştireceğini düşündüğü ortama girmeyi istemeyişidir. Gururu nedeniyle girmez. “Adam elini tutar.”  Titreyişini hissedince “Sırtına kolunu sardı.”  Kızın sessizliği “adamı arsızlaştırdı.”  Boyun eğme noktası!  “kendisini sürüklemesine ses etmedi.”  > Esir düşer! Acaba pastaneye girmemesine rağmen sinemaya girerek risk alma davranışı mı göstermiştir yoksa yolunu mu yitirmiştir?  ; “… yer gösterici bildik arsız bakışlarla Nazan’ı süzdü. (Bu sinemadakileri aklımızda tutalım. Kültürle ilişkide onları yine anımsamamız gerekecek. Toplum kadın tacizinde nasıl davranıyor bunu düşüneceğiz. Aynı zamanda bu konunun ne kadar yaygın olduğunu da gizlice fısıldamıştır yazar.)  “Nazan yakından gördüğü ilk yabancı erkek yüzünün anlamlarını kavrayamıyordu.”  Genç kız yolunu yitirmiştir! “Adam ona iyice yanaştı.”  (…) “Bağıramam diye düşündü, rezil olurum.” Dikkat! Kültürün, toplumsal baskının kadına telkinlerine iyi bakalım. Rezil olacak kadındır, mağdur yani, fail değil! “Eteğini dizlerine çekti. Gizlice sürüp duran acısının sahiciliğini artık duyuyordu.” Yıkım yaşanmıştır. Gözlerimizi kapatıp elimizi göğsümüze bastırdığımız andır.  Öylesine toydur ki öylesine küçük, ego hazlarına kapılması bile söz konusu değildir, hormonları bile daha o denli çalışmıyordur. Zalim bir adamın bir anlık haz unsurudur o. Avcının eline düşen… İçsel olarak zahmetli bir yolculuk yaptığı gibi (babanın ölüm travması) yaşamı da zahmetlidir.  Yoksullukla savaşmaktadırlar. Bu hikâyenin tüm kadınları öyledir. Her biri dünya zorluklarına göğüs gererek ezilmemek zorundadırlar. Ama içsel olarak örselenmiştirler… 

Taciz sonrasına dönelim. Gecedir, karanlıktır, Nazan yolunu bulabilecek midir? Gece> siyah> gebelik sırasında rahimde kan toplanması, kanlı gösteri “nişan” doğumun başlangıcı, yeni hayatın gelişi. [5]

Şu anda neredesiniz? Nazan Kuşatmayı yaşamışken neredesiniz? Benim dışımda çok gürültü var, içimdeyse derin bir sessizlik. Küçük kızdan yeni bir yaşam formuna= “Nazan abla” geçiş tamamlanmıştır. An gelir öfke belirir içinizde… Ama yazar hala durumu yansız bir tutumla ele almayı sürdürür. Yoğunlaştırılmış sözleriyle derinleştirdiği kavrayışımızı denetlemeyi sürdürür. Nasıl ki 58. sayfada Nazan’ın annesi için “Belindeki iki üç gündür yer etmiş ince ağrı gevşemiş, çıtırtıyla çözülmüştü” diyorsa 95. sayfada “çorapları kat kat çizili birikiyordu bileklerinde” der, çocuk bacaklarını anlatmak için, çaresizliğini anlatmak için bir de. Nasıl bir ters yüz durumu vardır bu çorapları anlatışta… İncelik, incelik… En ayrıntıya inme, en ince algı, en yalın dile getiriş… Yetişkin kadın bacakları için üretilmiş çorapları dolduramayan çocuk bacakları. = Yetişkin kadın için biçilmiş rolü dolduramayan çocuk-kadın. Bileklerde kat kat olmuş naylon çorabın duruşunda inanılmaz bir acınası durum yok mudur? Tüm çarpıklığı yüklenmemiş midir bu katlar? Peki, duyguların titreşiminden sıyrılalım, teknik gözlüğümüzü takalım. Bir şeyin nasıl oluştuğunu bilmek isteyerek bakalım.

Ayrılmış öğelerin yansıttığı mozaik üslubuyla yazılmış olan Kuşatma’da kıvrıntıyı sağlayan zaman unsurunun kullanımıdır diye düşünüyorum. Zaman unsuruyla devinim sağlanır. Öncelikle hikâye zamanına bakalım.“Şimdi” de olanlar özel noktaları işaret olarak alacağım;

  • Sabah, Raşel dükkân camlarını siler.
  • Hurşit çay tablasını çevirerek kapıyı açar. (S.52) 
  • Madam Sara gürültüyle inler
  • Eczacının oğlu geçer. (S.55)
  • S.82’ de “ Öğlenden sonra saat üç olmuştu.”
  • S.83’ de Raşel ve Nazan akşam çayı için çörek alma saatine dek işlerini sürdürürler .”
  • S.85’ de Nazan çörek almak istemez. “O sıra içeri Haluk Bey girer.” Bundan sonra “şimdi”ye ilişkin akış hızlanır. Nazan çay söyler >  Nazan erken çıkmak ister > Haluk onunla birlikte çıkar > Yürüyüş > Pastane> Kız ‘hayır’der > Sinema > Kız sesini çıkarmaz > Loca > Taciz > Çantaya tıkıştırılan paralar > Çıkış > Gece olmuştur > Kız evin yolunu tutar > Düğün sürmektedir> Kız eşiktedir > Bir çocuk koşarak içeri haber verir ; “ Nazan abla geldi bak!”

Bunun dışında olanların tamamında anlatım açıları yer yer iç monologlarla  Nazan’ın annesi, Nazan ve Madam Sara’dır. Ayrıca arada bir sesini duyduğumuz anlatıcıdır. Üçüncü kişi anlatımla (teknik olarak Tanrısal bakış açısı dediğimiz) çok yönlülük sağlanmıştır.  Hikayenin “şimdisi” Çeşit adlı dükkânda bir iş gününde olup bitenlerdir. Geriye doğru sıçramalar yapılarak, zamanın çok geniş bir kullanımı, mekân genişlemeleri, kişilik tanımlarına ilişkin pekiştirmeler yapılır. İlkin sıçrama noktalarını belirlemek istiyorum. Zaman unsurunu incelerken ana çizgim bu olacak. Füruzan’ın zaman sıçramaları bilinç eşiğinde ve bilinçaltı gönderge çakmalarıdır. Bilinç dışı değil. Bilinçaltı tanımıyla içten gelen dürtülerin, davranış ve duygusal tepkilerin kaynağını kast ediyorum. Elbette geçişlerini nasıl kullandığını anlamaya çalışacağım.

Gerilim/spazm zamanı sayfa 91’ de başlar. Haksızlık yüklü, beklenmedik olmamakla birlikte (çünkü bir takım işaretler vardır) yine de iteriz kafamızda, adamın kız tarafından algısı tiksindiricidir > kışkırtır. Uzun ve ağrılı süreç, kapı çıkışında başlar.

Dediğim gibi Füruzan, zamanı bir şekilde geriye götürüp şimdi ve geçmiş arasında oluşturduğu zaman düzlemini farklı amaçlar için kullandığı gibi zamana egemenliğinin de bir gösterenidir.

Bu metinde süreyi, anılar, anımsamalarla (geçmiş/ örneğin Madam Sara’nın geçmişi)  düş kurmalarla (geleceğe/örneğin Raşel’in Kudüs planı) tek doğrultuya yerleştirir. Bilinç akışıyla geçmiş ve geleceği boydan boya bir çizgi, bir köprüyle bağlar.  Buradan elde ettiğimiz kuşbakışı algıdır. Bunun yararı ise tarihi/geçmişi hayal etmek demektir. Hem toplumsal geçmiş hem karakterin beyninden onun geçmişine gidilir. Her iki yönden yapılan anımsamalar hikâyedeki zamanla hikaye(ler)nin geçmişini de tümgörüsel kılar.

Tekrar zaman sıçramalarına dönüyorum; 1-Karakterle ilgili bütünleştirme için kullanır. 2-Hikâye mekânını genişletir.

Kuşatma’daki sıçrama noktalarına gelince;  (S.50)… para çantasından geçiş kapanırken çıkardığı çıt sesi >> İlk haftalığı alış yaşamından kesitler. “Yirmi lirasını, düşünüp taşınıp gerektiği gibi harcamasını öğrenmişti şimdi…”(S.50) > Nazan’ın yaşamından kesit, Nazan’ın belleğinden.  “Hurşit Doksan”ı dediği anda dükkân gülmekten kırılırdı.” (S.53) > Çaycı Hurşit’in yaşamına geçiş.  (S.54) Madam Sara kızları izliyor > Raşel ona havra şarkısını anımsatıyor>  Madam Sara’nın belleğinden kendi geçmişine sıçrayış. (S.55) “Raşel, “Kudüs’e gideceğim ben,” diyordu > Raşel’e yaklaşım.

“Az mı bahaneler bulmuşlardı…” (S.56) > Eczacının oğluna karşı iki kızın ilgisi, duygusal boyutun aktarımı. “Nazan’la Raşel sabah işe gelir gelmez mavi naylon önlüklerini giyerlerdi.” (S.57) > çalışma ortamlarının anlatımına geçiş. “Terlere batmıştı Nazan” (S.57) > Erginlenme dönemine sıçrama, Nazan’ın belleğinden.  (S.57) Tırnak boyama > karakter tanımı, Nigar’ın hikâyesi, Nazan’ın erginlenme anı, Nigar üzerinden eyvah duygusu. (S.60) Kasıpmatılar> Nigar’ın hikâyesine geçiş. (S.63) Nazan’ın Madam Sara’nın yanına… > ilk işe başlayış, ikna konuşmaları sırasında Nigar’ın hikâye parçaları, işi, zaman unsurunun toplumsal koşulları betimlemede kullanılması. (S.64)  Nazan’ın annesinin sezgileri ve Nazan’ın işiyle ilgili kaygılarına geçiş. (Bu olayı, Kazibe’nin hikayesine kadarki olanları, Nigar anneyle konuşurken iç içe geri doğru  ikinci zaman sıçraması olarak izleriz.) (S.65) Nazan’ın annesi kendi ikinci evlilik olasılığına geçiş. Annenin belleğinden geri sıçrama.

(S.67) Öksürük nöbetleri > dispanser > dışarı bakış > bitkiler (yeşil/yeşerme umut vs.) Çingeneler (başka kadın tipleri) (S.69) yorgunluk hissi > kocası yaşarken > Nazan’ın bakışı, değişen koşullar. (S.70) ölüm travması, annenin izlenimleri olarak hem kendisi hem Nazan için. (S.75) Kızı büyüyecekti > (ileri sıçrama ) göbek bağı meselesi (geri dönüş). (S.77) Kazibe hanımın hikâyesi > var olma savaşı veren bir başka kadın portresine geçiş. (S.80) Geriye doğru birinci zaman sıçraması; Nazan işe başladığı sabah  “Onlar çıkıp gittikten sonra” > daha geriye ikinci zaman sıçraması: “ortasından iliştirilmiş perdeleri düşünmüştü”. (Kocasıyla seviştiği bir an.) (S.82) tırnak kırılması > madam saranın hikâyesine geçiş. “Nazan kolundaki saate baktı.” (S.88) Nazan’ın yaşamından kesitlere geçiş. (S.89)Madam Sara’nın  “Yalnız yarın sabah daha erken gel,” deyişiyle  > Nigar Abla imgesine geçiş > tacizin yaygınlığına göndermeler. (S.93) “Adam ona iyice yanaştı. Nigar Abla yokuşta durup gülümsüyordu adam Nazan’a yanaştıkça.”  > mekân canlandırma, anımsama, sezgilerin verdiği alarm,  eylem canlandırma> farklı unsurların kullanımıyla yaratılan duygusal sel. 93 sayfada başlayan duygu selinin 99. sayfaya kadar giderek hızlanan vuruntularının okurdaki duygu düzeni;  iç burkulması > kıyaslamalarla telaşa kapılmak > sıkışmışlık olarak özetleyebiliriz.

Tüm bunları okurken farkında olmadan toplumsal alışkanlıklar, metnin kültürle bağını algılarız. İşte bunların bazı gösterenleri; S.75  hıdrellez ve boş inanç göndermesi,

– Kul sıkılmadıkça Hızır yetişmez. Sıkılmışlardı, donmuşlar, üşümüşler, aç kalmışlar, ölümü görmüşlerdi. Gene de o kapı hala açılmamış, Hızır yetişmemişti.  

S.70-73 ölüm ritüeli ; “Kocası zatürreeden ölmüştü” cümlesiyle başlayıp  “babam öldü, babam öldü diye yazdığını görmüştü annesi,” cümlesine dek sürer.

S.70’ de hasta için edilen dualara ilişkin tüm çarpıcı gerçekçiliğiyle toplumsal alışkanlıklar anlatılır.

S.77 Kazibe’nin kişiliği üzerinden, dul kalan kadınların yaşam biçimlerine bakmamız sağlanır. Mezarlıktaki Çingenelere bir pencereden bakan Nazan’ın annesi aracılığıyla da başka kadın tiplemelerini sunar bize yarar. (Pencereden bakışın, saydam bir engel arkasından bakışın bir tür görünmez sınır olduğu, yaşamlar birbirine karışmadan insanların birbirlerini izledikleri bir ortak yaşam alanı şeklinde yorumlayabiliriz. Başka bir konu da, Çingenelerin mezarlıkta ot topluyor olmaları, ölümden yaşam için bir şeyler oluşturmak, bir dönüşümü tamamlamak, aynı anda annenin onu izlerken dispanserde ölüme doğru (bir risk vardır. Babanın öksürüklü bir hastalıktan öldüğü anımsanırsa)gidiyor olması başka bir simgeselliktir.)

S.65’ de bir dönemin en önemli kayıt düzeneklerinden biri “veresiye defteri” anlatılır. Dar gelirlilerin bakkaldan (bakkal kelimesini terk etmiş olmamız beni çok üzüyor) yaptıkları alış verişlerin kaydının tutulduğu defterdir o. 

S. 75’ Bebek kordonunu bahçeye gömmek.

 S.92’ de başlayan sinemalara ilişkin betimlemeler.

Sinemadan söz etmişken toplum kadın tacizinde nasıl davranıyordu (ve davranıyor) bunu düşünelim izninizle. “Kültür”, kötü niyetli saldırılarda(mağduru cezalandırmak üzere) itirafa zorlamalarla, saldırıyla veya dışlamayla zarara uğratacak biçimde yapılandırılmıştır. “Düşmüş kadın” deyimi de bunun göstergesidir. “Kültür”  kadının içinde yaşadığı sosyal düzeyde var olabileceği gibi telkin yoluyla zihnine yerleşen, taşınan ve uyum sağlanan kültür de olabilir. Sayfa 93’ te kendi kendine şunu söyler; “Bağıramam, diye düşündü, rezil olurum. Daha sonra yine bu konuyu düşünür. “Artık büyüdün demezler mi? Koca kızsın, on dört yaşında, bilerek, isteyerek olmuştur ne olduysa.” (S.98) Başımın döndüğü noktadayım. Yeterince derine inmeye cesaretim olacak mı? Sürdürüyorum;

  • “Kültür” onlar kendileri gibi olanla birliktedirler >>> düğün !
  • Kendileri gibi olmayan kapının dışındadır >>> Nazan düğün bölgesinin dışındayken hikâye biter.

Evet. Şimdi farklı bir noktaya geçmek istiyorum, Nazan’ın sorgulamalarını bulup çıkarmayı istiyorum.  İlk sorgulamasını 79. sayfada yapar.  Bence hafifçe başını annesine doğru çevirmiştir. Yüzündeki değişimleri de yakalamak isteyerek şunu sormuştur;

“Sen hiç eğlendin mi anne, şimdiye kadar?” İlk muhasebenin yapıldığı noktadır diyebilir miyiz? Bildiğimiz kadarıyla. 80. sayfada şöyle der; “… ben de sana kat alacağım. Hem sen gençsin. Düğme dikmezsen genç olacaksın. Ben Beyoğlu’na çıkacağım, para kazanacağım. Nigar Abla ne yaptıysa yaparım. Burada durmakla olmuyor.”  Bir şeylerin değiştiğini izlemiyor muyuz? Çocuk yavaşça değişiyor, dönüşüyor, ölçüp biçiyor, sorguluyor.

S.83’ te çörek almaya gitmek istemez ve şöyle der, “Ben çıkmayacağım. Ayakkabılarımdan, üstümden, başımdan utanıyorum.”

Şimdi sizinle birlikte 85. sayfaya geçelim, Haluk dükkâna girer.

Onun dükkâna girmesiyle Nazan için değişim başlamıştır.  “Hanım kız kendine de söyledin mi?” Haluk soruyor bu soruyu. Çay üzerinden konuşuyorlar ama asıl onu fark ettiğinin ve bir karar verildiğinin işaretidir. Sigara ikramı ile konunun çevresinde dolanmaya başlar.

Kuşatmanın bir sonraki adımına geliyoruz; “Ben erken çıkabilir miyim?” diye sorar Nazan ve hazırlanmaya başlar. Tam “Allahaısmarladık,” dediğinde “Haluk Bey kalktı birden “ben de çıkayım,” dedi.  Bu cümle okur okumaz adeta çınlıyor belleğimizde. Kaygının bulanık renklerine kapılıp bir burgaçta Nazan’ın belleğindeki Nigar Abla ve “şimdi” de yaşananların içine düşüyoruz.

Final…

Çok geniş boyutlu bir trajedi asıl şimdi başlamaktadır. Çağrışımsal sel gibi akan bir anlatıya dönüşen bir trajedi… Nazan dışlanma olasılığını sezgisel olarak bilmektedir ama yola devam edecektir, bu belirtiler vardır.  Sırtını duvara dayar. (Beden dili olarak kendini güven altına alma gereksinmesi. Savunmasız olan sırtını tehlikeye dönmeyerek. Tehlike düğün mekânıdır. İnsanlar, “kültür” oradadır.) Sarsıcı istimrar durumu baskılanmıştır. Erken dönemde dışlanmanın belirtileri vardır. Olayın mağdurudur, onun hatası değildir. Durumu hazırlayan yaşam koşulları, yanlış anlamalar, cehalet, acımasızlık (bunu Nazan ve çevresi için kullanıyorum) ve Haluk ile Madam Sara’nın bilerek yaptıkları kötülük.  Nazan ağlamaz.  Gözyaşı, mitlerde yürekten yeniden birleşmeye zemin hazırlayan öğelerin bağlayıcısıdır, birleştirendir. Ağlamak olup bitenlerden sonra çözülme rahatlama sürecidir. Nazan için değil. O yüzden ağlamaz. Gözyaşının yokluğu, ağlamama, yalnızlaşmayı mı simgeler? Bence evet ve Nazan’ı, o küçük kızı bir başına bırakıp Kuşatma’yı terk ederiz.


[1] C.P.Estes Vahşi Kadın Arketipine Dair Mit ve Öyküler

[2] C.P.Estes Vahşi Kadın Arketipine Dair Mit ve Öyküler

[3] C.P.Estes Vahşi Kadın Arketipine Dair Mit ve Öyküler

[4] C.P.Estes Vahşi Kadın Arketipine Dair Mit ve Öyküler S.12

[5] Clarissa  Estes- Vahşi Kadın Arketipine Dair Mit ve Öyküler.