Merhaba, bugün beynimizin ürünü edebiyatın şiirle roman arasında diye tanımlanan öykü türünü konuşacağız. Öyküye geçmeden önce bir beyin fıkrasına ne dersiniz?
Hasta yakınları ameliyathanenin önünde bekliyorlarmış. Doktor üzüntülü ve yorgun bir yüzle dışarı çıkmış; “Kötü haberi vermek zorundayım” demiş. “Hastanızın kurtulması için tek çare beyin nakli yapmak. Sağlık sigortası masrafları karşılayabilir ancak organ nakli parasını ödemek zorundasınız.”
Uzun bir sessizlikten sonra hasta yakınlarından biri “Bir beyin kaç paradır?” diye sormuş.
Doktor; “Erkek beyni 5000 dolar, kadın beyni içinse 200 dolar ödemek gerekiyor,”demiş.
Yine derin bir sessizlik olmuş , erkekler kadınlarla göz göze gelmekten kaçarak gülmemek için dudaklarını ısırmışlar. Olayın farkına varmayan bir erkek; “Neden erkek beyni bu kadar pahalı?” demiş. Doktor cevaplamış; “Bu standart fiyatlandırma politikasıdır. Kadın beyinlerinin fiyatlarını aşağıya çekmek durumundayız çünkü o beyinler gerçekten kullanılmış oluyor.”
Bu fıkra çok rahatlatıcıdır.
Beynimizi kullanmamıza engel olmasalardı dünyanın daha güzel olacağından kuşku duymamak gerek. Ama gerçekler farklı elbette.
Bağımsız hareket edebilen, sivri dilli, dik başlı ve becerilere sahip kadınlar sevilmez. Bunların bir kısmı edebiyatçı, bir kısmı bilim insanı oluyor. Orta çağda bu tür kadınlar cadı ilan edilirdi. 16.yy da en iyimser saptamayla 100 bin kadının yakıldığı kayıtlarda yer alıyor. Neyse ki bizim kültürümüzde bu canavarlıklar yoktur ama Türk öykücülüğünün 117 yıllık geçmişinde kadın öykücüler sahneye ancak 1910 yılında çıkabiliyor. Halide Edip Adıvar’ın Harab Mabet’i ile.
1910—2005 yılları arasında 2760 öykü kitabından 278’nin kadın yazarlara ait olduğunu görüyoruz. Aynı zaman diliminde 750 öykücünün 81′ i kadın. Bu kadın öykücülerimizden en çok öykü kitabına sahip kişi 13 kitapla Tomris Uyar’dır.
1970′ lere kadar “yazar” tanımı bu tarihlerdeki feminizm etkisiyle “kadın yazar” tanımına dönüşüyor. Gerekçe olarak;
Bakış açısında kadının farklılığı (anaç, sevecen,duygusal,aydınlatıcı) öne sürülüyor
Erkeklere oranla anlatma becerisinin daha gelişmiş olduğu söyleniyor
Toplumsal yaşamdaki rollerinin giderek artmasının bu tanımı getirdiğini söyleyen var
Eğitim düzeyinin artmasıyla çağın gereği erkeklerin neden olduğu acılarla sorunlarda kadınların getirdiği olumlu bakış açısı ve tutumlar kadın yazar tanımını oluşturmuştur diyenler var.
Yine bir saptama var ki 1910 larda bir kadın için toplumda var olabilme koşulu erkekleşmiş olmayı gerektiriyordu. Sonra bu değişti “kadın duyarlılığı” kavramını karşılayacak aşk, acı, hüzün, milli değerlerin ana fikir olduğu yapıtlar ortaya çıktı.
İlerleyen zamanda kadın öykücülerin yapıtlarında, feminizm, cinsel özgürlük, toplumsallık,
maddecilik, ırkçılık gibi kavramlar yer alıyor.
Peki bu durumda; toplumu doğrudan ilgilendiren her alan “kadın yazarın” da ilgi alanına giriyorsa kadın yazar görüşü haklı mıdır?
Kimi görüş, kadının kadını tanımlamasındaki dolaysızlık, ruhsal yapıya tanıklık nedeniyle
birey kadını daha gerçekçi dile getirdiği düşüncesiyle kadın yazar tanımını destekliyor.
Bana göre haklı değiller. Edebiyatın cinsiyetsiz beyine gereksinme duyduğunu iddia ederim. Başarı ya da beceri bu noktada ortaya çıkar çünkü. Yazma eylemi karakterin içine girme başarısıdır. Öykü ve romanda zihne girme , karakterin zihni haline gelme gelme diye iki teknik kullanılır, bundan söz ediyorum. Daha somut olsun diye şunu anımsatabilir miyim?Madam Bovary bir erkek tarafından yazılmıştır. Anna Karenina da öyle. Mr. Rochester ise bir kadın beyni tarafından yaratılmıştır. Bihter Halit Ziya’nın muhteşem karakteridir…
Acaba şu nokta başka biçimde düşünmemizi sağlar mı? Yapıtta kendinizden hareket ediyorsanız, cinsiyetinizin uzantısı karakterde başarılı olmanız olağandır. Ama bir mesele üzerine gözlem ve gerçeklere ilişkin üçüncü göz olarak kurgu karakterse söz konusu olan, işte cinsiyetsiz beyne gereksinmemiz vardır.
Tekrar dönelim Türk Öykücülüğüne. Şimdi burada Bozbulanık’tan ve Nezihe Meriç’ten söz edelim biraz. Kadın psikolojisin davranış, izlenim ve çağrışımları eşliğinde vermiş bir yazarla karşı karşıyayız. Cumhuriyet döneminde gerçek anlamdaki ilk, ayağı yere sağlam basan ustamız Nezihe Meriç. 1955 te populist/romantik yazar kimliğini savurup atmıştır. Kadını toplumsal yönleriyle ele alan, sorunlarını dillendiren bir kalem olmuştur. Yaşamın tutarsızlıklarını çelişkilerini kadının toplumu doğrudan etkileyişini aktarmıştır. Diğer özelliklerinin yanında bu yanıyla da özgün bir imzadır.
Sevim Burak ve Tomris Uyar’ın farklı yanı ise şudur öykücüler arasında; “Nasıl anlatayım?” konusuna hayli kafa yormuşlardır ve olağan anlatımın dışına çıkmış öykü yapısıyla ilgilenmişlerdir. Bu iki yazar; “kadını” yaşamı etkileyen güçler olarak tanımlar. Bu açıdan bakıldığında da kadın öykücü kavramı ortadan kalkmış olur. Kadın öyküsü vardır. Çünkü meseleyi kadınların ortaya koyuş biçimini yazar seçimi için kullanmak isteyebilir. Konuyu bir kadın öyküsü daha iyi anlatıyorsa onu yeğleyebiliriz.
Şimdi Leyla Erbil öyküsüne bakalım dilerseniz biraz. Kadını gözlemler. Öykülerini gözlemleri üzerine kurar. Bakış aç ısının toplumsal gerçekçi, soyut ve psikanalitik olduğunu söylerler. Erbil, felsefi yapı üzerine edebiyat ve kurguyla öykülerini yazmıştır.
Kuşkusuz kalemleriyle her biri ayrı özellikler taşıyan bir çok öykücümüz var ama Sevgi Soysal’ı anmadan geçemeyiz. Özgürlükçü yazar tanımına alacağımız Soysal, siyasal ve cinsel özgürlük, barış, toplumsal dayanışma, kadın ve çocuk hakları içerikli daha çok siyasi tercihlerinin söz konusu olduğu bakış açısıyla yazmıştır. Toplumcu bir öykücü olmasının yanı sıra kadın-erkek ilişkileri, evlilik ve aile bağları konusunda “bireyci” bir yaklaşım gözlenir ve bu konuda öncülük etmiştir Soysal. Bir de Soysal “dışarıdan” “içeri”ye bakan ilk öykücü olarak tanımlanır. Bir yandan da siyasal ve toplumsal çelişkilerin boyutlarını irdeler. Bu arayış sürmektedir.
Edebi akımlar ve kadının toplumda kendine açtığı yer de öyle. Artık forklif kullanmaktan, lüks otellerin baş aşçılarına kadar her yerde var olmayı sürdüreceğiz. Bu zorunlu. Çünkü toplumun yarısı biziz. Yeniden denemek, durmaksızın devinmek, doğurmak, Yaşamı yeniden, yeniliklerle yenmektir dişi olmak. Bu yüzdendir ki kadın, kalkınmak isteyen toplumların odak noktasında, toplumu çökertmek isteyenlerin hedef tahtasındadır. Onu ele geçirmek toplumun bugününü de geleceğini de ele geçirmektir. Kadın bu gücünün farkında olarak, bilincini, beynini, başını aydınlıktan ayırmamalıdır. Okuduğu, ürettiği, verimlediği sürece yaşamda hakkıyla var olabilir. Örtülere, içerilere kapatılıp kuluçka makinesine dönüştürüldüğünde toplumun ışığı söner.
Hep fazla çalıştık, hep fazla çalışmaya hazırız. Yeter ki özgürlüğümüz, aydınlığımız örtülmesin, hemcinslerimiz bize ihanet etmesin. Varoluş nedeni aydınlığı aramak olan insanın tercihi karanlık olamaz. Var oluş nedeni yenilenme olan kadının tercihi eskime eksilme olamaz. Kimi politik rüzgarlar bizi savurmaya çalışsa da hem toplumsal rollerimiz hem yapıtlarımız artacak, artmalı. Öykülerimiz; şeytan uçurtmalarımız gökyüzünde salınmalı. Kimi kadın sorunları, erkek sorunları, çocuk sorunları hepsi insanlık meseleleridir ve öykü sonsuz özgürlüğüyle bunları anlatmak için eşsiz bir metindir. Canınızın istediği her şey öykü olabilir. Bu sonsuz özgürlük öykü tanımına engeldir ama yazar için de muhteşem bir alandır. Öyküde temel olan şudur; yazmanızı gerekli kılan, bizi itip zorlayan izlenim ya da algıdan kaynaklanır. Bater’in “Kısa öykü” yapıtında öyküde şöyle söz edilir; “Bir merceğin gerisinde görünen küçük, odaklanmış, açıklaması bulunmayan küçük anlar… Duyguları harekete geçirir ve bir durum yansıtır. Elizabeth Bowen; farklı deneyimlerin dorukları olarak söz eder öyküden. Edgar Allan Poe’yı anmadan geçemeyeceğim izninizle; Poe öyküyü atmosfer, hipnoz ve matamatiksel kesinlik unsurlarıyla açıklar. Ama en yalın, benim öykü sevincimi en iyi dile getiren Sevgili Yazarım Necati Tosuner’in tanımını sizinle paylaşmak isterim; “Öykü enseye vurulmuş bir tokattır, vurur kaçar” der Ustamız. Kulakları çınlasın.
Öykü ve kadın nerede ne sebeple buluşuyor? Kadın olarak öyküye ne zaman karar verdim?
Öyküye kadını konu etmeye ne zaman karar verdim? Bu yazıyı hazırlanırken, kendimebu soruları sordum. Sanırım dünyanın kadınlara düşman olduğunu düşündüğüm nokta embriyo dönemiydi.
Ben bazı şeyleri yapabilir bazılarını yapamazdım.Zaman içinde dayatmalar çeşitlendi. Cinsiyetim, bana dikte edilen kurallarda çok önemseniyordu. Toplumun beni olur olmaz denetlemeye başladığını hissettiğimde bu denetlemenin hakça olmadığını düşündüm. Üstelik denetleyiciler ekseri erkeklerdi. Kızların yalnız gidemeyeceği parklar vardı. Gidilirse eğer erkekler tacizleriyle kızları korkutarak engelliyorlardı. Oysa park güzeldi ve ıslık çalarak gezmek çok keyifliydi. Olmak istediğiniz insanlık hallerinde karşınıza “kız çocuğu olmak” çıkıyordu ve sahici değil yapay bir şey dolaşıyordu sonra ortada. Parka ıslık çalamamak parkta geçen, parka ilişkin bir öykü yazmaya zorluyordu beni. Hayal kurmak…Bunu kağıda geçirmek.Özgürlüğü keşfedişim. Yumurtadan çıkış ve kırık yumurtanın çevresinde dolanırken sevinçten başın dönmesi…Uçma! Ötme! Kıpırdama! Bekle!
Ama bütün bu olanlar hiç adil değil, dedim kendi kendime. Ve yazmak adalet duygumu doyuma ulaştırdı. Özgürlük duygumu yanıtladığı gibi. Bunun bilgiyle şekil alması gerekiyordu. Çok okumak ve tüm duyargalarını her an açık tutmayı becermek. Öte yandan yazma tutkusu şizofrenik olmayı gerektirir. Mutlak yalnızlık… Bir de kişilik parçalanmasına gereksinmeniz vardır. Deliliğin keskin kenarlarında yaralanarak gezme sevincidir yazmak. “Kısa şeyler” Hep bunlar ilgimi çekti. Gözlerin kapat, “aydede yok!” Başını çevir, bir papatya kokla.Kulak kabart, bir çekirğe sesi duy. Asfaltta ezilmiş bir kedinin kokusunu duy.Kusmak nasıl olur anlat. Görür görmez yuttuğun kedi ölüsünü atmaya çalış. Kimin kedisiydi veya yaşamı hangi çöp bidonuna bağlıydı? Onu ezen tekerlek hangi direksiyondaki nasıl bir el tarafından yönetiliyordu. O eli kumanda eden beyin nasıl bir beyindi? Yazarsın bunları….
Öyküye kadını konu etmemin nedenine gelince. Kendi algılamam dışında “diğer kadınlar için çaresiz kalma noktasında erkek egemenliğini yıkıma uğratma ve zarar vermenin bir yolunu bulmak için olabilir biliyor musunuz? Hayır, dersin. Kısacık bir söz. Öykü hayır demenin en etkili ve en kısa yoludur. Lafı dolaştırman gerekmez. Bu kadın işi değil! Hayır yapabilirm. Buna kafa yorma,sen anlamazsın! Hayır, düşündüm ki… Bir çocuk doğurmalısın. Hayır. Korkuyorum. Benim dediğim partiye oy vereceksin. Hayır…
Böyle yazıldı kadın öyküleri. Her zaman başka bir seçenek vardır, olmalı diye araştırırken. Hayır diyemeyenlerin yerine, kaburga kemiği olmadığını kanıtlayamayanların adına bir şeyler yapabilme çırpınışıyla…
Yalnız katlanamadığım düşünce şudur; öykü okunmuyor, derler. Öykücü duygusallığı sanmayın bunu, Öykü okunmuyormuş. Hayır efendim. Öykü tam da bu çağın metnidir. Kısadır, aanarşisttir, baş kaldırıcıdır, algılandığı beyinde ivme yaratır, Bütün sorun nedir biliyor musunuz? Öykünün okuyucuya ulaşmasındaki kanallar yetersiz bana göre. Öyküyü edebiyat dergilerinin sayfalarından çıkarıp günlük okuma unsurlarının içine yerleştirmek gerek. Dergiler, gazeteler, sanal dünya, sosyete sayfalarının yarısı kadar bir alanı öyküye ayırmayı düşünmeli. Ulusal basın günlük yer ayırmalıdır. Bana öykü okunmuyor demeyin. Peki öykü yazarındaki son yıllardaki artışı nasıl açıklayabilirsiniz? İnternet ortamı türlü öykü metinleriyle dopdolu. Asla uygulanmayan yemek tarifleri, sebzelerden yapılan masklar daha ilgi çekici mi geliyor kadınlara? Erkeklerin futbol topunun peşine bu denli takılmalarının gerçek nedeni nedir? Başka seçenek verdiniz mi insanlara? O ünlü anekdotu duymuşsunuzdur. Suna Kan Bayburt’ta konser veriyor. Çıkışta gazeteci yurttaşa soruyor; “Koseri nasıl buldunuz? Yurttaş cevaplıyor;” Bayburt Bayburt olalı böyle zulum görmedi.” Altmışlı yıllar. Şimdi 2000 li yıllar ve Bayburt’ta klasik müzik izleyicisi oluştu.
Sanatçılar, deliler olmasa toplumun düş teknelerini kim yüzdürecek tarih denizi içinde Tanrı Aşkına? Biz her koşulda bu tekneleri yapabilir yüzdürebiliriz. Yeter ki ufkumuzu kapatmasınlar.