KÖYDEN UZAKTA

Sıcak havada eski model bir minibüsle rampa çıkmak, içinde hava sıkışmış enjektörde ilaç olmaya benzer. Sıcağı severim gerçi, askerliğimi de Kıbrıs’ta yaptım. Ama duvarlaşmış hava tabakasıyla enjektör pompası arasında kalmış minik yaratıklara dönüşmüştük sanki. Çözülebilir bir sorun gibi gözükse de havalandırma donanımı çalışmayan minibüs ayağınızı vuran ayakkabı kadar bezdirici olabilir. Ön koltukta, şoförün yanında tek başıma oturuyor, kitabımı okuyordum. Sağ dirseğim, sağ yanağım kavrulurken derviş sabrı gerekiyordu ya olsun. (…) Devamı Zorba Tv Dergi Şubat 2023 sayısında. Lütfen linki tıklayınız. https://zorbatv.com/edebiyat/oyku/koyden-uzakta

Desen: Asil Gökalp

Geçmişin Çanakları IV

Elveda Annemin Dikenleri

Tutanağı yazan polis memuru bir sigara yakıyor. Gözü çocuğa ilişiyor. Bu en küçüğü. Bir parkı gören odanın penceresinden dışarı bakıyor. Tırnaklarını ve tırnaklarının etrafındaki etleri koparıp tükürerek bakıyor parka. Bu arada etlerinin tadını düşünüyor.  Bugün iyi değil. Ne zaman ellerini yıkadığını anımsamıyor çünkü. Zaten biri ona söylemedikçe sabun ve suyla pek işi olmuyor. Çünkü üstünü ıslattı diye dayak yemek istemiyor. Yalnız sabun kokulu tırnakları ve etleri kemirmenin onda başka duygular uyandırdığının bilincinde. Bazen eline bulaşıp kalmış başka tatları da sonradan algılıyor. Yaşamında bir şeylerin ters gittiğini duyumsadığı için buraya geldiğinden beri kalbi çarpıyor. Pek güvende hissetmiyor şu an kendini. Annesinin yanına gitmeyi ister ama takırdayıp duran makineden çıkacak kancalı bir kolun kendisini ensesinden yakalayıp eski yerine koyacağından çekiniyor. Bu arada ensesindeki etleri de koparabilir. Annesinin yüzünün halinden etleri kopmuş mu olduğu sonucunu tam çıkaramıyor. Parmaklarındaki et kopmasının baştan acıdığını biliyor. Bu kanca – ki ucu dişli bir maşa gibi olmalı- dişlerinin birbirine vurmasına bakılırsa bir köpek balığı kadar çok diş olduğu düşünülebilir- daha çok et koparabiliyor olmalı. Yani daha fazla acı…

Park kırık dökük parmaklıklarıyla kocaman bir ağız olmuş , camdan bakan çocuğu çağırıyor. Bu sırada başka sesler kulağına kaçıyor; bir kapı kapanması, yolda araba üzerine düşen top, bir hınkırma, camdaki karasineğin kanat vuruşları, annesinin sigara üflerken çıkardığı ses (konuşması değil) parmaklarıyla kulak kepçelerini tıkaçlıyor.

Sakin konuşuyor olmasına karşın ifadeyi alan Polis memuru da yazan memur da bastırdıkları öfkeyi hissediyorlar. Örselenmiş birinin ezikliği yok onda. Tam tersine darbelerin etkisini enerjiye dönüştürüp saldırma becerisi var. Ağzı bozuk bir kadın ve sigaranın birini söndürüp birini yakıyor. Bacaklarını açıp oturmasında bir erkeksilik var. Belki bir tür korunma şekli. Bakışlarındaki düşmanlık kalıcı. Sesinin tınısındaki tetikte saldırganlık da öyle. Şişmiş alt dudağı tam ortadan yırtılmış, bu zavallı görünüme, dudağının kenarında zaman zaman filtresini çiğnediği sigara engel oluyor ve tam tersi saldırgan görünüyor.  Gözünün biri adam akıllı kötü, kapanmak üzere. Sağlam gözünden ve yüzünün hasar almamış kısmından güzel bir kadın olduğu anlaşılıyor. Güzelliğine dayağın gölgesi vurmuş olmasına karşın sağlam gözünde hep ukala bir pırıltı duruyor.

“Yazık şu çocuklara yahu, tatlı uykularından etmişsiniz” diyor Polis. Kadın şimdi aklına gelmiş gibi yanıtlıyor, “Bu çocuklara bakamayacağım ben zaten,” diyor. Dişleri arasından sözcükleri değil çocukları çiğneyerek. “Param yok. Bazen hiç olmuyor. Onların bana gözlerini devirip aç, aç bakmaları sinirimi bozuyor. Köpek encikleri!”

“Nasıl yani?” diyor Polis.

“Bu çocukları devlet baksın. Ben sokak kadınıyım. Onların bedensel ve ruhsal gelişimine zararlı bu.”

“Senin değil mi bunlar? Devlet niye bakıyormuş?” Sonra dönüp büyük çocuğa bakıyor: “Bu sizin anneniz değil mi?”

Ama çocuk şimdi konuşamaz. Dünden bu yana yaşadıkları ve yedi yıllık dağarcığı yüzünden sözcükler çok diplerde. Üstelik utanıyor. Annesinin en gözde bebeği olmanın, annesi sokak kadını bir çocuk olmanın utancını yaşamak zorunda olan büyük oğul bu. Kardeşlerinin bu yüzden kendisine sıklıkla hainlik ettiğini biliyor. Dişlerini gıcırdattığı için de utanıyor ayrıca. Annesi bu huyunu bırakmazsa tez vakitte dişsiz bir dedeye dönüşeceğini söylediğinden beri aniden her tarafının kırışıp dişlerinin döküleceği günü bekliyor. Her sabah kalkar kalkmaz ilkin aynaya bakması bu yüzden. Ama tüm olup bitenlerin sorumlusu olan annesi(onu doğuran yani, doğurmakla terk eden, yani) ama terk ettiğini hiç kabul etmeyen şu kadın. Terk ettiğinden beri de derisinin üstünde sıvı kötülüğü öfkesiyle buharlaştırıp havaya karıştırıyor sürekli. Bu kötü koku da çevresindeki herkesin burnundan beynine girip insanların kötü davranmasına neden oluyor, çocuğa göre.  Annesiyle yaşamış ve yaşamakta olan herkesin kirlenmiş olduğunu düşünüyor. Şu an herkes onun sarsılmış olduğunu düşünüyor. Oysa o olabildiğince uzakta durarak bu kötü kokudan kaçmaya ve temiz kalmaya çaba gösteriyor. Sözcüklerinin diplerde kalması da bu yüzden.

Polis Memuru kadına tekrar dönüyor; “Yani sen çocukları Çocuk Esirgeme’ye vereceksin. Doğru anladım değil mi?”

“Ne var bunda? Ben de yetiştirme yurdunda büyüdüm.”

Kadın, koparılmış yaşamını geri isterdi istemesine ama nereden koparıldığını bilmediği gibi koparıldığı yere yapıştırılmasının olanaksızlığının da bilincinde. O yüzden hıncını bu çocuklardan almayı deniyor. Yetiştirme yurdu sözcükleriyle belleğindeki birçok anı fırlayıp konuşmasında ve tavırlarında kararıp görünmeye başlıyor. Tuvaletlerdeki koku, yemekhanedeki çocukların arsızlıkları, tıraşlanmış kafalar, yatak çarşaflarının parmaklardaki hissi, gece susayıp içememek, ateşliyken ağzındaki tat ve tek başına revir tavanını seyretmek… Bu anılar tekrar yerlerine tıkıştırılacak gibi değiller.

“Bu çocuklar gerçekten senin yani.”

“Benim ne olacak?” diye kendine geliyor kadın.

“Yahu hiç olur mu? Sen annesin, çocuklarının başında olsana. El kadar çocuklar yapayalnız hayatta…”

“Boş ver. Yalnızlıktan zarar gelmez. Kimseye borcun olmaz fena mı? Ben hep yalnızdım. Ne canımı sıkacak akrabalarım oldu ne ailem.”

“Babalarına ver o zaman.”

“Babaları mı?” diyor, göz ucuyla çocuklara bakıyor. Ağlayan giysileri içindeki zavallılar diş kamaşması gibi bir duygu yaratıyor kadında. “Üçünün de babası başka,” diyor, polise. “Hem üçü de ben istemeden oldu.” Yine çocuklardan yana düşmanca bakıp, “Eldiven yada çorabın tekini kaybedince ne yapacağını bilemezsin ya, yenidir, çöpe atılmaz, eksiktir kullanılmaz. Çekmece diplerinde manasız saklanır. Onları ne yapacağımı bilmiyorum. Verin Çocuk Esirgeme’ye, çocuk mocuk istemiyorum.”

Kucağına oturmak isteyen çocuğu rengi solmuş penyesinden tutup ileri itiyor. Sonra parmaklarındaki hayali tozu sepeliyor.

Sesinden kötü bir koku mu yayılıyor, yoksa bir annenin kavram kalıbına tam aykırılığı mı içini daraltıyor polisin? Pencereleri ardına kadar açmak; yarı beline kadar sarkmak itkisi tüm benliğini kaplıyor. “Devam edelim” diyor ama.

“Okula gidiyor mu bu çocuklar?”

“Hayır, en büyüğü yedi yaşında zaten.”

“Ne yapıyorlar tüm gün, kim bakıyor onlara?”

“Evde oturuyorlar.”

“Ne yapıyorsunuz oğlum siz?” diyor ortancaya.

“Hava kötü değilse sokakta oynuyoruz, kışın evde…” Çocuk bisküviyi çaya batırıp ucunu emiyor. Onun için şu anda birincil iş polislerin verdiği bisküvilerden payına düşeni bitirmek. Aç o. Ama bunun sindirim sistemiyle değil annesiyle ilgisi var. Annesinin onu doğduğundan beri görmezden gelmesi yüzünden aç. Sözgelimi şu anda annesinin elini ensesinde hissetmek için neler vermez… Ama annesi hiçbir zaman ensesini tutmuş değil. O yokken gizlice elbiselerini kokladığını da hiçbir zaman bilmiyor. Ortaya çıkan şu; annesi orası burası sökülmüş-bir keresinde yırtılmıştı- elbiseleri bulunca, ne vakit ve nasıl olduğunu hiçbir zaman anımsamıyor. Bunu kendisiyle ilgilenmesi için ortancanın yaptığını bilmiyor. Gece su istediğinde ona uykusundan uyanıp su getirenin her zaman ortanca oğlu olduğunu bilmediği gibi. Şu anda tüm ilgisini çeken çayla ıslatılmış bisküviler olmasına karşın geldiğinden beri hiç yerinde durmadı. Bu şekilde davranması içgüdüsel olarak bulup geliştirdiği bir tür yatsıma ve savunma biçimi. İnsanların onun yapıp ettikleriyle yorulup bıkması sayesinde kendisini üzecek bir şey yapmaya fırsatları olmadığını keşfetmiş çünkü. Oyun oynarken kimsenin ona sataşmaması-oyuna almaması da- bu yüzden. Ama tüm bu çabaları annesinin ilgisini ona yöneltmeye yetmiyor. Bütün geceyi uykusuz geçirmiş bir çocuk olarak enerjikliğinden bir şey kaybetmiş değil. Mahalleye gidince emniyet müdürlüğünün kaçıncı katında olduğunu anlayamadı ama bilmem kaçıncı katını nasıl alt üst ettiğini, polislere nasıl kafa tuttuğunu, üvey babasının polislere nasıl yalakalık yaptığını, annesine nasıl bir prenses gibi davrandığını anlatacak. Saçları ve sakalları kirpi gibi esmer bir adamın -kafasını ters çevirsen, ne tarafı saç ne tarafı sakal imkânsız anlayamazsın-kendisine bakan kanlı gözlerine nasıl dil çıkardığına dair hikâyelerini kurguluyor ve nasıl hava atacağını düşünüyor. Polisin sesiyle kendine geliyor;

“Sen okula gitmiyor musun?”

Cık.

“Hiç?”

Cık.

“Kardeşin?”

“O da.”

“Ne yiyip ne içiyorsunuz peki?”

Sustu çocuk. Uzun uzun elindeki ısırılmış bisküviye baktı. Polis olmayacak şeyler gördüğünü düşünüyor. Olmayacak parçalar olmayacak biçimde bir kolaj olup karşısında duruyor, diye düşünüyor.

Az konuşan, alacakaranlık gözlükleriyle tamamen kaplanmış, vuran öküz gibi gezen bir adam. Bıyıklarını ha bire çekiştirip duruyor. Nereden bilecekler, salla gitsin. Zaten bıktım bu karıdan. Süsünden püsünden para ayırıp bir sigara parası bile verdiği yok. Ne yaparsın böylesini? Nasılsa yatıp kalkacak bir yer bulurum. Hem bakarsın bu veletleri alırlar, ev bana kalır. Halı yeni. İsmail’den iyi bir para kopartırım. Televizyonu da okuturum eskici Nurettin’e. O fark edene kadar evden ele gelir epey malı kaldırırım. Yok, böyle giderse katil olup hapislere düşeceğim, bana yazık olacak.

“Şu gözlükleri çıkar” diyor polis buyurgan.

Polisin ‘Ne zamandır bu kadınla birliktesin?’ sorusuyla düşünceleri birdenbire kayboluyor ve dingin bir sesle “İki yıldır” diyor. Az önceki durumuyla hiçbir ilgisi kalmamış görünüyor.

Şaşıran polis, bu ani değişim aksesuarlarını neresinde taşıyordu ki bu adam, diye aklından geçiriyor ve “Ne iş yaparsın sen?” diyor.

“İşsizim Ağbi.”

“Mesleğin ne yani?”

Acındırmak için boynunu kırıp; “Ortadan terkim. Bir ara otopark bekçiliği yapıyordum,” diyor.

“Bu kadına müşteri falan buluyor musun?”

“Yok. O kendi çalışır.”

“Bu çocukların hiçbiri senden değil mi?”

“Yok.” Gene değişiyor, yalaka bir sesle, “Vallahi komiserim ben dövmedim. Geldiğinde zaten dayak yemişti. Ağzı burnu kaymıştı. Sarhoştu da. Sorun bakalım kendinde miydi, geldiğinde? Ben onun çocuklarını kanatlarımın altına almışım, bakıyorum…”

“Neyle bakıyorsun? Kazancın var mı?”

“Canım söz temsili yani. Şimdi işsizim ama elbet bir iş bulacağım.”

“Yani sen şimdi diyorsun ki bu kadını bu hale ben getirmedim. Öyle mi?”

“Ağbi valla…”

“Tamam, kes.”

Büyük çocuk koca bir cama bir taş gelmiş gibi hissediyor. Küçük bir çıt sesi. Ama sözcüklerin açtığı delikten sayısız çatlaklar dallanıyor içinde. Şu an koşarak kaçmayı istiyor, belki çatlakların yürümesi o zaman durur… Kardeşlerini de hadilemeyi…  Tehlikeli bir karar. Olsun. Yeni bir belaya ne kadar yakın, bilmiyor. Kaçmakla kurtulacak mı, kurtulacaklar mı belli değil. Olsun. Yaklaşan bela neye benziyor, bilmiyor. Olsun. Arkana bakmadan kaçmak… Koşarken parçalanıp döküleceklerini hissediyor. Olsun. Yitikler umurunda değil şimdi. Annesinin hayatından çıkınca incelip incelip kibrit çöpüne dönecekler. Tutuşup eğri büğrü bir şey olmak içten bile değil, belki tümden kararmak… Olsun.

İki kadın, kapıyı tıklatıp odaya giriyor. Kayıp işlemleri yaptırmak istiyorlar. Yüzü gözü yara bere içindeki kadına, çocuklara ve adama şaşkınlıkla bakıyorlar. İfadeyi yazan polis, “Hanım siz bitişik odaya 27 numaraya gideceksiniz” diyor. Özür dileyip çıkıyorlar. 27 numaralı odaya, kayıp kız kardeşlerinin işlemlerini başlatmak üzere dilekçe veriyorlar. Az önce karşılaştıkları kadının, aradıkları kardeşleri olduğunu, hiçbir zaman bilemiyorlar ve onun izine hiçbir zaman rastlayamayacaklarını…

O güne kadar oradan oraya savrulan çocuklarsa besbelli annelerinin çalılıklarında barınmaktan bezmiş ve kararlarını vermişler. Dikenlerden kurtulmak, küçük, kısa geçmişlerini orada bırakmak niyetindeler. Yalazları yakan bu anne sevgisini de… Her şeyi, gülüşleriyle birlikte sen tut, demeye karar veriyorlar polise… Birbirlerine sokuldukları köşeden verilmiş bu kararı ağabey açıklıyor; “Siz,” diyor. “En iyisi bizi çocuk yurduna gönderin. Annem bizi istemiyor.”

Görsel; Ara Güler-Muhtelif İstanbul

Not: Kulak Misafiri adlı kitabımdan seçtiğim birbirini tamamlayan bu dört öykünün sonuncusunu okudunuz. İlginize teşekkür ederim. SG

Geçmişin Çanakları III

Cam Kırıkları

Sararmış dikey perdelerin arası tıka basa bulutlarla dolu. Kargacık burgacık arka sokağımızın damlarıysa bulutların altına saplanmış. İş hanının bitişiğindeki balıkhanenin gürültüleri buraya kadar geliyor. Kaloriferler yine çalışmıyor. Bu yüzden puslu hava içeri sinsice sokulmuş. Benim içimdeyse bir gazoz şişesi çalkalanıp kabarmakta ama telefon ve gelip gidenlerden ötürü taşmamakta. Hele bu karanlık duvarlar… Beni daraltmadığını söyleyemem.

Sabah saatlerinde Avukat Sonat Hanım duruşmada olur. Ona babasından kalmış bu büronun duvarlarındaki koyu renk ağaç kaplamalarını bir gün değiştirmeyi hayal ediyoruz ama henüz yeterince paramız yok.  Bu ofisin böyle kokmasının nedeni bu kaplamalar bence. Sonat Hanım geldiğinde dışarıda halletmem gereken işleri masamın köşesine hazırladım.

Bu koyu renk duvarlara gözümü dikmişken kapı hafifçe tıkladı ve odaya sessizce biri girdi. Sanki bu sahnede yeri olmadığı için görünmez olmayı yeğleyen biri… Ne yazık ki burası küçük bir büro olduğu gibi tek çalışanı da ben olduğumdan görünmezlik olanaksız…

“Adım Hayrünisa,” dedi. Odamın en karanlık köşesine akarken. Dün telefon edip randevu almıştım.” Eteğinin eski koltuklarımıza takılmasının yarattığı heyecanı bastırıp; “Siz Gülay Hanım mısınız?” “Evet, Gülay Ünal benim. Aslında bu eski, evlenmeden önceki soyadımdı. Şimdiki soyadım Genç. Avukat da ben değilim, tabelada görmüşsünüzdür ya. O yüzden öğlenden sonra gelmenizi…” “Yo, yo,” dedi eliyle havayı bastırarak, “Görüşmek istediğim sizdiniz.” Parmaklarından su damlıyor gibi elleri havada duruyordu. Nedense içimdeki gazoz şişesi yine boğazımda boncuklanıyor ve hiç tanımadığım birinin beni niçin görmek istediğine ilişkin olasılıklar bu baloncuklar içinde patlıyor. Oturmasını rica ettim. Rica ettim ve gözlerimi ona diktim. O, dikey perdeler arasındaki bulut kümelerine ya da dikey perdeye; “Aslında konuya nasıl başlayacağını bilemediğini,” söyledi.  Ben de perdeye bakıp bir kolaylık önerdim, “Tanışıyor muyuz?” “Hayır.” Hayır deyişi sırasında “y” harfini çenesinde bir yaylı mekanizma var gibi söyleyişine bakarak nereli olduğunu çıkarmam olası değil. Kendine özgü bir konuşma biçimi. İnsanların bu denli farklı biçimlere rağmen anlaşabiliyor olmaları dehşet… “Sizi bir tanıdık falan gönderdi o zaman.” “Hayır, hayır hiç değil.” Y’ler y’ler…  Bir yerlerde karşılaşmış olabilir miyiz? Belki bir derdi vardı, yardımcı olacağıma söz verdim. Buranın bu kadar soğuk olması da utanç verici yani… “Sizinle görüşmek için çok emek harcamam gerekti. Ama karar vermiştim ve vazgeçmedim,” dedi.

Kendimi ulaşılmaz hissettim. Hani şu kırk kere not bırakırsın bir kere bile tenezzül edip aramazlardan… Bu da utanç verici… “Karar verdiniz,” diye konuşması için yüreklendirmeye çalıştım. “Ne zaman karar verdiniz ve neden zor oldu? Ben hep…” “Kürtaj olurken.” “Kürtaj mı oldunuz?!” Gereğinden fazla bir tepkiydi, özür dileyip açıkladım “Bağışlayın ben de çocuğum olsun diye tedavi görüyorum da. Ne garip…  Neden kürtaj oldunuz? Özür dilerim. Bu saçma soruyu cevaplamayın.” “Pek fazla gelirimiz yok. Doğru düzgün bakamayacak olduktan sonra bu yükün altına girmeye cesaret edemedim…” “Kocanız?” Kendimi alamıyorum ki. Birinin çocuk doğurma hakkı var ve bu hakkı kullanmıyor… “O karışmaz. Nasıl istersen öyle olsun, dedi. Sanırım o da pek cesaretli değildi. “Zor olmadı mı? Karar yani?” “Hiç kolay değil… Ama onun da kendini bir nokta gibi hissetmesinden korktum. Bebekten söz ediyorum. Yani ne olacağımız belli mi? Ya ölürsem ya çocuğum yetiştirme yurdunda büyümek zorunda kalırsa… Bu duygu doktorda bile içimdeydi. Zaten bu kendimi bir nokta gibi hissetme duygusundan kurtulmak için… Hiçbir yere ya da herhangi bir yere sahip değilmişim gibi gelir bana hep. Oysa birtakım bağlarım olmalıydı.” “Anlıyorum. Göçmen falan mısınız?” “Bildiğim kadarıyla değilim. Kayıtlarda doğum yerim… görünüyor. Ama demek istediğim bu değil zaten. Bir göçmen ait olduğu yerin hep başka bir yer, doğduğu yer olduğunu düşünür. Rastlamışsınızdır, bizim memlekette, diye konuşurlar hep. Çok canım sıkılır buna. O insanların akıl almayacak karmaşık akrabalık bağları vardır. Öyle biriyle tanıştınız mı? Teyzemin, gelininin, eniştesi… Teyze tamam, gelini, o da tamam, oğlunun eşi yani. Eniştede duraksamadan edemesin. Çünkü başka bir soy ağacını algılama durumu… Söz etmek istediğim bu değildi. Hay Allah! Heyecandan olmalı! Demek istediğim… hiçbir bağınızın olmamasından kaynaklanan kıskançlık durumu. Nokta durumu…” “Bağları olmamayı nokta gibi hissetmemiştim ama ben de birtakım bağlarımın olmasını dilemişimdir zaman zaman.” Duygudaşlıkla öne doğru eğildi; “Kardeşler, anne, baba gibi mi?”

Onu hayal kırıklığına uğrattım; “Çocuğum olsun istemişimdir.” Sonra özür diler gibi. “Ben çocuk yetiştirme yurdunda büyüdüm de…” dedim.

“Yetiştirme yurdunda korunursun,” dedi hüzünle. “Ev yemeklerinin tadını bilmeden büyürsün. Toplu yerlerde pişirilen yemeklerin hepsinde de daima gereğinden fazla soğan vardır. Kavrulmuş soğan kokusundan ömür boyu nefret edecek kadar koklarsın.” “Bütün dünyanın saat 21.00 de uyuduğuna inanırsın uzun süre,” diye tamamladım. “Birine, herhangi birine dokunmak konusunda çok istekli oldunuz mu?” dedi. “Yaşlıları karşıdan karşıya gönüllü olarak geçirirdim. Amacım yardım etmek değildi. Birinin elimden tutmasını bir an da olsa bu sıcaklığı yaşamak istememdendi.”

“Ben en çok kalabalık ailelerin canlandırıldığı filmleri izlerdim. Çocuklar aynı odada yatar. Anneleri kızınca onları döver. Keşke bir annem olsaydı da dayak yeseydim, derdim. Durup dururken öğretmenimi sinirlendirir, annemin beni dövdüğünü hayal ederek bana vururken onun gözlerine bakardım.”

“Pahalı bir dokunma deneyimi.”

“Hayli pahalı. Üstelik gözünün içine bakınca daha beter sinirlenirdi. Bir de yatağımın çarşafından çadır yapmayı severdim. Ortasından ranzanın tavanına tutturursun. Ayakucuna yorganı, başucuna yastığı rulo yapıp sıkıştırırsın. Böylelikle dikkatli de davranırsan içinde rahatça hareket edebileceğin bir çadırın olur. Ranzam pencere kenarında olduğu zamanlar sabaha karşı güneş çarşafın içine dolardı, uyanır uyanmaz yetiştirme yurdunda yaşadığımı görmek zorunda kalmazdım.  Canın ne istiyorsa onu düşünürsün. Bir ormanda kamp yapılıyor olabilir. Ya da az sonra odamın kapısı açılacaktır, annemin sesi, ‘A- aa yine cibinlik yapmış kendine,’ diyebilir.  Bunu gözetmen söylerdi tabi.”

Neler olduğunu anlamak için yanıp tutuşuyordum ama bir türlü konuya giremeyişimiz yüzünden içime fenalık gelmeye başlamıştı.  Sustu, bana bakıyordu. Kuru bir kafaya geniş başlı iki çivi çakılıp, bırakılmış. Hiç kırpmadan konuşması ve bakışlarının hissettirdikleri yüzünden elimi kalbimin üstüne koyup sıradan şeyler kekelemeye çabaladım;

“… yetiştirme yurdunda dokuz yıl kaldım. On dört yaşımdan sonra… ya gönderdiler,” dedim. 

“Ben de aynı yurtlarda bulundum,” dedi. “Bundan daha önemlisi…” Gene sustu. O bakışlarla karşılaşmak istemediğimden, bu bir türlü geçit vermeyen konuşmanın içinden çıkabilmek için, üstümü kaplamış ağır bir yün yorganı savururcasına yerimden kalktım, “Çay içer miydiniz?” “İçerim.”

Ona çay hazırlamak üzere mutfak olarak kullandığımız küçük dolabın yanına kaçtım ve “Çok garip” dedim, bardakların içine kaşıkları koyarken. “Tüm arkadaşlarımı hatırlıyorum ama sizi…”

Nedensiz bir korkunun tik takları iki kulağım arasında gidip gelirken bir süre göz kapaklarımla örtmenin bir çözüm olacağını düşündüm.

“Hiç karşılaşmadık ki,” dedi.

“Evet.” Geniş bir nefes aldım. Şimdi eminim karşılaşmamış olmamıza karşın, karşılaşmamış öteki insanlara ilişkin bir söyleşiye gırtlağımıza kadar batacaktık. Böyle bir durumdan kurtulmak için ne yapmam gerektiğini düşünürken sustu ve sehpanın üzerine bıraktığı kocaman çantasına uzandı. Açarken elleri titriyordu. (Bu el titremesi iyi değil.) Sakın bana şantaj falan yapmaya kalkışmasın. Bu çok saçma. Şantaj yapılacak bir şeyim yok ki benim. Kocamın akrabalarından birisi mi acaba? Ama kaçınılmaz olarak heyecanını bana da bulaştırdığını bardakları doldururken hissettim. Yaklaşmakta olan şok dalgasının altıncı duyuyla algılanışı söz konusuydu ve ensemden kabaran ürperti sırtıma doğru aktı. Masanın üzerine dikkatlice tek tek yerleştirdiği kâğıtlara bakarak,

“Yaşamınızdaki sürprizleri nasıl karşılarsınız?” dedi.

Az önce senli benli konuşuyor olmamıza karşın geri gelen bu siz takısından irkiliverdim. Yaşamdaki sürprizler konusunun hangi sivri köşesini kemirmemiz gerekecek acaba?  Bilmiyorum ama inan ol ki bir şey olmazsa patlayıp buruşacağım, demeyi düşünürken…

“Adım Hayrünisa Ünal, benim de eski soyadımdı… Sanırım ben sizin kardeşinizim,” dedi.

Duyduklarıma inanamadım. Gözlerime toz kaçmış gibi bir süre kırpıştırıp durdum.   Sarsaklaştım ve çay bardağının parmaklarım arasından kaydığını fark edemedim. Neden sonra, “Nasıl yani?” dedim küçük bir sesle, itiraz etmek için sözcük arayarak. Ama misafirimin gözyaşlarının fışkırıp yüreğimin içine sızması an meselesiydi ki bu gözyaşlarının sızdığı bir yüreğin asla bu tür bir lafı etmesi mümkün değildi. Reddedersem eğer, sadece bununla kalmaz, bir insanın dünyasını karartmış olmanın sorumluluğu ve derin üzüntüsü hatta vicdan sızısı içinde öylesine kahırlara gark olurdum ki kendime gelemezdim.

Sırçalı bir sessizlik sardı dört bir yanımızı. Ağzımın içinde tokmak olmuş dilim, öyle dururken başım döndü. Nasıl yani? Yirmi yedi yaşındaydım, bir kız kardeş… Bu el değmemiş duyguyu-hatta bir tür korku- hiç tanımıyordum. Tüm yaşamım boyunca onu taşıdığımın ayırdında değildim. Şimdi bu duygu tıpkı bir erkek çocuğun genetik kodlarında var olan ve ortaya çıkmak için zamanını bekleyen sakal gibi ortaya çıkıyordu.  Çay da çok kaynamış olmalı, ne kötü koktu…Ne zaman bir dilek tutmam gerekse bir çocuğum olmasını istemişimdir. İçimde birikmiş hiç kullanılmamış sevgi dağarımın ağzını açabilmek için. Ama her nedense günün birinde annemle ya da babamla karşılaşmak aklımın köşesinden geçmemiştir. Kardeşimin var olmasıysa tamamen duygularımı felç edici bir şeydi. Ve sevgi dağarıma bir şeyler olduğunu duyumsuyordum şimdi. Bir kız kardeş! Aman Tanrım!

Cam kırıklarını dikkatlice topladım. Birden aklıma ailemizin de böyle parça parça olmuş olabileceği geldi. Yerdeki çay lekelerini bir bezle sildim. Onun bardağındaki çayı da lavaboya döküp ikisini de yeniledim. Masama değil onun karşısındaki misafir koltuğuna oturdum. Dudaklarımızı ince belli çay bardaklarının kenarında hortum gibi kullanıp ilk yudumlarımızı içtik.

“Şaşırdınız,” dedi anlayışlı bir ses ve sabit gözlerle. “Sizi anlıyorum. Aynı şaşkınlığı ben de yaşadım. İlkin kendi yurduma gittim. Yetişkin birine saygıyla yaklaşılıyor. Müdüre (bir takım mevzuat lafları etmesin diye) el ele tutuşup okula giden kardeşleri yıllar boyu nasıl gıptayla izlediğimi söyledim. Bu hayalle yurttaki yapay kardeşlerimi nasıl benimsediğimi ama nedense hepimizde var olan sinirli ve arsız tutumlar yüzünden nasıl hemen bozuştuğumuzu. Sonra başka hayallerimi… Bir masaya sığmaya çalışan kalabalık bir aile, dökülüp saçılan yiyecekler, hiç susmayan çocuklar, onlara dur-otur diyen ince kaşlı bir anne. Bir gün okuldan gelirken rastladığım bir amcayı baba resminin yerine koyuşum. Her gün aynı saatte aynı yerlerde ona rastlamak için ısrarlı dakikliğim… Günün birinde buluşamayışımızı anlattım. Yolunu değiştirmişti büyük bir olasılıkla. İçimi kaplayan kayıp duygusuyla okula nasıl ağlayarak gittiğimi… Neyse müdür kayıtlara bakmaya razı oldu. Tüm bu evrakları sabırla bekledim. Zaman zaman adama yalvardım. Ama sanırım en çok şansım yardım etti. Benim kaydımın yapıldığı yıla bakıp Ünal soyadlı kişileri buldular. Sonra nüfus bilgileri kontrol edildi. Aynı yurtta olmamız mucizeydi ama bunca yıl yalnız olmam hiç gerekmiyorken senin varlığından bile haberim olmayışı derin bir hayıflanma yarattı içimde. Sarsıldım. Bulduğuma sevinmekten çok aynı ortamda çıldırtıcı yalnızlığı paylaşamamış olmak sarstı beni. Sonradan gönderildiğin yurda telefon etti.  Resmi yazıyla sormalarını istediler. Yazının yazılmasını ve cevabın gelmesini bekledim. On sekiz yaşından sonra arkadaşlarınla bir ev kiralamışsın ama verilen adresten taşınmıştın. Yeni kiracıdan ev sahibine ulaştım. Ona olup biteni anlattım. İkna olunca senin evlendiğini söyledi. Sadece iş telefonunu verdi. Ah!”

Sözünü bitirdiğinde arı kovanının içinde vızıldayıp duran, dışarı çıkmak için dişlerimi zorlayan sözcükler canımı yakıyordu. Onun ise soluksuz kaldığını görebiliyordum. Bu sesler ve sözcükler yığıntısının içinden doğru sözü bulup çıkarmanın kendisi için de olanaksızlığını anlatan gözlerini benden ayırmıyordu. Yutkundum… Yutkundum ve dolabın camından yansıyan görüntüme baktım.

“Peki ya anne baba?”

Bu sözlerim beni irkiltti ama aitlik takılarıyla dağarcığımda yer almamış bu sözcükleri belki de hiç kullanmamıştım. O yüzden çatal çatal çıkmış olabilir miydi sesim?

“İlk seni buldum. Kayıtlarda babamızın ölmüş olduğu yazıyor. Belki sen hatırlarsın…”

“Hayır,” dedim. “Ben beş yaşındaymışım. Oraya nasıl geldiğimi bile bilmiyorum. Ben bazen kuluçka makinesinden sonra oraya alındığımı düşünmüşümdür. Belki de hatırlamak istemiyorumdur. Düşünsene bu gece evindesin, bir gece sonra bir ranzada uyumaya çalışıyorsun. Beş yaşındasın çıplakça bir yalnızlıkta nasıl donduğumu hatırlamayı istemiyor olabilirim. Anne baba fikri beni zaten bunalıma sokar. Onlara hep hınç duymuşumdur.”

“Ben üç… ben hiç… İnsanın anne ve babası olması bence güzel bir şey.  Zaman zaman mutsuzluklar yaratabilir ama bizim durumumuzda mutsuzluğun için suçlayacak insan bile yoktur. Bu da beni bunalıma sokmuştur.”

Sözcükleri benim gibi kullanmıyor. Konuşurken alt dudağı daha hareketli ve üst dişleri değil alt dişleri gözüküyor. “Dilini fırçalar mısın?” dedim. “Hayır,” dedi kısaca. “Bir anlamı var mı?” “Bilmem. Ellerimiz çok benziyor ama.” “Biri genetik diğeri kazanılmış özellik ama.” “Evet, elbette. Lütfen devam et. Peki, bu iş nereden aklına geldi?” “Bu acı bir deneyimden sonra alınmış bir karar. Kürtaj olurken. Çocuğum terk ederken acaba annemin beni nasıl terk etmiş olabileceğini düşündüm. Bir noktanın ait olduğu bir cümle olmalıydı. Bir kız kardeşim olsaydı şimdi doğum doktorunda yanımda olurdu, dedim kendi kendime. Belki vardır, dedim. Ya varsa, diye düşününce buraya kadar geldim.”

İçimdeki gazozu artık durduramadım. Ruhumdan açılan gümüşsü bir koridorlardan yere basmayarak ona doğru kayarken çatallı bir sesle; “Artık iki noktayız” dedim. “İki nokta üst üste,” dedi. “Bu ne demek biliyor musun? Cümlenin devamı var demek.”

Aynı anda ayağa kalktık, aynı anda sehpanın çevresini dolaşıp birbirimize sarıldığımızda dayanamadı, gülmeyle, ağlamayla, konuşma arası birtakım sesler çıkarıyordu. Aksırınca patladı ve durdurulamaz bir su akması gibi gözlerinden yaşlar akarak, içini çekerek, gülmeye başladı. Kaç zaman sonra aynı gözyaşlarını dökeceğimizi ve cam kırıklarının hangi eksik parçasını tamamlayacağımızı henüz bilmiyorduk .

-0-

Geçmişin Çanakları

Kafam su dolu kırmızı bir balon ve görünmez bir el balonu sıkıştırdıkça su çeperleri zorluyor. Çarpıntıdan ölebilirim ya da her an soluksuz kalabilirim. Bu haber tam bir sarsıntı. Deprem. İnanılır gibi değil. Yüzüm alevler içinde. Saç diplerim kavruluyor. Bütün bu ısınmanın nedeni tek bir soru körüğünün aniden çalışmaya başlaması. Hakkı Bey’e nasıl anlatacağım? Söze nasıl başlayacağım? Sen yirmi yıldan fazla adamla evli ol, bir şey söyleme… Sonra al karşına de ki; böyle, böyle. Kızmaz mı? Aman Allah’ım! Beni kapı dışarı bile edebilir. Neden söylemedim sanki? Hakkı Bey, bugün birileri geldi diyeyim. Yok, yok öyle olmaz. Önce yemeği sakince yemeliyiz. Ben şimdi bu etli pilavın yanına bir de zeytinyağlı taze fasulye yapayım; sever. Bir de ezo gelin çorba. Daha akşama vakit var. Hatta önce sütlaç yapayım ki yemek saatine dek soğusun. Sütüm var. Var değil mi? Var. Şu büyük tencerede yapayım; çocuklar ikişer kâse yesin. Sütlacı çok severler. Yemek pişirmek şefkat işidir. Sevginin bir gösterisidir. Bir annenin pişirdiklerini çocuklarının iştahla yemesiyse teşekkür anlamına gelir. Bir şey söylenmesi gerekmez. Zaten kimsenin teşekkür etmek pek aklına gelmez ya… Bana diyecek ki; bunca sene baktım sana, böyle mi teşekkür ediyorsun? Ah beni kapı dışarı eder de çocuklarımı da göstermezse? Kaç bardak şeker koyacaktım? Hah şurada tarifi vardı. Bakmalıyım, çünkü aklımdaki tüm yemek tarifleri buhar olmuş… Hiçbir şey olmamış gibi karşılarım. Yemeği yeriz. Birer kahve pişiririm. Çocukları öteki odaya gönderirim. Tembihlerim; gelmezler. Hakkı Bey’in bağırtısından uyuyabilirlerse uyurlar. Kim bilir bana ne diyecek? Gözümün önüne geliyor şimdi. Bir kere suçlayacak o kesin. Nihan’ın dediği gibi; o kesin. Onlar da aynı sarsıntıyı geçirdiler zavallı yavrucaklar. Böyle birdenbire… Derim ki Hakkı; pirinçler de yumuşamamış daha, ben bu arada fasulyeyi halledeyim. Düdüklü tencerede on dakikada pişer. Derim ki Hakkı Bey, bak biz bunca yıldır bir yastığa baş koyuyoruz. Benden bir şikâyetin oldu mu? Benim nasıl birisi olduğumu… Ama böyle sorarsam, “ne şikâyeti, nereden çıkarıyorsun şimdi?” diye gürleyecek, başka bir şey demeli. Ellerimin titremesi de dursa… Yoksa bıçağın yüzü fasulyeler yerine parmağımı görüverecek. Şimdi bir de doktorluk olursam hiçten anlatamam. Ah nasıl kalkacağım bu işin altından Allah’ım? Sen bana gayret ver… Dünya üstüme, üstüme geliyor. Hakkı Bey, diyeyim, seni sever sayarım. Çok şükür bir eksiğimiz yok. Ben de sana iyi hanımlık ettim. Şimdi hanım deyince büyüklendiğimi sanıp sinir olmasın? Karılık mı desem ki? Bu da bana kötü geliyor. O bana kızdığında karı der ya… Devamlı da kızgın ya… Nikâh memurunun, sizi karı koca ilan ediyorum demesi bile sevimsiz gelir bana. Başka nasıl desin ki adam? Pirinçler olmuş. Sütle şeker de hazır, tamam. Ah burası da çok fazla sıcak oldu. Şu pencereyi… Ayyy! Bak gördün mü yaptığını aptal kadın! Kırılıp kaybolanlara Hakkı Bey çok kızar. Takımı da bozduk. Bunu başka bir zaman uygunca söylerim. Sütlacı taşırmayalım. Pirinç unu nerede?  Hah! Hakkı Bey diyeyim, sana söylemem gereken bir şey var. Daha önce söylemeliydim ama yapamadım işte. Lüzumu da yoktu. Bunu duyduğumda- hangi çanaklara koysam sütlaçları acaba? – Bunu duyduğumda sarsılacağından eminim, belki o yüzden… Adeta tepeden inme. Bana da tepeden inme oldu inan bana.- Taze fasulyenin domatesi bol olursa iyi oluyor. -Biliyorsun yaşam beklenmedik olaylarla dolu. Sen demez misin; bu kapıdan çıkıyoruz ama dönüp dönmeyeceğimizi Allah bilir. İnan ki haklısın, şu hayat ne sürprizlerle dolu… Bak Pembe Hanım var ya, bitişikteki Bilgiç apartmanında kızıyla oturuyor. Kız biraz eserli hani, uyuşturucu bağımlısı mı ne bugün öldürüvermiş annesini. Bir de radyonun birine telefon etmiş canlı yayında itiraf etmiş her şeyi… Ne yapayım işte böyle… Bu soğanlar da amma acıymış, gözlerim kendini yuvalarından atacak. Aman sakın Hakkı Bey’in karşısında ağlamayayım. Böyle şeyler konuşurken ekseri ağlamaklı oluyorum. Çünkü ne vakit bir şey konuşmaya kalksam böyle ciddi, bağırtısından içim kalkar ve kendimi bir yanardağ eteklerinde lavları beklerken bulurum. Gözyaşı onu adam akıllı sinirlendirir; salya sümük konuşma benimle, der.

Zaten böyle bir konu ağlarken söylenmez. Güçlü ve kararlı olmam lazım. Benim gibi zayıf ve çaresiz birinin böyle bir tutuma girmesi pirinç tanesinin karıncaya dönüşmesi kadar imkânsız ama… Bu yüzden korkmuyor muyum zaten? Tek başına bir pirinç tanesi evli olmadan nasıl yaşar? Yok canım daha neler. Kolaydı hemen kapıyı göstermek. Gitmem. İki yetişkin kızım var. Onlar bana arka çıkarlar. Hem bu yaştan sonra onu ayıplarlar; karısını sokağa…Tamam. Taze fasulye on beş dakika sonra hazır. Şimdi şu sütlaçları buzdolabına koyayım ki soğusun. Hakkı Bey’in diyeceklerini hesap etmeliyim. Hesap edince de kendi diyeceklerimden vazgeçiyorum. Böyle de olmaz ki. Ben ona şimdi ne kadar neyi söyleyeceğim ona karar vermeliyim. Bir de şu elim ayağım titremese… Üstüme temiz bir şey mi giysem? Bu sefer de “ne o, bayramlık giyinmişsin” deyip peşin peşin moralimi bozar. En iyisi onu fazla konuşturmamak. Bak Hakkı Bey, diyeyim, bu iş benim için hayat memat meselesi gibi bir şey. Ben bitirene kadar dinleyeceğine söz ver, kafamı dağıtma. Çünkü bugün yaşadıklarımdan sonra bana inme falan inerse bu günah senin olmasın. Sakın bana öyle defol gibi laflar da etme. İnan olsun atarım kendimi trenlerin altına. Haber filmlerinde cansız bedenimi, sallana sallana sedyede taşırlar, gazetelerin üçüncü sayfalarında cesedimin fotoğrafının alt köşesine nüfus cüzdanımın fotoğrafını iliştirirler (o fotoğrafın da benimle bir ilgisi kalmış değil, değiştirmek lazım) görürsün. Benim gibi zavallı ve çaresiz bir kadının kapıları, pencereleri zangır zangır zorlayan, aç ve üşümüş hayata karşı evinin sıcaklığından başka yer yoktur ki… Hoş bu sıcaklık bir ejderhanın yanı başında ve ejderhanın ne zaman ateş kusacağı belli değil ama olsun… Zaten tüm bu olup bitenler… Çaresizlikten olmadı mı? Korkudan? Aman Tanrım en çok korkudan. Ne kadar da gençtim. Ama babamın sözleri bu günkü gibi aklımda; “Kız çocuğu evden çıktı mı, ancak cenazesi gelir baba evine. Al çocuklarını doğru kaynatanın yanına!” Ah bu laf söylendiği günkü kadar ağır ve keskin duruyor bırakıldığı yerde. Hele o sokakta kalma korkusu…  Her rüyamda partal giysiler içinde çöpler arasında yiyecek ararken gördüm kendimi. Evde daima yiyecek bulundurmam belki bu yüzden. Gri renkli rüyalar… Başka türlüsü mümkün değildi. Tek başıma çocuklarla… Fakir düştüm… Onların mutsuz ve düşkün olmamaları için… Ama duygularımı bu lime lime halinden kurtarmam gerek. Tüm tozlar silkelenmeli. Ama titremeyi kesmek gerek. Saat kaç? Gelmek üzere. Çocukları komşuya mı gönderseydim? Ya bana bir şey yaparsa? Biraz kolonya olsaydı… Yemekler tamam. Sofrayı hazırlayayım. Şimdi ne diyeceğimi bilmiyorum, sofrayı hazırlayayım.

Desem ki, şimdi anlatacaklarım yıllardır içimde biriktirdiğim ve tüm gün, sen gelene kadar da evirip çevirdiğim duygularımı, şimdi senin ayaklarına seriyorum… Kendimi aşağılamış mı olurum? Bak Hakkı Bey, yıllardır uzaklarında dolanıp durduğum, -ama o oradaydı biliyorum- bir mayın tarlasından söz edeceğim sana. Bugün olanlardan sonra geri dönülmez bir şekilde oraya girdim. Ne olacağını bilmiyorum ama karşıya geçmek zorundayım. Beni korkutan, benim yalancı olduğumu düşünmen ve acele karar verip… acele karar verip… Yok, böyle demeyeyim. Çünkü aklına getirmiş olurum yalancılık işini.  Bunu söylemekteki korkumun nedeni sadece yalan olarak algılanmayıp benim karanlık bir geçmişim, karanlık bir yüzüm olduğunu düşünmen.  Hatta insanların beni yargılaması. Hakkımdaki görüşlerinin değişmesi. Yani yıllardır özenle bir arada tuttuğum çanaklara bir şeyler olması… Ama ne yaparsam yapayım, artık hiç kimse beni eskisi gibi görmeyecek ki… Anlatacaklarımı yanlış anlamandan korkuyorum. Yaşamak için herkesçe kabul edilecek bir yol bulmak zorundaydım. Beni anlıyor musun? Ama kandırılmış hissetmen… Eğer böyle hissedersen, bunca yıl yaptığım fedakârlığın boşuna olduğunu düşünürsem eğer…

ZİL !

Hikmet Pamukçu’nun kafasında canlandırdığı birinin yüzüydü aslında kocasının yüzü.  Bu yüze Hikmet Hanım’ın korkmadan bakması, konuşması olanaksızdı. Ama şimdi -sonunda- farkında olmaksızın bir tür savunma geliştirerek, onu ikna etmek durumunda olduğu hiç tanımadığı bir yüz varsaydı ve öyle konuştu onunla.

“Bana kalırsa, yaşam tamamen rastlantı.” Bu çıkardığım ses farklı bir ses. Dudaklarımın çok ince olmasından mıdır nedir, konuşurken aşırı bükülmeler yapıyorum. Sesim tırtıklı, boğumları değişen bir krema sıkacağından kıvrım kıvrım çıkıyor hiç bitmeyecek gibi, havada kalıyor. Kendi sesimi bulmak için yutkunmam gerekiyor ve sakin olabilmek için bir süre gözümü belertip bakmak…

“Orhan’ı biliyorsun. Hani sana anlatmıştım. Eski kocam; Orhan Ünal…”

“Ne olmuş eski kocana? Ne o yoksa ölmemiş de çıka mı geldi?”

Hikmet Hanım’ın sofrayı kusursuz kurmaya çalışmasında bir aşağıdan alma iletisi sezinlemekteyken, şimdi yemekleri tabağa koyuşundaki ve tabağı uzatışındaki kararlılığın yarattığı karşıtlık kocasını geriletti.  Hatta tabağındaki yemeği tuzlarken her zamanki kusur bulucu- yemek tuzsuz olmuş, sen de şu tuz işini beceremedin gitti- anlamı yüklenmiş o cümleyi söylemekten kaçındı.  Hikmet Hanım’ın; karşısında oturan bu kadının farklı bir yaşamdan çıkıp gelmiş hali tuz konusunu bastırdı.

“Bu mümkün değil… Vücudu öyle parçalanmıştı ki diktirmek için yüklü bir para ödemiştim morgdaki doktora.”

Hikmet Hanım bütün bir gün içini kemiren korkulu ve çelişik düşünceler etkisiyle, öyle bir bakışla baktı ki, Hakkı Bey, bugüne kadar hiç karşılaşmadığı bu bakış yüzünden ilk kez bocaladı ve ne yapması gerektiği konusunda ikilemde kaldı adam. Taze fasulyeye ekmeğini banarken karşısındaki hiç tanımadığı kişiden, bu yüzden de nasıl davranacağını belirleyemediği bu kadından, rahatsız olmuştu. Parmakları arasındaki ekmek lokmasını ağzına götürüp yuttu ama sonrasında çatalını kullanmayı yeğledi.

“Tamam, tamam, nereden çıktı şimdi bu iş?” dedi sabırsızca.  Bu rahatsız edici kadından bir an önce kurtulmak, eski Hikmet Hanım’ı sofraya geri getirmek niyetindeydi.

“Her zamanki saatinden birkaç dakika sonra evden çıkıp, her zamanki yolunun yerine başka bir yoldan gitmeyi tercih edince öldü o. Hep bunu düşünmüşümdür. Bir ekmek arabasının altında kaldı. Bilirsin ekmek arabaları sıcak ekmek yetiştirmek için nasıl davranırlar.”

“E, ne işimiz var şimdi bunlarla?” Cümlesinin içinde geçen her sözcük sonunda alt dudağını sarkıtıp biraz bekleyerek konuşmuştu.

“Hayır, artık olup bitenler siyah beyaz fotoğraflara benziyor zaten. Kâğıt gibi… derinliklerini yitirdiklerinden beri –iyi ki yitirdiler-derinlikleri duruyor olsaydı eğer, bunları taşımak mümkün olmayacaktı-daha soğukkanlı bakabiliyorum onlara bu şekliyle- Rastlantı demem bu yüzden. Ama şimdi uzun süre saklanmışlığın kasvetli kokusu bile başımı döndürüyor ve yine bir rastlantıdan söz edeceğim, lafı oraya getirmeye çalışıyorum. Rastlantıyla bir duygu yakalanıyor, peşine düşülüyor…”

Hikmet hanım’ın söylediği bu tümceler adamı irkiltti. Çok yıllar öncesinde kalmış bir kimliğin kendini ifade ediş biçimi yüzünden donup kaldı. Hakkı Bey aslında Hikmet Hanım’ın çok derinlerinde barındırdığı, kimi zaman sezinlenen bu kimliği birdenbire pekâlâ bildiğini anladı. O kimlikten çekindiği için yaşamında daima saldırgan bir üslubu yeğlemişti. Küçücük bir şeyden ötürü bile alay ve bağırtı alt yapısı oluşturmak kolaydı.  Hikmet Hanım’ın sessiz ve boyun eğen duruşunun gerçekte çok ciddi bir çağlayanı gizliyor olmasından bu sözcüklerden sonra kuşkulandı. Gizlenen bir öfke ya da saldırganlık değil, her zaman açık ve sızlayan bir yaraydı. Yaşam karşısında incinmeden duruyor olmasını bu boyun eğme kabuğunun sağladığını duyumsadı ve o an bunca yıldır, önemsememek ve kendini korumak için sığındığı öfke kabuğundan çok daha kalın ama altında çok farklı bir kimlik barındıran önemsememe ve kendini koruma sistemiyle burun buruna geldi. İkisi de birbirlerinin yeni taraflarını keşfediyor olmanın şokunu yaşamakla birlikte –roller aniden değişiyordu çünkü- anlamamış gibi yapmakta ayak diredikleri o nazik durum içindeydiler.

“Her neyse… Bugün iki genç hanım geldi.  Tanıdığım insanlar değildi. Dikiş diktirmek için geldiklerini sandım…

“Tencere satıcısıymışlar ve seni dolandırdıklarını düşünüyorsun. Kaç paramız gitti?”

“Hayır, yok böyle bir şey. Sadece zor bir durumu açıklamak için sözcük bulmaya çalışıyorum” dedi Hikmet Hanım.

“Hiç uğraşma doğrudan bas bıçağı karnına durumun. Kendisi patlayıp anlatsın” diye alay etti, sofradaki yiyeceklere bakışında zor durumun değil yemek tüketiminin birincil önem taşıdığı anlaşılıyordu. 

“Dikiş için gelmemişler… “

Kadının söylediği bu üç sözcükte kesinlikle şu ya da bu anlam yüklenmiş değildi. Tümce her zaman kullandığı sözcüklerden oluşuyordu. Ama adam varılmış bir sonuca ilişkin bir bildirimin genzini yakan kokusunu duydu.

“Benim… Onlar benim kızlarımmış… “

“Ne dedin?”

Hakkı Bey’in sorusu ise kulaklarıyla ilgisi olmayan tamamen algısal bir soruydu.

“Bana öyle bakma. Şimdi bir şey söyleme ki anlatabileyim. Kimliklerini gösterdiler ve evraklarını. Öyküleri çok kısaydı. Çünkü yetiştirme yurdunda fazla bir şey biriktirememişler… Çok fakir düştük. Orhan öldükten sonra yani. Üç kızım vardı. Çocuklarıma bakmak imkânsızdan da öteydi. Mutsuz ve düşkün üç çocuk.  Kötü yola düşmekten çok korktum. Babam sen zayıf ve çerisiz bir kadınsın, kötü yola falan düşersen seni evlatlıktan reddederim, demişti. Ama üç çocukla beni istemedi. Orhan’ın babası da istemedi… Hiç kimse. Tabi yeniden evlenme ihtimalim olan adamlar da. Terzilikten fazla kazanamıyordum. Sonra bir gün dikişlerimi bıraktım. Çocukların eşyalarını topladım. Üçünü de yetiştirme yurduna teslim ettim. İşlemler bittiğinde, babalarının ölüm kâğıtlarının kopyalarını, öteki belgeleri, karton kapaklı üç ayrı dosya yaptılar. Dosyalar ve çocuklar orada kaldı. Çıkarken sadece ayakkabılarıma baktım. Aynı ayakkabılarla morga gittiğimi, mezarlığa gittiğimi düşündüm o an. Bu ayakkabılarla ne çok, çileli yürüyüşler yaptığımı düşündüm onlara baka baka. Bir gün çocuklarımı geri alabilmeyi diledim sessizce. Sana garip gelecek, bütün bu olup bitenlerin suçlusu bu ayakkabılar gibi geldi bana. O yüzden yanıma sessizce yaklaşıp sadaka isteyen bir dilenci kadına verdim ayakkabılarımı ve eve yalınayak döndüm. Dilenci içe mi basıyorsun sen, diye seslendi bana… Bir daha onları aramadım. Sana söylemedim; bilirsin senden korkarım. Üstelik onları yok saymayı becerebilmiştim. Böylesi daha iyiydi. Herkes güvendeydi. Sonuçta olup bitenlerde kimsenin suçu yoktu. Yalnızca bir sefaleti paylaşmakla özlemi, sevgisizliği paylaşmak arasında seçim yaptım…  Bunu şimdi söylerken korkumun nedeniyse salt bir yalan olarak algılanmanın yanında karanlık bir geçmişim olduğunu, karanlık bir yüzüm olduğunu düşünmen. Hatta üç tane çocuğu kaderine terk edip yok sayarak yeni bir hayat kurmak konusunda insanlar beni nasıl suçlayacak onu düşünüyorum. Bu hakkımdaki görüşlerin değişmesi. Yani yıllardır özenle bir arada tuttuğum çanaklara bir şeyler olması, çanakların kırılması… Artık hiç kimse beni eskisi gibi görmeyecek… İkisi de evlenmiş. Üçüncü kardeşlerini bulamıyorlar. Bulacaklarını umut ediyorlar… İşte hepsi bu… Kafamın içinde uğuldayıp duran yirmi yılı aşkındır süren kasvetli anılar fırtınası sona erdi. Kaç zamandır iyilikler benimle değil, huzur şeytanın kuyruğunda zaten. Şimdi senden istediğim, onları görmeme izin vermen. Meğer yıllardır dilediğim buymuş… Geçmişimin iç içe geçmiş çanaklarını zaten daha ne kadar taşıyabilirdim ki? Onları fırlatıp atmayı düşündüm ama olmadı işte. Çünkü gerçek ben hangisinin içinde bilmiyorum ki. Yoksa hepsinin içi boş da ben dolu olduğunu mu sanıyorum?”

Kadın terlemişti. Şakaklarındaki damlalar tülbentten kabaran su damlaları gibi şişip yuvarlanıyordu. Eski Hikmet Ünal, şimdiki Hikmet Pamukçu, boğazını temizleyip ellerini koyacak yer aradı. Sokakta gezen bir mart kedisinin sesi birçok bilinmezlikle birlikte havada asılı kaldı.

Keçe yünüyle sözcükler, keçe kumaşla kâğıt…

Keçe nakışına neden bu kadar tutkulu olduğumu, neden bu kadar keyif alarak yaptığımı sorgulayıp duruyorum. Keçe yünü sorduğum bir yerde bir kadının yüzünü buruşturarak “Aman o çok zor bir iş, iğneyle kuyu kazmak herhalde bu iş için söylenmiş, nasıl uğraşıyorsunuz, doğrusu ben yapamam,” demişti. Şaşırıp, “Ben çok keyif alıyorum ama…”demiştim. Onun söyledikleri ve yüzünün ifadesinden kendimi keşiş gibi hissettiğimi itiraf edeyim. Mağarama kapatıp bu zor işin içinde terliyordum, öyle ya… O an yazarken de aynı duyguyu yaşadığımı fark ettim. Yazmak da iğneyle kuyu kazmak şeklinde tanımlanabilir kanımca. Sözcükleri kalemle kağıdın üzerine kazıdığımız düşünülürse, yünü iğneyle keçe kumaşa saplayarak dokuyu oluşturmakla çok benzeşiyor. Önce deseni tasarlıyorsunuz. Farklı geometrilerden bir bütün oluşturuyorsunuz. Sonra keçe kumaşı alıp, hayal ettiğim desenin onun üzerinde nasıl duracağını düşünüyorum. Renkli, değişik kalınlıktaki yün iplikçiklerin iğnenin ucuyla kumaşa uygulanışı yavaşça gerçekleşiyor. Tekrarlı eylemler gerekiyor. Son dokunuşlarla süslemelerinizi yapıyorsunuz, astarlıyorsunuz, ürün haline getirmek için dikiş tekniklerini, değişik kalınlıktaki kordonlar, sutaşları, deri veya kurdele şeritler kullanıyorsunuz. Keçe kumaş, keçe yünü sepette ham haldeyken benim ellerimde şekilleniyor. Tıpkı yazmak gibi. Herkes aynı sözcüklerle cümleler kuruyor ama benim söz dizimimden öyküler, romanlar, düşün yazıları şekilleniyor.

Öte yandan, hemen ulaşabileceğim bir yerde kitaplarımın bulunması okuma keyfimi artırır. Sehpaların üstünün de boş kalmasını isterim. O zaman gelsin kitap heybeleri. Koltuğumun veya kanepemizin kolunda, kitaplarımı kucağımda gibi hissettiren, kitaplarımı kuşatan, koruyan, keçe heybelerim. Okumaktan ve yazmaktan yorulduğumda renk, desen ve işçiliğiyle tutkunu olduğum keçe nakışı projelerimden en sevdiklerim kitap heybelerim sanırım. Zaman zaman dostlarıma kitaplarımı armağan etmek kadar keyifle sunduğum keçe projelerimden heybelerimden bir seçki. Heybeler beni ve dostlarımı kitaplarımızla bir arada tutuyorlar.

DANTEL ŞAPKALI ABAJUR

Saat on altı civarı sevgilim aradı. Ağlıyor. Kaygılandım, “ne oldu yavrum,” dedim. Yavrum, deyince ona iyi geldiğini söyler, yatıştırıcı etkisi yapıyormuş.

“Ay çok kötü bir şey oldu Selim, hani Çilek sokakta sana gösterdiğim bir ev vardı ya…”

Hiç hatırlamıyorum. “Eee?” dedim. Sesimin doğal ve meraklı çıkmasına özen gösterdim.

“Orada oturan yaşlı bir bayanla kocasından söz etmiştim. Hani ilkyazda geliyorlar, kadın giriş katında taraça balkon benzeri yere masa koyuyor, sandalyeleri diziyor, rahibe işi masa örtüsü üstüne, koyu mavi altın yaldızlı küçük de bir vazo içinde güller, anlatıyordum sana hani… Kahvesini alıp akşam üstleri orada otururdu. Gündüz sıcak oluyor herhalde kapalı olurdu kapı. Ama akşamüstleri sardunyaları sulayıp kahve içerdi orada. İçeriden TRT radyosunun sesi ve bir yaşlı erkek öksürüğü duyulurdu. Adam dışarı çıkmazdı ne hikmetse…”

Bu kadar ayrıntı…Bazen onun çipli falan olduğundan korkuyorum. “Evet, canım,” dedim, lafın nereye varacağını merak ediyorum doğrusu.

“Hani bir gün o evin önünden geçerken iki yazdır bu ev kapalı, gelmiyorlar herhalde demiştim, hatırlıyorsun değil mi?”

Bilmem ne sokağında kapalı kapının ne zamandır kapalı olduğu bilgisi bende yok elbette. “Tabi,” dedim. “Hatırlamaz mıyım?”

İşte bugün o evin önünden geçerken baktım taraça kapısı açık. Aaa, gelmişler bu mevsimde mi diye aklımdan geçirdim ki balkon boş, sökülmüş döşeme tahtalarını oraya yığmışlar. Boy aynasını dış kapının önüne dayamışlar.  Çöpte lavanta keseleri, dörde bölünmüş fotoğraflar, ajandalar. Bünyan halıyı rulo yapmayı bile gereksiz görmüşler. Odaların pencereleri ardına kadar açık evin o hazin hali… İçeriden çekiç sesleri…”

Evi sattılar mutlaka, son zamanlarda emlak fiyatları malum. Ama zaten canı sıkkın, gelmeyeceklerine ilişkin bir düşünce oluşmasın diye, “Onarım yaptırıyorlar herhalde,” dedim.

“Ben de ilkin öyle zannettim, gelecek yıla hazırlanıyor olmalılar diye düşündüm. Sonra taraçanın önüne geldim ki sardunyalar kurumuş, içeri baktım, bir oturma odası. Daha doğrusu oturma odası kalıntıları… Duvara yaslanmış bir ütü tahtası ve yanında biraz çarpılmış, dantel şapkalı bir abajur, eşya falan kalmamış Selim…”

“Satmışlar o zaman,” dedim. Eyvah neden ağladığı anlaşıldı, onları tanıyordu, seviyordu ve…

“O  abajur, o ütü tahtası öyle trajik öyle yalnız, boynu bükük görünüyordu ki bilemezsin. Satmış olsalar onların orada ne işi var Selim? Belli ki ikisi de öldü. Ev o yüzden uzun süredir kapalıydı ve şimdi de mirasçılar sattılar. Yeni sahibi eşyayı çöpe atmış olmalı. Bunlar işime yarar diye kala kala iki parça şeyi bırakmış besbelli. Ay o kadar üzgünüm ki…”

Ne diyeceğimi bilemedim, “Başın sağ olsun, onları tanıdığını bilmiyordum,” diye mırıldandım.

“Tanımıyordum, ama o sokaktan geçerken tanıyormuşum gibi gelirdi, kadını taraçada görmek ve içeriden gelen radyoyu duymak çok insancıl, içimi ısıtan bir şeydi. Onların uzun yıllardır evli oldukları belliydi. Birbirlerine çok düşkün bir çift olmalılar…”

“Belki yalnızca biri şeytmiştir.” Ne yalan söyleyeyim, benim bir lafımdan yine coşup ağlarsa diye sözcüklerimi seçerek konuşmak zorunda hissettim,

“Sanmam, öyle birbirine düşkün çiftler ötekini asla bekletmez, uzun süre yalnız bırakmaz.” Ama yine başladı. Hüngür hüngür ağlamasından burnunun nasıl kızardığını, gözlerinin nasıl şiştiğini, alnındaki kaküllerin terden nasıl yapıştığını görür gibi oldum.

“O abajur dedi, o dantel şapkalı abajur… Ne kadar kadını yansıtıyor ne kadar onların yaşamının kanıtı ama boynu bükülmüş… Herhalde onu eşyaları çıkarırken kırmış olmalılar. Ama sanki üzüntüsünden boynu bükülmüş de…”

“Herhalde dedim, kimin üzüntüden boynu bükülmüş dedin tatlım?”

“Abajurun…”

A, evet, bu kadar derdin belanın içinde boynu bükük bir abajurumuz da oldu. Olmaz mı? “Sen, neredesin şimdi, geleyim istersen yanına.” Abajuru mu sevgilimi mi teselli edeceğimi bilmeyerek yapılmış bir öneriydi gerçi.  

“Yok, bu yası tek başıma yaşamalıyım. Belli ki seni çok ilgilendirmedi,” dedi.

“Aaaa, olur mu bebeğim? Haksızlık ediyorsun, inan çok üzüldüm. Beni de ağlatacaksın şimdi bak…Can çekişen şey…Abajur, boy aynası, bünyan halı…” Başka neler vardı, bak unuttum şimdi.

“Hadi, kapatayım ben,” diye burnunu çekti.

“Tamam,” dedim, “Seni seviyorum, akşama görüşürüz.”

“Kim bilir belki… Bir arabanın altında kalmazsam,” dedi. Sesi kırgındı, sonra birden sinirle, “Kalırsam da sen acele edecek değilsin zaten!” diye bağırdı.

Onun Yokluğu

Kalbi küt küt atıyordu. Binadaki yapay koku… Yapay bir dinginlik verenlerden.

Niçin bu oteli seçtim ki? Camlar, çelikler, denize bakan odalar… Akvaryum duygusu uyandırıyor. Yürürken ezilen halılar, korunma duyumuza mı sesleniyor, egemenlik egomuzu mu doyuruyor? Her köşeye sızan müzik yayını,  pırıl pırıl giysileriyle ortalıkta yüzen “dile benden” gülüşlü görevliler… Hangi bezginlikleri perdeliyor bu gülüşler. Bu işi çözmem gerek, çözeceğim. İşte. Sonunda .

Gece yarısını geçiyordu.  623 nolu oda.

Evrak çantasını, kol çantasını fırlatıp atmak için saniyeler…

Kapıyı açar açmaz cam kırığına benzer bir ışık, odanın en karanlık köşesine dek yürüdü ve orada olmaması gereken bir nesne onu durdurdu; bir erkek ayakkabısının burnu. Parlak, iyice cilalanmış. Temiz, pek sokakta gezmeyen türden.

Görmedi. Ama kapıyı kapatır kapatmaz tanımsız bir duygu ayaklarında köklenirken şimşek gövdesine yayıldı. Bu duyguyla ilgilenemedi, cep telefonu çaldı. Aynı anda sahildeki deniz fenerinin ışığı odaya bakıp geçti.

-Efendim? Mmm. Şimdi girdim odama.

Banyonun soluk ışığını açtı. Çardaş, duvardaki hoparlörden kayarak az önce koridor ışığının izlediği yolu izleyip aktı.

-Çok yorgunum, ama geleceğim, heyecanımı yatıştırmalıyım.

Ayakkabılarını dolabın içine fırlattı.

-Bilmiyorum. Adamların davranışlarından bir sonuç çıkarılmıyor. Çok denetimliler. Beğenip beğenmediklerini anlayamıyorsun. Tasarımları beğendiklerini düşünüyorum. Ha, o işi…Tapu Müdürü’ne çıtlattılar. Gökhan’ın bu konulardaki becerisini biliyorsun. Demiş ki; “biz belediyeden diğer konuları çözeceğiz, alıcısı bile neredeyse hazır yalnız sen tapu müdürü olarak bize yol göstereceksin.” Merak etme. Gökhan dikkatlidir. Makamında olur mu hiç? Pahalı mahalı, bu işi müdürden bağlarsak aradakilerle uğraşmamıza gerek kalmaz. Tapu olmazsa bu adamları kaçırırız biliyorsun.

Deniz feneri, oteli, odayı, kadının bedenini ikiye keserken odanın tamamen karanlık köşesinde sakin, irice bir erkek elini de kol düğmeli manşetinden biçti.

Kadın çantasını yatağın ayakucuna bıraktı, telefonu yanağıyla omzuna sıkıştırıp ceketini ve eteğini çıkardı.

-Giriş katıyla ilgili fazla soru sordular. 

Dolabı açıp eğildiğinde çoraplı bacaklarının arkası ve kalçalarına değdi geçti deniz feneri.

-Canım işçilerle beni yormasan. Ne yapalım, tırmalıyoruz işte. Biliyorum. İkinci aydır paraları… Azıcık elimiz rahatlasın. Çeşme akarken küpümüzü dolduralım. Hazır şimdi kriz var. Kimse sesini çıkarmıyor, hakkını aramıyor, bir iki kişiye kulak asma. Daha çok çalışalım ki kazanalım, falan deyin.  Bu ekmek ağacını yaşatmalıyız, deyin, işin ucunda hepten işsiz kalmak var, deyin. Fiyatları düşürürsek iş alıyoruz, ne yapalım deyin. İşi mi bırakacakmış? Hayır. Personel müdürüne yeni bir araba almayı önerelim, adamları sakinleştirir. Tamam. Muhasebe Müdürüne söylerim, onun senetlerini ödesin,  borçları falan vardır. Biraz konuşsun,  personel müdürü ne işe yarar, işçilerin başlarına bizim sağ kolumuzsun falan desin, o adamları susturur. Tabii ki sordum. Dükkân falan mı düşünüyorlar diye…

Gömleğini çıkardı, bacaklarının arasına sıkıştırdı. Dolabın içinden aldığı kuru temizleme poşetine tıkıştırdı. Hışırtı müziği bastırdı.

-Hım? Bir yandan üstümü değiştiriyorum. Çok yorgunum.

Kapı aralığından yalnızca elini çıkarıp poşeti tokmağa astı. İnce koridor ışığı içeri girip eridi.

-Dükkân değil. Tabi bir bakışla dükkân sayılır. Spor salonu ve spor malzemeleri satacakları iki ortam istiyorlar. Bizim cam cepheyi kullanamayabiliriz. Yok, Tapu Müdürü nakit istemiyormuş. Başkalarının adına mülk olacak. Bilmiyorum. Bizim teklifimize göre. Bence ona kira getirisi olan küçük parçalar önermeliyiz. Şu satamadığımız dükkânlardan. İkisi  Karıncadere’deki dükkan olabilir. Sen de düşün. Beş tane, dört tane mi? Neyse işte. Adam devlet memuru, villada oturursa kokusu çıkar sonra… Tamam.

Dolap kapağının arkasından bedeninin bir kısmı yine kayboldu. Bacakları parladı. Valizden çıkardığı gömleği uzaktan yatağın üzerine fırlattı. Parfümün kokusu dört bir yana sıçradı. Çardaş’ın ezgilerine takılıp karanlıkta, koltukta oturan adamın burun deliklerini kabarttı.

-Yok, hazırlanıyorum, dedim ya. Evet, spor salonu ve spor mağazası. Sigorta mı? İşçilere mi? Yapma canım. İnşaat işçisine sigorta görülmüş şey mi? Canı istiyor sabah işe gelmiyor, biliyorsun. Ben taşeronla konuşurum, o sigorta isteyenlere yol versinler. Belediye bile artık… Adam mı yok Allah aşkına? Hım? Öyleyim. Bak birazdan ne acımasız olduğumu göreceksin. Hım? Hayır, o çamaşırlarımı getirmedim. Narin çamaşıra ihtiyacım var mı? Aferin sana. Sen ne zaman çıkıyorsun? Tamam.

Naylon çorabı çıkarırken külotu da sıyrıldı. Fenerin oraya ulaşan ışığı bedenine değdi. Kirli çamaşır torbasının hışırtısı duyulurken gölgedeki eller koltuğun kolçaklarını sıktı. Odada gezindikçe çıplak ayakları halının tüylerinden keyif alıyordu. Eklemleri çıtlayarak kadınsı adımlarla…

-Spor salonu tabi ki cam yüzeyli olamaz. Nasıl bir çözüm buluruz şimdi aklıma gelmiyor. Demek istediğim binanın görüntüsüne, mimari mantığına ters düşmeyecek bir şey…

Eline aldığı yeni etekle odanın içine yürüdü, kırışmamasına özen göstererek yatağın üstüne bıraktı.

-Senin aklına bir şey geliyor mu?

Tekrar eğildi, yatağın üstündeki çantasını karıştırmaya başladı. Saçları önüne düştü, yüzü görünmez oldu.

-Aklıma geldi, bir dakika, dedi. Telefonu yatağa bıraktı, sutyeninin kancalarını söküp çıkardı, eğilip telefonu alırken fenerin ışığı bu kere ensesinden yürüyüp kalçalarında karardı. Koltuktaki adamın ütülü paçası sola düştü. Gözlerini yavaşça kapatıp açtı.

-Bak aklıma ne geldi, diye doğruldu. Saçlarını savurdu. Banyodan gelen ışık arkasından vururken başını geri yatırdı. Deniz feneri dönüp gelmişti ve burnunun ucundan diz kapaklarına dek tüm bedenini yalayıp geçti. Onu gizlice izleyen adamın boğazındaki çekiç yüzünden yutkundu.

-Spor salonunu mağazanın gerisine yerleştirelim. Ön kısım mağaza, anlatabildim mi? Tamam, cam, vitrin, yüzeyi bozulmayacak. Diyeceğim ki, insanlar mağazaya geliyorsa tezgâhın arkası cam bölmeden spor salonunu görsün. Bu spor için isteği artırır. Spor salonuna da mağazadan geçilerek gidilir, iki yönlü satış. Ne diyorsun bu fikrime? Mmm,ne güzel söylüyorsun. Bir kere daha söyle bakayım… Evet, artık tamamen soyundum ama bir de duş almam gerek ki hazırlanabileyim.

Sözcükler karanlık köşeye yakıcı buhar damlaları olup düştü. Işık dikenlerinin ucunda Çardaş ezgilerinin içinde pırıldadı ve fener o sırada kadının bedenindeki tüm gölgeleri sildi geçti.

Görünmeyen adam soluğunu tuttu, başını koltuğa iyice gömdü. Bu kadar yakınındaki o tanıdık parfüm ve ter kokusu derisinin seğirmesine neden oldu.

-Ne diyorsun bu fikrime tatlım? Bir hafta sonraya görüşme ayarlayayım mı?

Banyoya yürüdü. Çıplak görüntüsü aynanın içinde yüzdü.

-Tamam.

Yırtılma sesiyle su yere düştü. İzleyici soluğunu sessizce bıraktı. Kol altlarından sırtından ter fışkırdığını hissetti.

-Canım, bırak da yıkanayım, yalnızca yarım saat… Yarım saat sonra söz…

Son sözcükler belli belirsizdi, sanki boğuk bir kıkırdama. Boşa akan suyun sesi değişti, bedene çarpan pıtırtıların duşa kabinin sürgülenme sesi örttü.

O, sımsıkı kavradığı kolçakları bırakıp sessizce doğruldu. Yatağın üstünde belli belirsiz seçilen giysilere baktı. Çenesini kaldırıp havayı kokladı. Yüzüne vuran ışık yeşil gözlerini aydınlattı. Hemen sonra Çardaş’ın nabız atışı düşmüş, ışık kesikleri yok olmuştu. Gölgesi odanın kapısına tırmandı, sessizce çıktı.

Kadın herhangi bir ses duymuş değildi. Ama vücudundaki tüm sinir hücreleri onu ürpertiyle uyardı. Köpükler akar akmaz bornozunu giyip çıktı. Korku, can evinde sessizce soluk alıyordu. Tüm ışıkları yaktı. Gözleri etrafta dolaştı, her şey olması gerektiği gibi… Yalnızca… Koltuktaki ortası çökmüş yastığı alıp dalgınca kabarttı, yerine bıraktı. Elleri bornozun ceplerinde, cam duvarın önünde durdu, ışıklar, deniz, tekneler, deniz feneri… Saçlarından süzülen sular, gözyaşlarını önüne katıp bornozunun yakasında yok oluyordu. Taş gibi durup gecenin altın rengi ve mavi görüntüsüne baktı, korkmuş ve yapayalnız.

OYUNCAK İTFAİYE KAMYONU

İnsanlar beni ilk kez Güneşli caddesinde bir dilenci kadının kolunun altına sıkıştırılmış olarak görmüşler. Kadın belindeki naylon poşetten bir parça kuru ekmek çıkarmış, yemem için ağzıma tıkmaya çalışmış. Ama ben uyuyormuşum. Caddenin taşıtları ve kalabalığının uğultusunda uyuyormuşum… Günün büyük kısmını uyuyarak geçiriyormuşum. Kimse bunun farkında değilmiş. Bana bir şey içirip, koklattıkları sanılıyor. Çünkü ne ağlıyor ne kıpırdıyormuşum. Su bile istemiyormuşum. Yaşama böyle başlamak hiç de iç açıcı değil elbette. Yaşımda mıyım? On, on iki aylık belki… O dilenci kadının kolunun altında bir çıkına bağlı yaşamadan önce nerede olduğumsa daha acı.

Annemin bir tecavüze uğradığı, evden kaçtığı, rastladığı iyi kalpli(!) bir adamla imam nikahı yaptığı biliniyor. Adama bir çay bahçesinde ne yapacağını kara kara düşünürken rastlamış. İkinci çayı içmemek için önündeki çayı bitirmeden boşluğa bakıyormuş. Adam bu bakıştan etkilendiğini söyleyip… Bilinmeyen, daha doğrusu annemin bilmediği adamın niyeti. Onun bir yardımsever değil, bir insan taciri olduğunu öğrenmesi için doğum yapması gerekmiş. Beni dört, bilemedin beş ay emzirmiş. İmam nikâhlı kocası bir gün evden çıkarken beni ve bir naylon poşete doldurduğu eşyamı götürmüş. Annem ağlamış olabilir mi? Bilmiyorum. Belki ağlamamıştır. Bir yükten kurtulmanın hafifliğiyle şöyle bir diklenmiştir. Yeni yaşamım dilenci kadının bedenine bağlı bir bohçanın içinde insanların acıma duygularını ateşlemek üzere bütün gün sokaklarda sürmüş. Beni insanlar ilk orada görmüşler. Bu değişim annemin imam nikâhlı kocası tarafından bir kadın tacirine satılmasıyla aynı zamanlara denk geliyor. Annem, kendi için ağladı mı acaba? Bilmiyorum. Ona ne olduğunu da bilen yok. Benim hikayem, açlık, bitler tarafından yenmek ve uyumakla sürüyor. Bir dilenci kadının kucağındaki çocukların neden hep uyuduklarını düşündünüz mü? Uyuşturucu verilir de ondan böyle kar demeden sıcak demeden taş üstünde derin uykular uyurlar. Çoğu bu kadar uyuşturucuya dayanamaz ve ölürler. Ama bir kural vardır, çocuk “iş günü” içerisinde öldüyse, sözde anne onu akşama kadar kucağında tutmak “işe devam etmek” zorundadır. Çünkü cezası çok ağırdır. Kimseye belli etmemesi gerektir. Bu bir kuraldır, anladınız mı? İşte bu koşullara rağmen ben bir şekilde hayatta kalıyorum. Ta ki dilenci kadına bir araba çarpıp onu öldürünceye kadar.

Bu kazadan sağ çıkmam kaderimi değiştiriyor. Beni önce hastaneye, oradan Çocuk Esirgeme Kurumuna gönderiyorlar. Orayla ilgili anı kaydım var mı diye düşündüğümde bir beşiğin parmaklıklarını görüyorum. Çiş kokusu ve emziğin ağzımdaki varlığı… Ağlama sesleri. Kendi ağlama sesimle birlikte çok ağlama sesleri…

Sonraki anı kaydım, (aklım erdiğinde koruyucu ailem olduğunu öğrendiğim) insanların yanından kaçtığım günle başlıyor. Çok dayak yediğimden olmalı, içgüdüsel-can havli de denebilir-bu evden dönmemek üzere çıkmam gerektiğini söyleyen içimdeki sese uymakla başka bir serüven başladı; sokaklar. Öyle bir kaçıştı ki çok sevdiğim tek oyuncağım küçük kırmızı itfaiye kamyonumu bile cebime atamadım. İşte bunu unutmadım…

O günden sonra pencereleri hep dışarıdan içeri doğru gördüm. Gece ışıklıdırlar veya perdelerin arasından sızan ışıklıdırlar. Gündüz havalandırmak için açılmış veya sımsıkı kapalı olurlar. Benim işim gece karanlık pencerelerledir. Onlar benim için tornavidayla açılıp içeri atlamak, taşınabilecekleri alıp kaçmak için birer kapı artık. Bugüne kadar hiçbir yerde küçük kırmızı bir itfaiye kamyonu bulamadım ne yazık ki… Buzdolaplarından elle yemecesine yemekler buldum, üstümdeki kirli elbiseleri değiştirmek için giysiler buldum ama oyuncaklar arasında kırmızı itfaiye kamyonu yoktu hiçbir çocuğun.

Bizim çocuklardan biri ne dedi biliyor musunuz? Sokak kedilerinin ömrü iki üç yılmış. Biz de sokaktayız çok yaşamazmışız. Bu doğru. Bir gece, yeni aldığı tabancasını denemek isteyen tanımadığım bir adam yüzünden öldüm. Mesela ben, on bir yaşıma kadar dayandım. Bedenim resmi defterlerde kayıtsız olduğundan bir süre ne yapacaklarını bilememişler. Sonra da bu tıp fakültesine kadavra olarak göndermişler. Bütün bunları yalnızca siz biliyorsunuz. Kayıtsız insanların hikâyesi de adı da bilinmez. Ben 128 numaralı kadavrayım. Oyuncak itfaiye kamyonunu bir türlü bulamadım. Bu lafları da ben etmedim zaten. Ben formaldehit, metil alkol, gliserin, fenol karıştırılmış suyun içinde yüzerken, yüzümü gören ve beni kesinlikle tanıdığını iddia eden bir tıp öğrencisinin lafları… İlk kadavra dersiydi ve dersten sonra oturup bunları yazdı. Hocası onu kadavrayla duygusal ilişki kurduğu için uyardı ve anatomi laboratuvarının duvarındaki yazıyı gösterdi; “Burada ölüler dirileri eğitir.”

RAFTAKİ KİŞİLİK

#25 Kasım Uluslararası#Kadına Yönelik#Şiddetle#Mücadele gününü bekleme! #Kadınlar Ölüyor!#6284 sayılı Yasayı# ve İstanbul Sözleşmesini Uygula!#

RAFTAKİ KİŞİLİK

Bu güçlülük duygusunu seviyordu; baş döndürücü, içindeki boşluğu doldurucu bir duyguydu bu. Önce iri iri vuruyordu; iri çakıl taşlarını yerleştiriyordu. Sonra rasgele darbeler; kum gibi… Hiç boşluk kalmayacak gibi vuruyordu Nusret.  Parmak uçlarını değdiriyor; değdiği yerler önce kızarıp yanar sonra mor izleri kalır, biliyor. Yorulduğundaysa saçlarından, giysilerinden çekiştirip, itip kakarak doldurur boşluğu…

Kadının etleri bu vuruşları çok iyi karşılar. Sıkı doldurulmuş bir torbaya vurması insanın iyi gelir, eli acımadan… Peş peşe etine gömüyordu yumrukları. Bir kadının etine gömülmek hoşuna gitmez mi adamın yahu? Terlemiş, soluk soluğa kalmıştı. Kalın gözlükleri gerisinde gözleri daha da uzak görünüyordu şimdi. Kadına öyle geldi.

“Yüzüme vurma Nusret! Yalvarırım vurma yüzüme!”

Sesi inlemeyle karışarak küçüldü. Sustu, sessizce kıvrılıp kaldı. Dudağı patlamış, ağzına kan tadı gelmişti. Hıçkırmaktan bile korkarak göz yaşları sicim gibi aktı yüzünden. Gözlerini sımsıkı kapatıp; şimdi başka herhangi bir şeyi düşünmek mümkün olabilseydi diye geçirdi aklından, olmadı. Küçük, kısık, kendinden geçmiş gözler dürbünün ters ucundan kadına bakıyordu. Çirkin bir sırıtışla aralanmış ağızda sarı kara dişleri görünüyor, iki dudağı arasında salyası uzuyordu. Bu adamı bir zamanlar nasıl olup sevebildiğine şaşırdı katın. Ağzı gözlerinin tersine çok yakındaydı.  Sonra bıraktı, vurmaz oldu. Leyla, sızılar içinde yerde karmakarışık bir yığın halinde kala kaldı. Kolu, bacağı, başı sarkmış, bir ayağında terliği hâlâ duruyor, garip. Saçları didik didik, biliyor. Vücudunda morarmaya durmuş yerlerin gümbürtüsünü duyuyor Leyla. Penye geceliği boynundan karnına kadar yırtılmış. Çok severek almıştım bu geceliği yazık oldu… Çirkin göründüğünü düşünüyor şimdi Leyla. Çirkin, zavallı, iğrenç, çok acınası… Kara gözlü, ceylan Leyla, Sevgili Hoca’nım… Sonra Nusret’in karısı olmuştu. Yani “Sevgisiz Hiç Hanım.”

Saf bir şey oldum ben artık. Hiçbir şey düşünemiyorum. Nusret söylemese… ne bileyim akıl erdiremiyorum. O olmasa nasıl davranacağımı bilemeyeceğim galiba.

Nusret olmasa…Nusret olmasa böyle olacak mıydım acaba?

Kıvrıldığı yerden ona yan yan baktı. Gözlükleri burnunun ucuna düşmüş, giyiniyordu şimdi. Tepesindeki saçlar dökülmüştü. Birinin büyük uyku uyuması için kaç kıl koparmak gerek kafasından? Hiçbir zaman sevmedim ben bu adamı, sevdim sandım, belki de sevmem gerektiği kanısına vardım…Kişiliğimi rafa kaldırdım.

Şu an ne olacağını kestiremiyordu ama yaralarındaki gümbürtüler, çok fazla artmıştı. Paketinde tek sigarası kalmış tiryakinin sabırsızlığı içindeki raftaki Leyla kıpırdandı.

Nusret Leyla’ya bakmadan- onun orada olduğunu unutmuştu bile- otel odasının kapısını çekip çıktı Onu bekleyen arabaya binerken az önceki Nusreti, rafa kaldırıp avukatı ve aile dostu Şakir’e “Günaydın” dedi.

“Günaydın, Leyla nasıl?”

“Kara gözlü Leyla mı?” dedi tuhaf bir sesle, gözüne rast gelen yumruğu hatırlayarak.”İyi, iyi… ” Bilmediği Leyla’nın gözünün şimdi gerçekten kara olduğuydu.  Sonra şoförüne farklı bir sesle “Adalet sarayına” diye emir verdi.

“Şimdi bak Nusret, orada aklımıza gelmedik sorularla karşılaşırsan, bocalama diye söylüyorum. Dikkatli konuş. Sakın elemanlarına nutuk atar gibi göğüs kafesini yükseltme, işin rengini değiştirirsin. Bir kere önemle üstünde durman gereken tam dokuz yıldır vasiliği yürüttüğün.  Bu mirası koruduğun, artırmak için yaptıkların, Murat için yaptıkların. Özellikle Murat’ın hayatta yapayalnız kalışını, hastalığının evrelerini kısa ama atlamadan anlat. Sen baba dostusun. Ben belgeleri mahkemeye verdim zaten. Sakın Murat’a tavır takınma. Şefkat göster. Yumuşak bir sesle konuşacaksın. Beni dinliyor musun?”

“Bu anlattıkların sıkıcı geldi bana. Önemli mi?”

“Ne demek? Bir akıl hastası öyle kendi kendine ortalıkta dolaşıyor, kız peşinde koşup çocuk peydahlıyor. Rica ederim. Sorarlar adama, değil mi ya? Sen madem vasi tayin edildin, adam akıl hastası , raporu var diyorsun, salıyorsun ortalığa, derler. Sormazlar mı adama canım?”

Cebinden çıkardığı bir kürdanla dişlerini karıştırdı; “Sorarlar mı diyorsun?”

“Bak Nusret, sorularımı soruyla cevaplama. İkimizin de sinirleri gergin zaten. Bana mantıklı cevaplar ver.”

“Avukat falan değildir, diyeceğim. Bir yıldır kayıptı. Polise bildirmiştim. Ailenin son bireyidir. Sonra çıkıp geldi. Yanında bu hamile kızla. Bu evlilik nasıl geçerli olur, diyeceğim. Murat bir akıl hastası ve hacir altında. Boşanma istiyorum, bu zinadır.”

Şakir Bey, soğukkanlılığını korumaya çalışarak; “Bu dediklerin şu anlama geliyor. “Falan” değişinden deli anlamı çıkıyor zaten. Bir yıldır haber alamayınca ondan kurtulduğumu sanmıştım, polis cesedini bulur da rahat ederim, diyordum. Ailenin sonuncusu, ondan da kurtulursam tamam. Sonra çıkıp geldi. Yani her şeyi berbat etti, diyorsun. Yanında bu hamile kız, hastalıklı falan bir de bu eksikti, demek istiyorsun. Bu yaptığını bilmez, idaresini kanunlar başkasına vermiş adamla yaptığı evlilik suçtur… Böyle mi demek istiyorsun? Bu davayı kaybedelim yani…”

“Yahu akşam bir rüya gördüm, aklımdan çıkmıyor. “

Avukat elindeki broşürün sayfalarını şap –şap açtı kapadı, açtı kapadı, Birbirlerine yapışmış göz kapaklarını zorla ayırmak istiyormuş gibi bir sıkıntı işareti yaptı; “Hay’rolsun” diye homurdandı.

“Kar yiyen yağmurları yağıyordu. Soğuk bir müziğin fanusundaydım ve başım ağrıyordu. Fanustan nasılsa kurtulup bir yola çıkıyorum. Ama asfalt yürüyen bir bant gibi hareketli. Ben yürüyemiyor muyum, yoksa bandın güzergahına mı ters gidiyorum nedir, bir yere varamıyorum. Ter içinde uyandım.”

Adalet sarayının önünde şoför arabayı durdurdu. Nusret Bey, zenginliğinin yarattığı hareye bürünüp arabadan inerken insanlar ona yol açtılar.

“Murat sekiz yıldır tedavi görüyor” derken de aynı harenin içinden konuşuyordu. Davudi sesi, ütülü şık takım elbisesiyle konuşurken tepkileri, özellikle yargıcın yüzündeki değişimleri kayıtlarına alıyor, konuşmasını ona göre yönlendiriyordu. Ses tonunu mükemmel ayarlamıştı. Öyle ki, Avukat Şakir Bey bile, az önce arabada aynı sözcükleri duymasına rağmen şu andaki ifadenin farklılığına şaşırıp kaldı;

“Avukat falan değildir. Bir yıldır kayıptı, polise bildirmiştim. Ailenin tek varisidir. Sonra çıkıp geldi. Yanında bu hamile kızla. Bu evlilik nasıl geçerli olur sayın yargıç? Murat akıl hastasıdır, hacir altındadır. Boşanma istiyorum, çünkü bu zinadır. “

Bu güçlülük duygusunu seviyordu; baş döndürücü, içindeki boşluğu doldurucu bir duyguydu bu. Önce iri iri vuruyordu; iri çakıl taşlarını yerleştiriyordu. Sonra rasgele darbeler; kum gibi… Yine hiç boşluk kalmayacak gibi vuruyordu Nusret Bey, sözcükleriyle vuruyordu.

“Yaz kızım” dedi Yargıç,  “Davacı Nusret Mert, ifadesinde; Murat Saran’ın avukat olmadığını, hayal dünyasında yaşadığını, bir yıldır kayıp olmasından dolayı kaygı içerisinde olduğunu, polisin kendisine yardımcı olabileceğini düşündüğü için, resmi başvuruda bulunduğunu, Murat Saran’ın ailenin son bireyi olması nedeniyle korunması gerektiğini, nihayet geri döndüğünü, yanında zavallı bir hamile kızcağız getirdiğini, idaresi başkasına verilmiş bir şahsın yaptığı evliliğin geçerli olamayacağını, boşanma istediğini çünkü bunun bir zina sayılacağını…”

Daktilo tıkırtıları duruşma salonunu yaylım ateşine tutmuştu… Leyla’yı duyan yoktu…