Rüzgâr bir çocuk gibi koşarak geliyor ve evin kapısında aniden susuyor. İçerideki ürkütücü sessizlikten çekinerek pencereden içeri bakıyor, ağaçların arasından arka tarafa dolanıyor ama içeri giremiyor. Eğri büğrü bir ev, bakımsız bir bahçenin bir köşesinde… Rüzgârın gördüğü, diz çökmüş, sırtı kamburlaşmış bir kadın. Görünmez tehlikelere karşı savunmak için kendiliğinden bükülmüşlüğü vardır ya bedenlerin, öyle… Bu beden az önce düşlerini geri aldı. Düşleri dikenli çıkmıştı ve ellerini kanatıyordu ne zamandır. Durduğu yerden üçü görünen, üç koca parmağa benzeyen masanın ayaklarına bakıyor. Üç koca parmağa benzeyen ayakların arasından, örtünün akan desenlerini görüyor. Sentetik iplikten püskül şeridinin akan desenleri durdurduğunu da görüyor. Masa örtüsünün püskülleri arasında düşler… Düşler yerde yatıyor. Bir görünüp bir kayboluyor. Bir görünüp bir kayboluyor ve kendisini ağaç kökü gibi hissetmesine neden oluyor. Gövdesi dipten sarsılmış bir ağaç şimdi kadın. Sapına kadar toprağa batıp çıkan bir bel onu yerinden sökmeye çalışıyor. Bir ileri bir geri, bir görünüp bir kayboluyor, bir ileri bir ge…
Yere devrilmiş kekik kavanozu yüzünden kekik kokuyor içerisi. Onun ne zaman düştüğünü görmedi ama yayılan koku kadına çocukluğundan bir resmi anımsatıyor: Ekmeğin üzerine dökülen zeytinyağı, şişeden akan yağa güneşin değip yansıması, tezgâhın üstüne düşen damlacık, kesilmiş limonu sıkarken duyduğu dişlerini kamaştıran koku ve kabuğunu dişleme itkisi… Yağı, limon suyunu emen ekmek dilimi, ıslak kekik tanecikleri, ısırmadan önce ağzının sulanması… Tüm bunları boyunun elverdiği açıdan görüşü. O sırada şaşkın gece kelebeğinin ürküyle cama vurması, kanatlarının sesi. Tezgahın öte köşesinde kalmış, temizlenmemiş bölüm. İkinci resim, dışarı yürüyen çıplak ayakları, kapının önündeki az önce suladığı betonun yaydığı koku. Duvara dayanmış bir çift bahçe terliğinin duruşu. Bunlara bakıp zeytinyağlı, kekikli, limonlu ekmeğini yerken, dilini ısırması, gözünden yaş gelmesi ama yemeyi sürdürmesi. Bir domatesin dörde bölünmüş parçalarının yaydığı yabanıl koku. Seni kocaya verecekler duydun mu? Zeytinyağlı, kekikli ekmeği yere düşüren kızın adı Melek. Resim değil, gerçek…
Bir ileri bir geri… Kirli yemenisinin kaydığının farkında. Olsun. Sallanan oyaların adı, elti eltiye küstü. Kendi ördü. Oyanın motifleri yanağında böcek gezmesi gibi değip kalkıyor, değip kal…
Alacakaranlığın içine asılmış ışıklar yüzüne gözüne bulaşırken yavaşça ağlıyor. Şimdi başka ses yok. Rüzgâr da susmuş. Ağlarken, kendisine ait ne kadar az şeyin olduğunu düşünüyor. Öyle az şey var ki öyle az… Onları kollamak zorunda. Yoksa yok olacaklar. Salınımından dağılan, odayı pis kokulu bir battaniye olup örten ter kokusundan kendi varlığını duyumsuyor. Kokudan başka neyi var ki? Var… Şu ot sedirin yaygıları var, çeyizinden. Sedirin beyaz patiska etekleri var, ara dantelli, kızken örmüştü. Üstündeki basma örtüsü var, annesinden. Ot yastıkları var, kaynanasından. Dantellerin ilmikleri arasında “A Fadimem” türküsü var. Tığın her batıp çıkışında ipi dolayıp çekmesinde, “Ay lay li lom, ay lay lom” var. İşte bu onun sesi. Ona ait bir şey. A Fadimem, hadi senle kaçalım/Beyce pazarında dükkan açalım/Ay lay li lom, ay lay lom. Türküyü hiç unutmadı. Tığı sımsıkı tutmaktan başparmağı beyaz beyaz bunu da unutmadı ve; A Fadimem iner gelir Belen’den /Zülüfleri tel tel olmuş elemden/Ay lay li lom, ay lay lom, diye çın çın avluyu inleten kendi sesini de unutmadı. Ay Meleeeek ne güzel söylüyorsun kız. En iyi arkadaşı Emine’nin sesi bu. Onun sesi de motiflerin, zincirlerin dolguların içinde duruyor, türkülerin yanında. Kesmeden gülümsüyor; A Fadimem iki değil üç değil/Benim bağrım demir değil, tunç değil/ Ay lay li lom, ay lay lom...Ama şimdi, nefessiz kaldı türküler, Meleğin kanatları rüzgârsız…
Dalgalı bir denizde kayıktan bakarcasına bakıyor masanın ayakları dibine Melek. Üç koca parmağa benzeyen masa ayaklarının dibine… Dördüncüsü görünmüyor. Orada yatıyor O! Artık dikensiz… Bir görünüp bir kayboluyor, bir görünüp bir kay… Masanın üstündeki sarı yapay güller, haftada bir yıkanması gerek ama ne zamandır üzerinde sinek bokları var. Bir gidip bir geliyor güller…. Bir gidip bir ge… Sarı güller onun. Sarı güller gelinlik gülleri. Duvardaki resimde elinde duruyor bak. Resmin altındaki sıva, içi irin dolu deri gibi şişmiş , ha patladı ha patlayacaktı da damat aldırmamış, basmıştı çekici, patlatmıştı sıvayı, yeni gelin basma örtünün üstüne yayılan parçaları toplamaya çalışmıştı. Tamire lüzum yok, resim kapatıyor zati… Bu kocasının sesi. Sıvayı olduğu gibi bırakan o. Resmi kaldırsan bu cümle altından çıkıyor, bir de kırmızı tuğla. Süslü bir şarkıcının yanağının kenarını tırnağınla kaldırınca iskeletini görmeye benziyor bu resmin duruşu. Yüzünün yarısı kusursuz, beriki yanında kırmızı etlerin parçaları, kanlı çene kemiği, kanlı dişler, şarkı söylüyor: “Yüksek yüksek tepelere…” Kına gecesi var onun, gözyaşları var, o geceye dair. Gelin ağlamadan olur mu? Ağlayarak eğlenmeyi üleşir kadınlar… Kadın kendi düğününde bile ağlamalıdır. Töredir. Avuçların kınayla damgalanması, yüreklerin şarkılarla taşırılması usuldür. A Fadimem, türküsü susmuştur. Şu fotoğraftan (gelinlik fotoğrafı işte) yarım saat önce kelebek tırtıl olmuştur. Artık istediği gibi uçamayan, kozaya hapsolan, eskinin kelebeği değişip Melek Vural olmuştur. Kocasının soyunun adını almıştır. Soyunu sürdürmesinin sorumluluğu omuzlarına yüklenmiştir. Bu resmin çekildiği rutubetli küçük oda; fotoğrafhanede ışıklı bir şemsiye hatırlıyor, plastik kokulu, aynanın önünde hiç yıkanmamış bir tarak… Fotoğraf karesinde olan insanların ağız kokusu, ter kokusu… Işık patlayıvermişti! Bu acayip gülüş ondan. Yanındaki gülüş ise herkesin, “Pek iyi çocuk, hâlim selim çocuk” dediği, gülüş. İnce bir zar gibi kapladığı bu nur yüzü dışarıda gezerken kullanıyor damat. Evde kalın kabuklu, Kafdağı’nın ardına gidesice paslı yüzüyle gezer. Şimdi o paslanmış gülüşü de aldım bak… Sağ el gülüşü. Hep hazırda bekler sağ el. Sağ eliyle yemek yer, sağ eliyle dayanıp sağından kalkar, sağ eliyle şeyini tutar, sağ eliyle vurur. Resimde de o el gelinin omuzunda işte. Resim bir ileri bir geri sallanıyor. Gelinin adı Melek, gelinliği kiralık. Beni cennetteki hurilere hazır hale getireceksin. Hazırlanmak için ibadet etmek lâzım, demeye başlamamış daha sağ el. Kendisi ise bir dünyalık kadın olduğunu henüz bilmiyor bu resimde. Bunu buraya çaktı ki o yokken bile unutmayayımmış. Eli üstümdeymiş. Kör olasıca! İbadet etmek için zamana ve rahata ihtiyaç vardır. Beni rahat ettirmek senin işin. Lüzumsuz dünyevi işler senin işin. Memeleri yeni tomurcuklanmış hurilerime kavuşana kadar sana katlanacağım… Bunları da sağ el söylüyor, havada vaaz verir gibi duruyor. O sağ eli o resimden kesip çıkarsam, diyordum. Camı kırayım, eli keseyim, bitsin… Resimden çıkarsam atsam da ne fayda… Hep üstümde. Yüzüme, sırtıma, böğrüme al, mor izler bırakan sağ el. Yorulunca hadi bakalım sıyır şu siktiğim şalvarını, der. Küfretme dedikçe, sen dünyalıksın,der. Hizmetimi görecek, şehvetimi söndürecek, beni misafir edecek bir dünyalıksın. Sana küfretmem yasak değil. Her seferinde de bir çocuk yapışır içime. Dokuz ay boyunca sömürüp bitirirler, kan olup öfke olup fışkırırlar. Susarım. Hiçbirini sevmem bu şişiklerin. Bu beli bükülü hep ağlayan evi de! Tüm istediğim yüreğim çarpmadan yaşayabilmekti oysa.
O resimden beri kirpikleri hep ıslak Melek’in. Ağlamaları hep az önce bitmiş gibi. Şimdi de öyle. Ağlamaları az önce bitti… Bu kere sonsuza dek bitti. Buna inanamayarak arada yemenisini çiğniyor Melek. Elti eltiye küstüyü çiğniyor, bırakıyor, çiğniyor bıra… Merak ediyor, artık yüreği çarpmadan yaşayabilecek mi acaba?
Kendisine dünyalık diyen o adamı artık gece uyurken izleyip, hayal kurmasına gerek yok. Açık ağzından içeriye zehir akıtmak, bir akrebi atletinden içeri salmak, ağzının kenarından yağları akıta akıta yemek yerken fare zehiriyle tatlandırılmış yalancı dolmayı yutamayıp devrildiğini görmeyi istemesine gerek yok. İçindeki hınç dişlerinin arasına sıkışıp durmayacak artık. Çene kemiklerinin gece veya gündüz birbirlerine kaynadığını hissettiğinde yalnızca ağzını açar, koca bir soluk alırdı. Yapabildiği bu, elden ne gelir…Artık ağzını koca koca açmasına da gerek yok.
Her zaman irkilir gibi konuşan her zaman ıssız bir yolda korkarak yürürcesine yaşayan Melek, cennete gidememekten korkan kocasının, kapıyı ne zaman arkasından kapatacağını beklemekten sıkılmış, geri dönmüş ve bak onun içi boş ayakkabılarını kapının önüne bırakıvermişti işte. Dünyalık, onu hurilerine uğurlamıştı bak! Alnı secdede, aklı hurilerde, sağ eli Melek’in bedeninde, yaptığı ibadetlerin sonuna geldi gördün mü? Şimdi olduğundan küçük görünüyor, soyadı vur-al. Ama Melek’in de soyadı vur-al. Bunu şimdi fark etti bak. Vurdum aldım. Aldım, verdim, ben seni yendim… Bu oyunu bilir misin sen? Kendisine dünyalık diyen soyadı vur-al olan o adam sessiz. Sonsuza dek sessiz O!
Pencereden gökyüzüne bakıyor Melek. Bulutlar bir ileri bir geri sallanıyor. Apansız başını çevirip düşüncelerinin son parçasını bir bağırtıyla seslendiriyor, “Beni çok dövdü!” diye açıklıyor. Bakışlarında gizemli bir pırıltıyla birden kulaklarını tıkıyor. Yüzündeki şişliklerde hâlâ gözyaşı damlaları varken bıçağın göğüs kafesine çatır çatır girip çıkmasını duymak istemediğini, haykırıyor. Artık sallanmıyor. Gözlerindeki yalımla köşeye büzülmüş çocuklarına bakıyor. Yerdeki bıçaktan uçan ışık çocukların üstüne konuyor. Bunlar ne olacak şimdi? diye düşünüyor. Çocuk Esirgemeye verecekler onları. Keşke bu herifi öldüren ben değil de bir başkası olsaydı. Çocukların yüzünde bıçağın parıltısı bir gidip bir ge…
Ama Melek’in bilmediği, dünyalıkların çığlıklarına da duyarlı bir kulağın olduğu ve keşke tümcesinin ona ulaşabileceğiydi. Evin etrafında dolaşıp içeri giremeyen rüzgâr, keşkeyle başlayan tümceyi duyan rüzgâr, bir dünyalığın yürek çığlığını o duyarlı kulağa taşıyor, öykü bu ya… Derken, can-kurtaran-bıçak yerde artık kararmışken, görünmez olmuşken, Melek’in titremeleri tüm evi kaplamışken, kapı çalıyor; kapı her an içeri doğru patlayacakmışçasına şişip duruyor. Çocuklardan biri seğirtip açıyor. İçeri bir cankurtaranın mavi ışıkları girip çıkıyor, girip çıkı… İçerisi mavi ışıklar ve polislerle doluyor. Sakin olun, diyor bir tanesi. Kocanızı bıçaklayan hırsızı yakaladık. Cankurtaran da geldi. Eğilip yerdeki adamın şah damarını kontrol ediyor, ama kocanız galiba sizlere ömür.
-0-
Bu öyküyü bitimsiz cinayetlere kurban giden, yapayalnız bırakılan, yurdumun kadınlarına armağan ediyorum. Bir gün bir kulağın onların çığlıklarını duymasını, yazgı denen “şeyin” değişmesini dileyerek. Kadın cinayetleri durana dek, öz savunma yapan kadınlar özgürlüklerine kavuşana dek, o can kurtaranı çağırmak için hiç susmayacağız! Bir gün o öyküler başka türlü yazılacak. – Serap Gökalp
Görsel : AndrewLozovyi 7360×4912 px Polietilen boyunca çığlık atan kadın
İnsanın içini acıtan bir öykü…müthiş..
BeğenLiked by 1 kişi
Gerçekçi ve çok dokunaklı ,
Son nottaki dileklerine gönülden katılıyoruz .
BeğenLiked by 1 kişi
Teşekkür ederim. Selamlar
BeğenBeğen