CANKURTARAN

Rüzgâr bir çocuk gibi koşarak geliyor ve evin kapısında aniden susuyor. İçerideki ürkütücü sessizlikten çekinerek pencereden içeri bakıyor, ağaçların arasından arka tarafa dolanıyor ama içeri giremiyor. Eğri büğrü bir ev, bakımsız bir bahçenin bir köşesinde… Rüzgârın gördüğü, diz çökmüş, sırtı kamburlaşmış bir kadın.  Görünmez tehlikelere karşı savunmak için kendiliğinden bükülmüşlüğü vardır ya bedenlerin, öyle…  Bu beden az önce düşlerini geri aldı.  Düşleri dikenli çıkmıştı ve ellerini kanatıyordu ne zamandır.  Durduğu yerden üçü görünen, üç koca parmağa benzeyen masanın ayaklarına bakıyor. Üç koca parmağa benzeyen ayakların arasından, örtünün akan desenlerini görüyor. Sentetik iplikten püskül şeridinin akan desenleri durdurduğunu da görüyor. Masa örtüsünün püskülleri arasında düşler… Düşler yerde yatıyor. Bir görünüp bir kayboluyor. Bir görünüp bir kayboluyor ve kendisini ağaç kökü gibi hissetmesine neden oluyor. Gövdesi dipten sarsılmış bir ağaç şimdi kadın. Sapına kadar toprağa batıp çıkan bir bel onu yerinden sökmeye çalışıyor. Bir ileri bir geri, bir görünüp bir kayboluyor, bir ileri bir ge…

Yere devrilmiş kekik kavanozu yüzünden kekik kokuyor içerisi. Onun ne zaman düştüğünü görmedi ama yayılan koku kadına çocukluğundan bir resmi  anımsatıyor: Ekmeğin üzerine dökülen zeytinyağı, şişeden akan yağa güneşin değip yansıması, tezgâhın üstüne düşen damlacık, kesilmiş limonu sıkarken duyduğu dişlerini kamaştıran koku ve kabuğunu dişleme itkisi…  Yağı, limon suyunu emen ekmek dilimi, ıslak kekik tanecikleri, ısırmadan önce ağzının sulanması… Tüm bunları boyunun elverdiği açıdan görüşü. O sırada şaşkın gece kelebeğinin ürküyle cama vurması, kanatlarının sesi. Tezgahın öte köşesinde kalmış, temizlenmemiş bölüm. İkinci resim, dışarı yürüyen çıplak ayakları, kapının önündeki az önce suladığı betonun yaydığı koku. Duvara dayanmış bir çift bahçe terliğinin duruşu. Bunlara bakıp zeytinyağlı, kekikli, limonlu ekmeğini yerken, dilini ısırması, gözünden yaş gelmesi ama yemeyi sürdürmesi. Bir domatesin dörde bölünmüş parçalarının yaydığı yabanıl koku. Seni kocaya verecekler duydun mu? Zeytinyağlı, kekikli ekmeği yere düşüren kızın adı Melek. Resim değil, gerçek…

Bir ileri bir geri… Kirli yemenisinin kaydığının farkında. Olsun. Sallanan oyaların adı, elti eltiye küstü. Kendi ördü. Oyanın motifleri yanağında böcek gezmesi gibi değip kalkıyor, değip kal…

Alacakaranlığın içine asılmış ışıklar yüzüne gözüne bulaşırken yavaşça ağlıyor. Şimdi başka ses yok. Rüzgâr da susmuş. Ağlarken, kendisine ait ne kadar az şeyin olduğunu düşünüyor. Öyle az şey var ki öyle az… Onları kollamak zorunda. Yoksa yok olacaklar. Salınımından dağılan, odayı pis kokulu bir battaniye olup örten ter kokusundan kendi varlığını duyumsuyor. Kokudan başka neyi var ki? Var… Şu ot sedirin yaygıları var, çeyizinden. Sedirin beyaz patiska etekleri  var, ara dantelli, kızken örmüştü. Üstündeki basma örtüsü var, annesinden. Ot yastıkları var, kaynanasından. Dantellerin ilmikleri arasında “A Fadimem” türküsü var. Tığın her batıp çıkışında ipi dolayıp çekmesinde, “Ay lay li lom, ay lay lom” var. İşte bu onun sesi. Ona ait bir şey. A Fadimem, hadi senle kaçalım/Beyce pazarında dükkan açalım/Ay lay li lom, ay lay lom. Türküyü hiç unutmadı. Tığı sımsıkı tutmaktan başparmağı beyaz beyaz bunu da unutmadı ve; A Fadimem iner gelir Belen’den /Zülüfleri tel tel olmuş elemden/Ay lay li lom, ay lay lom, diye çın çın avluyu inleten kendi sesini de unutmadı.  Ay Meleeeek ne güzel söylüyorsun kız. En iyi arkadaşı Emine’nin sesi bu. Onun sesi de motiflerin, zincirlerin dolguların içinde duruyor, türkülerin yanında. Kesmeden gülümsüyor; A Fadimem iki değil üç değil/Benim bağrım demir değil, tunç değil/ Ay lay li lom, ay lay lom...Ama şimdi, nefessiz kaldı türküler, Meleğin kanatları rüzgârsız…

Dalgalı bir denizde kayıktan bakarcasına bakıyor masanın ayakları dibine Melek. Üç koca parmağa benzeyen masa ayaklarının dibine… Dördüncüsü görünmüyor. Orada yatıyor  O! Artık dikensiz… Bir görünüp bir kayboluyor, bir görünüp bir kay… Masanın üstündeki sarı yapay güller, haftada bir yıkanması gerek ama ne zamandır üzerinde sinek bokları var. Bir gidip bir geliyor güller…. Bir gidip bir ge… Sarı güller onun. Sarı güller gelinlik gülleri. Duvardaki resimde elinde duruyor bak. Resmin altındaki sıva,  içi irin dolu deri gibi şişmiş , ha patladı ha patlayacaktı da damat aldırmamış, basmıştı çekici, patlatmıştı sıvayı, yeni gelin basma örtünün üstüne yayılan parçaları toplamaya çalışmıştı. Tamire lüzum yok, resim kapatıyor zati… Bu kocasının sesi. Sıvayı olduğu gibi bırakan o. Resmi kaldırsan bu cümle altından çıkıyor, bir de kırmızı tuğla. Süslü bir şarkıcının yanağının kenarını tırnağınla kaldırınca iskeletini görmeye benziyor bu resmin duruşu. Yüzünün yarısı kusursuz, beriki yanında kırmızı etlerin parçaları, kanlı çene kemiği, kanlı dişler, şarkı söylüyor: “Yüksek yüksek tepelere…” Kına gecesi var onun, gözyaşları var, o geceye dair. Gelin ağlamadan olur mu?  Ağlayarak  eğlenmeyi üleşir kadınlar… Kadın kendi düğününde bile ağlamalıdır. Töredir. Avuçların kınayla damgalanması, yüreklerin şarkılarla taşırılması usuldür. A Fadimem, türküsü susmuştur. Şu fotoğraftan (gelinlik fotoğrafı işte) yarım saat önce kelebek tırtıl olmuştur. Artık istediği gibi uçamayan, kozaya hapsolan, eskinin kelebeği değişip Melek Vural olmuştur. Kocasının soyunun adını almıştır. Soyunu sürdürmesinin sorumluluğu omuzlarına yüklenmiştir.  Bu resmin çekildiği rutubetli küçük oda; fotoğrafhanede ışıklı bir şemsiye hatırlıyor, plastik kokulu, aynanın önünde hiç yıkanmamış bir tarak… Fotoğraf karesinde olan insanların ağız kokusu, ter kokusu… Işık patlayıvermişti! Bu acayip gülüş ondan. Yanındaki gülüş ise herkesin, “Pek iyi çocuk, hâlim selim çocuk” dediği, gülüş. İnce bir zar gibi kapladığı bu nur yüzü dışarıda gezerken kullanıyor damat. Evde kalın kabuklu, Kafdağı’nın ardına gidesice paslı yüzüyle gezer. Şimdi o paslanmış gülüşü de aldım bak…  Sağ el gülüşü. Hep hazırda bekler sağ el. Sağ eliyle yemek yer, sağ eliyle dayanıp sağından kalkar, sağ eliyle şeyini tutar, sağ eliyle vurur. Resimde de o el gelinin omuzunda işte. Resim bir ileri bir geri sallanıyor. Gelinin adı Melek, gelinliği kiralık. Beni cennetteki hurilere hazır hale getireceksin. Hazırlanmak için ibadet etmek lâzım, demeye başlamamış daha sağ el. Kendisi ise bir dünyalık kadın olduğunu henüz bilmiyor bu resimde.  Bunu buraya çaktı ki o yokken bile unutmayayımmış. Eli üstümdeymiş. Kör olasıca! İbadet etmek için zamana ve rahata ihtiyaç vardır. Beni rahat ettirmek senin işin. Lüzumsuz dünyevi işler senin işin. Memeleri yeni tomurcuklanmış hurilerime kavuşana kadar sana katlanacağım… Bunları da sağ el söylüyor, havada vaaz verir gibi duruyor. O sağ eli o resimden kesip çıkarsam, diyordum. Camı kırayım, eli keseyim, bitsin… Resimden çıkarsam atsam da ne fayda… Hep üstümde. Yüzüme, sırtıma, böğrüme al, mor izler bırakan sağ el. Yorulunca hadi bakalım sıyır şu siktiğim  şalvarını, der. Küfretme dedikçe, sen dünyalıksın,der. Hizmetimi görecek, şehvetimi söndürecek, beni misafir edecek bir dünyalıksın. Sana küfretmem yasak değil. Her seferinde de bir çocuk yapışır içime.  Dokuz ay boyunca sömürüp bitirirler, kan olup öfke olup fışkırırlar. Susarım. Hiçbirini sevmem bu şişiklerin. Bu beli bükülü hep ağlayan evi de! Tüm istediğim yüreğim çarpmadan yaşayabilmekti oysa.

O resimden beri kirpikleri hep ıslak Melek’in. Ağlamaları hep az önce bitmiş gibi. Şimdi de öyle. Ağlamaları az önce bitti… Bu kere sonsuza dek bitti. Buna inanamayarak arada yemenisini çiğniyor Melek. Elti eltiye küstüyü çiğniyor, bırakıyor, çiğniyor bıra…  Merak ediyor, artık  yüreği çarpmadan yaşayabilecek mi acaba?  

Kendisine dünyalık diyen o adamı artık gece uyurken izleyip, hayal kurmasına gerek yok. Açık ağzından içeriye zehir akıtmak, bir akrebi atletinden içeri salmak, ağzının kenarından yağları akıta akıta yemek yerken fare zehiriyle tatlandırılmış yalancı dolmayı yutamayıp devrildiğini görmeyi istemesine gerek yok. İçindeki hınç dişlerinin arasına sıkışıp durmayacak artık. Çene kemiklerinin gece veya gündüz birbirlerine kaynadığını hissettiğinde yalnızca ağzını açar, koca bir soluk alırdı. Yapabildiği bu, elden ne gelir…Artık ağzını koca koca açmasına da gerek yok.

Her zaman irkilir gibi konuşan her zaman ıssız bir yolda korkarak yürürcesine yaşayan Melek, cennete gidememekten korkan kocasının, kapıyı ne zaman arkasından kapatacağını beklemekten sıkılmış, geri dönmüş ve bak onun içi boş ayakkabılarını kapının önüne bırakıvermişti işte. Dünyalık, onu hurilerine uğurlamıştı bak! Alnı secdede, aklı hurilerde, sağ eli Melek’in bedeninde, yaptığı ibadetlerin sonuna geldi gördün mü? Şimdi olduğundan küçük görünüyor, soyadı vur-al. Ama Melek’in de soyadı vur-al. Bunu şimdi fark etti bak. Vurdum aldım. Aldım, verdim, ben seni yendim… Bu oyunu bilir misin sen? Kendisine dünyalık diyen soyadı vur-al olan o adam sessiz. Sonsuza dek sessiz O! 

Pencereden gökyüzüne bakıyor Melek. Bulutlar bir ileri bir geri sallanıyor. Apansız başını çevirip düşüncelerinin son parçasını bir bağırtıyla seslendiriyor, “Beni çok dövdü!” diye açıklıyor. Bakışlarında gizemli bir pırıltıyla birden kulaklarını tıkıyor. Yüzündeki şişliklerde hâlâ gözyaşı damlaları varken bıçağın göğüs kafesine çatır çatır girip çıkmasını duymak istemediğini, haykırıyor. Artık sallanmıyor. Gözlerindeki yalımla köşeye büzülmüş çocuklarına bakıyor. Yerdeki bıçaktan uçan ışık çocukların üstüne konuyor. Bunlar ne olacak şimdi? diye düşünüyor. Çocuk Esirgemeye verecekler onları. Keşke bu herifi öldüren ben değil de bir başkası olsaydı. Çocukların yüzünde bıçağın parıltısı bir gidip bir ge…

Ama Melek’in bilmediği, dünyalıkların çığlıklarına da duyarlı bir kulağın olduğu ve keşke tümcesinin ona ulaşabileceğiydi. Evin etrafında dolaşıp içeri giremeyen rüzgâr, keşkeyle başlayan tümceyi duyan rüzgâr, bir dünyalığın yürek çığlığını o duyarlı kulağa taşıyor, öykü bu ya… Derken, can-kurtaran-bıçak yerde artık kararmışken, görünmez olmuşken, Melek’in titremeleri tüm evi kaplamışken, kapı çalıyor; kapı her an içeri doğru patlayacakmışçasına şişip duruyor. Çocuklardan biri seğirtip açıyor. İçeri bir cankurtaranın mavi ışıkları girip çıkıyor, girip çıkı… İçerisi mavi ışıklar ve polislerle doluyor. Sakin olun, diyor bir tanesi. Kocanızı bıçaklayan hırsızı yakaladık. Cankurtaran da geldi. Eğilip yerdeki adamın şah damarını kontrol ediyor, ama kocanız galiba sizlere ömür.

-0-

Bu öyküyü bitimsiz cinayetlere kurban giden, yapayalnız bırakılan, yurdumun kadınlarına armağan ediyorum. Bir gün bir kulağın onların çığlıklarını duymasını, yazgı denen “şeyin” değişmesini dileyerek. Kadın cinayetleri durana dek, öz savunma yapan kadınlar özgürlüklerine kavuşana dek, o can kurtaranı çağırmak için hiç susmayacağız! Bir gün o öyküler başka türlü yazılacak. – Serap Gökalp

Görsel : AndrewLozovyi 7360×4912 px Polietilen boyunca çığlık atan kadın

KADIN(I) KAFESLEMEK

Kadın niye ikincil oldu?

Tarımsal üretimin egemen olduğu dönemlerden önce  doğurganlığı nedeniyle gizemli ve doğaüstü tanımlanan dişinin doğum becerisi erkek tarafından kavrandığında erkek tekeli başladı. Bir çok insanbilimci böyle düşünüyor. Ana tanrıçalar döneminin de sonu…

Toplayıcılık bitmiş, toprağın sürülmesi, çobanlık gibi kas gücü gereken işlerin erkeklerca yapılması gerekmişti. Kadının mekanına kapatılması başlamıştı.

Hesiodos (MÖ 700) İşler ve Günler kitabında  Pandora mitolojisiyle kadını erkeğin baş belası olarak tanımladı.  Ondan sonra da  tüm dünyanın hayran kaldığı Yunan uygarlığında kadın giderek ikincil hale geldi. (Kız doğunca evin kapısına yün, erkek doğunca zeytin dalı asmakla başladı kadının ilk mimlenişi.) Kızların okumalarına, soru sormalarına izin vermemek, kadınları evin ayrı yerinde yaşatmak, küçük yaşta evlendirmek o zamanlar başladı.

Beri yandan antik Yunan toplum organizasyonunda oğlan sevicilik “pederasty”yasal ve olağandı.

Aynı durumun Roma’da da sürdüğü görülür. Dişilerin sahip olduğu en önemli değer bakirelik olarak tanımlanmış, dişinin evde ve hizmet eden olması kuralı geçerli olmuştu.

Sonra Dünya sahnesine İbraniler çıktı. Durum onlarda da de aynıydı, diyeceğim daha beter oldu. Bekaret öylesine önemliydi ki kanıtı olan zifaf gecesi kanlı çarşaf gösterme geleneği oluştu. (Tevrat, Tensiye 22;13-21) Bu gelenek Anadolu’da hâlâ sürer. Bunun kadın için ne kadar aşağılayıcı bir şey olduğu kimsenin umurunda olmadığı gibi bekaret kanıyla desenlenmiş çarşafın elden ele gezmesi kadının bacak arasına bu bakış, kadını övme gibi gösterildi.

Kadın neden örtündü, toplumdan izole edildi?

Tarihsel kayıtlarda MÖ 1450-1250’ de Asur Hammurabi kanunlarında ilk kez 40 ve 41. Madde kadının örtünmesi emrini verildiği kaydediliyor. O tarihlerde fahişelerle ayırd edilebilmesi için (fahişelerin örtünmesi yasaktı) konmuş bir kuraldı.  Tanrının böyle bir buyruğu falan yoktu aslında. İklim şarlarının gerekliliği de değildi. Yalnızca kadının bekaretten sonra ömrü boyunca damgalanması, birine aitliğinin belirtilir olması, nesne olması için erkekler tarafından var edilmiş bir kuraldı.

Eski Yunan’da erkeklerin, karısından başka arkadaşlık ettikleri kadınlara “hetaria”(heter) denir bunlar da açık başla gezerlerdi. Evli kadınların köle ve heterlerden ayrılması için örtü veya kukuletalı başlıkla gezmeleri sosyal alanda uyarıydı; bu kadın evli, bu kadına yaklaşma.

 Buradan da anlaşıldığı üzere kukuleta veya örtü boyun eğişi, cinsel kapalılığı, dişinin kendisinin sahibi konumundaki kocası dışındaki başka bir erkekle birlikte olamayacağının belirtisi , bir sahip olunan (mal da diyebiliriz) anlamını taşıyordu. Erkek unsur tarafından bakıldığında ise şöyle bir çıkarsama yapmak mümkün; her dişiye saldırabilirsin, işaretlenmiş olanlar hariç. Neden? Neden kadınlar erkeklere saldırmıyor da erkekler kadınlara saldırıyor? Ya da her şeye kafa patlatıp bir sürü fikirler üreten filozoflar neden bu erkeklere kadınlara saldırmamaları, onları mal olarak tanımlamamaları gerektiğini keşfedemiyorlar?  Bilmiyoruz.

Asıl tek tarnılı dinler kadını kapatma ve ikincilleştirmede daha kuralcı ve baskıcı olmuşlardır. Tümüyle yahudi kökenli bu kuralların ilki erkek tanrı, erkek din insanları (din adamı denir, din kadını yoktur) olmuş kadına yeryüzünde barınmayı erkek insafına bırakmıştır.

Hıristiyanlıkta 1992 yılında ilk kez kadınlara papazlık hakkı verilmiş ama yükselmelerine izin verilmemiş, 2005 yılında psikoposluğa yükselme olanağına izin verilmiştir. İsa’dan sonra ikibin beş yıl geçtikten sonra!Sosyal alanda kadınlar özgürlüklerini adım adım alırken kiliseleri onları ikibinbeş yıl sonra insan cinsi olarak tanımlamışlar, demek oluyor bu. Ne yaman çelişki…

Çelişki demişken, burada Athos manastırından söz etmekte yarar var. Türkçe’de Aynaros manastırı olarak bilinen koruma altına alınmış dünyanın en eski manastırı olma özelliği taşıyan bu yerde 1400 din “adamı” yaşadığı biliniyor. Kadınlara hatta dişi hayvanların girişine bile yasak olan Aynaros manastırı dişiliğin karşıtı bir kale olarak yüzyıllardır yeryüzünde erkeksi beyinler yetiştirip barındırıyor. Ama ilginç bir durumu var ki buranın koruyucu azizi bir erkek değil Meryem… Bir yaman çelişki daha… İbraniler ve Müslümanlarda ise “din kadını” tanımı bile yok (!)

Saç meselesi

Kadının açık saçı, sesi, çıplaklık olarak ilk Tevrat’ta tanımlanıyor. (Burada bizim yobazlara bir kulak çınlaması gönderelim.) Tevrattan sonra İbranilerin ikinci kutsal kitabı Talmut’da da geçiyor.Saçın erkekleri baştan çıkaran bir unsur olarak görülmesi musevi asıllı  Aziz Pavlos’a dayandığı biliniyor. Aziz Pavlos, örtüsüz kadının saçının kesilmesini öneren biri. Kadınların örtüsüz olarak tapınaklara, kiliselere de girmesini yasaklayan o. Bu gelenek hristiyanlıkta da sürüyor ve rahibelerin kiliselerde örtülü gezmesinin kökeninde yatıyor.

Azhab Suresi 59. Ayet şöyle diyor: “Ey Peygamber, zevcelerine, kızlarına, müminlerin kadınlarına de ki dış esvapların üzerine giysinler. Bu onların tanınıp taaruza uğramamalarına daha fazla hizmet eder.” Ama aynı Tanrı “Ey Peyganmber deki onlara bir erkek bir kadına asla taarruz etmemelidir, bu insanca bir davranış değildir ve tarafımdan yasaklanmıştır.” Demiyor. Neden?

Ama asıl ilginç olan şu ki Müslümanlıkta bu konu islamın başlangıcında yok. (Bunu biliyor muydunuz?) 17 yıl sonra ele alınmış. 627 yılında Medine’de bildirilen ayetlerde (Azhap 59 ayet Nur 31. Ayet) örtünme konusu ele anılıyor. Bu arada 17 yıl süreyle kadınlar örtünmemiş, haremlik selamlık da yaşamamışlar.

Merak ediyorum, hangi babayiğidin (!) aklına geldi de, ne oldu da birdenbire bu iş Tanrı buyruğu olarak kayıtlara geçti?

Kadının örtünmesi talebi doğru iş değildir (izlah-ı emir) olsa olsa bozgunculuktur(islah-ı fesad) diyen de Mevlana’dır.

Azhab suresi 59. Ayeti Babil kanunlarından alınmış olabilir mi? Kadın olmasına rağmen cariye ve köle tanımlı dişiler saldırılabilir, kaçırılabilirdir. Ama evli olan “sahipli” olan kadına başka bir erkek dokunmamalıdır. Bu kadınlar koruma altına alınmalı, sosyal simgelerle saldırgan erkeklere karşı işaretlenmelidir,  ihtiyacı mı doğmuştur? Erkekler bu kadar dini öğretiden sonra (Musevilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık) hala kadınlara saldırmaya devam etmektedirler demek ki… Yani dinlerin yaşamı yaşanır kılması pek de başarılı olmamıştır demek ki… Neden erkekler dişilere saldırmak yerine saldırmamaları konusunda eğitilmediler de kadınlar işaretlenme gereği duyuldu?

Gelelim günümüze; açık kadına fahişe demek modası, saldırma modasını tarihin küflü sandığından kim çıkarmış olabilir? Bu işaretlemeden hala kurtulabilmiş değiliz Roma’da kadınlara ve kölelerin parmaklarına sahipli olduklarına dair takılan halkanın evlilik halkasına dönüşmesi ve bu kalkanın 21. yy a kadar gelmesine ne demeli? Üstelik pırlantalısı kadınların parmaklarına takmak için can attığı bir halka olma özelliğini taşıyor.

Kaburga kemiği hikayesi

Dişiyi doğurgan olmayan bir erkek unsurdan var etme hikayesi üzerine erkeklerin hiç düşünmelerine gerek yoktur çünkü onlar elmayı neden yediklerini değil, neden Havva’nın yedirdiğini düşünmekten buna zaman bulamazlar. Kadını Havva’nın çocukları görmek “doğası gereği” erkeği yoldan çıkaran olarak tanımlamak 4.yy da yaşamış vaiz Ionnes Hristostomos’un tanımıdır. Bu adam dişiyi “gerekli bir kötülük” olarak tanımlamıştır.  Ardılı erkeklere verdiği sarılacakları bu can simidi  yüzyıllarca erkekleri akıl denizinde boğulmaktan kurtarmıştır. Ama hiçbir zaman o denizde yüzemedikleri bugün dünyanın dört bucağında ve özellikle Türkiye’de kadının şiddet görmesinden bellidir. Hiçbir zaman sorgulamadan kullanıp durdukları bu aşağılama bugün 2020 yılında Türkiye’de yine ellerindedir. Hiçbir zaman kötülük yapma sorumluluğunu üstlenmeyerek en beter kötülükleri yapa gelen erkek, şaşırtıcı biçimde 7. yy dan sonra evli ve doğurgan kadını kutsallaştırmaya başlamıştır.  Buna kadına yeni bir kafes yapılmıştır demek daha doğru bence. Ona bir üstünlük gibi sunulmuş olan bu garip kafes pardon kutsallaştırma çelişkisi halen sürer. Analar çok kutsaldır ve ilk küfredilen  de analardır.

Çocuk gelin meselesi

Erken yaşta evlilik bir Bizans geleneğidir. Yasal olarak 8 yaşında nişanlanması kabul gören kadınlar bazen 5 yaşında bile nişanlanırdı. Ortalama evlenme yaşı 14-15’ di.

Erken yaşta kadın evliliğinin nedeni bekaretin korunmasına dayanır. Erkeğin ezeli fantazisi “el değmemiş kadın”… Bu fantezi, kadını birey kabul etmeyen, onun özgür cinsel hayatını yasaklayan, erkeğin çizdiği sınırlar içinde yaşamasını uygun gören bir görüştür.

Osmanlı da bunu referans almıştır. Kız çocuklarının 12 yaşına kadar (o da yalnızca dini dersler kutsal kitabı  okuma) eğitim almak üzere mektebe gitmesine izin verilmiştir. Bu yaşa kadar örtüsüz sosyal alanlara çıkması yasaklanmış, 12 yaşından sonrasındaysa yaşmak ve feraceye girmesi kuralı getirilmiştir. Yani erkek için bu yaştan itibaren “cinsel nesne” kabul edilmiştir. Örtünmüş ve saklanmıştır. Hammurabi kanunlarını hatırlıyoruz değil mi? Tevrat’ı, Talmut’u da hatırlıyoruz…

Bizansa geri dönerek şu kayıtları da buraya almakta yarar var. 1300 lü yıllarda Bizans İmparatoru Andronikos’un kızı Simonis 5 yaşındayken orta yaşlı Sırp kralla evlendiği kayıtlara geçmiştir.

Fransa kralı VII Luis’in 8 yaşındaki kızı Prenses Agnes ise Bizans İmparatoru’nun oğlu Aleksios’la evlendirdiği görülür. Yıl 2020 biz hala çocuk gelinleri konuşuyoruz… Ne acı…

Kadının diğer kafesleri

Bizans ‘ta imparatoriçe dahil, kadın dışarı çıkarken örtünmek zorundaydı. Toplantılara katılamazlardı. Erkek misafirlerin yanına çıkamazlardı. Kadın bölümüne ailenin erkekleri dışında kimse giremezdi. (Evet harem tanımı Bizans’ta başlıyor. Bizans’ta evlerde erkeklerin yaşam alanlarına anatron; selamlık karşılığıdır, kadınların yaşam alanlarına harem karşılıığıdır;  yinekion denirdi. Bu parantezin içine bir ek daha yapalım kadına bu kadar yasak koyan erkek zihniyeti tıpkı antik Yunan’da tıpkı Roma’da olduğu gibi erkeklere sınırsız özgürlük sunmuştu. Osmanlının enderun sözcüğünün de andron sözcüğünden dönüştüğü Kaplanoğlu’nun Osmanlı Devletinin Kuruluşu kitabında anılır.) Ne diyorduk? Bizans’ta kadınların dışarı çıkarken yanlarında refakatçi olmak zorundaydı. Kadınlar yalnızca kiliselerin kadın bölümlerine ve hamamlara gidebilirlerdi. Osmanlı’da kadın camiye de gidemezdi.

Bir başka kafesten söz edelim. Sessizlik bir ziynettir deyimi Bizans’ta kadın için söylenmiştir. Hemen hemen tüm kültürlere “en iyi kadın fazla konuşmayan kadındır” düşünce kalıbının yansıması deyimler halinde sinmesi de buna dayanır.

Aybaşı süresi içinde kadına yaklaşılmaması, doğum sonrası kırk gün eve kapatılması geleneği de Bizans öğretisidir. (Bu konulara günümüzde sağlık açısından diye bir gerekçe bulunması da kadının kuşatılmışlığının nasıl evrimleştiğinin bir göstergesi değil midir? Oysa aborjinlerde doğumunu yapan kadının hemen yürüyüş kolunun ardına katılıp toplumsal hayatına döndüğü saptanmış bir gerçektir.)

Kadın cinselliğinin denetlenmesi amacına yönelik erkek bakışı Bizans’ta başlar, Osmanlıya geçer ve günümüzde utanç verici bir biçimde bilim insanı olması gereken kartvizitinde prof yazan erkeklerin ağzından çıkar…

Kadın sosyal hayattan uzaklaştırılmış, yok sayılmış, yerini erkekler almıştır. Yine aynı senaryo ile karşı karşıyayız.(Bu işe de günümüzde kadına pozitif ayrımcılık diye bir tanım getirildi.) Ama buna karşılık kadından boşalan yerleri de yine erkekler almıştır. Zenneler türemiş, kadın rolleri oynayan tiyatrocu erkekler türemiş, oğlancılık olağan olmuştur. Nedim şiirlerinde “gidelim serv-i revânım yürü sa’d-âbâd’a” dizelerinin bir erkeğe yazılmış olduğunu öğrendiğimde yaşadığım hayal kırıklığını anımsıyorum.  Bu konuda osmanlı sözlüğüne baktığımızda bakın nelerle karşılaşıyoruz.

Erkek eşcinsellere “mahbup” deniyordu. Pasiflere oğlan, aktiflere oğlancı deniyordu. Seks işçisi erkeklere “hîz oğlanı” deniyordu. Devlet bunları kayıt altına alırdı ve kayıt defterinin adı “defter-i hizan” dı. Bahname diye bir kitap var Osmanlıda. Sultanlar için her türlü cinsel ilişkiyi resimlerle anlatan bu kitap kabul gören bir “yapıt” tı. Peki muhallebi çocuğu deyimi nereden geliyor dersiniz? Sarayda parlak içoğlanlara ilişkiden birkaç gün önceden başlayan sakızlı muhallebi yedirilmesinden geliyormuş.

Bir de kadın eşcinselliğine ilişkin sözcüklere bakalım. Zarif kelimesinden türetilmiş zürefa kadın eşcinseli tanımlıyordu. Zürefalar beyaz elbise giyer, boyunlarına beyaz ipek mendil sararlardı, bunun da farklı bir bağlama biçimi vardı. Saçlarını kısa keserlerdi. Aralarında kullandıkları özel bir dil geliştirmişlerdi. Zürefanın düşkünü beyaz giyer kış günü deyiminin kökeninin de bu zürefalar olduğunu belirtelim. Hovardalıkla servetini yitirmiş (düşkün), kışın sandık dibindeki beyaz keten elbisesine kalmış meslek kadını için kullanılan bu deyim sonradan dönüşmüş ve mevsime uygun giyinmeyen şaşkın anlamında kullanılır olmuştur.

Ama en şaşırtıcı konu namus kelimesinin yunanca nomos kelimesinden türemiş olmasıdır.( İlber Ortaylı’nın Osmanlı Toplumunda Aile kitabı.)

Evet bugün yaşadığımız bireyselden toplumsal ayrıntılara kadar aslımızla ilgisi olmayan bu değişim dönüşümü Osmanlı tanımına borçluyuz. Ben kadın üzerinden olanların bir kısmını aldım. Osmanlıyı yüceltirken dikkatli olmalı. Çünkü her ne kadar tarihimizin bir parçası olsa da Osmanlı Türk’ten kendini ayırmayı, Türk olanı hor görmeyi yeğlemiş bir kültürel bulamaçtır. Türk kadınını ise geleneklerinden tümüyle koparıp kafese koyan osmanlı kafasıdır. Özenilecek, yüceltilecek hele 2020 yılında örnek alınacak kafa değildir bu kafa…

ERKEKLERİN KIZIŞMA MESELESİ ÜZERİNE

kadın cinayetleri görsel ile ilgili görsel sonucu

Afgan Emiri Abdurrahman (1880-1901) ırza geçmiş birini, kış ortasında yere kazılan bir çukura koydurup, “donup buza dönüşünceye kadar” suyun içinde tutturmuştu. Sonra da müztehzi bir ifadeyle “Adam artık bir daha kızışamaz,” dedi.

Çok canice geldi öyle mi? Hadım yasası da canice geldi bazılarına Peki hayatı tümüyle alt üst olan , hayatı biten kadın yurttaşlar, çocuklara yapılan bu eylemler canice değil mi?

Bence sonuç alınacak bir çözüm.  Hiç çağdaş olmaya falan da gerek yok çünkü bu eylemleri yapanlar 21. yy insanı değiller zaten.  

Gün geçtikçe artan ve ne hikmetse önü alınamayan erkek şiddeti Türkiye’nin yüz karası bir konu olmaya devam ediyor. Yıl 2020 . Bir zamanlar kapkaç diye bir kavram vardı, insanlar öldü bu ülkede. Önü alınamıyordu. Ama sonra sihirli bir değnek  apansız kesiverdi kapkaç sorununu.  Bu örnek var önümüzde. O sihirli değnek nerede peki?

İç güvenliğe devlet ne kadar bütçe ayırıyor ben bilmiyorum. Bu sorunu iç güvenlikten sorumlu birimler nasıl ele alıyor onu merak ediyorum. Çok önemsemiyor olmalılar ki kadın ölümleri protestosunda kadınlara polis zor kullanıp gözaltına aldı. Da… Ya biz?  Biz kadınlar kime anlatalım derdimizi? Keşke şimdi burada tekrarlamaktan “hicap duyacağım” büyüklerimizin, “ devletlu büyüklerimizin” lafları olmasaydı… Siz biliyorsunuz. Tümüyle kadını suçlu hale sokan, bize  kötü hissetiren, kadınlığımızdan utandırmaya yönlenmiş söylemler… Bunlar “devletin sesleri”. Üniversitelerde bu konu araştırılsın, çözüm bulunsun diyeceğim, orada anlı şanlı “prof” kartviziti taşıyan “adamlar” da kadınlara hakaret etmedi mi? Peki efendiler ne olacak bu işin sonu?

Meydanlardaki kadın protestolarına katılıyorum ama katlanarak artan, kasıtlı olarak durdurulmayan kadın katliamlarında meydanlarda bağırmakla, sosyal medya ağlarında şunu bunu demekle bir şey olacağı yok. Çünkü bizdeki “erkek”  tanımı değişti. Ne kadar yobaz, ne kadar şiddet düşkünü o kadar “erkek” oldu çünkü.

Sizi şunu düşünmey davet ediyorum; kadın “sevgili” dediği, gelecek yaşamını paylaşma düşleriyle bir araya geldiği bir erkek tarafından öldürülüyor. Kadın, yaşamını paylaştığı bir erkek tarafından öldürülüyor. Kadın doğurduğu, gözünden sakındığı, üstüne titrediği oğulu tarafından öldürülüyor. Kadın yaşama karşı kalkan, babası tarafından öldürülüyor!

Hani aile kutsal, ev dokunulmaz ve güvenliydi?

O ev ki kadınları kapatıp dışarı salmak istemediğiniz bir hapishane. O ev ki ne kadar iyi ütü yaptığı, ne kadar iyi yemek pişirdiği, ne kadar güzel sırayla çamaşır astığına bakılarak kadınlığına ilişkin not verilen bir yer.  Aldatmaca, yalan, kadının gerçek yaşamla bağını koparmak için var edilmiş işlerle dolu.  Aile kutsal falan değil, ev kutsal falan değil, bunu erkekler bozalı çok zaman oluyor biz farkındayız! Biz bilimle, sanatla, üretimle, toplumsal yaşama katılmakla uğraşmayı isterken bize dayatılan bu saçma sapan “kadınca” meselelerden bıktık! Bu kızışmış erkeklerden bıktık! Bedenimize karışılmasından bıktık! Ne oluyoruz? Yaşam yalnızca erkekler için planlanmış değil! Sizin kutsal kurallarınız çevresinde dönmüyor yaşam. O kutsal kurallar ki  bir bakmışsınız “cenneti anaların ayakları altına serer”  bir bakmışsınız “bana cehennem halkı gösterildi, çoğu kadındı” der… Bu dünyayı siz uydurdunuz, siz inandınız! Öte dünyayı da siz uydurdunuz! Onu da kendinize göre organize ettiniz! Kendinize ödüller koydunuz. Kadının payına düşen hep cehennem!

NEDEN? Kızışmışlıklarınıza kılıflar! Hem burada hem sizin yarattığınız öte dünyada!

Kızışmışlık kılıflarınızdan bıktık!

Bu nefret eylemlerinden bıktık!

Bize dünyayı dar etmeye çalışmanızdan da bıktık!

Ama sizin o aklınızın ermediği şu ; yeryüzündeki insan nüfusunun yarısı dişi!

Siz isteseniz de istemeseniz de!

O kurallarınızı da istediğiniz yere yazın!  Nasılsa biz alıp rulo yapacağız!