İyilik yapmak

Serap ve Cengiz gitti. Biz evde yalnızız. Babür’le yatakta uyuyoruz. Kavgadan sonra burnunu burnuma dayayıp “Bundan sonra ben de yatakta uyuyacağım, tek söz istemiyorum cadı!” dedi bana. Cadı? Hani tatlımdık? Sesimi çıkarmadım artık aman. Yatak zaten kocaman. Gündüz de çok güzel güneş alıyor, pelüş yatak örtüsü yumuşacık. İki ayrı köşede kıvrıldık.

Kapının kilit sesiyle gözlerimi açtım. Gelmişler. Hemen yataktan inip onları karşılamaya gittik. Paketler mutfağa taşınıyor, biz de onları tek tek kokluyoruz. Derken Serap çantasından küçük bir paket çıkardı. Önce beni yakaladı, sonra Babür’ü, ensemize sıvı yapışkan bir şey damlattı. Ha anladım, bu parazit aşısı. İyi tarafı kaşınmıyorsun ve aşı yapıldıktan sonra iki gün boyunca yok tüyleri fırçalamakmış, yok sabunlu bezlerle, duru bezlerle silmekmiş olmayacak demek ki… Babür’ün zaten umurunda değil. Ben biraz mesele çıkardım ama o sessizce işin bitmesini bekledi. Sonra et maması yeme zamanı… Harika. Tekrar dışarı çıktılar. Cengiz gitmiş. Serap tek başına eve geldiğinde doğru banyoya gidip ellerini kollarını sabunla uzun uzun yıkadı. Canı sıkılmıştı. “Hay Allah,” diye söylendi. Sonra telefona sarıldı, sağa sola telefon etti. Aaaa, bahçedeki kedileri aşılarken ikizlerden biri onu ısırmış . “Dört dişini koluma geçirdi, ama suç bende, tek başıma yapmamalıydım, kimseden yardım almadım, bir kişinin tutması gerekiyordu çünkü o iki kedi çok yabani,” dedi. “Ne oluyor?” dedi Babür Abi. “Bahçedeki ikizlerden biri Serap’ı ısırmış,” dedim. “Şimdi birilerine telefon ediyor, kuduz riski olabilir mi, diye soruyor. Kuduz ne demek acaba sen biliyor musun?” “Hayır,”dedi Babür. İkimiz de dikkat kesildik. Sonra  Serap çantasını kaptığı gibi yine dışarı çıktı. Bizi bahçeye yolladı. Ben her zamanki gibi tek başıma dolaşmak için bahçenin uzak ucuna doğru seğirttim.  Babür’ün peşime takılmasını istemiyordum.  Güzel bir gün ve bir kuş avlayabilir miyim diye çevreyi kolaçan etmeye başladım. Evet, bir serçe kuşu tavukların yemlerini atıştırmakla meşguldü. Öyle kendini kaybetmişti ki ona yaklaştığımın farkında bile değildi. Tam sıçramak üzereydim ki Yaver koşa koşa geldi.

“Zeytin koş!” Sinirle kıhladım. “Kuşu kaçırdın sersem!” “Ama bu çok önemli bırak şu kuşu şimdi. Sana ihtiyacımız var.” “Beni rahat bırak,” dedim. “Zeytin, Babür Abi’ye yardım etmemiz gerek.” “Ne olmuş o şaşkına?” “ Babaannenin evine girmiş, kapı aralıkmış, ama sonra birden kapanmış, şimdi içeride kaldı, çıkamıyor. Bir çıkış olmalı, sen biliyorsundur.” Birden tüylerim diken diken oldu. “O evde sayısız tıkırtılar oluyor. Hayaletler geziyor, ne işi varmış orada?” dedim. “Zeytin, lütfen uzatma da gel bir şeyler düşünelim.” Birlikte Babaannenin evine koşturduk. Tavukları kümesten çıkarmışlar, her yerde eşiniyorlar. Ördekler yeni doldurulan havuzlarında keyifli keyifli yüzüyorlardı. Herşey olağan görünüyordu. Sessizce küçük pencereye yaklaştık. Babür Abi camın arkasında bağırıyor ama sesi duyulmuyordu. “Az önce birlikteydik, ne zaman girdi ki oraya?” dedim, kızmıştım. Nasıl çıkacağız bu işin içinden. Ortalıkta ne Can var, ne annesi Özlem, Serap zaten gitti. Hay Allah. Ötekiler de geldiler. Burnumuzu cama dayayıp aramızda gürültülü tartışmaya başladık. Biri arka tarafa dolaşıp bazen açık bırakılan pencereyi kontrol etti, eli boş geldi, kapalıymış. Haylaz’ın aklına bir fikir geldi, “Üst kata çıkıp bağıralım, ben bağırdığımda kapıyı açıyorlar, onların peşimizden gelmelerini isteyebiliriz.” “Onlar da hemen seni dinlerler zaten,” diye alay etti Sakin. “Bir dakika, ikizler nerede?” dedim. “Hemen onları bulmalıyız. Onlar bu evde büyüdüler. Ev boş diye anneleri onları içeri taşımıştı, nasıl girip çıkıldığını bilebilirler.”  Bahçeye dağılıp ikizleri aradık. Peşimize takıp getirdik. Evet, tam da düşündüğüm gibi, onların eve girip çıkmalarını sağlayan çatıda bir boşluk varmış. “Ama Babür Abi çok iri yarı, oraya sığar mı bilmiyorum, “ dedi ikizin tekizi. Denemeğe değerdi. Babür Abi, bir pencereye gidiyor, bir evin kapısının arkasına gidiyor bağırıp duruyordu. İkizler eve girmeyi başardılar. Babür’e yol gösterdiler ama ne yazık ki tahmin ettikleri gibi geçit çok dardı ve Babür sığmamıştı. Bu arada düşünüyordum. Kapının açılmasını sağlayan kolun aşağı doğru çekilmesi gerektiğini görmüştüm. İnsanlar için bu çok kolaydı. Ama bir kedi bunu nasıl yapabilirdi? “Bir dakika,” dedim. “Hemen pes etmeyin. Kapıyı açmayı deneyeceğiz.” “Nasıl yani?” diye bağırdılar bir ağızdan. “Kediler kapıları açamaz  ki?” Onlara aldırmadım, sıçrayıp iki ön patimle insanların elleriyle dokundukları kola asıldım. Tıkırdadı ama açılmadı. Tekrar zıpladım, tekrar ve tekrar. Herkes soluğunu tutmuş beni izliyordu. Sonunda oldu. Kapı açıldı.  Hep bir ağızdan bağırdılar “Yaşasııııın!” Babür kapının arasından süzüldü. “İçerisi fare cenneti,” dedi. “Ne diyorsuuuun?” Kapıyı sonuna dek açtılar bütün kediler içeri daldı. Korkunç bir kıyım başladı. Yakaladığını boğazlayan mı istersin, dışarı taşıyıp oynayan mı, öldürdükten sonra yeniden avlanmak için eve koşan mı? Babür ve ben bir kenarda durduk, bir süre onları izledik. Bu sırada Serap ve Özlem geldiler. Özlem, bu ısırmanın pek önemli olmadığını, kedilerin hep göz önünde olduklarını, zaten kuduz hastalığının artık ortadan kalktığını söylüyordu. “Ama önlem olarak bir tetanoz aşısı yaptırmak iyi oldu,”dedi. Vedalaştılar, Serap eve girerken bize seslendi. Acıkmıştık, tekrarlatmadan koştuk, kapıyı açar açmaz da içeri daldık. Babür benim önden girmem için kenara çekildi. “Teşekkür ederim,” dedim. Sonunda akıllı olmayı öğrendi. Mama kaplarımız boştu. Gidip koklayınca Serap anladı. Hemen kaplar dolduruldu, iştahla yemeye koyulduk. “Sen çok iyi bir kedisin, ben biliyordum zaten” dedi Babür. Sesimi çıkarmadım. “Ne kadar teşekkür etsem az. Sen olmasaydın orada kapalı kalacaktım. Belki de açlıktan susuzluktan ölecektim,” dedi, ağzı mama dolu. “Saçmalama, açlıktan ölmezdin içerisi fare doluymuş, kendin söyledin. Ama su işine bir şey diyemiyeceğim,” dedim. “Bir kedinin dostları olması nefis bir şey, Yaver’e de teşekkür etmeliyim, seni bulup getirmeyi o akıl etti, ama sen olmasaydın Zeytin gerçekten…” dedi. “İyi aman iyi, abartma artık,” dedim. Burnunu burnuma dayadı. “Ne olur artık bana kötü davranma Zeytin. Sen çok iyi bir kedisin  ve ben seni çok seviyorum… Ayrıca sen cadı falan değilsin.”

İşte böyle. Doğrusunu isterseniz  hâlâ ondan pek hoşlanmıyorum ama artık beni sinirlendirmiyor. Aldırmıyorum. Serap da yemek kaplarımızı  yan yana koymaya başladı. Yerken laflıyoruz.

Bitti

KATİL KİM? SORUŞTURMA VE BEKLENMEYEN BİR KONUK

Ev sahibi ve kiracılar bahçede sarı masanın çevresinde toplandılar. Zeytin ağacının altında kahve içmek,  sohbet etmek en sevdikleri işlerden biri. Salgın hastalık nedeniyle fazla sokağa çıkamadıklarından yakınıp, olup bitenleri, memleket meselelerini burada konuşuyorlar. Biz de etrafta tembelce takılıp onları gözlüyoruz. Ben her zaman onlardan uzak bir yerde dururum. Arsız Babür hep onun bunun yanında, kucağında olur. Diğer kediler de insanların çevresinde olmayı seviyorlar. Haylaz ve Sakin de kucakta durmaya bayılır. Hıh. Neyse. Meğer aynı gece bir tavuk daha boğazlanmış. Can, “Ben kesip yemeğe kıyamıyorum ama bir şerefsiz kedi kendine ziyafet çekiyor,” diye söyleniyordu. Ama o şerefsiz kedinin kim olduğu henüz belli değildi.  Biz bütün kediler, konuşmaları duyabileceğimiz bir uzaklıkta işimize bakar gibi yapıyorduk. Biri turşu küpünün içinde uyukluyor, biri kanepenin altında sönmüş bir balonla oynuyor, ikizler güreşiyor , ağaçta tırnaklarını törpüleyen var falan. Ben  adıma yakışır biçimde zeytin ağacındayım. Kuyruğumu yavaşça sağa sola kıpırdatıyorum. Tümünü izleyebileyim diye oraya çıktım. İster misin Can hepimizi tavuk düşmanı ilan etsin?  “Bıldırcınları kontrol ettin mi?” dedi annesi Özlem Hanım.  “Onların kümesi sağlam. Zaten kümese girmiyor bu hınzır. Orada olsalardı boğazlayamazdı, yakalayamadım ki başı boş gezmeyi seviyorlar,” dedi Can. “Bizimkiler, gece evde oluyorlar,” diye atıldı Serap. Ne olur ne olmaz, Babür’le bendenden kuşkulanmasınlar diye sanırım.  “Ben bu işi hangi kedinin yaptığını biliyorum ama yakalayamıyorum,” dedi Özlem Hanım.   “Yakalarsan ne yapacaksın ki, doğasında var avcılık bunların,” dedi Cengiz. “Ben de onun boynunu koparacağım” dedi Özlem, hiç şaka yapmıyordu.   Bütün kediler, taş kesildi; eyvah, eyvah… Bizim tüm tüylerimiz diken diken olmuşken bir çığlıkla bahçe inledi. “Ayyyy olamaz!” Bu Rengin’le ikizi Engin’in dadısı heyecanlı bayan Aylin Teyze. Bizden hoşlanmaz, köpeklerden hoşlanmaz. Tavuklar konusundaki fikrini öğrenemedik. Çok titiz çok temizdir. Özellikle çamaşır suyuyla her yeri kokutur ki biz bütün kediler o temizliği bitirdikten sonra eğer onun yakınlarındaysak kafayı buluruz.   “Ne oldu Aylin Abla?” dedi Can Bey’in karısı, sesinden pek de telaşlanmadığı anlaşılıyordu. Aylin Teyze bahçenin ilerisinde Rengin’i elinden tutmuş gezerlerken korkunç bir şey görmüş gibi ikisi de taş kesilmişti. “Burada bir insan parçası var!” dedi Aylin Teyze. Hepsi birden ayağa fırladı.  “Ne? Ne parçası dedin?”  Aman Tanrım, diye düşündüm, insan da mı yiyormuş bu canavar katil kedi… İnsanlar oraya koştururken,  kediler, tavuklar, ürktü, bir koşuşturma bir uçuşmadır başladı. Aylin Teyze ayakkabısının ucuyla işaret ettiği şeye baktılar. Bir insan çene kemiğiymiş. Konuşmalar yorumlar gırla gitmeye başladı. Öyle bağrışıyorlardı ki kimin ne dediği anlaşılmıyordu. Sonunda Can Bey eğilip yerden o şeyi aldı. “Sakin olun yaaa, bu büyük babaannenin takma dişi, “ dedi. Büyük babaanne bir süre önce vefat eden Can Bey’in babaannesi oluyor. Bahçenin girişindeki evde oturuyordu. Şimdi o ev boş. Eşyası da hâlâ o yaşıyormuşçasına korunuyor. Biz bazen gizlice camdan içeri bakıyor bazen de aralık kapıdan içeri dalıp ne var ne yok kolaçan ediyoruz. Ama boş bir ev hiç eğlenceli değil. Yalnız geçen yıl bir dişi kedi orada yavruladı, kanepenin altında bir battaniye bulmuş, onları orada büyüttü. Şu ikizlerin anneleri işte. Yeterince büyüdüklerine inanınca da onları bırakıp gitti. Şimdi ikisi de bahçenin kedisi oldular, Serap bakıyor. Her neyse. Takma dişleri yerden saygıyla alan Can Bey, onun buraya nasıl gelmiş olabileceğine akıl erdirmeye çalışırken oğlu Engin, yaz başında kuzeniyle evde oynarken onu bahçeye çıkardıklarını sonra da kaybettiklerini hatırladı. Herkes derin bir nefes aldı. Yani insan yiyen bir canavar kedi olmadığı için rahatlamış olduk. Ama kediler hâlâ zan altındaydı.  Rana Hanım Haylaz’ı kucağına alıp mıncıkladı. “Benim minnoşum yapmamıştır eminim.” Haylaz miyavladı. Ege, (o da bizim gibi kiracı)  çenesini kaşıyıp, “Bence kedi işi değil bu iş,” dedi.  Evin küçük kızı Rengin konuşulanlardan bir şey çıkaramadığı için annesinin kolunu çekiştirdi; “Ne olmuş anne?”  Rana, kızına tatlılıkla gülümsedi, “ Yok bir şey canikom, konuşuyoruz, hadi sen git oyna.” Bu hararetli konuşma sürerken ben daldaki yerimi değiştirmeye karar verdim ve yerimde şöyle bir döndüm. O da ne? Şu ana kadar hiç görmediğim bir yaratık, kümes teline tırmanmıyor mu? Bastım çığlığı. Aynı anda Can’ın oğlu Engin parmağıyla onu işaret etti, “ Aaaaa, baba o ne?”  Bütün başlar oraya döndü. “Bu bir sansar!” İlk aklıma gelen, sansar denen bu yaratık acaba ağaca çıkar mı, oldu. Ben kendim için kaygılanırken ortalık gene karıştı. Kahraman erkekler kaşla göz arasında ellerine geçirdikleri sopaymış, kürekmiş kümese doğru harekete geçtiler. Kediler saklandı. Kadınlar çocukları kucaklarına çektiler. Sansar gürültü yüzünden sanırım telde hareketsiz kalmıştı. Salak, kıpırdamazsa görünmeyeceğini sanıyor olmalı. Tavuklar telaş çığlıkları atıyor, oradan oraya koşuyorlardı. Kümesteki en yaman horoz tel örgünün öte yanında gözünü dikmiş sansara bakıyordu. Ama arkasında kimsecik yoktu.(Hep böyle olmaz mı zaten?) Sanki bir an hayat durdu, sesler, kıpırtılar, rüzgar durdu. Şimdi avcının av olma anıydı. Tavuk milletini tek tek avlayıp mideye indiren avcı, insan denen büyük avcının karşısında çaresiz, savunmasız, tellere asılı kalmıştı. Dört insan tellere yaklaşıyordu. Derken kümesteki diğer horozlar da birer ikişer saklandıkları yerden çıktılar, onları kahraman horoz mu çağırdı acaba, çünkü hiç susmuyor.  Ben dalın ucuna doğru seğirttim. Olanları iyice göreceğim bir yere, yaprakların arasına gizlendim. Vay canına, acaba onu yakalayabilecekler mi? Demek katil bu. Tavukları nasıl yakalıyor ve sürüklüyor acaba? Neden gece avlanmaktan vazgeçip gündüz gündüz saldırmış olabilir?

(Sürecek )

Bölüm-4 BİR CİNAYET HİKAYESİ

Zeytin’in hain planı…

Hemen eve koştum. Cengiz resim yapmak için boyalarını hazırlamış. Kırmızı boyayı da palete sıkıp bırakmış. Yaşasın şans benden yana. “Hey Babür Abi” dedim. Benden önce eve girmiş mama kabına yumulmuştu. “Ne var tatlım?” dedi. Bana tatlım demesine sinir oluyorum. “Baksana şuna,” dedim. “Nedir bu?” “Kokla…”  Kokladı. Evet, işte oldu, tam da istediğim gibi oldu. “Kötü kokuyor. Nedir bu?” “Cengiz’in boyaları,” dedim. “Yeni bir kedi tablosu yapmaya hazırlanıyor.”  Başka söze gerek yoktu, onu gölgesiyle oynarken bırakıp, hemen buzdolabının üstüne çıktım.  Şimdi beklemem gerekiyor. Biraz sonra Serap’ın sesi her şeyi açıklıyordu. “Babür!” Bu seslenişte, seni yakaladım, bana yalan mı söyledin, sen zararcı kedinin tekisin, suçlusun… Bir sürü anlam vardı. Kıs kıs güldüm. Şaşkın Babür ne olduğunu anlayamadığı için mırlıyordu. Yere yatıp karnını okşamasını bekledi ama… “Cengiiiiz! Tavuğu Babür boğazlamış sanırım.”  O sırada cep telefonundaki haberlere dalmış  Cengiz hiç de inanmamış bir sesle “ Olur mu canım, Babür avlanmayı bile sevmiyor.” Ama Serap ısrarlı. “Bak burnunda ağzında kan var.”  Bu cümle onu cep telefonundan kopardı, şovalenin başına geldi.“Aaaaaa.” Cengiz diyecek bir şey bulamadığında ya da çok şaşırdığında bu sesi çıkarıyor. Onları görmüyordum ama olup bitenin tam da istediğim gibi geliştiğini duyabiliyordum. Kaygısızca patimi yaladım. Şimdi artık onu evden atarlar. Belki de yine barınağa gönderirler. Oh be!

“Ama ne arada yapmış olabilir? Sen tavuğu sabah buldum demedin mi?” “Evet, olay gece olmuş sandım ama belki de onları sabah bıraktığımda kaşla göz arasında yapmıştır. Çok kilolu bir kedi bu, vurdu mu devirir. Gel bakayım buraya seni zararcı kedi, canavar mı oldun sen? Kaçma gel buraya…” Babür salağı sonunda bir şeylerin ters gittiğini anladı sanırım, Serap’tan kaçmış olmalı. Buzdolabının üstünden inip olayı izlemeye karar verdim. Telaştan vantilatörü devirdim ama kimin umurunda! Onu şimdi kedi kutusuna koyarlar, sonra hoppada barınak. Babür tabloların arasında gizlenmiş çıkmıyordu. Seslenmeleri para etmiyordu. Ben top gibi olmuş, odanın ortasında dikkat kesilmiştim. “Ne yapacağız? Eğer tavuk yemeye alıştıysa iş kötü. Bir kitap okumuştum, adı Şaytan’dı. Bir Bengal Kaplanı’nı anlatıyordu. İnsan etinin tadını aldığı için, sinsice köylere girip insanları avlıyor, bir köşecikte mideye indiriyordu. Kayıp insanlara ne olduğunu baştan anlayamayan köy halkı sonunda bunu bir kaplanın yaptığını çözmüş, onu avlamaya karar vermişlerdi. Ama ne yapıp ne ettilerse bu zeki hayvanı avlayamıyorlar, durmadan nüfusları eksiliyordu. Sonunda bir beyaz avcıyı çağırmak zorunda kaldılar. Kaplana Şaytan adını takmışlardı….” “Serap, zavallı bir tekir kediden bengal kaplanı yarattın. Çok rica ederim abartma,” dedi Cengiz. “Evimizde bir katil var, tavuk katili, oysa onu ne çok seviyorum ben. Ya bize de bir şey yaparsa? Bebekken ne kadar uslu, sevimli bir kedicikti. Büyüdü azman oldu demek. Kısırlaştırmasaydık ne olacaktı kim bilir…” “Aaaa, Serap yeter, Babür Abi yapmaz diyorum sana. Zeytin desen belki…”

Aman Tanrım, nasıl oldu da konu bana döndü anlamadım. Birden yalanmayı kestim, kulaklarımı diktim.  “Zeytin yapmaz,” dedi  Serap kesin bir dille. Oh o benden yana. “Nasıl yapmaz? Tasmayla gezdirdiğim zamanlarda bağlıyken elimden kurtulup uçan kuşu tutmadı mı, ağzından almadım mı?”

Serap yelkenleri suya indirdi. “Doğru söylüyorsun. Bu da panter cinsi aslında. Beni bile patiliyor, hırçın. Gerçi bunu kıskançlıktan yaptığını sanıyorum, Babür evde olunca çok gergin oluyor,  aslında çok sakin bir pisicik.”   Grrr kıskanç da olduk şimdi, öyle olsun Serap. Onlar ne yapacaklarına karar veremedikleri için sıkıldım, konu dolaşıp benim üzerime kalabilirdi, gardrobun içine saklanmaya karar verdim. Ne olacaksa olacak… Yaaaaa, sakın barınak denen yere beni göndermesin bunlar! Korkuyla karanlık dolabın köşesine sindim. Uyumuşum. Seslerle uyandım.

“Seraaaap, bi gel.” “Ne oldu şekerim?” “Babür’ün ağzını sileyim dedim, ama bu boya…” “Cidden mi?” “Evet, sanırım benip palete burnunu sokmuş boya bulaştırmış.” “Aaaaa, canım benim ben de seni canavar yaptım, çok özür dilerim Babüşüm.” Mırıltılar, güzel sesler, özürler… Gardroptan çıktım. Acıkmıştım ve çişim gelmişti. Bari birşeyler yiyip bahçeye çıkayım, benim plan tutmadı.

“Zeytin!” “Evet Babür Abi?” “Bana o boyayı koklamamı sen söyledin!” “Evet. Ne var bunda?.” “Boyanın kan rengi olduğunu biliyordun.” “Hayır koca kafa, ben de senin gibi kırmızı ve pembeyi gri olarak görüyorum, kediler kırmızıyı göremez.” “Ama sen biliyordun, bundan eminim. Suçu benim üzerime atmak için yaptın bunu.” İlgisizce arka ayağımla boynumu kaşıdım. “Ne münasebet!” Ama bu para etmedi, o sakin Babür Abi, bugüne kadar hiçbir kediye saldırmışlığı yoktur, bana hele hiç bulaşmaz, sırtını kamburlaştırıp birden üstüme atlamasın mı… Boğuşmaya başladık. Kimin kimi ısırdığı, tırnakladığı belli değildi. Yuvarlanarak odadan Cengiz’in atölyesine geçerken kitap dolu sehpa devrildi. Boya kutuları devrildi, içine yumuşasın diye fırçaların konduğu tiner kabı devrildi, fırçaları temizlemek için biriktirilen bezler ortaya saçıldı… Durmuyorduk. Sırtımızı kabartıp kabartıp birbirimize saldırıyor, alt alta üst üste bağırarak tozu dumana katıyorduk. Aniden patlak veren bu fırtınaya bir anlam veremeyen Serap ve Cengiz olay yerine gelip biri beni biri Babürü kaptığı gibi ayırdı. Bu arada ben savurduğum patilerle Serap’ın ellerini kırmızı çizikler içinde bırakmışım farkında değilim. Babür Abi nefes nefese kalmıştı. Yorgun değildi hayır, çok öfkeliydi. Onu ilk kez böyle görüyordum.  Az sonra bizi sakinleştirdiler, ikimiz de ayrı köşelerde tüylerimizi yalamaya başlamıştık. Babür’ün çinli gözleri arada bana takılıyor ve hırlıyordu ama takan kim. Yani şimdi onu evden göndermeyecekler öyle mi? İyi de o zaman tavuğu kim öldürdü?

..

(Sürecek)

BİR EVE DÖNÜŞ HİKAYESİ-1

Fırtına patlamıştı. Kaç gündür bekliyorduk, içerilere tıkılacağız diye canım sıkılıyordu. Pencerelerde ilk damlalar çatlamaya başladığı andan itibaren, bu sağanak ve fırtınaya sokakta yakalananlar için kaygılandım.  Sonra hava karardı. Gökgürültüsü ve şimşek durumun kasvetini daha da artırdı. Ben güvenli korunağımda mutfak camımdan olup biteni izliyordum ki pencerenin önünde karaltısını gördüm. Bahçedeymiş demek ki… Islanmıştı, ıslanmışlığın tüm zavallılığıyla pencereden içeri bakıyordu. Başımı çevirdim. Ondan kesinlikle nefret ediyorum. Onu burada istemiyorum. Dışarıdaki kulübede bir yaşamı var, kafadarları da var, niye ikide bir benim huzurumu kaçırıyor ki? En iyisi burada durmamak. O zaman umudunu yitirip gider. Feci yağmur yağıyor. Artık pencerelerden yukarıdan aşağıya kovayla su dökülür gibi. Bu havada dışarıda olmayı kesinlikle istemez kimse.

Derken işte o can sıkıcı cümleyi duydum: “Cengiz Babür Abi gelmiş. Onu içeri…” devamını dinlemedim, gidip yatağa uzandım. İllallah bu Babür’den. Ama canım Cengiz, “Ne düşündüğünü biliyorum, olmaz,  bir daha gitmez sonra,” dedi. Uyuyor numarası yaparak konuşulanlara kulak kabartmaya devam ettim. “Dışarısı çok soğuk ve yağmurlu,” dedi Serap. “Merak etme, kendine sığınacak bir yer bulur, üstelik bahçede kulübeler var, taraça var…” Cengiz her zaman benden yanadır zaten. Ama öyle olmadı. Açılan kapıdan fırtınanın bir an evin içine dolduğunu köşedeki odadan hissettim. Sonra kapandı. Evet, onun sesi. Aaaaa, içeri aldı gerçekten. Banyoya gittiler. Meğer Serap her şeyi hazırlamış.  Köpüklü suyla dolu leğeni duşa kabin  içine koymuş,  havlusu da . Dayanamadım, meraktan çatlayacağım. Bir yandan da kulaklarıma inanamıyorum ya… Kapının kenarından gizlice izlemeye başladım. Serap onu köpüklü suyun içine soktu, fırçayla yıkamaya başladı. Aaaa, benim fırçamı kullanıyor, ama bu haksızlık! Bizimki de bir yandan bağır bağır bağırıyor elbette. Sakın boğulmasın! Bu banyo işinin nasıl bela olduğunu bilirim. Birden paniğe kapıldım, ben de bağırmaya başladım. Cengiz geldi, yardım istedim; Cengiz,  Serap onu boğacak başını bile sabunluyor! Ortalık  ayağa kalkıyor. “Aaaa,” dedi Cengiz, “İçeridesin Babür Abi.” Babür Abi onu duyacak durumda değil, sesi ortalığı inletiyor.  Cengiz’le ikimiz kenarda durup şamatayı izlemeye koyulduk. Ama ben kaygıdan öleceğim,  durmadan ben de bağırıyorum. Köpüklü iş bitti, duş açıldı. Öyle çabuk hareket ediyor ki şu Serap elinden kurtulmak imkansız. Zavallı Babür Abi çaresizlikle yalvarması hiç işe yaramadı. “Havluyu tut,” diye seslendi Serap. Cengiz’in havluyu alıp kaşla göz arasında onu sarmalaması bir oldu. Oh neyse bir kaza olmadan bu iş bitti. Aman ben toz olayım, beni de yıkamaya kalkmasınlar, diye sessizce sıvıştım. Zavallı Babür Abi, uzun süre kendini kurutmakla uğraştı. Sudan, stresten, fırçalanmaktan biraz sersem olmuş gibiydi, benim onu izlediğimi neden sonra fark etti. “Aaa,” dedi, “Merhaba tatlım.”  “Ben senin tatlın falan değilim,”diye tısladım. “Ezik şey, ne yaptın ne ettin kendini kabul ettirdin, mutlusundur herhalde(!)”

“Elbette, mutluyum. Serap’ı da Cengiz’i de çok seviyorum. Ama onların neden benimle yaşamayı istemediklerini anlamadım. Görünüşe göre seviyorlar ama… Aaaa, beni istemeyen sen misin yoksa? Neden ama? Ben sana ne yaptım ki?”

“Konuşma fazla,” diye tersledim.” Evet, seni istemeyen benim. Bunu onlara kesin bir dille söylemiştim. Eğer o bu eve girerse ben yokum, demiştim.”

Babür, boynunu büktü; “evet biliyorum, seni duymuştum,” dedi Ezik! Şirret bir şekilde burnumu burnuna yaklaştırdım; “İyi o zaman neden geri geldin? Burada istenmiyorsun. İstenmediğini bile bile ısrar edilmez!”  “Beni istemeyen sensin, ama”, diye alttan aldı. Serap da Cengiz de beni seviyor. Hasta olduğumda nasıl ilgilendiler hatırlasana. Hele bir kere gözlerim kapanmıştı, sokağı şaşırmış evi bulamamış on gün boyunca oradan oraya gezmiştim. Göremiyordum. Sonra evi bulduğumda Serap kapıyı açtığında nasıl sevinmişti, hemen beni içeri alıp yıkadı, gözlerimi temizledi, karnımı doyurdu…” “Hıı evet. Öldüğünü söylemişlerdi. Komşular konuşurken duydum. Serap Hanım çok üzülecek, diyorlardı. Araba çiğnemiş diyorlardı. Gerçekten de baştan inanmadı, çok aradı seni. Cengiz sokaklara çıkıp çağırdı ara sokaklara girdi ama yoktun. Ben de senden kurtulduğuma sevinmiştim…”

Arsız, sevinçle sözümü kesti; “Ama ölmedim ki… Yalnızca evin yerini bulamamıştım. Gözlerim görmüyordu o yüzden.” “İyi ya, Artık görüyor. Kendi başının çaresine bakabilirsin. Ne işin var burada gene?” dedim sinirle.  Arsız, “Böyle söylemesene tatlım, burası benim de evim. Hem ne var sanki ben de kalsam…” diye yalvardı. “Hayır! Benim tabaklarımı kullanmandan, benim yattığım yerlere gidip yatmandan nefret ediyorum. Hele öyle yılışıksın ki sürekli onlarla vakit geçiriyorsun. Bana tatlım deme dedim sana! Buradan derhal gideceksin!” Arkamı dönüp kalçalarımı kıvırarak gidip koltuğa oturdum. O eşikte kala kalmıştı; “ Ama dışarıda korkunç bir fırtına var…”  “Varsa var, başının çaresine bakabilecek bir yetişkinsin sen!”  “Yapma tatlım, lütfen bırak kalayım…”

(Sürecek)